Translate

Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2019 Cumartesi

12 Eylül Davası’nın örtbas edildiği duruşmadan tarihe notlar



Baskın Oran

Karar okundu: Kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına; Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına. Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Arşivlere kalması için biraz ayrıntılı yazacağım. Ama önce davanın geçmişini özetleyelim:
Darbeyi yapan “Beşibiyerde” generaller, 82 Anayasası Geçici Md. 15’le yargılanmaya karşı kendilerini korumaya almışlardı. Bu madde, “Yetmez Ama Evet” sloganının öne çıktığı 2010 Referandumu’yla kaldırılınca çok sayıda suç duyurusu geldi ve Ocak 2012’de tarihimizde ilk kez darbecilere dava açıldı. Çok sayıda kuruluş ve benim de aralarında bulunduğum 12 Eylül mağduru davaya müdahil olarak katıldı.
Beş generalden o sırada hayatta bulunan ikisi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) “Anayasayı ve TBMM’yi cebren ortadan kaldırmak” suçundan yargı önüne çıkarıldı. TV’den hatırlarsanız, sorgulara yatağa yatıp cevap verdiler. Ankara 10. Ağır Ceza bu ikisini Haziran 2014’te müebbet hapse çarptırdı ve rütbelerinin sökülmesine karar verdi.
Dosyanın temyizde olduğu yıllarda iki darbeci ölünce, Yargıtay 16. Ceza Dairesi davayı düşürdü. Yerel mahkeme bu karara uydu. Dosyanın tekrar gittiği Yargıtay kararı bu sefer usulden bozdu. Dava yine Ankara 10. Ağır Ceza’ya döndü ve 12.04.2019’a gün verildi.
***
O gün duruşma, müdahillerin esas hakkında beyanlarıyla başladı. Bunların yaklaşık tamamı, 12 Eylül işkencecilerinin tezgâhından geçmiş mazlumlardan veya öldürülenlerin yakın akrabalarından oluşuyordu.
Örneğin, “Berfo Ana” diye tanıdığımız ve oğlu Cemil Kırbayır’ın mezarını göremeden ölen Cumartesi Annesi’nin kızı Fatma Gülmez şöyle dedi: “Abimi sapasağlam götürdüler. Sonra kaçtı kayboldu dediler. Ne ölüsünü verdiler ne dirisini. Abimin mezarını istiyorum”. Cemil’in abisi Mikail Kırbayır olayı daha ayrıntılı anlattı:
“Kardeşimi götürdüler. İşyerimden rapor alıp gittim, komutanlar Cemil’in Emniyet’çe sorguya götürüldüğünü söylediler. Emniyet’e gittim, böyle birini almadık dediler. Gözetime gittim, bir rütbeli Cemil’in Kars Siyasi Şube tarafından alındığına dair kayıtları gösterdi; Cemil’in isminin karşısında kırmızı kalemle ‘getirilmedi’ yazılıydı. Emniyet’e tekrar gittim, firar etti dediler. Sonunda Cemil’in görevliler tarafından katledildiğine karar verilip 2011’de Kars Cumhuriyet Savcılığı’na bildirildi ama şu âna kadar bir iddianame hazırlanmadı”.
Gözaltında işkenceden ölen Osman Mehmet Önsoy’un kardeşi A. İ. Önsoy kendisinin de işkenceden sağ ayağının sakat kaldığını ve bütün ailesine yapılanları anlattı.
Ocak 83’te idam edilen Ramazan Yukarıgöz’ün kardeşi Yılmaz Yukarıgöz, bu kararı veren yargıç Eyüp Menteş’in başka bir davada rüşvet alırken yakalandığını ve mahkûm olduğunu hatırlattıktan sonra, bu idamların dosyaya cinayet olarak girmesini talep etti.
Hüseyin Esertürk üniversite öğrencisiyken yıllarca işkence gördüğünü söyledi ve “Mahkeme ne karar verirse versin sağlığım elverirse peşlerini bırakmayacağım, elvermezse çocuklarım, dostlarım ve yoldaşlarım devam edecektir” dedi.
Cumhur Yavuz, Aralık 80’den Ağustos 91’e kadar içerde sürekli işkence gördüğünü ve açtığı davaların zaman aşımından kapatıldığını söyleyerek, “Günlerce hücremde asılmayı bekletildim; bana bu psikolojiyi yaşatanlardan hesap sorulmasını istiyorum. Darbe kültürü devam etmektedir, bunun en iyi örneği de son seçimde mazbataların verilmemesidir” dedi.
Gözaltında kaybolanlardan Mustafa Asım Hayrullahoğlu’nun eşi Aynur, “Bana eşimin gözü önünde işkence yapılmasın diye yurt dışına çıktım. Ailesi beş ay aradı, sonunda sekiz saat sürekli işkence yapıldığını ve Kasımpaşa’da kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendik. İşkenceci polisler mahkûm oldu, Yargıtay bozdu, ceza veren hâkimler görevden alındı, işkenceciler terfi etti. Bu dava iki generale dayandırılmış, onların ekibi yargılanmamıştır” dedi.
Rahmi Yıldırım üçlü kararnameyle TSK’den atıldığını, tutukluyken işkenceye tabi tutulduğunu, üç yıl yattıktan sonra beraat ettiğini söyledi. Protesto için sıkıyönetim duruşmasına don-gömlekle çıktıklarının fotosu kapağında yer alan “Kışlada Sol Kırım” isimli kitabını heyete verdi.
***
Bana da soruldu. Şöyle dedim: “Sadece beş general yargılanamaz. Onları klonlayan kamu personeli de yaptı bu yapılanları. Örneğin ben YÖK yasasının yürürlüğe girdiği 06.11.1982’de yrd. doç. olduğum halde görevden sarı zarfla atıldım. Bugünkü durumun aksine o zaman dava açılabiliyordu; açtım. Temmuz 83’te iki telgraf birden aldım. Birincisi, davayı kazandığım için göreve çağırıyordu; imza: Dekan Prof. Necdet Serin. On dakika sonra çekildiği görülen telgraf ise 1402 s. Sıkıyönetim Kanunu tarafından görevden alındığımı bildiriyordu; imza yine Dekan Prof. Necdet Serin; bu kişi ardından mükafaten rektör yapılmıştır. İşte bunlar beş darbeci generalin klonlanmış sivilleri. Bunlar da yargılanmalıdır.
“Bugün OHAL kalkınca dava açılamıyor ama, o zaman sıkıyönetim kalkınca dava açılabiliyordu. Açtım ve sekiz yıl sonra göreve döndüm. Doçent ve profesör oldum o yaştan sonra; hatta profluk jürimdeki proflardan biri de eski bir öğrencim idi”.
***
Av. Ömer Kavili söz alarak özetle şunları söyledi: “Duruşmada usul kuralları ihlal edilmektedir. Dosyaya gelen belgeler okunması gerektiği halde okunmamıştır. 12 Eylül Bayrak Harekât Planı’nın ekinde bulunan ve sanıkların eğitip besledikleri kişileri içeren “Sivil İşler Koordinasyon Grubu Listesi” başlıklı belge dosyaya girmemiştir”.
Kavili taleplerini sıraladı: “Sanıkların 1982 ve 83 yıllarında kol saati ve maaşla taltif ettiklerinin listesi getirtilmelidir çünkü bunlar bunları halka karşı suç işledikleri için almışlardır. İşkencelerin raporlanabilenlerinin kayıtları getirtilmelidir. Aramızda bulunan Cumhurbaşkanlığı vekilinin yetki belgesini talep etmiştik, oysa kendisinin sunduğu A4 kağıt sadece 703 s. KHK Md. 218’i içeren bir yazıcı çıktısından ibarettir, mahkemenize hitaben yazılmamıştır, tarihsiz ve imzasızdır, Cumhurbaşkanlığı makamından çıktığı da belli değildir. Bu kağıt bile okunmadan dosyaya konmuştur; yollayana iade edilmelidir”.
Av. Arif Ali Cangı söz aldı: “Ölüm sonucu hapis cezasının düştüğü kuralını bilmekteyiz. Fakat bu dosya, davanın düşürülmesi şeklinde kısa bir metinle bitirilecek dava değildir. Sizleri de bizleri de tarih önünde mahkûm eder.”
TÖB-DER adına Av. İsmail Çevik söz aldı: “K. Evren’in rütbelerinin sökülmesini ve naaşının devlet mezarlığından çıkarılmasını, sanıkların yasal mirasçılarına intikal eden mal varlıklarının müsaderesini [el koyma], MASAK’tan [Mali Suçları Araştırma Kurulu] ilgili kayıtların getirtilmesini, ihbar yaptığımız Hazine’den gelecek cevabın beklenmesini talep ediyorum”. Muğla Barosu vekili Av. Kaan Çabuk da kendisine katıldı.
***
Şimdi mahkeme heyetine geçelim.
Müdahillerin ve avukatların tümü, esas hakkında mütalaa verebilmek için süre istediler. Heyet, “davanın geldiği aşama gözetilerek” deyip reddetti.
Avukatım Oya Aydın Göktaş tahkikatın genişletilmesini talep etti. Heyet, “tahkikatın yeterli olması nedeniyle” deyip reddetti.
“Maliye Hazinesi'ne mahkememizce bir ihbar yapılmamıştır” gerekçesiyle, Hazine’nin cevabının beklenmesi reddedildi.
Sivil İşler Koordinasyon Grubu ve taltif edilenler listeleri ile işkenceye ilişkin kayıt ve raporların getirtilmesi talepleri, “Mahkememizce talep edilmemiş olduğu için” denilerek reddedildi.
Duruşmaya son verildi. Karar okundu:
1) K. Evren ve T. Şahinkaya’ya açılan kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına;
2) Sanıkların mirasçılarına bıraktıkları malların müsaderesine yer olmadığına;
3) Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına.
***
Bu notları, duruşmadan şu satırlarla bitireyim:
Katılan Başbakanlık (mülga) Cumhurbaşkanlığı vekili Av. Mehmed Faruk Öztürk'ten esas hakkındaki beyanı soruldu. ‘Bugün burada güzel bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Burada bir yargılama yapılıyorsa, katılanlar ve katılan vekilleri özgürce beyanda bulunabiliyorlarsa, bunu bu devlete ve demokrasiye borçluyuz’, dedi”.
***
Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Bilmem. Belki iktidar taktik değiştirmiştir ve hiçbir ilgisi yok ama, her zaman yazdığım bir formüle gelip varmıştır, “Mahşerin Dört Atlısı” dediğim:
Dinci AKP + Irkçı MHP + Ergenekoncu askerler + Aydınlıkçı Ulusalcılar.

19 Nisan 2019 Cuma

Bahaettin Şakir’in Ermenilerin imhasına dair mektupları

Taner Akçam:
Aram Andonian 1921 yılında Naim Efendi adlı, Halep Sevkiyat Ofisi’nde çalışan bir Osmanlı bürokratının anılarını yayımlamıştı. Aslında bu klasik bir anı kitabı değildi; Naim Efendi’nin el yazısı ile kopya ettiği, Ermenilerin imha edilmeleri emirlerini de içeren 52 civarında Osmanlı belgesi idi.

Naim Efendi, Andonian’a ayrıca 26 civarıda orijinal belge de vermişti. Andonian bunların 14 adedinin resimlerini kitabında yayımlamıştı. Bu belgelerden iki tanesi Bahaettin Şakir’e ait mektuplardı ve Adana Murahhası Cemal Bey’e yazılmıştı.

Birinci mektup 3 Mart 1915 tarihlidir. Şakir mektubunda, “Cemiyet, vatanı bu lanetlenmiş kavmin [Ermenilerin] ihtirasından kurtarmaya ve bu konuda Osmanlı tarihine sürülecek lekenin sorumluluğunu milli onura sahip omuzlarına almaya karar vermiştir. Birbiri ardı sıra gelen intikam duygusu ile ağzına kadar dolu, uğursuz ve acı geçmişi unutamayan cemiyet, gelecekten ümitli olarak Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri, bir tanesi kalmayıncaya kadar mahvetmeye karar, bu hususta da hükümete geniş yetki vermiştir.Hükümet Katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda, vali ve ordu kumandanlarına gerekli izahatı verecektir. İttihat ve Terakki’nin bütün delegeleri bulundukları yerlerde bu konunun takibiyle ilgilenecek, hiçbir Ermeni’nin korunmasına ve yardım görmesine meydan vermeyeceklerdir, (koyu harfler bana aittir).”[1]


İkinci mektup 7 Nisan 1915 tarihlidir ve Bahaettin Şakir aynı ifadeyi tekrar edecektir: “18 Şubat 330 [3 Mart 1915] tarihli mektupta da yazıldığı üzere cemiyet, çalışmalarında bundan sonra izleyeceği yol ile yıllardan beri çarpıştığı çeşitli güçleri bugün artık temelinden söküp imhaya karar vermiş ve yazık ki bu konuda çok kanlı tedbirler almaya mecbur kalmıştır. Emin olunuz ki bu tedbirlerin korkunç olmasından biz de üzgünüz. Fakat cemiyet varlık göstermek için bundan başka çare göremiyor (koyu harfler bana aittir).”[2]

Andonian imzaların Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu

Andonian’ın, İsviçre’de yaşayan Mary Terzian isimli bir Ermeni arkadaşına 1937’de yazdığı bir mektuptan anlıyoruz ki, Andonian, Şakir’in mektuplarını yayımladığında, bunların Bahaettin Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu. Terzian Andonian’a, “Cemal Bey’e yazılmış iki mektupta imzası bulunan kişi olarak Bahaddin Şakir Bey’in adını” niye belirtmediğini sorar. Andonian, “Kitabımın yayınlanması esnasında bu mektupların Bahaddin Şakir Bey’e ait olduklarını bilmiyordum,” cevabını verir.[3] Bu nedenle kitabında “[mektuplar], basma kalıp bir rumuzla (muhtemelen komitenin İstanbul merkezinden birinin rümuzu ile) imzalanmıştı”, diyecektir. İmzanın Şakir’e ait olduğunu, kitabın yayımlanmasından aylar sonra, Berlin’e Talat Paşa cinayeti davasına gittiğinde öğrenir. Orada kendisine verilen gazete kupürleri arasında Sabah gazetesinden yapılmış bir çeviri vardır. Sabah, kitaptaki mektupların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu söylemiş ve yeniden basmıştır. İstanbul’a Sabah gazetesine mektup yazan Andonian, onlardan mektup altındaki imzanın Şakir’e ait olduğu bilgisini elde edecektir.

Şakir’e ait iki mektup, Talat Paşa’ya ait bazı telgrafların asılları ile birlikte Tehlirian davası dosyasına dahil edilirler. Andonian, “Paris’e dönüşümden sonra onları alabilmek için iki girişimde bulundum, ama netice elde edemedim,” der; “hala orada olmaları gerekir,” diye de ekler. Ama ilerleyen yıllarda benim de aralarında bulunduğum bir çok araştırmacı Tehlirian dava dosyalarında bu belgeleri boşuna arayacaklardır. Görünmez bir el bu belgeleri oradan uzaklaştırmıştır.

Türk Tarih Kurumu 1983 yılında yayımladığı bir kitapta, ilk bakışta oldukça inandırıcı gözüken bazı argümanlarla hem Naim Efendi hatıratının hem de Şakir’e ait mektupların sahte olduklarını ileri sürdü.[4]Şakir’in mektuplarının sahte oldukları konusunda ileri sürülen tezlerin içinde en önemli olanı ise, Adana’ya yazılmış bir mektubun Halep’te Naim Efendi’nin çalıştığı iddia edilen bir ofiste ne aradığı idi.[5] Yapılan itirazların mantıki ve inandırıcı gözüküyor olmaları nedeniyle araştırmacılar ne Şakir’in mektuplarını ne de diğer belgeleri kullanmayı tercih ettiler. Şakir’in, 3 Mart 1915 tarihinde Ermenilerin imhası kararlaştırılmıştır, ifadesi yok sayıldı.

İmzalar Bahaettin Şakir’e aittir

Artık Şakir’in mektuplarına yeni bir gözle bakmak gerekmektedir. Ben son çalışmamla Andonian tarafından yayımlan Naim Efendi hatıratının ve de belgelerin orijinal olduğu göstermiş bulunuyorum.[6] Araştırmalarım sırasında bulduğum fakat bugüne kadar yayımlamadığım bir başka bulgu, mektuplardaki Bahaettin Şakir imzalarının orijinal olduklarıdır.

Bu imzaların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu iki ayrı kaynaktan kanıtlamak mümkündür. Birincisi Şurayı Ümmet gazetesidir. Şakir’in gazetede yayımlanan köşe yazıları altında imzası vardır ve bu imzalar, mektuplardaki imzalar ile aynıdır.[7] İkinci önemli kaynak, İttihat ve Terakki Paris Defterleridir. 2017 yılında bu defterler Türkçeleştirdi ve orijinalleri kitaba ek CD olarak kondu.[8] Defterlerde, Bahaettin Şakir’e ait 100’ün üzerinde imza bulunmaktadır. Şakir’in defterlerdeki imzalar ile mektuptaki imzalar aynıdır.

İmzaların orijinal olduklarının kanıtlamanın ötesinde, mektupların orijinal olmadıkları konusunda ileri sürülen en önemli tezlerden birisinin, (Adana Murahhası Cemal’e ait bir mektubun Halep’te ne aradığı iddiasının) geçersizliğini de artık göstermemiz mümkün. Andonian kitabında, Murahhas Cemal Bey’in mektupları aldıktan sonra Adana’dan Halep’e gittiğini ve orada Ermeni kırımları planının uygulanması için büyük bir gayretle çalıştığını söylemektedir. Andonian’a göre Cemal Bey, İstanbul’dan sürgün ve imhaları organize etmek için gönderilen ve Halep İskân-ı Aşâir ve Muhâcirîn Müdürü olarak görev yapan Şükrü Bey’in en büyük destekçisidir.[9]

Elimizdeki bir Osmanlı Arşiv belgesi bize Andonian’ın verdiği bu bilginin doğru olduğunu gösteriyor. Cemal Bey, gerçekten de Halep’e İttihat ve Terakki Murahhası olarak atanmıştır. Cemal Bey hakkında Ermeni sürgün ve imhalarında oynadığı rol nedeniyle savaştan sonra soruşturma açılmıştır.[10]

Bahaettin Şakir’in mektubunda önemli bir bilgi daha vardır. Şakir, Hükümetin ordu komutanları ve valilere katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda gerekli açıklamayı yapacağını söylemektedir. Başbakanlık arşivinde, Şakir’in mektubundan 11 gün sonra Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ ve Diyarbakır vilayetlerine çekilen iki ayrı telgrafta bu bilginin gerçeğe tekabül ettiğini gösterir bazı ifadeler yer almaktadır. Telgrafta “Ermeni harekatına ve alınması gereken acil tedbirler hususunda Üçüncü Ordu Kumandanlığına müracaat edilmesi” gerektiği bildirilmektedir.[11]

Orijinal olduğu kuşku götürmez bu mektupların bize gösterdiği gerçek şudur: İttihat ve Terakki Merkez Komitesi Ermenilerin imhasına ilişkin kesin bir karar almıştır ve bu karar 3 Mart 1915 tarihinden önce alınmıştır.

Şakir Merkez Komite toplantısına katıldı mı?

Eğer 3 Mart 1915 öncesi alınmış bir imha kararının olduğu doğru bir bilgi ise, açığa çıkartılması gereken bir husus var. Bahaettin Şakir’in, sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısına katılması imkansızdır. Şakir, 1914 Ağustos’tan başından beri İstanbul’da değildir. Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerini koordine etmek üzere Erzurum’a gitmiş ve ama orada da kalmayarak Kafkaslar’daki askeri hareketlerin başında, bölgeyi gezerek görev yapmaktadır.[12] III. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’nın tifüsten ölmesi üzerine ise Erzurum Valisi Tahsin tarafından 14 Şubat tarihinde çok acele Erzurum’a çağırılır.[13] Yani, mektubun yazıldığı 3 Mart 1915 tarihinde Şakir Erzurum’da bulunuyordu.

O halde Şakir’in sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısının telgraf başında gerçekleşmiş olması gerekiyor. İstanbul Merkez Komitesi’nin Erzurum’da bulunan Şakir ile sık sık telgraf başı görüşmeler yaptığına ilişin elimizde yeteri kadar kanıt vardır. Örneğin Talat Paşa, 26 Kasım 1914’de Erzurum’a “mahrem” koduyla çektiği bir telgrafta, “merkez-i umumi ile … muhabere etmek üzere Bahaeddin Şakir Bey’in karargahından Erzurum’a” çağrılmasını istemektedir.[14] Şakir, bu istek üzerine 29 Kasım 1914’de Erzurum’a gelmiş ve “emre hazır” olduğunu bildirmiştir.[15] İmha kararının bu tür görüşmelerin birisinde alınmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Naim Efendi’nin hatıratı ve Talat Paşa telgraflarının orijinal olduklarını gösterdiğimde söylediğimi tekrar etmek isterim. Artık 1915’e ait yalan mızrağının çuvala girmesinin imkanı kalmamıştır. Sağcısı, solcusu, milliyetçisi ve liberali ile tüm siyasetin artık yalanların arkasına saklanmaya son vermesi, “evet kardeşim olmuş böyle kötü şeyler bu tarihte” demeye başlaması şart. Tarih hakkında söylenecek söz “evet, olmuş böyle şeyler”, ile başlamak zorunda.

Ve bu böyle başlandığında görülecektir ki, bugün ülkenin sorunlarının en büyük nedeni yalan duvarının arkasına saklanmaktan kaynaklanmaktadır. Ülkenin yarınının aydınlığı geçmişin karanlığının aydınlanmasından geçiyor.

Bahaettin Şakir Ermenilerin imhasında merkezi bir rol oynamıştır

Bahaettin Şakir, Ermeni Soykırımının hem kararının alınmasının hem de uygulanmasının en büyük mimarlarından birisi. Onun, 4 Temmuz 1915 tarihinde, İttihat ve Terakki Elâzığ (Harput) Müfettişi Nazım Bey’e çektiği bir telgrafı vardır. Telgrafın amacı Ermenilerin sürgün ve imhalarını koordine etmektir. Telgrafta Şakir şunları söyler: “Oradan sevk olunan Ermeniler tasfiye olunuyor mu? Nefy ü tagrîb [sürgün edilerek uzaklaştırılmış] olduğunu bildirdiğiniz eşhas-ı muzırra [zararlı unsurlar] imha ediliyor mu yoksa yalnızca sevk ve i’zâm mı [gönderilme] olunuyor muvazzahan [açık olarak] bildiriniz kardeşim.”
Bu telgraf, İstanbul duruşmaları sırasında okundu ve Bahaettin Şakir’in gıyabında idam cezasına çarptırılmasına etkin oldu.

Bahaettin Şakir, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi sıfatıyla, bu örgütün eylemlerini organize etmek için Ağustos 1914’te Erzurum’a gitti. Kısa sürede bölgede yaptığı gözlemlere dayanarak Ermenilerin imha edilmesi kanaatine sahip oldu ve değişik tarihlerde İstanbul’a, “kağıt üzerine yazılma imkanı olmayan mütâla’a ve taleplerimi daha faydalı bir biçimde ifade edebilmem… için kesin olarak İstanbul’a gelme ihtiyacı duyuyorum”, biçiminde telgraflar çekti.
Bu yönde çektiği çeşitli telgraflara rağmen, 1914 Aralık ortasından 1915 Şubat ortasına kadar Kafkasya’da, Artvin-Ardahan bölgesinde kaldı ve Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri başında çatışmaları doğrudan yönetti. En son Şubat 1915 ortasında Erzurum’a gelen Şakir, burada telgraf başında yaptığı görüşmelerle, yayınladığımız mektuplardan da anlaşıldığı gibi, İstanbul Merkez Komitesini Ermenilerin imhası kararını almaya ikna etmiş gözüküyor.

1915 Martı’nın ikinci yarısında İstanbul’a gelen Şakir, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi ile, imha kararının nasıl hayata geçirileceğini tartışmış ve yapılan bir dizi toplantı ile, soykırımın detaylarına ilişkin ek bazı kararlar alınmıştır. En yakın çalışma arkadaşlarından, Arif Cemil’in ifadesiyle, Bahaettin Şakir Nisan başında Erzurum’a geldiğinde, yeni durum tamamıyla belirlenmiş “tehcir kararı” alınmış idi.

Şakir’in önemi ve etkisi sadece Ermenilerin imhasına yönelik İstanbul merkezli bir kararın alınması ile sınırlı değildir. Elimizdeki belgelerden, Aralık 1914 başında, Bahaettin Şakir önderliğinde Teşkilat-ı Mahsusa Merkez Komitesinin Van ve Bitlis yöresindeki belli bir grup Ermeninin imhası kararının aldığını anlıyoruz. Erzurum’da alınan ve İstanbul’a bildirilen kararda aynen şunlar söylenir: “gerek merkezde ve gerek çevre yörelerde ihtilale önderlik edebilecek veyahut İslamlara tasallut edeceklerinden şüphelenilen Ermenilerin şimdiden tutuklanarak İslamlara saldırıları görüldüğü takdirde imha edilmek üzere hemen Bitlis’e sevkleri, [koyular bana aittir]…” Bu belgeye dayanarak, Bitlis ve Van civarındaki şüpheli Ermenilerin imha edilmelerine ilişkin bir kararın Aralık 1914 başında Bahaettin Şakir önderliğinde, Teşkilat-ı Mahsusa Erzurum Merkez Komitesi tarafından alınmış olduğunu söyleyebiliriz.
Özetle söyleyebileceğimiz, Bahaettin Şakir’in rolü anlaşılmadan Ermeni soykırımını anlamak mümkün değildir.

Taner Akçam
(Agos)

Bahattin Şakir, Türk doktor ve siyasetçi.
II. Meşrutiyet döneminde, mebus veya nazır unvanı taşımamış olmakla birlikte, İttihat ve Terakkî’nin Kâtib-i Mes’ullerinden biri olarak devrin önde gelen siyasetçileri arasında yer almıştır. Vikipedi

[1] Andonian, Medz Vocirı, [Büyük Cinayet], (Boston: Bahag Printing House, 1921)., s.116-117.

[2] a.g.e., s. 144-145

[3] Bakınız, Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and Armenian Genocide (Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan, 2018), s. 229-238.

[4] Şinasi Oral, Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983)

[5] a.g.e., s. 34-5; 40-41.

[6] Taner Akçam, Naim Efendi ve Talat Paşa’nın Telgrafları (İstanbul: İletişim yayınları, 2016); Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and the Armenian Genocide.

[7] İmzalar için bakınız: Şurayı Ümmet 30 Ekim 1909, no: 192 ve 30 Aralık 1909, no: 201. Aslında Şurayı Ümmet’deki ve mektuplardaki imzaların aynı olduklarını 1996-7 yıllarında bulmuştum. Fakat Naim-Andonian belgeleri üzerindeki kuşkular nedeniyle bu bilgiyi hiçbir zaman kullanmadım.

[8] Kudret Emiroğlu, Çiğdem Önal Emiroğlu, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2017)

[9] Andonian’ın ilgili sözleri için bakınız, Medz Vocirı, s. 146 ve 22. (dikkat Cingöz buraya)

[10] BOA.DH.ŞFR., 98/168, Dahiliye Nezaretinden Konya Vilayetine, 15 Nisan 1919 tarihli şifre tel: “Vilâyet Sıhhiye Müdürü Yunus Vasfi ve Halep İttihat ve Terakki Murahhası Cemal Beyler hakkında orada kaldığı anlaşılan evrak-ı tahkikiye divan-ı harpten talep ediliyor.”

[11] BOA.DH.ŞFR., 51/15, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum, Van, Bitlis ve Diyarbakır vilayetlerine 14 Mart 1915 tarihli şifre tel. Aynı telgraf, aynı gün Mamüretülaziz Vilayetine de gönderilecektir, (BOA.DH.ŞFR., 51/17).

[12] Bahaettin Şakir, 22 Ağustos 1915’tarihinde çektiği bir telgrafla, Erzurum’a gelmiş olduğunu bildirir, (BOA.DH.ŞFR., 483/32).

[13] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 461/060, Bahaettin Şakir’den, Dahiliye Nazır’ı Talat’a “bizzat açılacaktır, müstaceldir”, notuyla 13-14 Şubat 1915 tarihli şifre tel.

[14] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 47/187, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum Vilayetine 26 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

[15] BOA.DH.ŞFR., 451/12, Erzurum Valisi Tahsin’den, Dahiliye Nazırı Talat’a 28/29 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

4 Nisan 2019 Perşembe

Adam daha da kaybedecek!

Erdoğan bu seçimde devletin tüm olanaklarını oy kazanmak için kullanması bir yana, sandığa da müdahale etmesine rağmen kaybetmiştir. Eşit ve adil bir süreç yaşansaydı, çok daha farklı kaybedecekti. Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. Meşruluk tartışması büyüyecek ve derinleşecektir!
Yerel seçim sonuçları göstermiştir ki Erdoğan’ın stratejisi ve taktiği başarısız olmuştur. Erdoğan tarzı başkanlık sistemi modeli, bir tarafın tek parça (en az yüzde 50) diğer tarafın ise çok parça olduğu bir siyaset düzleminin oturtulmasına bağlıdır.[1] Karşı tarafın birlikte davrandığı “an”larda ise karşılaşmalar yüzde 1-3’lük aralıklarda gidip gelebilmektedir. Referandumda, cumhurbaşkanlığı ve yerel yönetim seçimlerinde (en azından) böyle gerçekleşti.

Erdoğan saflarındaki (masa başı) hesapta, aslında her şey çok kolay gözüküyordu. Yüzde 40-44 aralığındaki AKP, yüzde 7-12 aralığındaki MHP ile ittifak yapacak, böylece yüzde 50 civarını garanti altına alacaktı. Sonuçların daha da garantili olması için karşı tarafın (topyekûn) birlikte davranması da önlenecekti. Kaba işbölümü de buna göre yapılmıştı; Erdoğan asıl olarak AKP-MHP toplamını konsolide edecek (din-millet edebiyatı ve CeHaPe düşmanlığı), Soylu da CHP-İYİ bloğunu HDP’den ayıracaktı (HDP’yi kriminalize ederek). İkisi de beceremedi!

24 Haziran’da AKP-MHP’nin aldığı yüzde 53,66 oy oranı, 31 Mart’ta belediye başkanlıklarında yüzde 51,62’ye geriledi. Asıl önemli veri olan belediye meclislerinde aldıkları oy ise yüzde 48’lere gerilemiştir. HDP’nin her türlü provokasyona rağmen oylarını (neredeyse) batıda bir bütün olarak CHP-İYİ bloğuna aktarmasıyla 24 Haziran’da (toplandığında) yüzde 35,64 olan oy oranı, belediye başkanlıklarında yüzde 37,56’ya, meclis üyeliklerinde ise yüzde 50 civarına çıktı. Yani iki sonuç gerçekleşmiştir; sadece CHP-İYİ ve HDP’nin toplam oyu artmamış, aynı zamanda AKP-MHP oyu da azalmıştır.

Erdoğan’ın kendisini cumhurbaşkanı seçtirdiği 24 Haziran seçimlerinin üzerinden sadece 9 ay geçmiş olmasına rağmen açığa çıkan bu durum hem yeni rejimin meşruluğunu hem de Erdoğan’ın (AKP’nin) meşruluğunu (yani bekasını) sorgulamak/sorgulatmak için yeterli kanıtlar sunuyor.

-Her şeyin ilacı, bütün dertlerin devası denilen “tek adam”a dayalı dönem daha 9 ay geçmesine rağmen oy desteği açısından erimiştir. Üstelik bu erime son beş yılda düzenli bir şekilde gerçekleştiği göz önünde bulundurulursa yeni rejim bunu durduramamış, büyütmüştür.[2]

-Ülkenin, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere en büyük şehirleri AKP-MHP’nin yönetemeyeceği yerlere dönüşmüştür. (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Hatay, Van, Diyarbakır, Mardin…) Buralar nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu, eğitim oranın en yüksek olduğu, ekonomik faaliyetin de (ve rantın) en yüksek olduğu, toplumsal ve kültürel etkileşimin en geçişken olduğu yerlerdir. Sandık bir göstergeyse(!) bu illerde yaşayanların çoğunluğu AKP-MHP’nin dayattığı rejimi “meşru” görmemektedir.[3]

-Bu seçim devletin tüm olanaklarının oy kazanmak için kullanılması bir yana, sandığa da müdahale edilmesine rağmen (YSK üyelerinin görev sürelerinin uzatılması, AA’nın örgütleyici olarak işlevlendirilmesi gibi) kaybedilmiştir. Eşit bir seçim süreci ve adil bir sayım süreci yaşansaydı, bu fark çok daha fazla olacaktı.[4] Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. -Yazının devamı>>



Sendika.org

26 Mart 2019 Salı

Hiçbir korkuya benzemez ‘kaybetme korkusu’

Celal Başlangıç:

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş; ‘Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!’

Psikolojik bir rahatsızlıktır “kaybetme korkusu”.

İnsanların sahip olduklarını kaybetmek istemedikleri zamanlarda yaşanan bir duygudur.

“Kaybetme korkusu” sevdikleri kişileri kaybetmekten, sahip olunan konumu kaybetmeye kadar yaşamın geniş bir alanına yayılabilir.

Bu duygunun aşırıya kaçması durumunda insana hayat zindan olur. İleri hallerinde anksiyete bozukluğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hayatın gerçeklerine uygun olmayan, denetlenemeyen bir endişe duygusu bütün yaşamınızı bir mengene gibi kavrayıp sıkar, insanı teslim alır.

En büyük “kaybetme korkusu”nu da diktatörler yaşar. Çünkü bilir kendinden öncekilerin başına ne geldiğini. Bu yüzden korkusunun çarpanı kaçınılmaz son yaklaştıkça büyür de büyür.

Ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet “Taranta-Babu’ya Sekizinci Mektup”ta diktatörlerin bu korkusunu.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra”

Tesbitini yaptıktan sonra da teşhisini koymuş.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Tek başına, yapayalnız hissederler kendilerini. Geleceklerini karanlık görürler. Onun için hem çok hem de bağıra bağıra konuşurlar.

Bu yüzden hep kitleler önüne müthiş bir öfkeyle çıkarlar. Her sözcüklerinde bir düşmanlık, bir kin, bir nefret çıkar ağızlarından. Aslında düşmanlıkları, kinleri, nefretleri büyük bir endişeyle yaşadıkları “kaybetme korkusu”na dönüktür.

Diktatörlerin “kaybetme korkusu” arttıkça yalnızlıkları da çoğalır. En yakınındakileri bile kendi iktidarlarına tehdit olarak görüp tasfiye ederler. Sonra da “Bu trenden inen bir daha binemez” söylemleri çoğalır. Halbuki eski yol arkadaşları herhangi bir istasyonda inmemiş, hızla giden bir trenden yaka paça atılmışlardır.

“Kaybetme korkusu”ndan tüm çözümleme ve muhakeme güçlerini yitirirler. Korkudan felç olurlar adeta.

Kendi geleceklerinden korkularını halka “beka sorunu” olarak sunup bunu yutturabileceklerini sanırlar. Halk bunu yemedikçe de kızgınlıkları, çılgınlıkları arttıkça artar.

“Kaybetme korkusu” tüm diktatörlerin baskısının ardındaki itici güçtür. Korktukça daha çok tehdite, baskıya, şantaja yönelirler.

En çok korktukları siyasi rakiplerini cezaevine atarlar. Geri kalanları da sürekli hapse atma, hatta “ipe gönderme” tehdidi altında tutarlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler “sevgide ortaklık”tan çok insanları “ortak nefret”te buluşturmanın kolaycılığına kaçarlar. Onun için kendilerinden olmayan herkesi “terörist” ilan ederler. Kendi ülkelerinin içinde insanları “vatan haini”, binlerce kilometre uzaklıktakileri de “din düşmanı” ilan edip kendilerine hayali hasımlar yaratırlar.

Diktatörler, herkesin kendilerine biat eden “tek tip” insan olmasını isterler.

“Çok”un farklılığından, renkliliğinden, çeşitliliğinden aşırı derecede ürkerler.

Kendi “tek adam”lıklarını gizlemek için de meydan meydan dolaşarak “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” diye Rabia çıkartırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler yalan söylerler. Bir gün söylediklerinin ertesi gün tam tersini söyleyebilirler. Hatta aynı konuşmanın başında söylediğinin tam tersini dile getirerek bitirebilirler konuşmalarını.

Bir gün “Ayasofya’nın cami olmasını isteyeceğinize önce yanındaki Sultan Ahmet’i doldurun” diyebilir, ertesi gün “Ayasofya’yı cami yapacağız” diyebilir kaybetme korkusundaki diktatörler.

“Bizim buğday ithal ettiğimiz yalanını söylüyorlar” diye başladığı konuşmasını “Evet, yüklü miktarda buğday ithal ediyoruz” diye bitirebilir.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler asla özür dilemezler. Çünkü her şeyi vatan, millet için yapmışlardır ve asla hiç hataları olmamıştır. En fazlasından mütevazılıklarını “Aldatıldık” diyerek gösterirler ve asla kendilerinden başkasının aldatılmasına izin vermezler ve en ağır biçimde cezalandırırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörlerin eleştiriye tahammülsüzlükleri sonları yaklaştıkça tavan yapar. En ufak bir eleştiriyi bile mutlak güçlerine yönelik saldırı olarak görürler. Bu yüzden ele geçirilmedik medya bırakmazlar ki en ufak bir çatlak ses çıkmasın.

Ama yine de ele geçirdikleri medya bile kendisini ziyaret eden rakip partinin belediye başkan adayının haberini verirken “tarifeli uçakla İstanbul’a döndü” diye bir cümle kurarsa kendi uçak saltanatlarından kuşku duyup “Ne demek istiyorsunuz, sayın başkanın özel uçakla gittiğini mi ima etmek istiyorsunuz” diye azarlanırlar. Hatta ortak oldukları bir haber kuruluşu İspanya Kralı’nın yolsuzluk yapan damadıyla ilgili bir haber verince o televizyon kanalının paydaşlığını bırakıp ülkedeki bütün dijital platformlardan attırabilir “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Bunlar hem gülmezler hem de mizaha asla tahammül edemezler. Hatta ülkedeki mizah duygusunu yok ederler. Karikatüristlerin çizgilerinden bile kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit çıkartırlar. Ele geçirdikleri yargının yoluyla hapishane hapishane süründürürler mizahçıları.

Gerçeği arayan, soran, sorgulayan, kamu adına iktidarı denetleme görevi üstlenen gazeteciler de, akademisyenler de, doktorlar da, hukukçular da nasibini alır bu diktatörlerin yaşadığı “kaybetme korkusu”ndan.

İktidarının ömrünü uzatmak için ülkenin bütün aydınlarını, mutlak erklerine itiraz eden yurttaşlarını; bütün soran, sorgulayan, eleştiren insanlarını uydurma mahkemelerinde sanık, cezaevinde tutsak yapar “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Haksız da değiller elbette bu “kaybetme korkusu”nu yaşamakta. Çünkü kaybeden diktatörlerin sonunu biliyorlar. Almanya’dan, İtalya’dan, Japonya’dan, Arjantin’den, Şili’den Afrika kıtasındaki bütün ülkelere kadar elbette biliyorlar kaybeden diktatörlerin başlarına gelenleri; kimi intihar etti, kimi linç edildi, kimi bacağından asıldı, kimi cezaevinde, kimi sürgünde öldü.

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş:

“Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!”


Artı Gerçek

13 Mart 2019 Çarşamba

Fragile (Kırılgan)



kan akacaksa eğer, buluştuğunda et ve çelik,
akşam güneşinin ışıkları altında kuruyarak,
yarın yağmur yıkayacaktır tüm bu lekeleri,
aklımızda bir iz sonsuza dek kalacak
bu son sahne belki de perçinlemek içindir
bir ömür boyu süren bu kargaşada
şiddetin hiç bir şey kazandırmadığını
ve asla kazandırmayacağını
öfkeli bir yıldızın altında doğan biz insanlar
ne denli kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye

26 Ocak 2019 Cumartesi

Venezula Niçin Battı?

Venezuela
Venezuela, Güney Amerika kıtasının kuzey kısmında yer alan, Karayip Denizi ve Atlas Okyanusuna kıyıları olan, 916.445 km2 yüzölçüme ve 31 milyonun üzerinde nüfusa sahip bir ülke. Maracaibo Gölü kıyısındaki tahta evlerin oluşturduğu görünümü Venedik’e benzeten İtalyan denizci Amerigo Vespucci, bölgeyi İtalyanca’da ‘Küçük Venedik’ anlamına gelen Veneziola olarak adlandırmış[i]. Veneziola adı zamanla İspanyolca’da Venezuela'ya dönüşmüş.

İspanyollar, 1522’de başlayarak Venezuela’yı sömürge haline getirmiş. 1811’de Francisco de Miranda önderliğinde bağımsızlık mücadelesi başlamışsa da bunun başarıya ulaşması ancak 1821’de Simon Bolivar’ın önderliğinde mümkün olabilmiş. 1821 yılında, Venezuela, Kolombiya, Ekvator ve Panama ile birlikte Büyük Kolombiya Cumhuriyeti adı altında birleşik, bağımsız bir devlet kurmuşlar. 1830 yılında Venezuela bu birlikten çıkarak ayrı bir devlet konumuna geçmiş. Bolivar’a duyulan büyük saygı dolayısıyla ülkenin resmi adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti olmuş.

Venezuela Ekonomisi
2000 yılında 118 milyar Dolar GSYH’ya ve 4.824 Dolar kişi başına gelire sahip olan Venezuela 2010 yılında GSYH’sını 294 milyar Dolara, kişi başına gelirini de 10.317 Dolara yükseltmeyi başarmış. Sonraki yıllarda ciddi bir ivme kaybı yaşamaya başlamış. 2016 yılında GSYH ve kişi başına gelir 2010 yılının gerisine düşmüş.

Venezuela dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi konumunda bulunuyor. 2016 sonu itibariyle dünyada varlığı kanıtlanmış ham petrol rezervi 1,7 trilyon varil olarak hesaplanıyor. Bunun yüzde 17,6’sı (yani 301 milyar varillik) bölümü Venezuela’da bulunuyor (İkinci Suudi Arabistan’da 266,5 ve üçüncü Kanada’da 171,5 milyar varil ham petrol rezervi bulunuyor.

Bu zengin ham petrol rezervine karşın ekonominin nereden nereye geldiğini görebilmek için makroekonomik göstergelerine bir bakalım (Kaynak: IMF, WEO Database, April,2017.)

www.mahfiegilmez.com/2017/07/venezuella-nicin-battı

10 Aralık 2018 Pazartesi

Kassandra Laneti ve İktisatçılar

Yunan mitolojisinin en ilginç öykülerinden birisidir Kassandra’nın öyküsü.


Kassandra, Troya kralı Priamos ve kraliçe Hekabe’nin kızı, Hektor ve Paris’in kız kardeşidir.
Tek isteği geleceği görebilen bakire bir rahibe olmaktır.

Zeus ile Leto’nun çocukları olan Apollon, mitoloji kaynaklarında tüm sanatların, müziğin,
güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak geçer. Ayrıca kâhin özelliği taşıyan Apollon, 
geleceği görme yetisine ve bu yetiyi insanlara geçirebilme gücüne sahiptir. Homeros’un 
İlyada’sında Apollon, Troya’nın koruyucu tanrısı olarak yer alır ve Troya’da adına inşa edilmiş 
bir tapınak vardır.

Apollon, bir gün Kassandra’yı görür ve çok beğenir. Konuşurlarken kızın isteğini öğrenir
ve kendisiyle birlikte olursa ona geleceği görme yeteneğini vereceğini söyler. Kassandra
rahibe olmak istediği için bu teklifi kabul etmesi mümkün olmasa da Apollon’a bu yeteneği
ona verirse onunla birlikte olacağı yalanını söyler. Apollon, Kassandra’nın ağzına tükürür ve
geleceği görme yeteneği böylece kıza geçer. Kassandra, rahibe olmak istediği için verdiği
sözü tutamayacağını öne sürerek Apollon’la birlikte olmaz. Buna çok kızan Apollon kızı
lanetler, geleceği görse de buna kimseyi inandıramamasını ve bir kadın olarak aşağılanarak
rahibe olamamasını diler.

Troya savaşı öncesinde Kassandra bu savaşı ve savaşın varacağı sonuçları görür, babasını
ve ağabeylerini buna inandırmaya çalışır ama Apollon’un laneti buna engel olduğu için kimseyi
böyle bir şeye inandıramaz. Ve bir köşede geleceğin getireceği bütün kötülükleri bilerek,
hissederek savaşın gidişini ve sonunu izlemek durumunda kalır.

Troyalılar aslında savaşı kazanırlar, Sparta kralı ve Yunan ordusunun komutanı Agamemnon ve
Akalılar geri çekilip gözden kaybolunca Kassandra yanılmış olabileceğini ve kehanetin tutmamış
olabileceğini düşünür. Ama Achilleaus ve askerleri tahta bir atın içinde girdikleri Troya
kentinin kapılarını gece açarak Yunanlıların Troya’yı ele geçirmesini sağlar ve kehanet gerçek
olur. Aias adında bir Yunan askeri Kassandra’yı Athena tapınağında kıstırır ve tecavüz eder.
Apollon’un bütün lanetleri bir bir tutar. Troya’nın bu duruma düşeceğini görmüş ama kimseyi
inandıramamış olan Kassandra, kadın olarak aşağılanmış ve rahibe olma umudunu tamamen
kaybetmiş olur. Troya savaşında Yunan güçlerine komuta eden Sparta kralı Agamemnon,
Kassandra’yı savaş esiri olarak Sparta’ya götürür ve kendisine cariye yapar. İkisinin yakınlığını
kıskanan Agamemnon’un karısı bir süre sonra Kassandra’yı öldürür.  

Bazı gerçekler vardır ki kâhin olmayı gerektirmeyecek kadar açık ve seçik olarak ortadadır.
Mesela yapısal reformları yapmadan Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin gelişmiş ülkeler arasına
giremeyeceği gerçeği bunlardan birisidir. Güçler ayrımına dayalı bir hukuk sistemi
kurulmadan, yargı bağımsızlığı sağlanmadan, tümüyle bilimsel bir eğitim düzeyine geçilmeden, 
teşvik sistemi siyasal amaç yerine ekonomik amaçlı kullanılmaya başlanmadan, vergi sistemi
düzeltilmeden ne orta gelir tuzağından çıkmak ne de gelişmiş ülkeler arasına girmek 
mümkün. Ben bunları söylemeye başlayalı yirmi yıldan fazla olmuş. Ben yalnız değilim bu 
konuda. Bunları söyleyen birçok iktisatçı, sosyal bilimci var. Ne söylersek söyleyelim siyasetçiler, 
yapısal reformları yapmadan durumu devam ettireceklerini ve hatta iyiye götüreceklerine 
inanmaya devam ediyorlar.

Kassandra laneti, günümüzde iktisatçıların üzerine yapışmış gibi duruyor.


Mahfi Eğilmez

5 Aralık 2018 Çarşamba

Aux origines du crash des démocraties

Demokrasilerin çöküşünün kökenleri

Donald Trump’ın Beyaz Saray’a girişinden birkaç hafta sonra, Amerikan başkentinin saygıdeğer gazetesi, 2013’ten beri mültimilyarder Jeff Bezos’un malı olan Washington Post, bir sloganla donanma kararı aldı: Democracy dies in darkness, demokrasi karanlıkta ölür. Bu çarpıcı özlü söz, yalanın, şaibeli ideolojilerin, kamufle edilmiş beceriksizliğin ve şahsî zenginleşmenin yuvası Trumpçılığa panzehir olarak tahayyül edilmişti. Fakat her ne kadar övgüyü hak etse de, bu basın formülünün maalesef eksik olduğu ortaya çıkıyor; zira, şu sıralarda, demokrasi apaydınlıkta da can veriyor.


1 Temmuz 2018 Pazar

“Çöktük” Ama Doğrulma Vaktidir

Ömer Laçiner

24 Haziran seçiminde Türkiye ahalisinin çoğunluğu, otokratik ve şeklen demokratik bir başkanlık rejimini oturtmak isteyen AKP-MHP ittifakını seçti. Ve bunu, daha bir yıl önce öyle bir başkanlık rejimi için yapılan referandumda verdiği oyların daha fazlasını vererek yaptı.

Düşündürücü olan nokta şudur: Bu oy artışının, AKP-MHP ittifakının, 16 Nisan 2017’den bu yana objektif kıstaslara göre temel hak ve özgürlükler, adalet, eğitim, ekonomi ve dış politika karnesi daha da olumsuzlaşmış görünürken, MHP hiç de gayretli görünmezken, AKP görece durgun, Recep Tayyip Erdoğan bariz bir performans düşüklüğü sergilerken ve buna mukabil muhalefet geçmişe kıyasla daha parlak ve coşkulu bir kampanya yürütmüşken gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu yüzden muhalefet ve özellikle de onun demokrasi, özgürlükler ve insanî gelişim değerlerine inanmış unsurları kazanmayı fazlasıyla hak ettiklerini düşündükleri bir maçı, düşük kaliteli hantal bir takıma kaybetmiş olmanın o ağır moral çöküntüsüyle karşıladılar sonucu.

Bu sonuçta skorun ağırlığından ziyade -ki değil- AKP etrafında kenetlenmiş görünen %35-40’lık “çekirdek kitle” ile onun çeperinde yer alabilen %10-15 büyüklüğünde bir kesimin, (yönetimi) değiştirme, (yönetimi ve kendisini) dönüştürme için ortada ne denli meşru ve zorunlu faktör ve imkânlar olsa dahi; bir biçimde avantajlı saydıkları konumu, durumu veya alışkanlıklarını koruma dirençlerinin “aşırı”lığını bir kez daha görmüş olmanın yarattığı bir tür “çaresizlik” duygusu ağır basıyor.

En genel tanımıyla “muhafazakârlık” karşısında hissedilen bir duygudan söz ediyoruz. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ideolojik içeriği din ve milliyetçiliğin değer ve önyargılarından oluşan, ama burada bir özellik olarak kendini o değer ve yargıların aklî ve manevi kıstasları ile sorgulamaktan bilhassa kaçınan, onların şeklî, yüzeysel (sığ) ve somut çıkarla bağlantılı tarzıyla yetinen bir muhafazakârlıktır bu. O yüzdendir ki; örneğin Sünni İslâm’ın sağlıklı bir ekonomik gelişimi ile ahlâki ve vicdanî boyutuna çok daha önem ve öncelik veren söylem tarzıyla Saadet Partisi, AKP performansının dibe vurduğu şu konjonktürde bile o kitleden kendisine oy devşiremiyor. Sünni İslâm’ın ahlâki/manevi boyutunda teşekkül etmiş tarikatlerin AKP döneminde mevki, zenginlik ve güç elde etme kapısı olmaya uygun hale gelişleri de bir diğer anlamlı gösterge.

Dolayısıyla AKP-MHP ittifakı etrafında kümelenmiş bu muhafazakârlığı -ki sadece bunlardan ibaret değildir- dinî/Sünni “hassasiyetler”in ağır bastığı bir muhafazakârlık olarak tanımlamak, şeklen doğru görünse de; daha aslî bir özelliği örtüyor olması nedeniyle ciddi bir eksiklik içeriyor.

O aslî özelliğin nasıl tanımlanabileceği konusuna -özetle- geçmeden önce onun dolaylı bir dışavurumundan söz etmeliyiz: Hatırlanacağı üzere AKP yönetimi ve liderliği, baskın -erken- seçimin resmen ilan edildiği tarihten yaklaşık üç dört ay önce, “beka meselesi” sloganı altında Suriye ve Irak’taki Kürt kanton ve özerk yönetimlerinin tamamını kapsayan bir askerî harekâtın zorunluluğunu anlatan bir kampanyaya odaklandı. Bu, Türk milliyetçiliğinin “patenti”ni elde tutan MHP’nin öteden beri dillendirdiği bir girişimdi. AKP yönetimi böylece MHP postuna bürünerek MHP’nin İYİ Parti kopuşuyla azalan oylarını kapma hesabını herhalde yapmıştır. Ama 24 Haziran, bunun tam aksini, MHP’nin İYİ Parti’ye kaptırdığı oylarını AKP’den çektikleriyle telafi ettiğini gösterdi. AKP’nin Türk milliyetçiliğine daha fazla angaje olması da cabası. MHP’nin 24 Haziran sonrası iktidar kulvarında kilit parti konumuna gelişi de bu “zemin”e oturuyor.

MHP’ye patentli Türk milliyetçiliğinin insanî gelişim ölçütleriyle arasının “ezelden beri” hoş olmadığı, en iltimaslı ifadeyle vasat, yüzeysel, şeklî bir düzeyle yetinebilir olduğu malûm. Ana mecra Sünni İslâmcılığın da aynı ölçütlerin benzer -nitelikçe düşük- düzeyiyle kendini var edebildiği, ötesine yetemediği gibi bir korku ve çaresizlik kaynağı olarak baktığı da ortada.

Dolayısıyla Sünni İslâm ve Türk milliyetçiliğinin ortak kesişme noktası, harmanlanabilme “maya”sı işte bu “niteliksel sığlık-vasatlık” duygusu, özelliğidir ve bu “onulmaz” zaafa karşı nicelikten, sayısal fazlalıktan ve fizikî güçten medet ummak, bunlara “sarılmak”tır.

Türkiye’de muhalefet, 16 Nisan referandumunda ve 24 Haziran seçiminde, aslî özelliği yukarıda özetlenen bir ittifaka karşı, o ittifakın ortak ve başat özelliğine denk -sayısal üstünlük- bir ölçüte göre yapılan bir “yarış”ı kaybetmiştir. Kaldı ki ortada aşılmaz bir sayısal fark da yoktur. Ama asıl önemlisi, bu sayısal farklı azaltmanın yolları üzerine kafa yormayı da ihmal etmeksizin; ama asıl dikkat ve enerjiyi kendini insanî ve toplumsal niteliklerimizi yükseltme ve zenginleştirme yollarına, biçimlerine yoğunlaştırarak; 24 Haziran sonrası mücadeleyi bu zeminde yürütmeye hazırlanmaktır.

Bu nokta, bu konu hayatîdir ve dolayısıyla bundan sonra üzerinde çokça konuşacağız.



Ömer Laçiner / BIRIKIM

17 Haziran 2018 Pazar

Demirtaş Le Monde'a yazdı: İktidar, otoriter hayallerini kabusa çevireceğimin farkında

17 Haziran 2018

“Bu makaleyi, Bulgaristan sınırının yanı başındaki Edirne Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nden yazıyorum. Cezaevi, Edirne kent merkezine 7 km uzaklıkta ve yakınlarında hiçbir yerleşim alanı yok. Etrafı ise ayçiçeği tarlaları ile çevrili. Her Ağustos ayı geldiğinde renksiz cezaevi kompleksinin etrafını sarı ve yeşil renklerden oluşan muazzam bir renk cümbüşü sarmalıyor. Ayçiçeklerini bilirsiniz. Birkaç ay içinde büyürler ve ilkin eğik olan baş kısımları yavaş yavaş büyür ve güneş yönünde dikleşir.

Gençlik yıllarımdan bu yana ne zaman olgunlaşmış bir ayçiçeği tarlası görsem, nedense aklıma sokak eylemlerinde omuz omuza ve dimdik duran genç insanlar gelir. Cezaevinin hemen yanından Bulgaristan’ın derinliklerinden gelen Tunca nehri geçiyor. Bu güzergahta kilometrelerce uzunluğunda yemyeşil bir hat oluşturup kentin merkezinde çok yakın bir noktada Meriç Nehri ile birleşiyor. Birbirleriyle buluşan nehirlerse bana uzun yıllardır dost olan insanların abartısız ve içten bir mutlulukla yeniden buluşması gibi gelir. Dürüst olmak gerekirse, 20 aydır yukarıdaki resmin tam ortasındayım ama bunların hiçbiri görme imkanım olmadı. Cezaevinde olmak böyle bir şey. Bulunduğum mekanın hakikatini kavramak için aile üyelerimin ve avukatlarımın anlattıklarını birleştirip biraz da hayal gücümü katıyorum buraları tarif ederken. İşin aslı, baştan ayağa renksiz olması için özenle çaba harcanmış bir cezaevi hücresindeyim ve pek de rahat sayılamayacak beyaz plastik bir sandalyede oturarak bu satırları yazıyorum. Ayçiçek tarlalarında gezmeyi de nehirlerin buluştukları yerlerde yürümeyi de çokça özledim.



1 yıl 8 ay önce bir gece vakti Türkiye’nin Kürt bölgesinin başkenti olan ve ailemin yaşadığı Diyarbakır’da tutuklanıp buraya getirildim. Ailemle ve arkadaşlarımla aramda yaklaşık 1700 km’lik bir mesafe var. Bir insan hakları avukatı olarak Türkiye’nin Kürt bölgesindeki cezaevlerinin hemen hepsini, hak ihlallerini tespit etmek ve raporlamak için, ziyaret etmiştim. Ama bir cezaevinde hiç bu kadar uzun bir süre kalmaya mecbur bırakılmamıştım. Diğer yandan, tanınan bir siyasi tutsak olmam dışında beni diğerlerinden ayıran çok fazla bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye cezaevlerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanırken ‘terörist’ ilan edilip cezaevine atılan on binlerce insan var.

Yarı açık cezaevi

Bu koşullarda emin olabilmem mümkün değil ama Türkiye’de olup cezaevinde olmayan Erdoğan karşıtlarının içinde bulundukları durum bizlere göre bir yandan iyi diğer yandan da kötü. İyi olan yanı, ülke içinde seyahat etme özgürlükleri var, sevdikleri insanlardan ayrı değiller ve ayçiçeği tarlalarında özgürce dolaşabilirler. Kötü olan yanı, bizler kadar özgür değiller. Sosyal medyada yaptıkları bir yorum, işyerinde veya sokakta Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhinde söyleyecekleri birkaç cümle, Kürt sorunu konusunda devletin uyguladığı politikaları eleştirmeleri, hatta insan hakları eğitimi için toplantı yapmaları veya hiçbir şey yapmamışken gizli tanıkların iftiralarına maruz kalmaları sonucu kendilerini her an cezaevinde bulabilirler. Bu yazıdan da gördüğünüz üzere, yüksek güvenlikli cezaevinde olan bizlerin ruhu da aklı da çok daha özgür. Hükümetten hiç korkumuz yok. Dışarıdakiler ise kocaman bir yarı-açık cezaevinde.

24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışacak olan altı adaydan birisi benim. Dünya siyasi tarihinde ‘Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına Aday’ olan az sayıdaki siyasi liderden birisi olarak anılmayı hiç istemezdim doğrusu. Ama bu durum benim değil Erdoğan’ın tercihi. Tutuklandıktan sonra bir yıl boyunca hiç hakim karşısına çıkarılmadım. Sonrasında ise sadece iki kez. Adil bir yargılama süreci geçirdiğime dair hiçbir işaret göremiyorum. Var olan yasal çerçeveye göre zaten en başından itibaren tutuksuz yargılanmam gerekiyordu. Şimdi de hükümetin isteğine göre yargılanma sürecimi istedikleri kadar uzatabilir veya beni yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırabilirler.

Herkesten çok Erdoğan’dan korkan hakimlerden ve savcılardan adalet beklentim de yok zaten. Yargı kurumlarına olan inancım ne kadar zayıfsa Türkiye halklarının hem kendilerini hem de yargıyı özgürleştireceğine olan inancım o kadar güçlü. Erdoğan dışındaki diğer dört aday, benim tutuksuz yargılanmam gerektiğini belirten açıklamalar yaptılar. Halk için de durum kafa karıştırıcı. Erdoğan’ın her gün miting meydanlarında iddia ettiği gibi suçlu isem nasıl Cumhurbaşkanı adayı olabildiğimi sorguluyorlar. Suçlu değilsem, neden serbest bırakılmadığımın cevabını arıyorlar. Bu çelişkinin aslında oldukça basit bir cevabı var: Bugün serbest olmam durumunda, aynen 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi etkili muhalefet yaparak tüm baskılara ve eşitsiz koşullara rağmen Erdoğan’ın otoriter hayallerini kabuslara dönüştürebileceğimin iktidar gayet farkında.



Diktatörlük ya da demokrasi

Cezaevinde kısıtlı koşullarda olsam da, Avrupa siyasetini yakından takip etmeye devam ediyorum. Ne yazık yarı-açık cezaevinde özgürlüğü için mücadele eden Türkiye vatandaşlarına yeterince destek olduklarını söylemek zor. Yakın zamanda gerçekleşecek seçimler, özünde, Türkiye için diktatörlük ile demokrasi arasında yapılacak bir tercihi yansıtacak. AB sürecini tamamen köşeye bıraksak bile, Türkiye’deki her gelişme; özellikle güvenlik, ekonomi ve mülteciler gibi sorun alanları Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor. Haliyle, Avrupa ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrar sahibi bir Türkiye istemelerini anlayışla karşılıyorum. Lakin hala Erdoğan’ın otoriter yönetiminin siyasi ve ekonomik istikrar değil de bizatihi istikrarsızlığın kaynağı olduğunu görmemelerini anlayışla karşılamam zor. Avrupa hükümetleri, Erdoğan’ın anti-demokratik uygulamalarına göz yumma karşılığında ekonomi ve mülteciler gibi konularda kendi ihtiyaçlarına kısa dönemli cevaplar almış olabilirler. Ama bu gidişatın sürdürülebilir hiçbir yanı yok. Erdoğan’ın toplumu sürekli kutuplaştırma üzerinden yürüyen milliyetçi ve İslamcı otoriter yönetiminin yarattığı siyasi krizler derin bir ekonomik kriz ile buluşmuş durumda. Erdoğan, 24 Haziran gecesi baskı ve hile bu seçimleri kazandığını ilan etse bile, bu durum Türkiye’deki krizleri daha da derinleştirmekten başka bir sonuç üretmeyecek.

Devletin tüm kaynaklarını kendi kampanyası için seferber eden, Türkiye’deki medyanın yüzde 90’ının kontrolünü elinde bulunduran Erdoğan’ın iktidarda kalmak adına ne derece çaresiz olduğunu merak edenler benimle girmiş olduğu polemiklere yakından bakabilir. Nitekim, seçim anketleri Erdoğan’ın histerilerini en üst düzeye çıkarmış durumda. Erdoğan, 10 Haziran’da yaptığı mitingde, seçmenlerine beni idam ettirmeyi vadetti. Türkiye hakkında kaygılanan Avrupalı liderlerin sorması gereken soru şu: Seçmenlere, rekabet ettiği cumhurbaşkanı adaylarından birini idam ettirmeyi vadeden bir insan ile aynı masada oturup konuşabilecek kadar Avrupa’nın değerlerinden hiç geri dönmemek adına vaz mı geçtiler?

Bedeli ne olursa olsun, ben kendi adıma, halkım uğruna hiçbir şekilde durduğum muhalif konumdan geri adım atmayacağımı söyleyebilirim. Benim gibi, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi veren on milyonlarca insanın da bu otoriter gidişat ile hiçbir şekilde uzlaşamayacağını biliyorum. O yüzden, seçim sonuçları ne olursa olsun, bizler eşitlik, adalet ve hürriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz."




* Demirtaş'ın bu yazısı, Fransa'nın önde gelen gazetelerinden Le Monde'da yayımlanmıştır.



27 Ocak 2018 Cumartesi

Recep (Peker) Bey’in İnkılâp Dersleri: Kemalizm ve Korporatizm Meselesi

'Burak Özçetin'

Kemalizmin önde gelen ideologlarından ve aksiyon adamlarından Recep Peker’in İnkılâp Dersleri adlı eserindeki düşüncelerine kısaca göz atmak hem Kemalizmi daha iyi anlamamızı sağlayacak hem de ‘sol-Kemalizm’, ‘ulusal-sol’, ‘nasyonal sosyalizm’ ve benzeri kavramlar çerçevesinde dönen tartışmalara biraz da olsa ışık tutacaktır kanısındayım.

Ayrıca Recep Peker’e bakmak, günümüzde sosyalist solun liberalizme karşı giriştiği ‘cihatta’ liberalizmin her türlü eleştirisinin makbul olmadığını hatırlatacaktır bizlere: liberalizmin şuurlu bir sosyalist eleştirisi ile korporatist eleştirisi arasına önemli bir çizgi çekilmesinin şart olduğunu.

Adettendir, çok kısa bir bilgilendirme ile başlayalım. Recep Peker 1889’da doğar, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşır. 1920’de TBMM Katib-i Umumisi seçilir ve üç yıl sonra Kütahya Milletvekili olur. 1923 yılında Halk Fırkası Genel Sekreterliğine getirilir. 1928’de Cumhuriyet Halk Fırkası Meclis Grubu Başkan Vekilliği’ne getirilir. Mayıs 1931’de toplanan CHPnin üçüncü Kurultayı’nda genel sekreterliğe yeniden seçilir. Böylece Genel Başkanlık Kurulu’nun Atatürk ve İnönü ile birlikte üçüncü adamı olur.
Bu görevi sırasında tek parti yönetiminin güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. 17 Ağustos 1942'de I. Saraçoğlu Hükümetinde Dâhiliye Vekili olur. II. Saraçoğlu Hükümetinde de bu görevini korumuştur. 7 Ağustos 1946'da çok partili dönemin ilk hükümetini kurmuştur.
10 Eylül 1947 tarihinde I. Saka Hükümetinin kurulmasıyla Başbakanlık görevi sona erer. Çok partili dönemde de CHP içerisinde tekparti zihniyetinin yılmaz savunucusu olan Recep Peker, parti içi mücadeleden mağlup ayrılarak 1 Nisan 1950'de İstanbul'da ölür.

Recep Peker genelde çeperde, uç bir karakter olarak mimlenir. Bu genel anlatıya göre aşırı görüşleri sağduyulu Kemalist kadrolarca dengelenmiştir. Mussolini İtalya’sından fazlasıyla esinlenen siyasal projesi ise yine aynı kadrolarca engellenmiştir. Tek parti döneminin aşırılıkları sıklıkla Peker’in omuzlarına yüklenir. Lakin yukarıdaki paragraftaki çok kısa –ve daha birçok görevin/unvanın atlandığı– biyografi, kıyıda köşede kalmış bir marjinalin hayatını anlatmıyor olsa gerek. Recep Peker, Kemalizmin kendini bir ideoloji olarak inşa etme çabası içerisinde olduğu bir dönemde (evet! Kemalizm bir ideolojidir!) merkezi bir konum işgal etmiştir. Atatürk’ün de içerisinde bulunduğu üst düzey Kemalist bürokrat ve düşünce insanının Recep Peker tarafından dillendirilen görüşleri paylaştığı görülmektedir.

İnkılâp Dersleri
İnkılâp Dersleri, Recep Peker’in Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri sıfatı ile 1934–1935 eğitim döneminde Ankara Hukuk Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi’nde gençlere Türk İnkılâbını anlatmak ve inkılâbın “inanç istikametini aşılamak” üzere verdiği derslerin derlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. İnkılâp Dersleri Kemalist ideolojinin, diğer konuların yanında, birey-devlet-toplum üçlüsüne yaklaşımının en açık ve etkili şekilde ifade edildiği çalışmalardan biridir. Suna Kili’nin ifadesi ile İnkılâp Dersleri, “özellikle CHP’nin o yıllarda altı ilkeye bakışını yansıtması bakımından önemlidir.”

Biz Bize Benzeriz!
Bir ulus ifade eden her kalabalığın bir fikri sabiti olmalıdır,” (sf. 14) diyen Recep Peker, İnkılâp Dersleri boyunca bu ‘fikri sabit’i tanımlar, açar ve derinleştirir. İnkılâp Dersleri bir yandan CHP’nin altı ilkeye bakışını yansıtırken, diğer yandan geçmiş dönemin bir muhasebesini ve reddiyesini sunmaktadır. Temel iddia Kemalist devrimin o güne değin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olay olduğudur.
“Kendimizi düşününce, bizim, bizde doğan ve bizde olan yaşama ve siyasal yollarımız vardır,” (sf. 53) demektedir Recep Peker.
Bu eşsizlik ve karşılaştırılamazlık hali Atatürk’te ifadesini şu şekilde bulur: “Demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz Efendiler!”

Kemalizm, Liberalizm ve Sosyalizm
Recep Peker bir tefessüh (çürüme) haline karşılık gelen liberal ve sosyalist ekonomik ve siyasal düzenlerin eleştirisine odaklanmıştır. “Sınıf inkılâbı” ile “halk/hürriyet inkılâbı” arasında ayrıma giden Peker hürriyet inkılâbını “insanlığın karanlık devirlerden aydınlık devre çıkışı esnasında halkın, kendilerini idare edenlere ve bu idareyi suiistimal edenlere karşı ayaklanışı” olarak tanımlar (25). Peker hürriyet inkılâbının insanlık için ileri bir adım olduğunu, fakat talihsiz bir şekilde “hürriyet inkılâbının getirdiği semerelerde birtakım arızalar, hastalıklar yüz göstermeye başladığını” belirtir (26). Peker’e göre ‘hürriyet inkılâbı’nın bu denli hastalıklı bir şeye dönüşmesinin ardında yatan temel neden de inkılâbın ‘liberalizm’ ve ‘liberte’ gibi mefhumlarla ifade edilmeye başlanmasıdır.

1935 yılı Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Kurultayı öncesinde yaptığı program açıklamasında Genel Sekreter Recep Peker, CHP’nin, “amme haklarında anarşiyi besleyen, ekonomide ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını istismar eden liberalizme karşı” cephesini daha da sıklaştırdığını belirtmektedir. Bu çerçevede “haklarda hürriyetin sınırını(n) devlet varlığının otorite sınırı içine alındığı” bir toplumsal düzen “her yerde son nefesini vermekte olan liberal devlet tipi”ne alternatif olarak önerilmektedir (1935: 3-4).

Liberal siyasal ve ekonomik düzen, barındırdığı hastalıklı yanlara ek olarak, sınıf temelli örgütlenmelere ve nihayetinde sınıf inkılâbına yol açması bakımından da eleştirilmektedir. 3 Halk inkılâbının ardından muhtelif partilerden kurulu parlamento hayatının doğuşu, politikayı yeni oluşan bir profesyonel zümrenin elinde bir iktidar savaşı ve didişme alanına çevirmiş ve böylelikle parlamentarizm sınıf kavgalarının, sınıf inkılâbının ve daha sonra demokrasiyi düşman sayan otorite devletlerinin yeniden vücut bulmasına sebebiyet vermiştir (27).
Peker’e göre sosyalizmin genişlemesinin ardında üç önemli dinamik vardır: Birincisi, demokrasi ve liberal parlamentarizmin sunduğu olanaklar ve yaratılan hürriyet havasıdır; ikincisi ise ekonomik liberalizmin yaşattığı fenalıkların giderilememiş olmasıdır ve son olarak da sosyalist ideolojinin taşıyıcılarının temelde işçiler olması, doğalarının ve toplumsal koşullarının sosyalizmi benimsemelerine yardımcı olmasıdır (41-2).


Peker-Kemalizm-Korporatizm
Gerek liberalizmi gerekse sınıf inkılâbını dışlayan Peker, Kemalist inkılâbın dayandığı temel prensipleri açmaya başlar. Peker’e göre bir devlet yaşadığı devir ne olursa olsun “iç varlığında birlik olmayınca muvaffak olamaz” (48).
Peker’in “iç varlıkta birliği” tanımlarken çizdiği çerçeve Kemalist yönetici kadroların birey sorununa nasıl yaklaştıklarını ortaya sermesi açısından önemlidir. Peker için “insanlar, tek tek bakıldığı zaman değerleri sıfırdır” (sf. 48-49); yani ancak ve ancak homojen bir kütle olarak “ulus” içerisinde bir mana ve değer kazanacaklardır.

“İç varlıkta birliği” sağlamış bir model olarak Mussolini İtalyası Recep Peker’in derslerinde yer bulmaktadır. Peker’in anlatımıyla, sosyal düşünceleri ilk başlarda sosyalist “kokan” Mussolini “komünizm ağacının yeşermekte” olduğu İtalya’da vaziyete hakim olup “sınıf mücadelesine tamamen zıt ve memleketin türlü sınıfları arasında uygunluk, uyum –ahenk– getiren siyasal ve sosyal bir ekol” koymuştur (50, abç.). Almanya ise Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara gelişi, “parlamentarizmin yarattığı tahribata” dur demesi açısından övülmektedir (52).

Peker’in metinlerinde son derece ‘hacimli’ bir liberalizm eleştirisi bulunmaktadır. Fakat liberalizm eleştirisi sınıf temelli siyasal örgütlenmelere karşı duyulan tiksinti ile yan yana ilerlemektedir. Recep Peker’in vardığı nokta ise sınıfların ve sınıfsal çatışmaların reddine ve organizmacı bir toplumsal tahayyüle dayanan, tek-parti ve şef (ve şefin kurmayları) etrafında örgütlenmiş bir millet arzusunu yansıtan, kökenlerini Ziya Gökalp’in felsefesinde bulabileceğimiz (yer yer totaliter unsurları içinde barındıran) solidarist korporatizmdir.

Söz konusu olan Kemalizm ve Korporatizm olduğunda Taha Parla’nın "Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm’i (İletişim Yayınları)" vazgeçilmez bir başyapıt olarak mutlaka ele alınmalıdır. Aynı yazar tarafından kaleme alınan "Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları (İletişim Yayınları)" serisi ise yine Kemalizmi anlamak açısından çok önemlidir.

Parla, korporatizmi; “toplumu, birbirine karşılıklı bağımlı ve işlevsel bakımdan birbirini tamamlayan parçalardan oluşan, organik ve kendi içinde uyumlu bir bütün olarak gören” (sf. 93) bir ideoloji olarak tanımlar. Bu bütünün kurucu öğeleri meslek grupları ve bu gruplar tarafından oluşturulan birliklerdir.

Korporatizm liberalizm bahis olunduğunda bireyin temel alınmasını; Marksizme karşı olarak da sınıf ve sınıflar arasında çelişkili bir ilişkinin varlığı düşüncesini hedef alır. Siyasal düşüncenin bu iki kanadı da birlik, uyum ve ahenk fikirlerinin altını oymaktadır.
Kemalizm’in altı okundan biri olan Halkçılık ise –bırakın sol bir içerik taşımayı– bu solidarist-korporatist tahayyülün Kemalizme tercümesi olarak ele alınmalıdır.

Kökenleri itibariyle halkçılığın gelişiminde belirleyici olan dayanışmacılık, kapitalist gelişmenin yarattığı eşitsiz ve antagonistik toplumsal ilişkilere çatışmacı (Marksist) cevaba alternatif bir çözüm arayışından doğmuştu. İlhan Tekeli’nin tabiriyle dayanışmacılar, “girişim özgürlüğüne ve özel mülkiyet kurumuna dokunmadan, ekonomide devlet müdahaleleriyle, toplumsal içerikli yasalarla, kooperatifçilikle ve karşılıklı yardımlaşma örgütleriyle toplumsal adaletsizlikleri azaltabileceklerine inanıyorlardı.” Bu fikir Türkiye topraklarındaki en sarih ifadesini Ziya Gökalp’in çalışmalarında bulacak ve Gökalp'çi izlek başta Mustafa Kemal ve Peker olmak üzere Kemalist kadrolarca takip edilecektir.


Kemalizm anti-kapitalist bir ideoloji midir?
Konumuz açısından önemli noktalardan biri de korporatist tahayyül ile kapitalizm arasındaki ilişkidir. Özelde Recep Peker’in genelde Kemalizm’in kapitalizm ile söylemde kurduğu karşıtlık bazı yorumcuların Kemalizm’in içinde anti-kapitalist –ve hatta bazı yorumlara göre sol/sosyalist– nüveler barındırdığı sonucuna varmasına sebep olmuştur.

Peker’i takip edersek gerçekten de Kemalizmin kapitalizme karşı “eleştirel” bir mesafede durduğunu iddia etmek mümkündür. Recep Peker’e göre ‘hürriyet inkılâbı’nın verdiği neticeler arasında en sakıncalıları ekonomik liberalizm ve ticaret serbestliğidir.
Başlangıçtaki idealist insanların inkılâptaki rolü azaldıkça, özgürlük şiarı ile yola çıkmış olan liberalizm bir ekonomik tahakküm aracı haline dönüşmüştür (sf. 26-7).

Fakat Kemalizm’in kapitalizm ve liberalizmle girdiği bu sürtüşmenin temelinde sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sol/sosyalist bir eleştirisinden çok, kapitalizmin ve liberalizmin içinde barındırdığı çatışma potansiyeline, özellikle sınıflaşma ve bireyleşme olgusuna karşı duruş yatar. Recep Peker tüm konuşmalarında ve yazılarında liberalizme olduğu kadar (ve hatta ona olduğundan da çok) komünizme ve “sol cereyanlara” karşı da düşmanca bir tutum içerisindedir.

Her ne kadar kapitalizmin getirdiği dönüşümlere karşı tepkisel bir hareket olsa da, korporatizm “özel mülkiyet ve girişimin önceliği ilkesine dayanan kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumu varsayan bir düşünce sistemi ve bir dizi kuruma işaret eder.” (T. Parla) Korporatizmin her türünün kapitalizmle girdiği bu çelişkili görülen ilişki anlaşılmadan solidarizmin her iki alt türünün de anlaşılması mümkün olamayacaktır.

Korporatizm kapitalizmin yarattığı bireyselleşme olgusuna olduğu kadar sosyalizme ve sınıf mücadelesi şiarına dayanan Marksizm’e ve sosyalist düzen projesine de düşmandır.

Korporatizm anti-Marksist ve anti-liberaldir; fakat anti-kapitalist değildir.
Taha Parla korporatizmin “genel, total sermaye anlamında kapitalizmin uzun vadeli var oluşunu öne çıkarmakla; ancak bireysel, özel sermayelerin kısa vadeli dar çıkarlarına meşruiyet sağlayabilen liberal mantığa kıyasla, kapitalist topluma daha yüksek bir rasyonalite kazandırdığı iddiasında” olduğunu belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında her ne kadar kapitalizm ve sosyalizm arasında bir “üçüncü yol” olma iddiasında da olsa, korporatizm kapitalist ekonomik ve sosyal ilişkilerin bir “türevi” olarak ele alınabilir. Bu çerçeve dâhilinde Kemalizm’in anti-kapitalist/devletçi retoriğinin sol düşünce ile alakalandırılmasının ve Kemalist ekonomik kalkınma projesinin kapitalizmle sosyalizm arasında bir “üçüncü yol” olarak adlandırılmasının temelsiz olduğu görülecektir.

Değerlendirme
Recep Peker’in İnkılâp Dersleri ve diğer külliyatından hareketle Kemalizmin ideolojik harcı ile ilgili şu noktalara değinebiliriz. Birincisi, Kemalizm bir ideolojidir ve erken Cumhuriyet dönemine ve Kemalizme dair yapılacak bir tartışmada bu noktanın kesinlikle akıldan çıkarılmaması gerekir.

İkinci olarak Kemalizm, her ne kadar kendisini döneminin önde gelen ideolojik akımlarından soyutlama çabasında olsa –ve hiç kimseye ve hiç bir akıma öykünmeyen tamamıyla özgün bir öğreti olduğunu iddia etse de– genel hatlarıyla korporatizmin solidarist alt türüyle çakışan bir ideolojik örüntüye sahiptir. En net ve kapsamlı ifadesini Kemalizmin altı okundan biri olan halkçılık ilkesinde bulan bu ideolojik örüntü organik ve homojen bir bütün olarak toplum ve bu bütün içerisinde eriyen birey fikriyatını hareket noktası olarak ele alır. Bu açıdan hem liberal bireyciliğe hem de sınıf fikrine karşıdır.

Bir başka nokta ise bu anti-liberal duruşun zorunlu olarak anti-kapitalist bir muhtevaya sahip olması gerekmediğidir. Retorikte anti-kapitalist tonlar taşımakla birlikte Kemalizmin milyonerler ve hatta milyarderler yaratma hülyasının erken Cumhuriyet yılları boyunca terk edilmediğini hatırlamak yeterli olacaktır.

Son olarak, bahsi geçen korporatist tahayyülün sadece Kemalizme musallat olduğunu düşünmek; korporatist Kemalistlerin karşısına “demokrat” merkez-sağ siyaseti (ya da şimdilerde İslamcı siyaseti) konumlandırmak mevcut haliyle memleket liberalizminin en gözde fantezisi olmaktan öteye geçemez. Çok partili hayata geçişle birlikte tüm varyasyonlarıyla Türkiye sağ(lar)ının seyrine bakıldığında korporatizm hayaleti ile karşılaşacağızdır.

"Birgün Kitap, 9 Ekim 2010
Burak Özçetin

ilgili konu:Korporatizm - Murat Belge

18 Ocak 2018 Perşembe

Devlet benim, halk da benim halkım...

`Jan Werner Müller` Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: "Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar." 
Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor.

Uzun süredir, özellikle Batı ülkelerinde sağcı ve hatta ziyadesiyle ırkçı söylemi benimseyip harlayan siyasetçilerin yükselmeye başlamasıyla birlikte en sık sarf edilen kavramlardan biri, ‘popülizm’ oldu. Farklı ideoloji mensuplarınca, birbirinden ayrı siyaset yapma biçimlerini tanımlamak için kullanılabiliyor. ‘Halkın hoşuna giden ve lehine olan işler yapmak’ tarafından bakıp olumlu anlam atfedenler olduğu gibi, yozlaşmayı ve milliyetçiliğin çeşitli hâllerini anlatmak için başvuranlar da var. Büyük ölçüde iki bloklu dünyanın sona ermesinden sonra, o dünyanın alışıldık yapılarının, kurumlarının çözülmeye ve sağ-sol ayrımlarının bulanıklaşmaya başlamasıyla birlikte, yeni olanı ‘anlamlandırma’ çabasının sonucu olarak ‘gereksinim’ duyulan bir kavram haline gelmiş durumda.


Hakikaten, ne demektir günümüz popülizmi? Hangi coğrafyada, ne anlama gelir? Popülist siyasetçiler olarak tanımlananların hepsi aynı yolun yolcusu mu? Her biri aynı yöntemi mi uyguluyor? Popülistlerin varmaya çalıştığı yer aynı mı? ‘Popülist liderler’ ana başlığı, tümünü kavramak için yeterli mi? Şöyle bir bakalım popülist olarak adlandırılan siyasetçilerin ülkelerine. Chavez ne yapmaya çalışmıştı ve kime karşı? Macaristan’da Orban, otoriter siyasetini hangi ilkeler üzerine kurdu, anayasadan anladığı neydi? Yapay zekâ üzerine çalışmaların son sürat devam ettiği, bir süre sonra adalet hizmetlerinde robotların kullanılabileceği ABD’de, kaba saba bir ırkçı olan Trump nasıl ve hangi söylemle seçim kazandı? ‘Kültür ve estetik’ sözcüklerinin ilk çağrıştırdığı ülkeler olan Fransa ve İtalya’da, Le Pen ve Berlusconi gibi figürler hangi dinamikler sayesinde güçlenebildi? İyi kötü demokratik teamülleri oluşturabilmiş ve yüz küsur yıllık anayasa geleneği olan Türkiye’de, AKP iktidarı nasıl olup tüm anayasal teamülleri yerle bir edebildi?

İşte bu sorular üzerinde düşünebilmek için gerek duyduğumuz kavramlardan biri popülizm ve bugün önereceğim kitap “Popülizm Nedir?” başlığını taşıyor. Viyana’da verilmiş bir seminerler dizisi sonunda ortaya çıkan eserin yazarı, Almanya doğumu Jan-Werner Müller. Halihazırda Princeton Üniversitesi’nde siyaset teorisi/düşünce tarihi dersleri veriyor. İletişim’den 2017’de yayımlandı ve çevirmen, kendisi de bir akademisyen olan, Onur Yıldız.
Müller, yukarıdaki soruları ve daha fazlasını soruyor eserinde ve kestirme yanıtlara varmak yerine kendi yanıtlarına yine kendisi itiraz ederek, farklı bir yerden de bakmayı denerek yanıt arıyor. Kitap daha başlarken, ilk sayfasından Bertolt Brecht’e selam gönderiyor: “Tüm yetki halktan gelir. Fakat nereye gider?” Yönetim denilen mekanizma, büyük ölçüde bu saptama ve sorunun sorgulanmasıyla anlaşılabilir kuşkusuz ve yüzlerce yıldır farklı kavram setleriyle yapılmaya çalışılan da bu. Yetkiyi veren halk, nasıl bir bileşimdir? Verdiği varsayılan yetki, nereye gider, kimlere? Nasıl kullanılır?
Hep aynı şeyi düşünüp sorgulamak gerekiyor: Bir halkız! Doğru da, bir örnek değiliz. Örneğin Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan bir halkı oluşturuyor ya da daha kapsayıcı ve soyut olarak, ulusu. Buna mukabil, hem ‘halklar’ ifadesi kullanılıyor hem de bir ‘halka’ dahil olduğunu düşünenler arasında da başta sınıfsal olmak üzere belirgin ayrımlar var. Kaynaşmış bir kitleden değil, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşayan bireylerden söz ediyoruz. Çok sayıda aidiyeti olan bireylerden. Farklı bireyler, yurttaş sıfatıyla belirli aralıklarla kendi yöneticilerini, temsilcilerini seçiyor. Egemenliğin kullanılması yetkisini, bir süre için birilerine bırakıyor. Bunu seçim aracıyla yapıyor. Ardından bakıyoruz, kendilerine belirli bir süre için verilen yetkiyi kullananlar, yetkiyi verenin isteklerini yerine getirmiyor aslında. Yetki sahiplerinin bir kısmını hoşnut, kalanını mutsuz ediyor. Oysa hoşnut ettiklerinin diğerlerinden bir ayrıcalığı yok. İşte popülizm kavramı, tercih edilen yetki kullanma yöntemlerinden ve demokratik sistem açısından en tehlikeli olabileceklerden biri.
Çalışma ve konu hakkında genel bilgi verebilecek bazı başlıkları kısaca anlatmak yeterli olur. İlk başlık, “Herkes popülist midir?” Yazar, haklı olarak son yıllarda, özellikle Trump’ın seçilme sürecinde popülizm kavramının hiç olmadığı kadar sarf edildiğine dikkat çekiyor ve ardından adları yukarıda anılan ülke ve liderlere, ayrıca Syriza, Podemos gibi partilere değiniyor. Şu saptamayla başlıyor: “Bir popülizm teorisine sahip değiliz ve siyasal aktörlerin ne zaman popülist olarak adlandırılabileceklerine dair anlamlı bir kriterimiz yok.” Tabii buradan doğal olarak şu sonuçlar çıkar. Eğer popülizmin ne olduğuna dair açık ölçütler yoksa, o zaman birileri tarafından sevilmeyen ‘başarılı’ yöneticilere mi popülist diyoruz? Zira her siyasetçi, seçim kazanmak ve yönetmek için halkı cezbetmek ister ve bunu yapmak için sıradan insanın düşünce ve duygularını bilmek, ona göre davranmak zorundadır? Peki bu durumda, popülizm suçlamasının kendisi popülist bir yol mu? Yazar buradan yola çıkarak popülist olarak adlandırılanların bazı ortak noktalarını bulmaya çalışıyor. Kuşkusuz her ‘benzerlik’ bulma çabası, diğer yandan ortak olmayan nitelikleri de ortaya çıkarır. Ya da tam tersi! Örneğin popülistler ‘seçkinlere’ karşı eleştirel tutum alır. Yazar, bunun gerekli ama yeterli bir ölçüt olmadığını savunuyor çünkü her seçkin eleştirisi popülist değil.
Bir diğer nitelik, popülistlerin her zaman ‘çoğulculuk karşıtı’ oluşları. Popülistler halkı yalnızca ve her zaman kendilerinin temsil ettiğini iddia eder. Yazar burada Erdoğan’dan örnek veriyor. Bir parti kongresinde, “Biz halkız. Siz kimsiniz?” diyen Erdoğan’ın, halkın geri kalanının varlığından elbette haberdar olduğunu, onları dışlamanın ampirik değil ‘ahlaki’ bir iddia barındırdığını tespit ediyor. Popülistler iktidar için mücadele ederken siyasi rakiplerini ahlaksız ve yozlaşmış elitler olarak tanımlama eğilimindedir. İktidardayken de hiç bir muhalefeti ‘meşru’ kabul etmezler. Denklem basit aslında: Erdem ve ahlakı temsil eden iktidarı desteklemeyenler, erdemli ve ahlaklı halkın ‘uygun’ bir parçası olamaz. Popülistler, yüzde 99 olamaz, yüzde yüz olmalı, bütünü temsil etmelidir! Haliyle popülizm her zaman bir kimlik siyaseti biçimidir (ama tüm kimlik siyasetleri popülist değildir!). Haliyle demokrasinin gerektirdiği farklılıkların var olabilmesi ilkesi ile bağdaşmaz popülist siyaset. Müller’e göre, “…popülistler çatışma üzerinden büyüme ve kutuplaştırmayı teşvik etmek ile yetinmezler. Aynı zamanda siyasi rakiplerine halkın düşmanları gibi davranırlar ve onları tamamen dışlamanın yollarını ararlar.”
Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar. Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor. Devletin gerçek sahibi olan ve ‘ne eylerse güzel eyleyen’ halkın iradesi. Hâl böyleyken popülist yönetimlerin eylemleri de sorgulanamaz hale gelir çünkü iktidar, mülkün asıl sahibi adına hareket etmektedir. Tabii çözümü son derece güç bir sorundan söz ediyoruz burada. Popülistler, demokrasinin yüksek ideallerini gerçekleştirme hedefinden (yönetimi halka bırakmak!) söz ediyorlar çünkü. Ancak demokrasinin yozlaşmış bir versiyonu. Haliyle, demokrasinin nerede sona erip popülizmin başladığını saptamak, başlı başına bir gereksinim. Yazar, kitabın sonraki bölümlerinde söz konusu sınırı arıyor. “Popülistler ne söyler?” ‘Ne yapar?” sorularıyla. Dünyadan çokça örnek veriyor Müller ve çoğu son derece güncel. Ona göre, yazılı bir doktrini olmayan popülizmin anlaşılması, demokrasinin kavranmasına yardım edecektir. Burada, popülizmi ilerici (tabana dayalı) bir hareket olarak gören Kuzey Amerika ile tarihsel deneyimlerdeki farklılıklar nedeniyle siyasal kötülük olarak gören Avrupa’daki tanım ve algı farkları üzerinde duruyor.
Popülizm siyasal sorumsuzluk örneği midir? Popülizmin destekçileri olarak belirli sosyo-ekonomik gruplara yoğunlaşmak makul mü? Popülist hareketleri, çoğunlukla belirli bir eğitim ve maddi düzeye sahip olanların desteklediği doğru, ancak bu her zaman geçerli değil. Söz konusu hareketler, özellikle maddi açıdan güçlü kesimlerden de farklı meşruiyet gerekçeleriyle oy alabiliyor. Haliyle keskin neden sonuç ilişkileri kurmak çoğu zaman yanıltıcıdır. Popülistler, insan psikolojisine, duygularına, zaaflarına oynar; ancak bu gerçekten, ‘sevgi,’ ‘öfke’ ve ‘hınç’ ile hareket edebilen insanların her durumda aynı kümeye mensup olduğu ve söz konusu gerekçelerin paylarının çok büyük olduğu sonucu çıkarılmamalı. Aksi halde tartışma tümüyle sosyo psikolojik alana taşınmış olur.
Ezcümle, popülistler çoğulculuk karşıtıdır. Yükselişe geçişini temsili demokrasilerin başlangıcına borçludur. Tüm halk adına konuşan biri olmadan popülizm olmaz. Popülistler halkın yalnızca bir kısmına halk muamelesi yapmak zorundadır; gücünü ve ahlaki meşruiyetini bu ayrışmadan alır. İngiltere’de Nigel Farage’ın Brexit oylaması ardından “Bu gerçek halkın zaferi” sözlerini hatırlayalım. Ya da Trump’ın, “Önemli olan tek şey halkın birleşmesidir çünkü geriye kalanların bir önemi yoktur,” ifadelerini. Bir ‘soylu halk’ varsayımı vardır. Temsil (yani seçim) düşüncesine de karşı değiller kuşkusuz. Yalnızca, ‘doğru halk, doğru kararları ancak doğru temsilciler aracılığıyla verir’ ve doğru temsilciler, kendileridir! Seçim dönemlerinden tartışmalara katılmayı reddetmeleri olağandır; Orban gibi, Erdoğan gibi. Çünkü teori tartışmaya, akıl almaya gereksinimi yoktur popülist liderin, bunlarla zaman kaybetmeye tahammül edemez. Tabii henüz iktidarda olmayan popülist partilerin seçim kazanamıyor oluşlarının nedeni, sessiz çoğunlukların varlığıdır. Onlar sessizliklerini bozduğunda, iktidar mukadderat olur! Her ne kadar ‘halk’ hiçbir zaman bir örnek olmasa ve hiçbir zaman aynı kalmasa da; birinin halkı bildiğini iddia etmesi, kitleleri etkiler.
Yazar, yine dünya örneklerinden hareketle, popülist liderlikleri, popülistlerin iktidardaki hallerini, anayasaya bakışlarını, halk oylamaları konusundaki düşüncelerini, devlet yönetimi algılarını, her şeye rağmen ‘seçim’ aracından neden vazgeçemeyeceklerini, sivil toplum algılarını, ‘dış güçler’ konusundaki propagandalarını (‘ajan bunlar’ söylemi!) anlatıyor. Sonunda da popülizm ile nasıl başa çıkılacağı konusunda ipuçları veriyor.
Yazı Victor Orban’ın iki ‘vecizesi’ ile sona ersin: “Avrupa Birliği Macaristan’a saldırıyor.” “Her kim Macar hükümetini eleştiriyorsa, Macar halkına saldırıyordur.”

Bunları okuyunca, ‘Neyse ki Macaristan’da yaşamıyorum’ diyor insan. Neler var!


Murat Sevinç
www.gazeteduvar.com.tr/devlet-benim-halk-da-benim-halkim