Translate

Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2018 Pazar

Mutlu Olmak

Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur.

Son zamanlarda sık sık kendime söylediğim bir söz: "Mutsuzluk ahlâksızlıktır." Ahlâk yaşamının hedefi mutluluktur; mutluluk ahlâkına göre yaşamalıyız anlamında söylemiyorum bu sözü. "Mutluluk", "mutsuzluk" kavramlarından, çağımız insanının çoğunlukla anladığını anlamıyorum. Bu kavramların farklı yorumlarına gerek duyduğumuzu düşünüyorum.


Akıllı mutsuz, salak mutlu mu olur?

Alışılagelmiş bakışla, düşünen, araştıran, soruşturan, eleştiren insanın mutsuz olması gerektiğine inanılır. Dünyadaki gidişe "aklı eren" insan, oradaki akıldışı akışı, haksızlığı, sömürüyü, acıyı, iletişimsizliği, kısacası dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydın mutsuzdur; gördüğü karşısında; gördüğünü düzeltmeye çabalamasındaki yetersizliği karşısında. Düşününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasıl düştüğünü görmüştür, kendinin ve insanlığın. Düşünüyorum: O halde mutsuzum der. Mutsuzluk dünyayı değiştirmenin bir gerekçesi olur; yalnız gerekçesi değil, itici gücü, enerjisi. Mutsuzlar, dünyaya isyan edip, dünyayı değiştirmeye, dönüştürmeye çabalayacaklardır. Mutsuzluk, uyumamanın, uyanıklığın, isyanın, eleştirinin bir itici gücüdür. Mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir.

Oysa, mutlu, tam bir salaktır. Düşünme gücünden yoksun, bilgisiz olduğu için mutludur. Aydın mutlu olamaz; o denli çok kaygısı; içinden bir türlü çıkamadığı kendisine, düzene, düzenin değiştirilmesine ait sıkıntıları vardır ki, mutlu olması olanaksızdır. Boş kafalı, yaşamayı yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar mutluyum diye dolaşırlar. Ne kadar kapsamlı, ne kadar derin düşünürseniz o kadar mutsuz olursunuz.

İşte yukarıda mutluluk ve mutsuzlukla ilgili saptamalara karşı çıkıyorum. "Akıllı mutsuz, salak mutlu" savının yaşama beceriksizliklerinin bir avuntusu olabileceğini düşünüyorum. Mutsuzluk görüntüsünün, saplantısının ya da avuntusunun "gerçekle" yüzleşmekten bir kaçış olduğunu düşünüyorum.

Mutluluk bilinç ve yürek işidir.
Dünyada bir zulüm, haksızlık, sömürü düzeni olduğu bana açık geliyor. Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur. Burada, "şişe yarıya kadar dolu" demiş mi oluyoruz, "yarıya kadar boş olan şişe"ye? Mutlu olma bir çeşit aldanma sonucu mu elde edilecektir? Avunma, aldanma, görmezlikten gelme, sorunlardan kaçma yoluyla "mutluluk oyunu" oynamaktan söz etmiyorum.

Aldanma sonucu "mutluluk" sözde mutluluktur. Mutluluk bir bilgi işidir: fark etme, ayırt etme, yargılama; düşünebilme işidir! Dürüstlükle başarılır.

İnsanın ardında olduğunu söylediği mutluluğun, sorunlardan, acılardan, kaygılardan azade bir ruh haliyle yaşanması gerekmez. Gerçekle yüz yüze, onun sorunlarıyla içice olduğunuz halde mutlu olabilirsiniz.

Önce şu soru: Neden ardındayız mutluluğun? Gerçekçi olduğumuz, gerçeği anlamaya, yorumlamaya, sorunlarıyla baş etmeye çabalamak için. Araştırmak için. Mutsuzdan araştırmacı olmaz. Mutsuzdan devrimci olmaz. Mutsuzdan başkaldırı, umut, düş bekleyemezsiniz!

Karşı çıkışları duyuyorum: Mutsuz bilenmiştir, ödün vermez, kavgaya, savaşa, mücadeleye, zulüm görmeye hazırdır. Kelle koltuğunda yürür mutsuz. Mutlu, yitirmek istemediği mutluluğu için korkaktır, ödünler verir; dünyadan hoşnuttur, merak etmez, öğrenmez, kendini aşmak istemez.

İşte tam da bu noktada karşı çıkışlara karşı çıkıyorum! Böyle salak, böyle eblek, böyle sorumsuzdan mutlu insan çıkmaz! Mutluluk bir bilinç işidir, yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, uyuşukluk, tembellik, atâlet değildir. Hamarat ruhların işidir. Acı çeken, acı çekmiş, duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Acı yokluğu hiç değil!

Mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir.

Mutluluk iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde katkısı olan bir güçtür. Kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücü. Telos'umuza, hedefimize, amaçlarımıza, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücü. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel, hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlâksızlıktır.

Mutluluk kendimizle yüzleşebilme cesareti için gereklidir. Gerçekle, dışımızdaki ve içimizdeki gerçekle, tarihle, kültürle karşılaşabilmek için. Yılgınlığı, tembelliği, kolaycılığı yenebilmek için. Mutlu insan, iç dünyasında gezebilen, içinde kolayca dolaşabilen; kendini tanımaktan ürkmeyen özerk bir insandır. Mutlu, gerçekliğin karşısına çıkardığı sorunlarla karşılaşabilme gücü taşır.

Mutlu, kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır: Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu, birlikte yaşamaya, paylaşmaya açar kendini. Mutluluk, yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz; birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur.

Mutlu, duygularını, aklını, bedenini bir bütün halinde yaşar. Duygu ve aklıyla iletişime geçer; onları tanır. Bedeninden gelen enerjiye haberlere, uyarılara açıktır.

Mutlu, dinlemeye, anlamaya, söyleşmeye hazırdır: Kendiyle ve öteki insanlarla. Taktik uygulayan; insanları sınıflandırıp, damgalayan, denetleyip, elinin altından bırakmayan, mutlu olamaz. Mutluluk umut; mutluluk, içimdeki "daha var" diyen sestir.

Mutlu, kendini "aşmak", öğrenmek, üretmek ister. Mutluluk, olanaklarını gerçekleştirmeye çalışmada yatar. Mutsuz, olanaklarını keşfetse de, gerçekleştiremeyendir. Mutsuzluk, insanın yaşama beceriksizliğidir. Kendini gerçekleştiremeyen, düş kuramayan, görüşlerini açık açık dile getiremeyenden mutlu olmaz.

Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır.
Mutluluk, edilgenlik demek değildir. Tembellik hiç değil. Mutluluğun, dünyanın sonu olduğunu söyleyen masallarla kültürümüze geçtiğini görüyoruz. Mutluluk, öykülerin, romanların, filmlerin sonunda yer alabiliyor. Sonlara tıkılmış bir yaşam biçimi değildir oysa; somut yaşam alanında ortaya çıkıyor. Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır:Yaşamaya, kavgaya, düşünmeye, üretmeye hazır bir insandır.

Mutluluk bir haz hali değildir. Bir karakterdir. Mutlu insan bu ahlâki karakteriyle, başına gelmiş ve gelecek olanları yaşar. Mutlu insan, zulüm çekmiş, işkence görmüş biri de olabilir. Mutlu insan yerinde duramaz, etkindir; sorumludur: Mutlu insanlardan söz ediyorum. Dünyaya bir bakış biçimi, bir yaşam biçimi oluveren mutluluk, ağır bir sorumluluk taşır. Çünkü, mutluluk "hazır olma" durumudur; mutlu insan, gerçekleştireceği tasarılarının altında ezilmez.

Gelip geçici bir hâl değil de bir karakter oluveren mutluluk, bize yaşam boyu destek oluverecek bir güçtür.
Yanılır mıyız mutluluk konusunda? Zaman zaman. Neyin mutluluk, neyin mutsuzluk olduğunu anlamak, hangilerinin mutluluk karakterine (ahlâk karakteridir!) uygun olduğunu önceden söyleyebilmenin zorlukları var. Bize mutluluk gibi görünen, öteki insanların mutsuzluğu olabilir. Oysa, dünyadaki sorunları ele almanın, tavır koymanın, gerçekliğe yönelmenin, kimi eylemlerin çekirdeğini taşıyan bizim karakterimizdir. Karakterimiz mutluluk karakteri ise gelip geçici mutsuzluklarımızı görmezden geliriz, onları simyacı gibi mutluluğa dönüştürmeye çalışırız.

Siz kendinizi "mutlu", "karakterli" biri olarak görüyorsanız; kendinizle barışık, geleceğe ilişkin tasarımlar taşıyan bu karakterinizle dünyanın zorluklarıyla baş etmeyi biliyorsunuz demektir.

Bu yazıyı elbette kendini sorgulayan bir mutsuz, bir ahlâksız yazdı.

Prof. Dr. Ahmet İNAM
http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/mutlu.htm

21 Şubat 2018 Çarşamba

İnsan Olmak

Engin Gençtan: İnsan, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur. En gelişmiş canlı olan insanın yine insan tarafından incelenmiş olması bunun başlıca nedeni olsa gerek. Üstelik konu insan davranışları olduğunda, yansız bir değerlendirme yapabilmek daha da güç. Davranışlarımızın gerisindeki dinamik mekanizmaları açıklamaya çalışan araştırmacıların yaşamlarını ve yapıtlarını karşılaştırarak incelediğimizde, kendi kişilik özelliklerinin geliştirdikleri kuramlara yansımış olduğunu açık bir biçimde görebiliriz. Örneğin Freud’un, insanı saldırgan ve yıkıcı bir varlık olarak tanımlaması ile onun pek de esnek olmayan ve karamsar kişiliği arasındaki paralellik birçok eleştirmenin gözünden kaçmamıştır.
Aslında, normaldışı davranışlar tarihin her döneminde insanın ilgi konusu olmuştur, ama ortalama insanın davranışlarına yirminci yüzyıla gelene kadar hemen hemen hiç ilgi duyulmamıştır. Yüzyılın başlarında psikanalizin getirdiği yeni bakış açısı, normaldışı davranışların, aslında, olağan davranışların abartılmış biçimleri olduğunun anlaşılabilmesini sağlamıştır. Böylece, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, insanın günlük yaşamındaki davranışları da giderek artan ilgi konusu olmuştur.
Ne var ki, bu gelişmelere karşın, insanları normal ya da normal olmayanlar diye iki gruba ayırma eğilimi günümüzde de süregelen bir yanılgıdır. Oysa, davranışbilimciler normalliğin tanımı üzerinde bir görüş birliğine henüz varabilmiş değiller. Geçmiş yüzyıllarda, bir insanda önemli sayılabilecek oranda normaldışı davranışların görülmemesi normallik olarak kabul edilirdi. Buna karşılık 1937 yılında Freud, normallik diye bir şey olmadığı görüşünü savunmuş, böyle bir durumu tanımlamaya çalışmanın gerçekleşmesi olanaksız ve hayal ürünü bir amaç olduğunu söylemişti. Günümüz araştırmacıları ise Freud’ dan farklı düşünmekte ve özellikle son yirmi yıl içinde bu konuda ciddi çalışmalar yapmaktadırlar.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normaldışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin fark edilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.
Yakın geçmişe kadar en çok yandaş toplayan görüşlerden birine göre, kendisine ve topluma orta derecede uyum sağlayabilen ve çoğunluğu oluşturan grup normal sayılır; iki uçtakiler olağandışı durumlar olarak değerlendirilir. Bir başka deyişle, kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık. Beyaza çok yakın bir tonu tutturabilenlerin azınlıkta olduğunu biliyoruz. Ama bu insanların gerçek oranını kestirebilmek oldukça güç. Çünkü onlar yaşama doğrudan katıldıklarından mutlu olup olmadıklarından söz etmezler bile. Buna karşılık bazıları yaşayarak mutluluğa ulaşmaya çalışacakları yerde, mutlu olabilmek için kendi dışlarında “bir şey olmasını” bekler, ya da nasıl mutlu olunabileceği konusunda sonu gelmez tartışmalar sürdürürler.
Günümüzde giderek artan sayıda yandaş toplayan bir yaklaşıma göre ise, normallik bir süreçtir ve normal davranış, birbiriyle etkileşim durumunda olan sistemlerin ortak bir ürünüdür. Bir diğer deyişle normallik, herhangi bir andaki durumu tanımlamak yerine, organizmada gözlemlenen değişiklikleri ya da süreçleri vurgular. İnsanı genel sistemler kuramına göre ele alan bu yaklaşıma göre, bir sistem olarak normallik, canlı bir sistemin, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik değişkenlerin katkısıyla ve zamanın sürekliliği içerisinde işlevlerini sürdürebilmesini tanımlar. Bu değişkenlerin sistemle nasıl bütünleştiği ve her bir değişkenin sistemin bütünlüğü içindeki yeri, gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlatılabilecektir.
Normallik kavramını bir süreç olarak ele aldığımızda, konuya ilişkin bir diğer boyutun da tartışılması gerekir. Bu da normalliğin, uyum, yeterlik ve zorlanmalarla baş edebilme gibi kavramlarla olan yakın ilişkisidir. Ne var ki, normallik gibi bu kavramlar da belirli bir kuram üzerine oturtulmamıştır. Bu nedenle, bir bireyin ya da bir grubun çoğunluğunun gelecekte nasıl davranacağını kestirebilme konusunda başarılı sonuçlar henüz sağlanamamıştır.

Prof Dr. Engin Gençtan


18 Ocak 2018 Perşembe

Devlet benim, halk da benim halkım...

`Jan Werner Müller` Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: "Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar." 
Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor.

Uzun süredir, özellikle Batı ülkelerinde sağcı ve hatta ziyadesiyle ırkçı söylemi benimseyip harlayan siyasetçilerin yükselmeye başlamasıyla birlikte en sık sarf edilen kavramlardan biri, ‘popülizm’ oldu. Farklı ideoloji mensuplarınca, birbirinden ayrı siyaset yapma biçimlerini tanımlamak için kullanılabiliyor. ‘Halkın hoşuna giden ve lehine olan işler yapmak’ tarafından bakıp olumlu anlam atfedenler olduğu gibi, yozlaşmayı ve milliyetçiliğin çeşitli hâllerini anlatmak için başvuranlar da var. Büyük ölçüde iki bloklu dünyanın sona ermesinden sonra, o dünyanın alışıldık yapılarının, kurumlarının çözülmeye ve sağ-sol ayrımlarının bulanıklaşmaya başlamasıyla birlikte, yeni olanı ‘anlamlandırma’ çabasının sonucu olarak ‘gereksinim’ duyulan bir kavram haline gelmiş durumda.


Hakikaten, ne demektir günümüz popülizmi? Hangi coğrafyada, ne anlama gelir? Popülist siyasetçiler olarak tanımlananların hepsi aynı yolun yolcusu mu? Her biri aynı yöntemi mi uyguluyor? Popülistlerin varmaya çalıştığı yer aynı mı? ‘Popülist liderler’ ana başlığı, tümünü kavramak için yeterli mi? Şöyle bir bakalım popülist olarak adlandırılan siyasetçilerin ülkelerine. Chavez ne yapmaya çalışmıştı ve kime karşı? Macaristan’da Orban, otoriter siyasetini hangi ilkeler üzerine kurdu, anayasadan anladığı neydi? Yapay zekâ üzerine çalışmaların son sürat devam ettiği, bir süre sonra adalet hizmetlerinde robotların kullanılabileceği ABD’de, kaba saba bir ırkçı olan Trump nasıl ve hangi söylemle seçim kazandı? ‘Kültür ve estetik’ sözcüklerinin ilk çağrıştırdığı ülkeler olan Fransa ve İtalya’da, Le Pen ve Berlusconi gibi figürler hangi dinamikler sayesinde güçlenebildi? İyi kötü demokratik teamülleri oluşturabilmiş ve yüz küsur yıllık anayasa geleneği olan Türkiye’de, AKP iktidarı nasıl olup tüm anayasal teamülleri yerle bir edebildi?

İşte bu sorular üzerinde düşünebilmek için gerek duyduğumuz kavramlardan biri popülizm ve bugün önereceğim kitap “Popülizm Nedir?” başlığını taşıyor. Viyana’da verilmiş bir seminerler dizisi sonunda ortaya çıkan eserin yazarı, Almanya doğumu Jan-Werner Müller. Halihazırda Princeton Üniversitesi’nde siyaset teorisi/düşünce tarihi dersleri veriyor. İletişim’den 2017’de yayımlandı ve çevirmen, kendisi de bir akademisyen olan, Onur Yıldız.
Müller, yukarıdaki soruları ve daha fazlasını soruyor eserinde ve kestirme yanıtlara varmak yerine kendi yanıtlarına yine kendisi itiraz ederek, farklı bir yerden de bakmayı denerek yanıt arıyor. Kitap daha başlarken, ilk sayfasından Bertolt Brecht’e selam gönderiyor: “Tüm yetki halktan gelir. Fakat nereye gider?” Yönetim denilen mekanizma, büyük ölçüde bu saptama ve sorunun sorgulanmasıyla anlaşılabilir kuşkusuz ve yüzlerce yıldır farklı kavram setleriyle yapılmaya çalışılan da bu. Yetkiyi veren halk, nasıl bir bileşimdir? Verdiği varsayılan yetki, nereye gider, kimlere? Nasıl kullanılır?
Hep aynı şeyi düşünüp sorgulamak gerekiyor: Bir halkız! Doğru da, bir örnek değiliz. Örneğin Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan bir halkı oluşturuyor ya da daha kapsayıcı ve soyut olarak, ulusu. Buna mukabil, hem ‘halklar’ ifadesi kullanılıyor hem de bir ‘halka’ dahil olduğunu düşünenler arasında da başta sınıfsal olmak üzere belirgin ayrımlar var. Kaynaşmış bir kitleden değil, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşayan bireylerden söz ediyoruz. Çok sayıda aidiyeti olan bireylerden. Farklı bireyler, yurttaş sıfatıyla belirli aralıklarla kendi yöneticilerini, temsilcilerini seçiyor. Egemenliğin kullanılması yetkisini, bir süre için birilerine bırakıyor. Bunu seçim aracıyla yapıyor. Ardından bakıyoruz, kendilerine belirli bir süre için verilen yetkiyi kullananlar, yetkiyi verenin isteklerini yerine getirmiyor aslında. Yetki sahiplerinin bir kısmını hoşnut, kalanını mutsuz ediyor. Oysa hoşnut ettiklerinin diğerlerinden bir ayrıcalığı yok. İşte popülizm kavramı, tercih edilen yetki kullanma yöntemlerinden ve demokratik sistem açısından en tehlikeli olabileceklerden biri.
Çalışma ve konu hakkında genel bilgi verebilecek bazı başlıkları kısaca anlatmak yeterli olur. İlk başlık, “Herkes popülist midir?” Yazar, haklı olarak son yıllarda, özellikle Trump’ın seçilme sürecinde popülizm kavramının hiç olmadığı kadar sarf edildiğine dikkat çekiyor ve ardından adları yukarıda anılan ülke ve liderlere, ayrıca Syriza, Podemos gibi partilere değiniyor. Şu saptamayla başlıyor: “Bir popülizm teorisine sahip değiliz ve siyasal aktörlerin ne zaman popülist olarak adlandırılabileceklerine dair anlamlı bir kriterimiz yok.” Tabii buradan doğal olarak şu sonuçlar çıkar. Eğer popülizmin ne olduğuna dair açık ölçütler yoksa, o zaman birileri tarafından sevilmeyen ‘başarılı’ yöneticilere mi popülist diyoruz? Zira her siyasetçi, seçim kazanmak ve yönetmek için halkı cezbetmek ister ve bunu yapmak için sıradan insanın düşünce ve duygularını bilmek, ona göre davranmak zorundadır? Peki bu durumda, popülizm suçlamasının kendisi popülist bir yol mu? Yazar buradan yola çıkarak popülist olarak adlandırılanların bazı ortak noktalarını bulmaya çalışıyor. Kuşkusuz her ‘benzerlik’ bulma çabası, diğer yandan ortak olmayan nitelikleri de ortaya çıkarır. Ya da tam tersi! Örneğin popülistler ‘seçkinlere’ karşı eleştirel tutum alır. Yazar, bunun gerekli ama yeterli bir ölçüt olmadığını savunuyor çünkü her seçkin eleştirisi popülist değil.
Bir diğer nitelik, popülistlerin her zaman ‘çoğulculuk karşıtı’ oluşları. Popülistler halkı yalnızca ve her zaman kendilerinin temsil ettiğini iddia eder. Yazar burada Erdoğan’dan örnek veriyor. Bir parti kongresinde, “Biz halkız. Siz kimsiniz?” diyen Erdoğan’ın, halkın geri kalanının varlığından elbette haberdar olduğunu, onları dışlamanın ampirik değil ‘ahlaki’ bir iddia barındırdığını tespit ediyor. Popülistler iktidar için mücadele ederken siyasi rakiplerini ahlaksız ve yozlaşmış elitler olarak tanımlama eğilimindedir. İktidardayken de hiç bir muhalefeti ‘meşru’ kabul etmezler. Denklem basit aslında: Erdem ve ahlakı temsil eden iktidarı desteklemeyenler, erdemli ve ahlaklı halkın ‘uygun’ bir parçası olamaz. Popülistler, yüzde 99 olamaz, yüzde yüz olmalı, bütünü temsil etmelidir! Haliyle popülizm her zaman bir kimlik siyaseti biçimidir (ama tüm kimlik siyasetleri popülist değildir!). Haliyle demokrasinin gerektirdiği farklılıkların var olabilmesi ilkesi ile bağdaşmaz popülist siyaset. Müller’e göre, “…popülistler çatışma üzerinden büyüme ve kutuplaştırmayı teşvik etmek ile yetinmezler. Aynı zamanda siyasi rakiplerine halkın düşmanları gibi davranırlar ve onları tamamen dışlamanın yollarını ararlar.”
Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar. Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor. Devletin gerçek sahibi olan ve ‘ne eylerse güzel eyleyen’ halkın iradesi. Hâl böyleyken popülist yönetimlerin eylemleri de sorgulanamaz hale gelir çünkü iktidar, mülkün asıl sahibi adına hareket etmektedir. Tabii çözümü son derece güç bir sorundan söz ediyoruz burada. Popülistler, demokrasinin yüksek ideallerini gerçekleştirme hedefinden (yönetimi halka bırakmak!) söz ediyorlar çünkü. Ancak demokrasinin yozlaşmış bir versiyonu. Haliyle, demokrasinin nerede sona erip popülizmin başladığını saptamak, başlı başına bir gereksinim. Yazar, kitabın sonraki bölümlerinde söz konusu sınırı arıyor. “Popülistler ne söyler?” ‘Ne yapar?” sorularıyla. Dünyadan çokça örnek veriyor Müller ve çoğu son derece güncel. Ona göre, yazılı bir doktrini olmayan popülizmin anlaşılması, demokrasinin kavranmasına yardım edecektir. Burada, popülizmi ilerici (tabana dayalı) bir hareket olarak gören Kuzey Amerika ile tarihsel deneyimlerdeki farklılıklar nedeniyle siyasal kötülük olarak gören Avrupa’daki tanım ve algı farkları üzerinde duruyor.
Popülizm siyasal sorumsuzluk örneği midir? Popülizmin destekçileri olarak belirli sosyo-ekonomik gruplara yoğunlaşmak makul mü? Popülist hareketleri, çoğunlukla belirli bir eğitim ve maddi düzeye sahip olanların desteklediği doğru, ancak bu her zaman geçerli değil. Söz konusu hareketler, özellikle maddi açıdan güçlü kesimlerden de farklı meşruiyet gerekçeleriyle oy alabiliyor. Haliyle keskin neden sonuç ilişkileri kurmak çoğu zaman yanıltıcıdır. Popülistler, insan psikolojisine, duygularına, zaaflarına oynar; ancak bu gerçekten, ‘sevgi,’ ‘öfke’ ve ‘hınç’ ile hareket edebilen insanların her durumda aynı kümeye mensup olduğu ve söz konusu gerekçelerin paylarının çok büyük olduğu sonucu çıkarılmamalı. Aksi halde tartışma tümüyle sosyo psikolojik alana taşınmış olur.
Ezcümle, popülistler çoğulculuk karşıtıdır. Yükselişe geçişini temsili demokrasilerin başlangıcına borçludur. Tüm halk adına konuşan biri olmadan popülizm olmaz. Popülistler halkın yalnızca bir kısmına halk muamelesi yapmak zorundadır; gücünü ve ahlaki meşruiyetini bu ayrışmadan alır. İngiltere’de Nigel Farage’ın Brexit oylaması ardından “Bu gerçek halkın zaferi” sözlerini hatırlayalım. Ya da Trump’ın, “Önemli olan tek şey halkın birleşmesidir çünkü geriye kalanların bir önemi yoktur,” ifadelerini. Bir ‘soylu halk’ varsayımı vardır. Temsil (yani seçim) düşüncesine de karşı değiller kuşkusuz. Yalnızca, ‘doğru halk, doğru kararları ancak doğru temsilciler aracılığıyla verir’ ve doğru temsilciler, kendileridir! Seçim dönemlerinden tartışmalara katılmayı reddetmeleri olağandır; Orban gibi, Erdoğan gibi. Çünkü teori tartışmaya, akıl almaya gereksinimi yoktur popülist liderin, bunlarla zaman kaybetmeye tahammül edemez. Tabii henüz iktidarda olmayan popülist partilerin seçim kazanamıyor oluşlarının nedeni, sessiz çoğunlukların varlığıdır. Onlar sessizliklerini bozduğunda, iktidar mukadderat olur! Her ne kadar ‘halk’ hiçbir zaman bir örnek olmasa ve hiçbir zaman aynı kalmasa da; birinin halkı bildiğini iddia etmesi, kitleleri etkiler.
Yazar, yine dünya örneklerinden hareketle, popülist liderlikleri, popülistlerin iktidardaki hallerini, anayasaya bakışlarını, halk oylamaları konusundaki düşüncelerini, devlet yönetimi algılarını, her şeye rağmen ‘seçim’ aracından neden vazgeçemeyeceklerini, sivil toplum algılarını, ‘dış güçler’ konusundaki propagandalarını (‘ajan bunlar’ söylemi!) anlatıyor. Sonunda da popülizm ile nasıl başa çıkılacağı konusunda ipuçları veriyor.
Yazı Victor Orban’ın iki ‘vecizesi’ ile sona ersin: “Avrupa Birliği Macaristan’a saldırıyor.” “Her kim Macar hükümetini eleştiriyorsa, Macar halkına saldırıyordur.”

Bunları okuyunca, ‘Neyse ki Macaristan’da yaşamıyorum’ diyor insan. Neler var!


Murat Sevinç
www.gazeteduvar.com.tr/devlet-benim-halk-da-benim-halkim

28 Aralık 2017 Perşembe

Yenilmeyen 'doğru' yenmiş sayılmaz!

Kendine güvendiğin için yalancı değilsin.
Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin.
Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır.
Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek.
Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz.
Doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki... Yüz bin yıl su altında yıkanmış, düzelmiş çakıl taşı gibi.


Yaşar Kemal, "Teneke"



27 Aralık 2017 Çarşamba

Küçük Burjuva Ideolojisinin Eleştirisi

Maksim Gorki 1930


Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, ""hümanist"" edebiyatın etkisi, ""yasaların ruhu"", burjuva ""gelenekleri"" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: ""Tanrım, bize acı!""
Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa, şu şekli alır: ""Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım.""
Gazeteler hergün küçük burjuvaya; İngilizce, dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en iyi insanı olduğunu aşılar.
Oysa, ""medeni"" dünyanın bu en iyi vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye sormuş:
- Ne istersin? demiş.
Vahşinin verdiği karşılık çok sadedir:
- Çok az çalışmak, çok az düşünmek, ve daha çok yemek.
Öyle bir başka insan tipidir ki küçük burjuva, ciddi bir şekilde öğrenilen düşünme tekniği, onda düşüncenin gelişmesini durdurur. Olayların etkisiyle kendisine yabancı bir takım düşünceleri benimsediği olur küçük burjuvanın. Ama bu düşünceler onu hasta eder. Örneğin bir cilt hastalığına tutulmuş gibi, sanki böbreklerinde taş varmış gibi olur. O zaman din, karamsarlık, içki, sefahat, rezalet çıkarma, vb. gibi hastalığı, sancılıları dindiren ilaçlara sık sık başvurur.
Bütün bu söylediklerimizin boş ve havada kalan bir takım sözler olmadığını göstermek için bir örnek vereceğiz: Bundan on bir yıl kadar önce isyan eden Rus işçilerinin ve köylülerinin kararlılığı sayesinde halkın kitle halinde öldürülmesine, kazançlarını artırmak amacıyla, Avrupalı efendiler tarafından dört yıldır sürdürülen bu öldürme işine (Birinci Paylaşım Savaşına) son verildi. Para babalarının ve siyasi maceracıların bu kanlı ve canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların ""düşünce"" yaşamına ne getirdi?
Bu çekilen acılar küçük burjuvalara hiç bir şey getirmedi, boşlukta dönüp duran düşüncelerinin o her zamanki sürecinde hiç bir değişiklik yapmadı. Küçük burjuva şuna inanmıştır: Din ahlakın temelidir, din olmadıkça devlet de olamaz. Oysa burjuva devletinin ahlaksız olduğu, hırsızlığa, yağmaya, emekçi halkın sömürülmesine dayandığı gün gibi apaçıktır. Savaş sırasında birbirlerini iğrenç bir şekilde öldürme ve boğazlama işinden, ""Hiç bir zaman öldürmeyeceksin"" ve ""Kendi cinsinden olanı, kendi sevdiğin gibi seveceksin"" diye buyuran Tanrı imdada çağırmayı gayet doğal bulmuşlardır.
Savaştan sonra, küçük burjuvaların ""hümanizma""sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir ""insanseverlik"" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.
Kapitalist Avrupa devletleri süratle yeni bir savaşa hazırlanmaktadırlar. Askeri uzmanlar yeni savaşın kimyasal bir savaş olacağını ve yıkımları, insanlara saldığı dehşet ve korku, 1914-1918 savaşından önceki savaşları gölgede bırakacağını ifade etmektedirler. Askeri meselelerde uzman olan bir yazar, yanılmıyorsam general Douhet, Mattina (Sabah) adlı İtalyan gazetesinin 15 Ocak 1929 tarihli sayısında Amiral Battavia'nın şu sözlerini aktarmaktadır:

""Mühendis - general Bourloen'in yaptığı hesaplara göre, uçak kullanmak koşulu ile bunlardan atılan 500 ton kadar fosgen gazı on bir hektarlık bir alanı, yani Paris şehrinin kapladığı araziyi yarım saat içinde yerle bir etmeğe yeter de artar bile.""

Albay Bloch ise, şunları söylüyor:
""Bir eve düşen 500 kiloluk bir fosgen bombası burada oturanların hepsini öldürür.""

Bu bomba patlayınca, 100.000 metreküplük bir bulut vücuda getirecek, etkisi korkunç mu korkunç olacak. 30 metre genişliğinde, 100 metre uzunluğunda bir sokak düşünelim, bu sokağın havası yerden 35 metre yüksekliğe kadar zehirlenecek. Eğer hava rüzgarlıysa, çapı bir kilometre alan bir çember içindeki delikleri, kapı ve pencere aralıkları iyi tıkanmamış evlerin hepsi zehirlenecektir. Amerika Birleşik Devletleri ordusunun kimya levazımı hizmetlerinin şefi olan general Fries şunları söylüyor:

""450 kiloluk bir levist bombası New-York'un 10 mahallesini oturulmaz hale getirecek, bu sevimli mamulü ihtiva eden yüzlerce tonluk bomba bütün New-York'taki canlı şeyleri, suyu ve bütün gıda maddelerini zehirleyecek ve bunlar bir hafta süre ile kullanılamayacaktır.""

Lord Nalsburg ise, 11 temmuz 1929 tarihinde Lordlar Kamarasında yaptığı bir konuşmada, 40 tonluk arsin gazının bütün Londra halkını öldüreceğini haber vermişti.

""Kimya savaşının etkilerine karşı mücadele vasıtaları da mükemmelleştirilmektedir. Hızla üreyip çoğalabilecek bir mikrop ve bu mikroba karşı bir serum aranıyor. Böylece bu mikroba bulaşmış olan halk iyileşmek için serum isteyecek, serumu icat edenler de, örneğin veba aşıladıkları halka kendi koşullarını izah edeceklerdir.""

Avrupa gazeteleri yaklaşan savaş hakkında bu türlü ya da buna benzer haberleri sık sık yayınlamaktadırlar. Bu makaleleri okuyan Avrupalı küçük burjuvalar hiç şüphe yok ki, bu gazlarla çocuklarının, karılarının, ihtiyarlarının zehirleneceklerini anlayacaklardır.
Londra'nın, Paris'in, Berlin'in büyük meydanlarından birinde birkaç hırsız, birkaç haydut toplanıp hangi mahalleyi soyalım, bu işi nasıl kıvıralım, diye ulu orta tartışmaya kalkışacak olsalar, küçük burjuvazi, ""toplumsal bakımdan tehlikeli"" olan bu vatandaşların bu mütevazı niyetlerini şu ya da bu tarzda önlemek için, mutlaka harekete geçecektir. Oysa, milyonlarca insanı kitle halinde öldürme tasarılarını herkesin önünde gazetelerde, Millet Meclislerinde, Cumhurbaşkanlarının verdikleri ziyaretlerde tartışılan son derece, ama cidden son derece cani ve toplumsal bakımdan tehlikeli olan ""insanlara kıyanların"" niyetlerini önlemek, küçük burjuvaların hiç mi hiç akıllarından geçmez.
""Hümanizma""yı bir tarafa bırakalım. Mülkiyet hakkındaki içgüdüsü ile insanoğlunun yeryüzünde yaşamasını sağlama içgüdüsü küçük burjuvalarda bir korku bir tasa uyandıracak gibi gelir, küçük burjuvadaki rahatına düşkünlük eğilimi kendisini: ""savaş istemiyorum!"" diye haykırmağa zorlayacak gibi gelir. Yoo, hiç de böyle bir şey yaptığı yok.
Sovyet iktidarı Avrupa hükümetlerine derhal silahları bırakma (silahsızlanma), sonra da, silahları dört yıl içinde bırakma tasarısı önerdiği zaman, küçük burjuvazi bu teklifleri duymamazlıktan geldi. Bu teklifleri elbette ki duydu. Ama, dar ve gelenekler altında ezilip kalmış alan düşüncesinin işleyiş tarzı kendisine, bu basit, aydın ve kelimenin tam anlamıyla insanca olan önerinin gerçekleşmesi mümkün olmayan, tamamen hayalci bir şey olduğunu düşündürdü.
Daha başka bir çok şey küçük burjuvazinin gözüne gerçekleşemez ve hayali gibi göründü. Örneğin, Fulton'un buharlı gemisi, Yabloçkin'in elektrik ampulü, özgür ve cesur zekanın kültürü yaratan, yaşamı zenginleştiren bu gücün kazandığı sayısız zaferler küçük burjuvazinin gözüne böyle görünürdü.
Küçük burjuvanın temel koşulu şudur: ""Böyle gelmiş, böyle gider"". Bu kelimelerin çıkardığı ses bir saat rakkasının otomatik hareketini düşündürür. Küçük burjuvazi gerçekten, sahiden çürümektedir. Tıpkı ""her balık baştan kokar"" dedikleri gibi.
Küçük burjuvazi Sovyetler Birliğindeki devrimci düşünceye sahip işçilerin ve köylülerin ""yırtıcılardan ve asalaklardan temizlenmiş işçi devleti kurmak"" amaçlarını da hayali ve gerçekleşemez bir şey sayar.
Sovyet gazetecileri, ""evdeki pislikleri"" süpürüp sokağa atmakla küçük burjuvalara bol bol yedek ""düşünce gıdaları"" vermiş oldu. Bu çürümüş artıklarla beslenen küçük burjuva tekrar canlanır, mutlulukla gülümser, kendi soyundan olanlara göz kırpar: ""Göreceksiniz bu tutmaz, yine bizim dediğimiz çıkacak.""
Sevinmeğe ne hakları var: Evi her türlü pislikle kirleten, hâlâ da kirletmeğe devam eden kendileri değil mi? Kibirlenmeğe hakları var: İşçi köylü iktidarının demir bir süpürge ile temizlemeğe çalıştığı pislik, çamur, toz yığını, her şey yüzyıllar boyunca bunların yarattıkları gerçek, küçük burjuva gerçeğidir.
Tanrının inayetine ve ""ahiret""te, cennetteki güzellerine inanmasına, lafta kalan ""düşüncesi""ne rağmen, küçük burjuva son derece ""maddi""dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile, ekonomik refahı ile meşguldür. ""Çok yemek, pek az çalışmak, pek az düşünmek"" ister. Onun için: ""İşte bak şeker azaldı, yumurta bulunmuyor, tereyağı ise aslanın ağzında..."" diye mırıldanır, söylenir, sızlanır durur.
Bunların 1916'dan beri azaldığını, devrim düşmanı generaller ve küçük burjuvazinin ""ideolojik önderleri"", Rusya'yı kurtarmak için, emekçi halkın öldürdüğü ve ekonomisini mahvettiği yıllarda bütün bu ""gıda maddelerinin"" hemen hemen yok olduğunu elbette ki unutmuştur. Örneğin Napoleon'un Moskova seferinin, Kornilof, Denikin, Kolçak, Vralgel tarafından girişilen ve özel mülkiyetin türlü ""idealistleri""nden ilham alan gemi azıya almış daha başka ""yurtseverler"" tarafından girişilen harekat yanında çocuk oyuncağına benzediğini küçük burjuva unutmuş gibidir. Yedi yıl süren savaş yüzünden mahvolan ülke ekonomisinin daha geniş çapta ve teknik bakımdan 1914 yılından öncesine oranla da mükemmel şekiller içinde geliştirildiğini küçük burjuva görmek istemez. Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde sıkışmış kalmış olduğundan, kendisini şahsen ilgilendirmeyen her şeye karşı kayıtsızdır, ıslık çalıp: ""Eskiden ne çok vardı, şimdiki ne kadar az!"" der ve Sovyetler Birliğinde aklı başında insan, işçi ve köylü kitleleri arasından çıkmış kültürlü emekçi sayısının hızla artışına da gözlerini yumar. Tabii, bunun böyle olması işine gelmez, onda düşmanlık duyguları uyandırır.
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektuplar'ından bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, akım yaratıcı gücünü, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1851 de şunları yazmıştır: ""Bilinç insanın başına gelebilecek en büyük beladır."" Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: ""Üstün zeka insanı tiksindirir"" demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanat eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Bilinç altının korkunç güçlerini, içgüdünün güçlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir ""şehvet prensibi"" heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:

""Düşünce acı kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır.""

Söylemeğe gerek yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'ın yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin mantıki gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık vermiyor. Söz konusu olan şey filan ya da falan yazar değil, son derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa, gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce yaşamı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür yaşamını kolektif temeller üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmış bir takım kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü inkar etmek, aklın ""akli olmayan"" ya da ""bilinçaltı"" karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi yapılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki, etkisinin güçlü olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pekala zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var.
Fıkra şu:
Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:
- Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?
- O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.
Verilen karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pek doğru da değil. Bazı insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:

""Kitabı açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep bizim kullandığımız kelimeler ama, ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye babacan, sarhoş tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği, gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza vurur:
- Gidi melunlar, derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep endişe içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış.""

Mektubun bu bölümünü, işçi kitlelerinden birinin düşüncesinin orjinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şey değil elbette bu. Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikayet eden mektupları geçiyor elime:

""Küçük burjuvanın zafer kazanmak için yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor.""

Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:
""Bir marş bestelemişler: 'özel ticaret yapan kadın'ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık...""
Küçük burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş yavaş ""kahramanlaştıran"" kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar, Gogol'un Kaput hikayesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in ya da Leonid Andreyef'in Düşünce adlı eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün koşullarına ayarlayarak, yeni bir karakter yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor: ""Yahu benim de derin ,duygularım varmış meğer!"" diyor. Bizim eski bildik Makar Davuşin ve daha bir çok ""ezilenler ve hakaret görenlerin"" yeni kitaplarında dirilttikleri şeyler işte bunlardır. ""Şeker, yumurta, tereyağı bol değil"" diye neredeyse Dostoyevskivari acılar çekecekler.
Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek sevilen ""eşsiz kişiliği"" mutlak özgürlüğe susamış adam, ""benliğini"" göstermek emelinde alan ve küçümsediği gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modern edebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile yaratılmış ,bir kahraman hikayesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer :

""Bütün ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, bireysel yoldur. Çünkü, dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir.""

Bereket versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü, bazen, aşağıdaki sözlerle dolu olan kitaplar da var:

""Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha güçlü, uykudan daha tatlıdır.""

O kimse bu cümlenin şüpheli üslubu ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor:

""Sanatçıyı sıradan bir insan sayan şüpheciler, 'yaratma' ile mest olduğum sıradan insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim.""

Yazar, büyük bu şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden kendilerinin ""zekanın aristokratları"" olduklarına inanıyorlar. Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçe daha çok lafebesi romanlar sunuyorlar. Eleştiriler birbirini yiyip duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata sokulduğunun farkına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler.
Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni ""toplumsal felsefe sistemi"", burjuvazinin dünyaya egemen olmak için doğa, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını güçlü biçimde kanıtlayacak sistemler kuramadı. Nietzchenin: ""Yaşam saçmadır, yalan şarttır"", ""insanın üstüne atılan kurttur"", hakikatinde yüz kızartıcı, doğaya aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'ln Batman Çöküşü adlı kitabı, bu soydan daha bir çok kitaplar burjuvazide kahraman, azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında, vaktiyle, tamamiyle yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı ve Denizden Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline gelmektedir. ""Devletin temelinin"" -sağlam burjuva ailesinin- sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen örgür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikar maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanya'da, kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor. ""Kulampara ve zurefa"" kulüpleri, lokantaları açılmasına kanun izin veriyor. Büyük burjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almış yürümüştür. Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici düşüncenin toplumsal yaşamın bugünkü koşullar karşısında ilerlediğine işaret etmek yerinde olur. Bu ilerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri doğa güçlerine egemen olmağa, bilincin gerçeği olarak, emekçi kitleleri toplumsal üstünlüklerini, siyasi iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor. Eski toplumsal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı güç karşısına çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlakı, kolektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ıztıraplı olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları birbirleriyle ilişkilerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kolektifçiler oldukları halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir miras. Ama, insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni ""tavır ve hareket kuralları"" yaratacak güçte değildir.
Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik- toplumsal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçük patronu kültürlü emekçiler, yeni devletin bilinçli kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki bilinçli bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva ""ideolojisi"" zehirinin dirilmesine karşı, ""ezilen ve hakaret gören"" küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü söylemeğe hacet var mı?
Günümüzün kahramanı, ""halk kitlesi""nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi, mektup yazarı işçi, köylü, asker, okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, genç doktor ve genç ziraat mühendisi, ""tecrübeli"" ve eylemli köylü, buluş yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız...
*

Halk kitlelerinin bir çok şeye ihtiyacı yardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebi belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli alan şey, modern yaşal, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga Yoldaş ""dergiciliği"" örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki yaşamı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi. ""Kurulu makinaları andıran vatandaşlar, beni ""söz, kişi özgürlüğü"" ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmayacaklardır. Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek toplumsal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp: ""Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama, gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşayayım"" diye haykırmasıyla başlar. Haykırmaktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yandan, adeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.
Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözönüne aldığını ve zekasını yeteri kadar besleyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama, işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki o acayip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?
Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabii, kültür sahibi olmadıklarını da anlatan. iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek var?
Edebiyat kavgalarını inceleyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksistler burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bir kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmemizin, kendilerine ""ideolojik çizgiyi"" aslında tam bir doğruluk ve açıklık vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat, çoğu zaman, ""ana çizgi""yi karartmakta, ve kalem tartışması da, hele taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin ""karanlık, karışık"", ""zıtlıkla dolu"" olmasından sık sık şikayet ediyor.
Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: ""Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi tartışıyorlar"". Bir başkası ise, yazdığı mektupta alay ediyor: ""Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?""...
Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar konferansları düzenlemeleri ""bugünkü zihniyet""in emrettiği bir şeydir.

1929


TEK BAŞINA YAŞAYAN KURT:
ŞERİT
İşçi sınıfı bütün ulusların birleşmesine taraftar kılan kafalı burjuvanın ""belini kırdıkça"", ölümün hızlı adımlarla yaklaştığını gören bu burjuvanın çığlıkları daha çok duyulan ve daha çok kulak tırmalayan hale gelmiştir. Bu burjuva, kendi şahsında, ""bütün Rus halkının ölümü""nü sezdiğine inanır. Marazlı bir kendini beğenme ile kendinden geçtiğinden bir sarhoş gibi yıkıldığını göremez, ayağının altından yerin kaydığını sanır. Kendine ""yeryüzünün tuzu"" gözü ile bakmaya alışmıştır. Ve ""tuzdan yoksun toprağın kısır, verimsiz"" olduğunu bilir.
Kişinin özgür katılması olmadıkça; kalın kafalı burjuva ""tuz olarak katılmadıkça, yarının uygarlığını imkansız görür."" Oysa, bir çok tuz çeşitleri vardır! Asitler bunlardandır; bir çok tuzlar da, toprağı iştaha getirip, bereketli kılar. Asitli toprağa ""tuzla"" ya da ""manlaha"" denir. Küçük burjuvalar, Ekim 1917 Devriminden sonra, toprak sahipleri, sanayiciler, bankerler, maceracılar ve haydutlar tarafına geçerek, işçiye ve köylüye epey tuz hatta ""en acı""sından pek çok tuz yutturmuşlardır. Gizli örgütler, türlü ihanet hareketleri siyaset hastası ve devrim düşmanı beyaz Rus göçmenlerin hareketleri, çocukların bile suratlarına tükürecekleri Besedovski, Solomonof, Dimitriyevski ve hempalan gibi işçi köylü iktidarının eski uşaklarının iğrenç ihanetleri gösteriyor ki, işçi sınıfına ve Sovyet iktidarına hala zarar vermeğe devam etmektedirler.
Bir çok tuz çeşitleri vardır. Bir de tek başına yaşayan, parazit ""asalak"" olanı vardır. Bunun, yakın bir şekil benzerliğinden başka, tuza benzer tarafı yok. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız tek başına demektir. İnsanın bağırsaklarında yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar. Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır. Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir şekilde ürer.
Tıp biliminin bize öğrettiğine göre, şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş şeklinde kendini belli eder.
Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar.
Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ""bir tek"", ""eşsiz"" olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o, her merasimde bulunur: ""Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü"" olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister. Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir.
İnsanseverdir, insancıldır. Bunu her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır. Hatta genç kadınlar verdiği öğütlerde şöyle der:

""İnsan bozulmuş etten bile faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve hizmetçiye yedirin.""
Küçük burjuva derin ve keskin zekalı bir yaratıktır. 1929 yılında kah Prag'da, kah Paris'te görünür:

""İktisadi eşitliğin, kültürün yarınki gelişmesi üstünde ne gibi bir yankısı olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. Unutmamalı ki, kültür, ihtiyacın etkisi altında maddi refaha ulaşmak emeli ile gelişmiştir. Şimdi, maddecilerin ideali olan maddi refaha varırınca, bu emelin kaybolup kaybolmayacağını bilmek söz konusudur.""

Dindardır.
1927 yılında şunları yazar:

""İlk günahı dünyaya kadın getirmiştir. Şeytan, hepimizin anası olan Havva'yı kokmuş nefesi ile zehirlemiş ve onu çürümenin, şehvetin aleti haline getirmiştir. Kötü şehvet düşkünlüğü, cinsi sapıklık insanoğlunun içine işlemiştir.""

Bu parça eski Marksist, bugün azılı papaz olan S. Bulgakof'un Nişanlının Dostu adlı kitabından alınmıştır. Kitap kulamparalık ile iğdiş etme arası bir şeyi vaaz etmektedir.
Bir teklerden birinin ""şehvet düşkünlüğü""nün ve günahın kaynağı olarak kadın hakkındaki bu kara taassup düşünceleri bana 10 nisan tarihli bir mektup gönderen okuyucunun da hoşuna gider belki. Bu mektubun sahibi, ""kadın"" hakkındaki makalem dolayısıyla, bana şu soruyu soruyor:

""Dinin yaşadığına gerçekten inanıyor musunuz?""
Hayır, inanmıyorum. Emekçi halkı ezen bir silah olarak din hala vardır. Yüz kızartıcı, kötü, insanlık dışı rolünü oynamağa devam etmektedir. Bu rolü özellikle katolik dini gayet güzel oynamaktadır; başında da Tanrıyı temsil eden ""bir tek"" adam vardır; bu adam Tanrıya yalvarmış, Alman ve Avusturyalı katoliklerin kökünü kazımakta Fransız ve İtalyan katoliklerine yardım etmesini istemiştir.
Bizim ""bir tek"" Sovyetlerden biri son günlerde bana çok öfkeli bir mektup yolladı; mektupta diyor ki :

 2nci SAYFA


19 Kasım 2017 Pazar

Jean-Paul Sartre‘ın Bulantı Adlı Eserinden 37 Not

Sartre 1938’de yayınlanan ilk ve dünyaca ünlü romanı Bulantı’da yeni bir denemeye girişir. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında roman kahramanı Antoine Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti.


Kimi eleştirmenler romanı, hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdi. Ne var ki, Bulantı yansıttığı güçlü “bireyci ve toplum karşıtı” düşüncelerle, Sartre’ın sonradan geliştireceği bir çok felsefi konuya yer veren son derece özgün bir yapıttır. Doğaötesi sezgi, roman evrenini kendi dokusuyla besler. Bulantı Sartre’ın hemen hemen bütün felsefi ve sanata ilişkin düşünce ve yönelişlerini içinde barındırır. Özgürlük, kötü niyet, burjuva karakterleri, sanatın yapısı üstüne görüşleri, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in doğaötesi bir önem taşıyan buluşunun sonucu olarak dile getirilir. Bulantı bir romandan çok, bir “şiire” benzer.

Romanın kahramanı çok ilgi çekici bir kişiliktir. Ne var ki okuru duygulandırmaz. Roquentin herhangi bir insanda görülen normal aldanışlardan ve ilgilerden sıyrılmıştır. Çektiği acılar bile, okuru etkilemez. Çünkü Roquentin bu acılara kapılmamaktadır. Romanın ilginç yanı, Roquentin’in sağlam bilincinden çevresindeki nesnelere uzanan yönelişi sergilenmesidir. Roquentin varoluşçu felsefesinin tipik kişisi değildir. Dünyanın saçmalığını, yüreğinde “bulantı” duyacak derecede açık seçik görebilen, ama bu gerçek karşısında yaşamını değiştirmeyecek kadar uyuşuk bir aydındır. Saçma bir dünya içinde saydam bir kahramanın işlenmesi, bir çok edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni, Sartre’ın bu romanını Kafka’nın “Dava” romanıyla karşılaştırmaya itmiştir. Bulantı’yı insan yaşamının anlamsız parçalanışını ve bu yaşantının dış görünüşündeki yapmacıklığı konu edinmiş romanlardan ayıran özellik, kitabın felsefi bir bilinç taşıması, kahramanın çözümleyici kişiliğiyle orantılı bir felsefi boyuta sahip olmasıdır.

Sartre’ın düşüncesi bir bütün olarak ele alındığında, Bulantı romanı bu bütünün yalnızca iki romanıdır. Sartre’ın temel endişesi, okura evreni olduğu gibi gösterebilmektir. Kitap bu amaca ulaşır, ama ele alınan sorunlar soyut düzeyde kalır. Öte yandan roman, değişik bir yazış biçimi de getirmiştir. Duru, ılımlı, soğukkanlı bir anlatım, insanoğlunun durumunu apaçık belirtirken anlatıcı bile gözden silinir. Sartre’a göre “bulantı”, insanın kendi sorumluluğunu duymaktır. İnsan, sorumluluklarını maskeleyen bu “bulantı”yı azaltabilir, ama gene de içi rahat değildir. Gerçekte, sadece olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucusu olarak bütün insanlığı seçen kişi, sorumluluk duygusundan da, onun sonucu olan “bulantı”dan da kurtulamaz. Çoğu kimse yaptıklarının yalnız onu bağladığına, yalnız onu sorumlu kıldığına kendisini inandırmaya çalışır, gene de bir türlü rahat edemez. Çünkü sorumluluk da, “bulantı”da insanın varlığından gelmektedir.

Jean-Paul Sartre ‘ın Bulantı adlı eserinden notlar;

“Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.” (s.11)

“Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu.” (s.16)

“Oysa şimdi çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, “Yeter artık, bıktım!” demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın.” (s.19)

“Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar; vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutlululuk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.” (s.20)

“Gizli kapaklı şeyler, ruh halleri, anlatılmaz duygular istemiyorum artık. Ben ne papaz, ne kız oğlan kızım, iç hayatım diye tutturamam.” (s.21)

“Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.” (s.22)

“Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? Buna insansız doğa denebilir.” (s.32)

“Bu sağlamlığın, bunca dayanıksız olması heyecanlandırıyor insanı.” (s.37)

“Delice bir cömertlikle acı çekiyor.” (s.43)

“Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki?” (s.48)

“Anılarım, şeytanın kesesindeki paralara benziyor: Keseyi açınca içinde kurumuş yapraklardan başka şey bulamıyorsunuz.” (s.50)

“Bütün yaptığım sözcükler üzerinde düşler kurmak.” (s.51)

“Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.” (s.52)

“Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı’da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu… Kısacası, belli zamanlarında hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum.” (s.56)

“Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız.” (s.57)

“Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terkedilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince; Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır.” (s.60)

“Hayatımın anlarının, hatırlanan bir hayatın anları gibi birbirini izlemesini istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya kalkışmanın böyle bir önemi olabilirdi.” (s.61)

“Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim.” (s.80)

“Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.” (s.82)

“Her şeye sıkı sıkıya bağlanır, ama kolayca kurtulmasını bilirdi.” (s.84)

“Önce gözlerini, sonra incecik gövdesini unuttum. Gülüşünü elimden geldiği kadar uzun zaman tuttum aklımda. Üç yıl önce onu da kaybettim.” (s.90)

“Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.” (s.93)

“Bizi, birbirimizden ayıran gerçeği kavradım birden: Onun üzerinde düşünebileceklerim ona erişmiyordu; romanlarda görülen ruh biliminden fazlası elimden gelmiyordu. Oysa onun yargısı beni bir kılıç gibi biçiyor ve varolma hakkımı bile sorguya çekiyordu.” (s.117)

“Şimdi var olandı; şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde var oluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım.” (s.133)

“Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu.” (s.132)

“Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.” (s.137)

“Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm.” (s.137)

“Başkalarının gençliğinden duygulanacak çağa gelmiş bulunuyorum şimdi.” (s.147)

“Her biri, belli bir süre için hayatının anlamını, ötekinin hayatında buluyor. Yakında ikisinin tek bir hayatı olacak; ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar.” (s.147)

“On sekizinci yüzyılda doğru denilen şeylere bugün kimse inanmıyor: Öyleyse bu yüzyılın güzel dediği şeylerden hala tat almamız niçin isteniyor? (s.150)

“Benim dostlarım, bütün insanlardır. Sabahleyin işime gittiğim zaman, önümde, arkamda insanlar görüyorum; onlarda işlerine gidiyorlar. Cesaret etsem gülümserim onlara; sosyalist olduğumu, bu insanları hayatıma amaç edindiğimi, ama onların bunu bilmediklerini düşünürüm.” (s.159)

“Sevgi, gerçek bir tanıyış değildir.” (s.163)

“Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendisini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık.” (s.174)

“Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.” (s.182)

“Ölümümden sonra yaşıyorum. Trajik değil, ürkünç bu, gözyaşsız, acımasız, kupkuru bir umutsuzluğu dile getiriyor. Evet, onda, bir daha canlanmayacak bir kuruluk var.” (s.196)

“Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.” (s.196)

“Serüvencilik oynadığımız zaman, sen başından serüvenler geçen, bense serüvenleri geçirten kimseydim, bilirsin. “Bir eylemciyim.” derdim. Hatırlıyor musun? Oysa şimdi yalnız şunu söylüyorum: Eylemci olunamaz.” (s.204)


Not: Bu çalışmanın yazarı bilinmiyor.

4 Mayıs 2017 Perşembe

CEHENNEM (Bir dogmanın gerçeği)

Cehennem kelimesinin kökeni İbranice’de bir kelime olan ‘’Ge-Hinnom'’dur.’
’‘’Ge’’ vadi, ‘anlamına gelir. ’’Hinnom’’ ise bir isimdir.

Yani ‘’Ge–Hinnom’’ ‘’Hinnom Vadisi’’ demektir.

Bu sözcük İngilizceye Gehenna, Fransızcaya da Géhenne olarak geçmiştir.
Vadilerin ömrü insanlardan ve dinlerden çok daha uzun soluklu olduğu için Hinnom vadisi halen mevcut ve Kudüs’ün güney batısında yer alıyor.

Peki Hinnom vadisi ne olmuş da Ortadoğu kaynaklı tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında ki cehenneme dönüşmüş?
Kardeş çocukları olan Filistinliler ile Yahudilerin günümüzde birbirini yediği antik Kenan (Filistin) diyarında eskiden korkutucu bir Tanrı yaşarmış.
İsmine Molok (Moloch, Molek) derlermiş. Kendisine tapanlardan da habire kurban istermiş ama sıradan kurbanlar değil. Çocukların kendisine kurban edilmesinden çok hoşlanırmış. Molok’un Gehinnom vadisinde altında sürekli ateş yanan bir ızgaranın bulunduğu putu varmış.
Molok’a tapanlar ilk doğan çocuklarını bu ızgaraya atar ve yakarak Molok’a kurban ederlermiş. Anneler, babalar yanan çocuklarının çığlıklarını duyup pişman olmasınlar diye de kurban töreni sırasında sürekli davul çalınırmış.

Gel zaman git zaman M.Ö. 7. Yüzyılda Yoşiyahu (Josiah) isimli aklıselim bir Yahudi kral başa geçer ve Molok’a tapınılmasını
ve çocuk kurban edilmesini yasaklar. Bu tarihten sonra Hinnom vadisi Kudüs’ün çöplüğü haline gelir. Ayrıca gömülmeye değer bulunmayan idam edilmiş suçluların cesetleri de buraya atılmaya başlanır. Çöplerin, cesetlerin kokularından ve hastalık yayma risklerinden kurtulmak için bugün de kullanılan basit bir yönteme başvurur antik Kudüslüler. Çöpler ile cesetleri yakarlar.

Hem eskiden burada yakılarak insan kurban edilmesi hem de daha sonra suçluların (günahkârların) cesetlerinin burada yakılması, ölümden sonra yakılarak cezalandırılma inancını doğurmuş. Bu mit önce Yahudilikte yerini almış, oradan Hıristiyanlığa ve sonra son büyük tek tanrılı din olan Müslümanlığa geçmiş.

Eski Ahit Yeremya 32: 35’de Hinnom vadisinden bahsedilir. ’’ Ben-Hinnom Vadisi'nde ilah Molek'e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal'ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda'yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.’’

Markos İncilinin 9: 43-47: numaralı bölümü de Hinnom vadisinin dehşetinden bahseder.

— Eğer elin seni günaha sokuyorsa, onu kes at; çolak olarak hayata erişmen iki elli olarak Hinnom Vadisine, sönmez ateşe gitmenden iyidir.
– Eğer ayağın seni günaha sokuyorsa, onu kes at; topal olarak hayata erişmen iki ayağınla Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
– Eğer gözün seni günaha sokuyorsa, onu çıkarıp at; tek gözlü olarak Tanrı'nın krallığına erişmen iki gözünle Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
Orada onların kurdu ölmez ve ateşi sönmez.’’

Kur’anın Zuhruf suresinin 77. ayetinde de cehennem bekçisi ile günahkarlar arasında geçen diyalog anlatılır. ’’ Onlar cehennem bekçisine: «Ey Mâlik! Rabbin artık bizi öldürsün.» diye seslenirler. Mâlik de: «Siz böylece kalacaksınız.» der.’’

Peki Kur’anda cehennemin bekçisi ve meleği olarak tasvir edilen bu Malik kimdir?. Yoksa eski bir tanıdık mıdır?
‘’Malik’’ Sami dillerinden biri olan İbranice'deki ‘’MLK’’ kökünden türemiştir. Melek, malik, mülk, melik,memlük gibi kelimelerin köken aldığı "MLK" kökü aslında Tanrı Molok'un adıdır. Yani kurnaz tanrı Molok yok olmamış, arka kapıdan yeni dinlere sızarak kendine malik ve melek adıyla yer bulmuştur.

Velhasıl kelam ; Molok'a çocukların kurban olarak sunulduğu Ge-Hinnom Cehenneme, Molok ise Malik’e, Melek’e dönüşmüştür.

Fotoğraf Hinnom vadisinin panoramik görüntüsüdür. Artık insanlar yakılmadığı için korkutucu bir görüntüsü yoktur.

Ancak görüldüğü üzere imar kirliliğinden o da nasibini almıştır.

13.07.2015

Cem İşmen: