Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı; ama yerine ne konacak?

Prof. Dr. Sencer Ayata:

Söyleşi Metin Kaan Kurtuluş

Ufukta 21. yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor… Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma görünüyor.”
Bu sözler, dünya akademilerinde de tanınan Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata’ya ait.
Yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) kısa süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme getirerek tartışılmasına da yol açtı.
Dünya düzeni, Koronavirüs salgınından sonra değişebilir mi?
Bu soruya ilişkin olası yanıtlar da tartışma gündemine giriyor.
Türkiye ve dünyadaki bu tartışmalar eşliğinde, geçen yasama döneminde parlamentoya ve CHP yönetimine giren, bir dönem Harvard Üniversitesi’nde ders veren ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata ile mevcut krizde ve dünyada sosyal demokrasinin konumu ve durumu hakkında konuştuk. (Metin Kaan Kurtuluş)

*New Deal (Yeni Görüş), ABD'de 'Büyük Buhran' sebebiyle 1933-1939 yılları arasında Franklin D. Roosevelt tarafından yürürlüğe sokulan ekonomi, sosyal ve siyasi önlemler içeren programdır. Program kamu yatırımlarını arttırmaya ve istihdam sağlamaya odaklanıyordu, hedefi 'Büyük Buhran' sonrası ekonomik düzelmeyi hedefliyordu. Program kapsamında ekonominin tekrar benzer bir krizle karşı karşıya kaldığında çökmemesi için finansal reform da yapıldı. ABD'de program '3R' kavramıyla da özetleniyor: Relief, Recovery ve Reform (rahatlama, iyileşme, reform)


4 Nisan 2020 Cumartesi

Barış Gelini: Pippa Bacca

Barış için Milano'dan Tel Aviv'e gitmek üzere yola çıkan ve Kocaeli'nin Gebze ilçesinde tecavüz edildikten sonra öldürülen İtalyalı sanatçı Giuseppina Pasqualina di Marineo, ölümünün 12. yıldönümünde "Barış Gelini: Pippa Bacca" filmiyle anılıyor.



BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.

İtalyalı yönetmen Simone Manetti'nin yorumuyla izleyiciyle buluşacak filmin Türkiye'deki lisans haklarını Serpil Altın Film aldı. "Barış Gelini: Pippa Bacca" ismiyle yakında Türkiyeli seyircisi ile buluşacak filmde, Pippa'nın kamerasından görüntüler de yer alıyor.

Pippa Bacca hakkında
Sanatçı Giuseppina Pasqualino di Marineo tüm dünyanın tanıdığı ismiyle Pippa Bacca ve arkadaşı Silvia Moro, 8 Mart 2008'de 'Barış Gelini' adını verdikleri proje için şiddetin hakim olduğu ülkelere barış ve sevgi mesajı vermek için yola çıkmışlardı. İki kadının Milano'dan başlayan yolculukları, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden devam ederek, Tel-Aviv'de son bulacaktı. Barış isteyen Pippa ve Silvia'nın bu projedeki başlıca mottoları; "İnsanlara güvenmekti." Otostopla seyahat etmeyi de bu sebeple seçtiler.

Türkiye'ye geldikten sonra arkadaşı Silvia ile yolları ayrılan ve sonrasında tek başına yaptığı otostopta Kocaeli'nin Gebze ilçesinde ortadan kaybolan İtalyan sanatçının tecavüz edilip boğularak öldürüldüğünü ortaya çıktı. Pippa'nın kayboluşu kendisinden haber alamayan ailesinin başvurusu üzerine 3 Nisan'da medyada yer bulmaya başladı. Pippa'nın en son bindiği kamyonetin sahibi Murat Karataş, göz altına alınarak tutuklandı. (AÖ)



BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.


31 Mart 2020 Salı

Koronavirus Karşısında Popülistler

Murat Belge
Koronavirüs salgını şu sıralar sıkça söylendiği gibi zihnimizde yeni ufuklar açmıyor bence. Ama bir şey de yapıyor. Nedir o yaptığı “şey”? Eskiden beri zihnimizde olup da söylemediğimiz bazı sözlerin “bayat”, “gereksiz” v.b. damgası yemeden yeniden söylenebileceği bir ortam yaratıyor. Ve belki, söylendiği zaman ikna edici sözler olarak kulağa çarpmasına imkan veren bir zemin yaratıyor.
“Kapitalizm iyi bir sistem değildir” sözünün “yeni” bir söz olduğunu kimse düşünmez. Ama ne zamandır bunu ya da bunu akla getirecek şeyleri söyleyemez durumdaydık. Söylesek, “Daha iyisini söyle” cevabını alıyorduk. Reel-sosyalizmin geride çok az olumlu iz ya da anı bırakarak çökmesinden sonra genel bir “nutku tutulma” psikozuna girmiştik. Doğa gibi tarih de “boşluk” dinlemediği için bu cenahtan çıkmayan sesi öbür cenah çıkarıyordu. Oldukça pervasız bir kapitalizm, gürültülü bir hegemonya kurdu.
Bugünlerde çıkan bir tartışma da böyle beklenmedik bir genel afet durumunda “özgür” toplumların mı, yoksa “otoriter” toplumların mı tehditle daha başarılı mücadele verdiği konusundaydı. Böyle bir “konu” olmasının nedeni de hastalığın bazı Asya toplumlarında gösterdiği manzaraydı. Virüsün çıktığı yer olduğunu düşündüğümüz Çin kısa süreli bir sendeleme döneminden sonra toparlanmış ve salgını denetim altına almayı —görünüşte— başarmıştı. Ama Asya’da başarı yalnız Çin’in değil, onunla hiçbir yakınlığı olmayan Taivan’da, Hong Kong’da ve Güney Kore’de de elde edilmişti. Bu ülkelerin Çin’le yakınlığı olmasa da “otoriter” olmakta hepsi ortaktı. Bu durumda, başarı “otoriter model”de miydi? İşte özgür, demokratik modele uygun İtalya!.. İşte öteki Avrupa toplumları, İspanya, Fransa v.b...
Yakın gelecekte A.B.D.’nin bayrağı ele alıp öne geçeceği söyleniyor. Yani bir demokratik toplum daha.
Demokratik? İyi de, Amerika’nın demokratik tarihinden hiç de hoşnut olmayan Donald Trump karar veriyor Amerika’nın hangi durumda ne yapacağına.  Verdiği kararlar da ortada. Önce bunun bir “Demokrat yalanı” olduğuna karar verdi, sonra “Çin virüsü” diye tutturdu. Ciddi tedbir alınmasını alabildiğine geciktirdi. Bunu neye dayanarak Amerikan demokrasisinin yetersizliği olarak yorumlayabiliriz? Şu olabilir tabii: Trump gibi birinin başkan seçilmesi Amerikan demokrasisinde bir zaafın sonucu olarak değerlendirilebilir.
Bu makul, incelenmesi gereken bir konu. Ama Trump’ın saçma sapan davranışlarını Amerikan demokrasisiyle özdeşlemek doğru değil. Epey “dolaylı” denecek bir ilişki var iki konunun arasında.
Ayrıca Trump dünyada yalnız da değil. Yani, “demokratik dünya” yalnız virüse karşı değil, popülizme karşı da “geçirimli”. Şu anda “otoriteryanizm”e karşı başarısız çıkan da  demokrasiden çok bu popülizm. Örneğin Boris Johnson’ın Britanya’sı da ilginç evrelerden geçti. “Sürü bağışıklığı” diye hümanizminden geçilmeyen bir kavram ve bir stratejiyle yola çıktı Johnson. Buna mı “özgür toplum” ideolojisi diyeceğiz?  Zaten tarihin şu döneminde (ya da “dönemecinde) kapitalist (Batılı) toplumlarda “demokrasi” nedir, neyi belirler?
Toplum, yukarıda sözü geçen Asya toplumlarında olduğu gibi bireyi ezen bir varlık olmamalı. Sözgelişi Çin gibi bir ülke, böyle bir olayda kendini geri kalan dünyanın parmak salladığı ülke konumunda bulunca, sadece Çin’in itibarının korunmasını düşünüyor. Bunun için şu kadar bin kişinin adam yerine konmaması umurunda değil. Nasıl olsa nüfus bol.  Bunları rahatlıkla gözden çıkarabiliriz. O tip toplumlarda mantık böyle çalışıyor. 
Buna karşılık Batı toplumlarında bireyin dokunulmazlığının geçerli olduğunu varsayıyoruz.  Ama bu her zaman çok tartışmalı bir ilke olmuş. Henry Ford adında bir bireyin sahip olduğu servete sahip olmasının tartışılamayacağını söylüyorsak, bu servet birikimi “öbür bireyler”i nasıl etkileyecek, bunu tartışmaktan da vazgeçmemizi gerektiriyor.
Ayrıca, “bireyin özgürlüğü” bir “total sorumsuzluk” anlamına gelmez. “Birey” diyoruz, “toplum” diyoruz.  Bunların biri olmazsa öbürü de olmaz. Birini öbürüne egemen kılmak da akıl kârı değil. Sorun, makul dengeyi bulmakta. Onun için koronavirüs bağlamında “otoriter rejim” mi daha başarılı, “demokratik toplum” mu tartışması daha baştan yanlış bir tartışma oluyor.
Ne yazık ki dünya nüfusunun çoğu ne yapmanın doğru olduğunu, olacağını, aklın gösterdiği yoldan değil de, koronavirüsün verdiği dersten öğrenmeyi tercih etti—hâlâ da ediyor.

24 Mart 2020 Salı

Triyaj


Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler; hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.” diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların önceliği olurdu.


Fransız ordusunda Larrey adlı bir askeri doktor, hızlı bir sınıflama ve seçim sistemiyle, yani triyajla bacak kesmelerde diğer doktorlara göre daha çok oranda askeri yaşatmayı başarıyor (%75-80) oranında. Bu konunun ilk başlangcı oluyor.
Daha sonra bir Rus doktor, Kırım ve Kafkasya savaşlarında öncelikli olarak tedavi görecekler için seçme ilkelerini belirliyor ilk kez. Bunu Prusya ordusu da benimsiyor Ve sonra da bütün dünya ordularına yayılıyor. Modern tıpta özellikle acil servislerde büyük önem kazanıyor.

Örneğin gemilerin batışında, “önce kadınlar ve çocuklar” “en son kaptan” bir triyaj ilkesidir.
Yani büyük felaketler, savaşlar ve pandemilerde kimin öncelikle tedaviye alınacağı, kimin önce kurtarılacağı, yani “yangında ilk kurtarılacak” olanı seçmek, bunun ilkelerini belirlemek zorunludur.

Triyajda çeşitli ülkeler ayrıntıda farklılıklar gösteren standartlara sahipse de, esas olarak beş aşamalı bir triyaj kabul görmüştür ve uygulanmaktadır ve bu aşamaları sembolize eden renkler vardır:
Kırmızı: hayati tehlike, derhal müdahale
Sarı: Ağır yaralı
Yeşil: Sonra müdahale
Mavi: yaşama şansı yok
Siyah: Ölü

*

Peki ya binlerce kırmızı, yani acil müdahale bir anda gelirse ne olacak?

Önümüzdeki günlerde hastanelere binlerce “hayati tehlike”, yani kırmızı hasta yığılacak, eldeki yoğun bakım yatakları binlerin yüzde veya binde birine bile yetmeyecek ve bu muhtemelen bu böyle, en iyi ihtimalle yaz ortasına kadar, birkaç ay sürecek, (ertesi yıla uzama olasılığı bile var).
Yani acil müdahale gerektiren ağır hastalar içinde de seçim yapılmak zorunda kalınacak. Durumları eşit derecede acil olanlar veya daha yaşlı ama daha umutvar olmakla birlikte daha genç ama daha az umutvar olan arasında yaşaması ve suni solunum aygıtına bağlanması için kim seçilecek?
Doktorları kimin yaşayacağına karar verme ahlaki yükünden ve sorumluluğundan kurtarmak için, olabildiğince nesnel kriterler belirlenmiştir. Ancak gelecek hasta sayısı, zaman kısıtlılığı personelin yorgunluğu ve sınırlılığı nedeniyle bu “nesnel” kriterler bile işe yaramayacaktır.

Kaldı ki, bu hastalıkta henüz böyle ölçütler de yoktur ve belirlenmiş değildir.
Bu durumların nesnel bir kriteri o kadar zordur ki.
Bu gibi durumlarda seçim yapmak zorunda kalan doktor ve diğer personel genellikle travma sonrası rahatsızlıklar gösterir.
Bu durumda ne olacak?

Zamanında sokağa çıkma yasağı ilen etmeyerek, hastalığın yayılma hızını yavaşlatmak için elinden geleni yapmayarak, yoğun bakım ve suni solunum cihazlarını, bunları kullanacak personeli azami düzeye çıkarmayarak, sayıları gizleyerek ve az göstererek, sorunun hastalığı yavaşlatma ve kapasiteyi aşmama olduğunu gizleyerek bizzat virüs aracılığıyla hükümet bir triyaj (ayıklama, seçim) yapıyor. Yani önceliği daha genç ve sağlıklı olanlara veriyor.
Bu “büyük triyaj”.
Böylece yaşlı nüfusu ölüme terk etmiş oluyor.
Bir de hastaneye gidenler içinde de ikici bir triyaj olacak. Bu da “küçük triyaj”
Büyük bir olasılıkla gençlere vs. öncelik tanınarak, birinci triyajda virüsün gözünden kaçanlar, bu ikinci triyajda eleneceklerdir.

*

Bu geleceği apaçık olan yığılmayı engellemek için hiçbir şey yapmayan, sorunu bu yığılmayı engellemek ve hastalığın yayılışını yavaşlatıp zamana yaymak gibi bir strateji izlemeyen hükümet apaçık olarak yaşlı nüfusun büyük ölçüde soykırıma uğratmayı planlamış bulunmaktadır.
Muhalefet de sorunun bu olduğunu hiçbir şekilde öne çıkarmayarak hükümete fiilen destek olmuştur ve olmaktadır.

Daha önceleri insanlar dillerinden, dinlerinden, “ırklarından”, siyasi görüşlerinden dolayı defalarca soykırımlara uğramışlardır.
Bunun benzerini saf ve sağlıklı olanı seçmeyi kısmen öjenikler, naziler savunurdu bir zamanlar.
Ama şimdi ilk kez hasta ve yaşlıların soykırımı karşısındayız.

İngiltere’nin uygulayacağını söylediği “sürü bağışıklığı” tamı tamına bir yaşlı ve hasta soykırımıdır.
Ve başlangıçta buna hiç tepki vermeyen İngilizler sonra tepki verince hükümet geri adım atmak sorunda kaldı ama tedbirleri hala fiilen bu yaşlı ve hasta soykırımını engelleyecek durumda değildir.

Türkiye’de ise hükümet resmen bunu istedi ve bütün stratejisini, bunun gizlenmesi üzerine, dikkatleri başka noktaya çekme ve bunu açıklayanları bastırıp susturma ve tüm toplumu fiilen bu soykırımdan habersiz bırakma üzerine kurdu.
Şu ana kadar da bunu başardı,
Erdoğan ve damadının gülmelerinin nedeni budur. Güzel günlerden, ekonomik başarılardan söz etmelerinin nedeni budur.

Eğer toplumdan ses çıkmaz ve sıkı durup on binlerce hasta ve yaşlı insanın boğulurak ölümünü “solunum yetmezliği” ve “zatürre” raporlarıyla gizler ve bu soykırımı kişisel ve ailevi trajediler olarak topluma kabul ettirebilirse kendi açısından başarıya da ulaşmış olacak ve kendisiyle suç ortağı ve iyice çürümüş bir toplum yaratacaktır.
Çünkü yaşayanlar tıpkı Ermeni mallarına konmuş Müslümanlar gibi bu suç ortaklığından maddi bakımdan kazançlı olarak çıkacaklardır. Ölen yaşlı ve hastaların masrafının azalması sosyal sigortaların hastalık ve emeklilik sigortalarının örneğin soluklanmasına yol açacaktır. Buradan küçük ödülleri kalanlara dağıtmak memnuniyetsizlikleri bastırmaya yarayabilir.

*

Yaşlı ve hastaların bu soykırımı yepyeni bir olgudur.
Herkes bu salgının yol açacağı sosyolojik değişmelerden söz ediyor.
Böyle tahminlerde bulunmak entelektüel bir spor haline geldi. Ama bu sporu yapanlar gerçek bir olgu karşısında susuyorlar.
Kimseden çıt çıkmıyor.
Yaptığım paylaşımları çok az insan paylaşıyor.
Sadece korku değil bunun nedeni. Haydi benim dilim sivri, önermelerim keskin köşeli ama yumuşak ve yuvarlak da olsa konuyu öne çıkaran yok.
Ezop dili veya başka olanaklarla da başkaları aynı şeyleri söylemeyi deneyebilir.
Bu bile yapılmıyor.
Ortada bu soykırımı sessizce bir kabullenme de var.
Bu korkunç bir durumdur. İnsanlığın, toplumun sonudur.
*
Peki neler yapılabilir?
Oyunun kuralları değişmiş bulunuyor.
Bu artık bildiğimiz dünya değil.
Hayatın ve toplumsal yaşamın en temel sorunları karşısındayız.
Örneğin böylesine bir soykırım söz konusuyken işçilerin durumundan söz etmek gibi şeyler nesnel olarak bu soykırıma onay vermek anlamına gelmektedir.
Bu satırların yazarı bir Marksisttir.
Marksizm de gerçekliğin somut olduğunu, her şeyin her an kendi zıddına dönebileceğini söyler.
İşte böyle bir anda bir Marksistin görevi bu değişimi görmek ve ona uygun bir strateji ve program uygulamak ve geliştirmektir.
Nasıl “Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.” diyorsak, bununla bilinen bütün ezberleri bozuyorsak, şimdi de acil olarak yine ezber bozan tedbirler önereceğiz.
*
Türkiye’de acil görev Hükümet’in bu gizleme ve soykırım stratejisin ve planını bozabilmek için her şeyi yapmaktır.
Aşağıda bu bağlamda en acil ve somut öneriler yer alıyor.

Bunları bir, en temel bir yerde bulunma hakkı üzerinden sivil direniş önerileri yapan bir Marksistin şimdi derhal ve kesin olarak sokağa çıkma yasağı önermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Çünkü soykırımı biraz olsun engellemenin ve hükümetin oyununu bozmanın tek yolu budur.

Pandemi’nin yayılma hızını yavaşlatmak ve ölümcül tehlike içindeki hastaları bakım kapasitesinin altına çekebilmek için acilen şunlar yapılmalıdır.
1) Derhal, acilen, hiçbir gevşetmeye mahal vermeden, kesin ve istisnasız sokağa çıkma yasağı. Tüm sivil nüfusun evlerine kapanması, evsizlere barınak bulunması.
2) Hapishaneler, yatılı okullar vs.’de yaşayanların birbirine virüsün bulaşmayacağı ölçüde mesafeli yaşayabilmeleri için evlerine yollanmaları veya evleri olmayanlara kalacakları yerler sağlanması.
3) Tüm nüfusun evde kaldığı sürece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için, ilk elde tüm ordu, polis, bekçi ve diyanetten maaş alanları görevlendirmek. Yani ordu ve polisin ve bekçilerin vs. asli görevi evine kapatılmış yurttaşların alışverişi, iaşe ve ibadesi gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Şu anki durumla baş edebilecek tek kullanılabilir güç bunlardır. Bunun için başka ülkelerde bulunan tüm güçlerin ülke içine çekilerek ihtiyaç olan yerlerde görevlendirilmesi
4) Tüm ödemeler, borçlar, dondurulmalı, ihtiyacı olan her yurttaşa, eşit miktarda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir para verilmelidir. Yurttaşlara bu paraları vermek, bu paralarla ihtiyaçlarını alıp onlara getirmek tüm ordu, polis vs. gibi personelin temel görevi olmalıdır.
5) Ülke yönetimini Türkiye Büyük Millet Meclisi ele almalı ve sürekli toplantı halinde bulunmalıdır. Meclis tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, kendisine karşı sorumlu bakanları ve diğer komisyonları görevlendirmelidir.
6) Yurttaşlar birbirinden izole olacağı için, büyük önem kazanacak tüm medya organları, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar vs. gibi sivil toplum örgütlerinin kontrolüne verilmelidir.
7) Tüm hastaneler ve sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalıdır. Tüm sağlık kurumlarının yönetimi, efektif bir çalışma ve koordinasyon için, tam sağlık kurumlarının yönetimi sağlık personelinin kontrolüne verilmelidir.
8) Ancak tarihte görülmemiş, devletin şiddet araçlarını yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendiren ve onların yaşamlarını en az kayıpla sürdürmesinin aracı kılan böyle tedbirlerle uçuruma doğru giden arabaya ani fren yaptırıldıktan ve uçuruma yuvarlanmak engellendikten sonra, neyin nasıl yapılacağına yine halk karar verebilir.
9) Tarihte daha önce görülmemiş tüm ezberleri bozan bu pandemi ve sonuçlarıyla yine tarihte benzeri görülmemiş ezber bozan tedbirlerle baş edilebilir.

21 Mart 2020 Cumartesi
Demir Küçükaydın

22 Mart 2020 Pazar

Gençler, Yetişkinler ve Yaşlılar… Bir de Özgürlükler


Özgür Arun

Korona virüsünün küresel düzeyde bir halk sağlığı sorunu olduğunu anladığımızda, Çin, Güney Kore ve İtalya’da vakaların sayısı hızla artmıştı. Süreç içinde elde edilen verilerde salgından en çok etkilenerek yaşamını yitirenlerin yaş gruplarına göre dağılımları da sıkça sunuluyordu. Çin’den gelen güncel verilere dayanarak birçok uzman ölüm oranlarının en fazla 80 yaşın üzerindeki insanlarda görüldüğünü vurguluyordu. Önce Çin, sonra Güney Kore’den gelen ilk bilgiler, 80 yaş üzerindeki kişilere ilişkin bu tespitlerin benzerliğini ortaya koymuştu. Nitekim Asya’da Çin ve Güney Kore’den sonra, dünyanın başka bir yanında, İtalya’da da ölüm oranlarının yüksek olmasının nedenini, İtalya’nın Avrupa’nın en yaşlı ülkesi olduğuna bağlıyorlardı. Salgının ilk duyulduğu günden bu yana okuduğum tüm yazılarda sunulan bilgilerin tamamı yaş gruplarına göre verilmekteydi. Güney Kore’den yapılan bir açıklamada, 30 yaşın altındaki hasta sayısı verildikten hemen sonra bu yaş grubunda hiç ölüm olmadığı, ama 80 yaşın üzerindekilerde ölümlerin daha sık gözlemlendiği belirtiliyordu. Uluslararası basında çıkan diğer yazılarda da benzer olarak 80 yaşın üzerindeki kimselerin salgından daha fazla olumsuz etkilendiği vurgulanıyordu.

Matematiği seven bir sosyolog olarak sayılar her zaman ilgimi çekmişti. Üniversite birinci sınıftayken cebir dersi almak istediğimde danışmanım kendisiyle eğlendiğimi sanmış, o da bu şakaya katılıp beni odasından kovmuştu. Öyle ya, bir sosyoloğun sayılarla ne işi olabilirdi ki?! Bu şakada ne kadar ciddi olduğumu bir türlü anlatamamıştım. Sonraki yıllarda, sayıların nasıl sunulduğunu, onlara yüklenen anlamları, az ile çoğun nasıl tarif edildiğini, mukaddes, mümtaz ve makbul olanı nitelendirmek üzere sayıların nasıl kullanıldığını kavramaya çalıştım. Şimdi salgından etkilenen insanlara dair sayıların sunuluş biçimine baktığımda çok etkileniyorum. Yaşamını yitiren insanlara ilişkin sunulan veriler her gün güncelleniyor, yeni bir anlam dünyası oluşturuyor. Sunulan tüm verilerde yaş grupları birbiriyle kıyaslanıyor. Hangi yaş grubunda kaç kişinin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Ardından bu verileri yorumlayan uzmanlar, yaşlıların sokağa çıkmamasını, çarşıya, pazara, alış veriş merkezine, hastaneye ya da benzeri mekânlara gitmemesini üstüne basa basa dile getiriyor. Sadece uzmanlar mı? Görebildiğim kadarıyla kendini yaşlıların dışında tutan hemen herkes… Peki kim bu yaşlılar? Bu süreçte okuduğum yazıların tamamında, dinlediğim konuşmaların hepsinde 60 yaş, yaşlı sayılmak için temel sınır. Zaten yaşlılık çalışmalarında da 60 (ya da 65) yaş yaşlanmanın sınırı olarak kabul ediliyor. Türkiye’de gerçekleştirilen güncel bir yaşlanma çalışmasında da, kime yaşlı denilir sorusunun yanıtı bu tespitlerle örtüşüyor: Toplumumuzdaki yetişkinlerin verdikleri yanıtlara göre ortalama 64 yaşından büyüklere yaşlı deniliyor. Sonuç olarak şu günlerde hakim bir söylem kendini gösteriyor, 60 yaşın üzerindeyseniz risk grubundasınız ve evden dışarı çıkmamalısınız!

Geçen gün konuştuğum bir arkadaşım da bu görüşlere benzer olarak, yaşlıların büyük risk taşıdığını ve buna rağmen neden ısrarla dışarıya çıktıklarını, çarşıya, pazara, hastaneye gittiklerini anlamadığını söylüyordu. Konuşmamız sırasında biraz şaşırmıştım zira kendisi de yaşlıydı! Bana sıkça söylemiyor ama 60 yaşın üzerinde! Benim kısa pantolonla gezdiğim halimi bilir! İşte bunu bana sıkça söylüyor. Öte yandan, benim de kısa pantolonlu halini bildiğim bir tanıdığım, bu sırada dışarı çıkıp kitapçıya gittiği için babasına çok kızıyordu "Hiç lafımızı dinlemiyor, ne işi var bu yaşta sokakta!?” Bunları duyduktan sonra biraz daha dikkat kesildim tartışmalara. Neredeyse dinlediğim herkes, yani hemen herkes demeliyim zira kendini yaşlı saymayan herkes, yaşlıların ne yapması (ve neleri de yapmaması) gerektiğini vurguluyordu. Vaziyet çok ciddiydi! Nasıl sokağa çıkarlardı ki? Otursunlardı evlerinde dayılar ve teyzeler! Hasta sayılarının kamuoyuyla paylaşılmasıyla hızla büyüyen bu tepki nasıl oldu da yaşlılara yöneldi bir anda? Hastalığı daha fazla yaydıkları düşünüldüğü için mi? Yoksa çok daha fazla öldükleri vurgulandığı için mi? Sanırım yaşından dolayı insanlara karşı ayrımcı tutumların ortaya çıkmasında her iki kaygı da etkiliydi.

Öncelikle hastalığı yaydıklarına ilişkin düşünceler keskin bir önyargı olabilir. Çünkü, Japonya’da toplum sağlığı komitesi başkanı profesör Omi yaptığı açıklamada, hafif belirtilerle hastalığı atlatan ve hasta olduğunu fark etmeyen insanların bunu salgına dönüştürdüğünü bildirmişti. Bu kişilerin hastalığı daha fazla kişiye bulaştırdığını söyledikten sonra gençlerin toplum için büyük tehlike olduğunu belirtiyordu.[4] Nereden çıktı şimdi gençler? Profesör Omi ve ekibinin çalışmalarına göre gençlerin hastalığı daha kolay atlattığı görülmüş. Nitekim diğer ülkelerden gelen veriler de benzer bir eğilimi gösteriyordu. İddialara göre, gençler korona virüs kaynaklı hastalığı daha kolay atlatıyorlardı. O zaman gençler evlerinden çıkmasındı! Ne işleri vardı gençlerin sokakta, çarşıda, pazarda, alışveriş merkezinde, hastanede ya da benzeri mekanlarda?! Dünyanın en yaşlı ülkesinden, yaşlıların oranının %30’u aşmış olduğu ve süper yaşlı toplum olarak tanımlanan ülkesinden gelen bu çarpıcı açıklamayı duysalar “gençlerin” ne tepki vereceğini merak ediyordum. O nedenle etrafımdaki bir kaç genç bireye anlattım bu açıklamayı. Tepkileri gecikmedi: "Ne demek sokağa çıkmamak! Bu büyükler de kendilerini ne sanıyorlardı! Her işimize karışıyorlardı!” Haksız değiller, değil mi? Toplumumuzda büyüklerimiz kime ne yapacağını, nasıl davranacağını, kimin nasıl oturup kalkacağını, ne giyip neyi giyemeyeceğini mütemadiyen söylüyorlar. Kime? Gözlemlediğim kadarıyla sıkça çocuklara, bir de kadınlara. Sürekli neyi yapmaları (ya da yapmamaları) gerektiği söyleniyor. Son günlerde ise bir o kadar sıkça yaşlılara! Her üçünde de kaygılar farklı ama.

Öte yandan, verilerde sunulan ölüm oranlarına bakıp, yaşlılar için kaygılanan iyi niyetli insanlar (gençler?) bambaşka bir yerden sesleniyorlar, ebeveynleri adına endişe ediyorlardı. Nitekim, Bussiness Insider yazarlarından Hilary Hoffower güncel bir yazısında annesiyle yaşadığı diyaloğu şöyle anlatıyordu[5]: “Bugün attığı mesajda annem saçını kestirmek için kuaföre gittiğini, oradan da bankaya geçtiğini yazdığında deliye döndüm. Hemen şöyle yanıt verdim: Sen 60 yaşın üstündesin!!! Bankalar pis yerler!!! Nereden çıktı şimdi saç kestirmek!!! Ya hastalanırsan!!!”

Hoffower ve arkadaşlarının, ki hepsi 20 ile 30’lu yaşlarda olan kişilerdi, en büyük endişesi hastalığa yakalanmaktan ziyade ebeveynlerinin hastalığa yakalanmasıydı. Verilere bakıp, tıpkı profesör Omi’nin açıklamasında olduğu gibi, gençlerin virüsü yaşlılara bulaştıracaklarından endişe ediyorlardı. Sanırım bu süreçte bir anda ebeveynlerinin yaşlandığını fark etmişlerdi. Milenyum kuşağı olarak tarif edilen insanlar içindeki bir kesim, anne ve/ya babalarının yaşlandıklarını şimdi fark ediyordu. Dahası yaşlanmak ya da yaşlı olmak, bilhassa bu zamanda, korkunçtu!

Yaşlanma korkusu ve buna bağlı olarak kaçınma, yaş ayrımcılığının da önemli boyutunu oluşturuyor. Yaş ayrımcılığı (ageism) çok sinsi, kendi içinde üç tarafı olan bir ayrımcılık türü. Yaşlanma korkusu, kaçınma ve yaşlılığa ilişkin kalıp yargılar gündelik yaşamda kuşaklararası etkileşime olumsuz şekilde yansıyor.

Bunlardan birisi bebek konuşması. Bebek konuşması, ya basitleştirilmiş biçimde ve abartılı mimiklerle konuşmak ya da aşırı samimi tarzda seslenmek, karşısındaki kişinin sosyal statüsünü olumsuz etkileyen bir davranış tarzı. Bununla birlikte aşırı şefkat, aşırı ilgi de bu tip ilişkinin bir yanı. Bunlar anaç ayrımcılar!

Bir diğer yandan yaşlı kabul edilen kişinin konuşmasına ya da fikirlerine karşı dışlayıcı yorumlar, kınama, tartışmayı/konuşmayı kontrol etme, ilişkinin şiddet içeren, olumsuz görünen diğer tarafı. Bunlar kibirli ayrımcılar!

Her iki ilişki biçimine de son günlerde sıkça rastlamak mümkün. Bununla birlikte, bir diğer ilişki kurma biçimi aşırı bağdaşma olarak kendini gösteriyor. Yaşlı kabul edilen kişinin yapamayacağı önyargısıyla işlerini onun adına yapmak da yaş ayrımcılığının göstergesi. Bu kişiler yardımsever ayrımcılar!

Ne olursa olsun her biri belirli bir yaşın üzerindeki kimseleri homojenleştiren, hep birbirine benzeyen biçimde tarif eden, kurbanlaştıran, topluma yük olarak algılanmasına neden olan yaklaşımlar. Belirli bir yaşın üzerindeki kimselerin, yaşlıların, diğer kuşaklardan farklı olarak, hep birbirine benzediğini varsaymak, tüm yaşlıları düşkün, hasta, işsiz güçsüz ve topluma yük olarak görmek büyük bir yanılgı. Oysa, tıpkı çocukluk, gençlik, yetişkinlik gibi yaşamın diğer dönemleri ne kadar olağansa, yaşlılık dönemi de yaşamın o denli olağan bir evresi. Bu evrenin nasıl geçirileceği ise yaşamın ilk dönemlerinde verilen kararlardan ve yapısal eksiklerden etkileniyor. Yaptığım araştırmalar, saha çalışmalarım ve kişisel gözlemlerim, yaşlıların türdeş bir toplumsal grup olmadığını, kimliklerin ve yaşam tarzlarının yaşamın bu evresini çeşitlendirdiğini gösteriyor. Türkiye’de yaşlanma harikulade bir serüven olabileceği gibi, bir ıstırap da olabiliyor. Toplumsal cinsiyet, etnisite ve sınıf bu süreçte çok çok belirleyici.

Niyetleri ne olursa olsun, yaşlılara ne yapması (ve yapmaması) gerektiğini söyleyenleri bugünlerde sıkça duymaya devam edeceğiz gibi. Benim en büyük korkum, hastalığın daha fazla insana bulaştığı duyulduğunda ayrımcı tutumların da daha fazla davranışa dönüşmesi. Yıllar önce okuduğum satırları tekrar anımsıyorum: Hasta olduğumuz için özgürlüğümüzü elimizden alıyorlar. Yasalara boyun eğdik oysa (Jack London, Diriliş).

BİRİKİM

20 Mart 2020

21 Mart 2020 Cumartesi

Naomi Klein I İmkânsız görünen aniden mümkün hale gelir



“Bu fikirlerin çoğu daha bir hafta önce fazla radikal bulunup dışlanıyordu. Şimdiyse, bu krizden çıkmanın ve gelecekte yeni krizler yaşanmasını önlemenin tek makûl yolu olarak görünüyorlar.”
2007 tarihli Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi’nin yazarı, şimdilerde Bernie Sanders kampanyasının militanı Naomi Klein’ın The Intercept’te yayınlanan “Koronavirüs kapitalizmini mağlup etmenin yolu” başlıklı konuşmasını huzurlarınıza getiriyoruz.


BirartıBir Forum & Express

12 Mart 2020 Perşembe

"Türkiye'de Corona Testi Yaygın Yapılmadığı İçin Yeni Saptandı"



İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Pınar Saip, corona virüsünün Türkiye’de yeni saptanmasının sebebinin, testin yaygın yapılmamasından kaynaklandığını söyledi. Saip, ayrıca halkın salgına karşı gerçekten hazırlıklı olup olmadığını Türk Tabipler Birliği gibi bağımsız kurumlar aracılığıyla teyit etmek istediğini, bu durumun Türkiye’nin kritik zamanlarda iyi sınav verememesinden kaynaklandığını ifade etti.

Prof. Dr. Saip, “Büyük bir ihtimalle yaşlıların çok ortada olmaması ve daha çok evlerde günlerini geçiriyor olmaları, onlara hastalığın bulaşmamasını sağladı. Hafif seyreden vakaları da çok saptayamadık. Türkiye’de testin yaygın yapılışı da söz konusu değil. Bu nedenlerle Türkiye’de virüs, beklenenden daha geç saptanmış oldu” diye konuştu.

“Havaların ısınmasıyla virüsün etkisi azalacaktır”

Corona virüslerinin sıcağa dayanıksız virüsler olduğunu ifade eden Prof. Dr. Pınar Saip, “Havalar ısındıkça mutlaka etkinliği azalacaktır. Sadece COVID-19 denilen yeni tip corona virüsle ilgili seyirin nasıl olacağı konusunda henüz net bilgilerimiz yok. Virüs kendi içinde mutasyonlar geçirebiliyor. Bu nedenle ancak bütün süreç tamamlandıktan sonra her şeyi çok net ve kesin konuşabilir bilim dünyası. Ama şu an için havaların ısınmasıyla etkisinin azalacağını öngörebiliriz” diye konuştu.

“Sosyal Medya Paylaşımlarına soruşturma açılması bir şeyler saklanıyormuş imajı yaratıyor”

Sosyal medyada yapılan paylaşımlarla ilgili soruşturmaların başlatılmış olmasının çok gereksiz bir uygulama olduğunu belirten Saip, “Siz doğrusunu verirsiniz ama birtakım şeylere soruşturma açmaya başladığınızda sanki bazı bilgiler gizleniyormuş imajı yaratıyor. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipler Birliği olarak bizimle de iletişim içinde olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü emir komuta zincirindeki açıklamalar, ast-üst ilişkisi içindeki açıklamalar millete güven telkin etmiyor. O yüzden de halktan, bizim gibi bağımsız bakabilen kurumlara çok fazla sorular geliyor. Gerçekten vaka var mı yok mu? Hakikaten hazırlıklı mıyız diye teyit etmek istiyorlar. Bunlar şüpheyle karşılanıyor. Bu durum, ülkemizin şimdiye kadar iyi sınav verememesinden kaynaklanıyor. Domuz gribi olayında, Çernobil faciası sonrası televizyonlarda içilen çaylar sanki bize bir şey olmaz gibi bir izlenim verilmesi halkta bir birikim yapmış durumda. Bu yüzden Türk Tabipler Birliği’yle sağlık bakanlığının iletişim halinde olması ve süreci insanları da bilgilendirerek yürütmesi gerekli ki toplumdaki bu panik havası azalsın” dedi.

“Hastanelere aşırı yığılma var. Bu durum gerçek hastaların erişiminde sıkıntı yaratabilir”

Türkiye’nin sağlık alt yapısı olan bir ülke olduğunu belirten İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof.Dr. Saip, yaşanabilecek olası sıkıntıları da sıraladı.
Prof. Dr. Saip, “Hastanelere genel olarak aşırı bir yığılma var. Biz de çok kışkırtılmış bir sağlık talebi olduğu için günde 3 milyona yakın poliklinik yapılmakta. Hekimlerin baktığı hasta sayısı çok fazla. Bütün bunlar gerçek hastaların erişimine de engel teşkil edebilir. Bu yüzden çok gerekli olmadıkça bu dönemde hastanelere başvuruların fazla olmamasına dikkat etmek lazım. En yoğun ve iç içe olunacak yerler hastane koridorları olacağı için kişilerin korunmak adına da oralara gitmemesi lazım. Başkalarına yaymama adına da yoğun yerlerde bulunulmamasında yarar var” diye konuştu.

“Devletin birinci basamak hizmetlere yeterli materyalleri göndermesi gerekiyor”

Prof. Dr. Saip, “Birinci basamak çok önemli. Aslında devletin birinci basamağa büyük yatırım yapması gerekiyor. Aile hekimi arkadaşlar şu anda maske ve edevat dağıtımının çok yeterli olmadığını söylüyor. Buralara bir an önce yeterli materyallerin gönderilmesi gerekiyor” dedi.

VOA


27 Şubat 2020 Perşembe

Lümpenliğin bulaşıcı niteliği…

Murat Sevinç:
Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu.


Lümpenlik bir davranış/yaşam biçimi ve her davranış gibi, bünyesinde filizlendiği sosyal-siyasal koşullar mevcut. Uygun toprağa ve ideolojiye gereksinim duyuyor serpilmek için. Siyaset, o uygun koşulları yaratan olgulardan biri ve herhalde en önemlisi. Yalnızca günlük/sığ siyasi çatışmaları değil, daha genel, dönüştürücü gücü ve niyeti olan siyasi faaliyeti kastediyorum. Gerek hakim üretim ilişkilerinin sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyulan; gerekse yüzeysel anlamıyla siyaset, toplumun hücrelerine nüfuz etme potansiyeline sahip.
‘Türkiye ezelden beri şöyleydi, böyleydi,’ genellemeleri yaparak, başımıza gelenlerin gerekçelerini açıklamaya çalışmak mümkün tabii. Söze her seferinde ‘bizim memleket’ ile başlamak, ‘adam olmayız’ ile devam etmek de. Her genellemenin ve dilimize, zihnimize yerleşmiş klişelerin, konfor sağlayan bir yanı var. ‘Klişeler’ yanlış olmak zorunda değil, buna mukabil fazla kolaycı olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Söz konusu ‘kolaya kaçma’ eğiliminin sakıncaları malum olsa da, bu alışkanlığın (ya da tercihin) özellikle günlük yaşamda kaçınılmaz olduğu, göründüğü durumlar da var. Sanırım önemli olan ölçüyü kaçırmamak, çoğu tespitimizin acele olabileceğini ve genellemelerin aklın fikrin yerini almaması gerektiğini hatırda tutmak.
Okuduğunuz peşrevin nedeni, aslında biraz da kendimi ikna çabası! Bir süredir genelleme yapma, tanık olduğumu büyütme eğilimine teslim olmaya başladığımı fark ediyorum. Henüz bunu fark edebildiğim, kendimden rahatsız olduğum ve okuduğunuz satırları yazabildiğim için durumumun umutsuz olmadığını düşünebilirim! Derdim, günlük yaşamda sinirle verdiğim bazı tepkilerin asıl nedenlerini düşünme konusunda daha bıkkın, yorgun hissetmeye başlamam. Bazen kızgınlığa neden olan davranışın ‘yaygınlığı’ konusunda şüpheye düşmem. Ardından, o şüphenin kendisi hakkında şüpheye kapılmam! Zannettiğim, dilediğim ölçüde ‘münferit’ olmayabileceği yönündeki kaygılarım.
“Canım, milyonlarca insan böyle davranıyor ya da düşünüyor değil ki!” Bu bir varsayım kuşkusuz. Büyük olasılıkla doğru ama ‘diğerinin’ yaşamını cehenneme çevirmek için, rahatsız edici/bezdirici hal ve tavırların ‘milyonlar’ tarafından sergilenmesine gerek yok. Söz konusu büyük nüfusun şu ya da bu gerekçeyle susması, görmezden gelmesi ya da daha fenası ‘umursamaması,’ birlikte yaşam ve ortak kamusal mekân ihtimalini zayıflatmaya yetiyor. Azgın bir lümpen azınlık, suskun ve bezgin çoğunluğun geleceğini karartma, umutsuzluğa sevk etme becerisine sahip.
Türkiye başka pek çok konuda olduğu gibi lümpenleşme konusunda da ‘şahken şahbaz oldu’ gibi. Geçmişe yönelik ısrarlı ‘özlem’ cümlelerinin ve ölçüsüz güzellemenin anlamsız olduğunu düşünmekle birlikte, Türkiye ortalamasının kendi yaşam sürem içinde dahi belirgin biçimde hoyratlaştığını gözlemleyebiliyorum. Bu gözlem muhtemelen biraz doğru, biraz eksiktir. Çünkü kırk yıl öncesine dair ‘gözlem’ diyebileceğim her ne varsa, aslında o yaşın dünyasında yer alabildiği kadardı. Ayrıca bunca yıl her şey değişirken, toplumsal ilişkilerin aynı kalması da herhalde mümkün değil. Tüm bu çekincelerle birlikte, yine de durumun on yıllar öncesinden daha vahim olduğunu görmek mümkün. Kuşkusuz vahametin gerekçelerini tahmin etmek de.
Uzun süredir tanık ve muhatap olduğumuz iktidar haleti ruhiyesi ve ondan bağımsız olduğunu düşünmenin mümkün görünmediği günlük sorunlar, giderek olağanlaşan şiddet, vasatın hoyratlığı, insanı sözsüz bırakan arsızlık, yüzsüzlük, adaletsizlik örnekleri makul düşünmeyi ve davranmayı giderek zorlaştırıyor.
‘Lümpenleşme’ ise hemen her musibetin mayasında var. Kadına şiddet uygulayan erkek, çocuğu taciz eden yetişkin, yalan söyleyen siyasetçi, usulsüzlük yapan bürokrat, intihalci bir akademisyen, muhbirliği meslek edinmiş bir öğretim üyesi ve öğrenci, şiddet kullanan ve bundan zevk alan güvenlik görevlisi, herkese aptal muamelesi yapmakta hiç duraksamayan basın mensubu… Tümü aynı zamanda lümpenlikten mustarip ve demokrasi yoksunluğundan, hukuk dışılıklardan, yozlaşmadan, gelenek tanımazlıktan beslenen bu davranış biçiminin bulaşıcı özelliği (belki de cazip gelen bir yanı) var! Birlikte yaşam için gerekli asgari ilke ve kuralları ihlal etmek ve edebildiğini, karşılığında bedel ödemediğini görmenin cazibesi. Bedel ödemeyecek olmak bir yana, benzerlerince takdir edilmek. Kendine benzemeyenleriyse ürkütmek, korkutmak, kaçırmak, pes ettirmek. Lümpenleşme, hukuk tanımazlıkla yakın akraba ve buradaki hukuk tanımazlıkla kastım yalnızca resmî değil, gayri resmî hukuk; toplumsal alana ilişkin.
Yalnızca güncel bir örneğe bakalım. Günlük yaşamımıza dair ve son günlerde basında/sosyal medyada yer alan, giderek sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde ürkütücü hale gelen zorbalık ve lümpenlik hikâyeleri. Toplumsal yaşamın gereksinim duyduğu asgari edebi dahi reddeden bir hal ve gidişat!
Bir iki gündür, bazı taraftar kümelerinin toplu taşıma araçları ve bir lokantadaki davranışlarını seyretmek zorunda kalıyoruz. İnanılır gibi değil, diyeceğim, fakat doğru ve inandırıcı bulunmayacak, biliyorum. Çünkü hem inanılır, hem de beklenebilir davranışlar bunlar. Kamusal alanda, çılgınlar gibi bağırıp çağıran ve küfreden erkek güruhlar. Çekindikleri hiçbir şey olmadığı gibi, yaptıklarının çekinilmesi gereken davranış olduğunu da düşünmüyorlar. Görüntülerden haberdarsınızdır. Olup biteni, dehşete düşüren pervasızlığı ‘münferit’ diyerek geçiştirmek olanaksız, çünkü değil. İlk gençlik yıllarımda epeyce maç maceram olmuştu İnönü Stadyumu’nda. Yeni Türkiye’nin henüz stadyum isimlerini de rezil etmediği yıllar. Küfür o zaman da vardı. Hatta yıllar önce bir maç esnasında, o sırada sahada olmayan takımın antrenörü Fatih Terim’in ‘ailesine’ edilen sonu gelmez küfürleri işitince bir daha maça gitmek gelmedi içimden. (Ankara’daki bir iki Gençler maçı hariç!)
Fakat halihazırdaki durum, o günlerle karşılaştırılamayacak ölçüde vahim. Ortalama yetişkinin iyi ihtimalle perişan ergenlere dönüşüverdiği stadyumun dışında ve yalnızca bir takımla sınırlanamayacağı da açık. Semtlerin sembolik mekânlarında maç öncesi taraftar gösterilerine defalarca tanık oldum ve yüzlerce taraftarın asgari edep-adap kurallarını dahi nasıl yok sayabildiklerini gördüm. Hakikaten ürkütücü bir lümpenlik hali bu. Her şeyi yapmayı, her cümleyi kurmayı, her küfrü edebilmeyi, her tacizi kendinde hak görme durumu. Rahatsız olan ‘çoğunluğu’ suskunlaştıran, uzaklaştıran, ‘sıradanlaşmış’ bir ahlaksızlık. O çoğunluk suskunlaşıp ürktüğü sürece daha fazla yüz bulan ve henüz yolun başındaki toy ‘edepsiz adaylarına’ umut veren bir yoksunluk.
Benzer tavır ile ortak yaşam mekânlarının tümünde karşılaşmak mümkün. Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu. Örneğin, geçen ay bindiğim bir Kadıköy dolmuşunun arka camında boydan boya iliştirilmiş bir atkı, atkının üzerinde namlı bir mafya babasının fotoğrafı ve ‘özlü sözleri’ vardı! Dolmuş sahibinin bu durumu hiç dert etmemesini ve yolcuların yadırgamamasını nasıl açıklamalı?
Her yerde muhatap olunan şirretlik, hoyratlık, cahil özgüveni ve kibri. Her yerde. Lümpen ve azgın bir ‘azınlığın,’ kendi halinde yaşam sürmeye çalışan dürüst yurttaş kesimlerine eziyet ettiği bir siyasal-toplumsal düzen.
Yaşamın hemen her alanına nüfuz ederek, kendi halinde olanı ürkütüp sindiren lümpenlikle mücadele edilecekse eğer, herhalde öncelikle bu felaketin boyunu posunu kabul etmek gerekiyor. Taraftarından esnafına, akademisinden hukukçusuna, siyasetçisinden bürokratına, bulaşıcılığını… Hâkim hale geldikçe dikkat çekici olmaktan çıkıp sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde çürüten ve tüketen, ülkeyi dürüst bir yaşam sürmek isteyenler için gitgide daha da tahammül edilmez bir yere dönüştüren bir felaket.
Bir sonuç ve neden olan ‘lümpenlik’ kötülüklerin anası mıdır bilinmez, ancak sayısız kötülüğün mütemmim cüzüdür, demek çok yanlış olmaz sanırım…

21 Şubat 2020 Cuma

Bir Irkçı'nın Beyni Nasıl İşler

Bir ırkçının beyni nasıl işler? Irkçılık herkesin nöronlarında var mı, iradenin rolü ne?

İnsanlığın tarihi gelişimi sürecinde ve modern çağlarda da kurtalamadığı bir olgu olarak görülüyor ırkçılık. Bilgiye ulaşmanın son derece kolaylaştığı, dolayısıyla da 'başka olan'ın bilinmezliğinin büyük ölçüde ortadan kalktığı bir çağda, bu çağın insanoğluna sunduğu en özgür ifade alanı olarak sayılabilecek sosyal medyada ırkçılığın yankılarını duymak mümkün.

Fakat politik hesapların ötesinde, ne tür bilişsel mekanizmalar ırkçılığı üretiyor? Ya da başka bir deyişle, bir ırkçı aklında ne var?

Wired dergisinin konu hakkında New York ve Amsterdam Üniversiteleri'nde doçentlik yapan nörobilim uzmanı David Amodio ile söyleşisi şaşırtıcı sonuçlar ortaya koydu.

Amodio'ya göre tüm insanlar bilinçsizce de olsa biraz ırkçı ama bu önyargılarının kontrolü aynı zamanda kendi elinde.

'Irkçılık en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor'
Profesör Amodio, ırkçı davranışları ortaya çıkaran duyguların sosyal durum ve gruplar arasındaki ilişkilere bağlı geliştiğini belirtiyor. Buna göre ırkçı tepkiler; korku veya tehdit, kin, hor görme ve iğrenme gibi duygularının farklı kombinasyonlarıyla ortaya çıkabiliyor.

Ancak Amodio'ya göre ırkçı davranışlar en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor. Örneğin karşısındaki yok farz ederek veya insan kimliğinin dışına çıkararak.

Zararsız bir etnik azınlığın üyelerine karşı duyulan korkunun temelinde ırkçı stereotiplerin ve önyargıların olduğunu belirten nörobilim profesörüne göre önyargılar; ekonomik tehditler, göreceli olarak yoksunluk hissi, steriotipler vasıtasıyla diğer grubun potansiyeli ya da düşmanlığı düşünceleri ile tahrik ediliyor.

'Bilinçaltı ırkçı önyargı her insanda kasıt olmadan ortaya çıkan bir durum'
'Bilinçaltı ırkçı önyargılar' hakkıda çalışmalar yapan Amodio bu kavramı "Herkesin davranışında bilinçli olmadan veya kasıt olmadan ortaya çıkan bir önyargı modeli" olarak tanımlıyor.

Duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında öncül bir role sahip olan beynin amigdala bölgesinin 'bilinçaltı ırkçı önyargılar'ın oluşumunda etkisi hakkında çok az kanıta sahip olunduğunu ifade eden profesör, ön korteks ve striatum bölgesinin bu alanda daha direkt etkili olduğunu belirtiyor.

'İnsan davranışları üzerinde büyük bir kontrole sahip'
Amigdalanın, bilinçaltı düzeyde önyargılara bağlı tehditlerin öğrenilmesinde rolü olduğunu belirten nörobilimci, güven ile ilişkili konularda karar alma mekanizmasında beynin başka bölgelerinin devreye girdiğini ifade ediyor. David Amodio, bu noktada insanın davranışları üzerinde büyük bir kontrol kapasitesine sahip olduğunun altını çiziyor.

Amodio'ya göre, insanın önyargılardan arınmış bir tepki vermesi için motive olması gerekiyor. Doğru davranış biçiminin nasıl olduğunu bilmek de önemli.

'Kültürel önyargılardan kurtulmak çok zor'
Basmakalıp düşüncelerin ve önyargıların gelenekler ve kültürle aktarıldığını belirten Amodio beyne işlemiş bu duygulardan kurtulmanın çok zor olduğunu belirtiyor. NYU doçenti, bu konuda en etkili yöntemi, akla gelen her türlü önyargıyı görmezden gelmek yaklaşımı olarak ifade ediyor. Yani beyinde önyargıların oluşmuş olması bunun davranışlara yansımasını gerektirmiyor.



Euronews


15 Ocak 2020 Çarşamba

Katledilişinin 100. Yılında Rosa Luxemburg’u Sanatla Anmak

Uraz Aydın -15/1/2019

Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871-15 Ocak 1919
Dipçik darbeleriyle kafatası çatlamış, dövülmekten tanınmaz hale gelmiş bedeni, ayaklarına bağlanmış taşın ağırlığıyla Landwehr Kanalı'nın sularında kaybolurken Rosa Luxemburg’un şu sözleri bir yerlerde yankılanmış olmalıydı:

"-Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de, bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim.
Ancak içimdeki ben, ‘yoldaşlar’dan çok iskete kuşuna yakın."

Dünyanın kaderini değiştirebilecek bir devrimin, Alman Devrimi'nin önderlerinden Rosa Luxemburg, yoldaşı Karl Liebknecht ile bundan tam yüz yıl önce, 15 Ocak 1919 günü katledildi.
                                                                       *
Kasım 1918 Devrimi’nin ardından eski düzenin yıkılışı ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte Rosa Luxemburg üç yıldır bulunduğu hapis koşullarından kurtularak, tüm halsizliğine rağmen Spartakusbund’daki aktif görevine geri dönmüştür. İktidara yükselen –Spartakistlerin eski partisi– Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise yeni cumhuriyetin bir burjuva rejimi çerçevesinde kalmasına gayret etmektedir. Fakat bir yıl önce meydana gelmiş olan Rus Devrimi’nin ve savaşın yıkıcı etkileriyle birlikte işçiler de kaderlerini ellerine almak üzere özyönetim konseyleri şeklinde örgütlenmeye başlamıştır çoktan. Önce 100 bin işçinin ayaklanması, bir dizi devlet kurumunu ve yayın organını işgal etmesinin ardından yarım milyon insanın sokaklara dökülmesiyle Spartakistler tarafından Berlin’de devrim koşullarının olgunlaştığı düşünülür. Rosa Luxemburg yeterince hazırlık yapılmadığını, isyanın zamansız olduğunu düşünür, ancak böyle bir atılımın ardından geri çekilmenin çok daha ağır bir maliyeti olacağı bilincindedir.


Karşı-devrim kazanır, yeni düzen kitle hareketinin bastırılması üzerine kurulacaktır. 15 Ocak günü gizlendikleri yerden, sosyal demokrat yöneticilerin tam desteğini almış olan paramiliter güçlerden oluşan Freikorps tarafından alınır Rosa ile Karl, karargâh haline getirilmiş Eden Oteli’ne götürülürler. Rosa bilincini yitirene kadar dövülür sonra da başına sıkılan bir mermiyle öldürülüp kanala atılır. Liebknecht de önce dövülüp, ensesine bir kurşunla öldürülür. Devasa ve sessiz bir törenle uğurlanır iki devrimci. Liebknecht’in yanındaki mezar boş bırakılır, ancak üç ay sonra bulunacak Rosa’nın bedeni için.

İçkin Bir Lirizm
Rosa Luxemburg’u hatırlamak; kısa vadeli hafızanın, hazır düşüncenin ve gelip geçiciliğin her alandaki tahakkümüne karşı fikriyatının ve değerlerinin güncelliğini vurgulamak için fazlasıyla neden var. Yahudi ve engelli bir kadın olarak Alman Sosyal Demokrasisinin erkek kardeşliği içinde zekâsı ve cüretkârlığıyla kendine yer açması, reformizme karşı yürüttüğü ve kurucu bir nitelik kazanmış olan tartışması, seçim odaklı ve pasifleşmiş bir parti aygıtı karşısında kitlelerin eyleminin gücüne atfettiği stratejik önem, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutum alan bir avuç enternasyonalist devrimciden biri oluşu gibi. Bunların yanı sıra siyasal iktisat ve toplumsal örgütlenme alanda emperyalizm, militarizm ve ilkel toplumlar konularındaki çalışmalarını da zikretmek gerekir.
Fakat onu ezilenlerin göğünde parıltısını hiç yitirmeyecek bir yıldız haline getiren başlıca bir sebep de, yukarıdaki mektup fragmanından da tanık olduğumuz, bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duygusudur. “Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Bilhassa mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun hissiyat yüküdür, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama halidir. Bacakları karıncalar tarafından yenmekte olan bok böceğinin görüntüsü karşısında duyduğu dehşet veya hapishanede kırbaç darbeleri altında sırtı parçalanmış mandayla kurduğu ilişkide bunu son derece çarpıcı biçimde görürüz:

Sırtı kan içinde olanın o kara yüzündeki, o kara gözlerindeki ifade ağlayan bir çocuğun ifadesiydi; tıpkı, nedenini, nasıl kurtulacağını bilmeden öldüresiye dövülmüş bir çocuk gibiydi. Hayvanların karşısında durdum, hayvan bana baktı; gözlerimden yaşlar boşaldı; aslında onun gözyaşlarıydı.

Bu şiirselliği siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri ölümünden bir gün önce,  Berlin’deki Spartakist ayaklanmanın bastırılışı üzerine yazdığı yazının finalidir:

“Berlin’de düzen hüküm sürüyor!” Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz”. Devrim daha yarın olmadan “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “Vardım, Varım, Var olacağım!”

Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Freiligrath’ın dizeleriyle harmanladığı ve henüz yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin gazetesi Die Rote Fahne’de yayınlanan bu cümleler Rosa’nın kaleminden çıkan son kelimelerdir. Bizlere ulaşan son sözleridir. Kendi ölümünden habersiz biçimde, bu düzeyde lirik bir veda, herhalde az kişiye nasip olmuştur.
Edebiyata ve şiire son derece düşkün olduğunu biliyoruz Rosa Luxemburg’un, ama bu konudaki teşebbüslerinden geriye, bilebildiğimiz kadarıyla bir metin kalmamıştır. Ancak yine mektuplarından bu konuda tasarılarının olduğunu ve bilhassa siyasal metinlerde düz bir anlatım biçiminin kendisine yetmediğini, içindeki yaratıcılığın kendini dışavurmaya can attığını görebiliyoruz. Yoldaşı ve sevgilisi Leo Jogiches’e 19 Nisan 1899 tarihli mektubunda şöyle yazar:

Uzun süredir ne hissediyorum biliyor musun? İçimde bir şey kıpırdıyor, dışarı çıkmak istiyor. Zihinsel bir şey […] Telaşlanma; gene şiir ya da roman değil. Hayır, bir tanem; hissettiğim şey beynimin içinde. Gücümün onda birini, hatta yüzde birini bile kullanmadığımı hissediyorum. Yazdıklarımdan hiç hoşnut değilim […]. Beni doyumsuzluğa iten, yazılarımın biçimi. “İç”imde bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görüşümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.

SPD'nin parti okulunda ders veren Rosa Luxemburg (solda ayakta) öğrencileriyle, 1907. 

Proleter Kültür ve Marksist Estetik
Spartakist liderin sanatla ilişkisi, şiirsel anlatımı ve yetenekli bir ressam olarak cezaevinde çizdiği resimlerle sınırlı değildir. Tıpkı Marx ve Engels, Lenin ve Troçki gibi iyi bir edebiyat okuru ve eleştirmenidir. Goethe, Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski tutkuyla bağlı olduğu yazarlardır. Yine mektupları içinde edebi eserlere çok sayıda gönderme ve değini bulunmakla birlikte bütünlüklü analizleri çok daha sınırlıdır. Esasen üç metinden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, doğrudan estetik eleştirisiyle değil, Marksizmin durumuyla alakalıdır.
1903 tarihli “Marksizmin Duraklaması ve İlerlemesi” başlıklı metin, Kapital’in üçüncü cildinin yayınlanmasının ardından Marksist kuramsal çalışmalardaki duraklamanın nedenlerini tartışırken proleter kültür meselesini de ele alır. Rosa Luxemburg’a göre her şeyden mahrum olan proletarya, burjuvazinin aksine içinde yaşadığı toplumun çerçevesi içinde kaldığı takdirde bir entelektüel kültür yaratmaktan acizdir. Kapitalist üretim ilişkileri yerinde kaldığı sürece ancak bir burjuva kültürü söz konusu olabilir. Bu kültürün maddi içeriğini ve toplumsal temelini yaratan işçi sınıfı olmakla birlikte, ancak burjuva toplumu içindeki işlevini barışçıl biçimde yerine getirmesi için gerekli olduğu sürece onun bu kültürden istifade etmesine izin verilir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi sanatını ve bilimini ancak mevcut sınıfsal konumundan kurtulduğu takdirde yaratabilecektir Rosa’ya göre:

Bugün için yapabileceği ise burjuva kültürünü burjuva gericiliğinin vandallığına karşı korumak ve kültürün serbest gelişimi için gerekli toplumsal koşulları yaratmak. Bugünün toplumunda, ancak kendi kurtuluşunun mücadelesi için gerekli entelektüel silahları geliştirerek bu alanda aktif olabilir.

Bir Goethe’ye veya bir Schiller’e olan tüm hayranlığına karşın esas olarak Rosa’yı heyecanlandıran Rus edebiyatıdır. Doğrudan edebiyatla ilgili iki analizi de bu alandadır.
1915’ten 1918’e kadar hapishanede geçirdiği dönem boyunca Rus yazar Vladimir Korolenko’nun Çağdaşımın Tarihi başlıklı otobiyografik çalışmasını Rusçadan Almancaya çevirir. Die Rote Fahne’nin başyazarının yaşam öyküsünü kaleme alan Peter Nettl’a göre yayıncılarla yazışmalarından Rosa’nın modern Rus edebiyatı incelemelerinde bir boşluğu doldurmaya yardım etmeyi arzuladığı görülmektedir.[7] Bu çeviriye Breslau hapishanesinde Haziran 1918’de yazdığı “Korolenko’nun Yaşamı” başlığını taşıyan giriş kısmı, Rus edebiyatına ilişkin yoğunlaştırılmış bir değerlendirme teşkil eder. Rosa’ya göre yüzyıllar süren karanlığın ardından ulusal bilincin şekillenmesiyle birlikte Rus aydınların Batı’yla yakınlaşması sonucu Rus edebiyatı “Jüpiter’in başından doğan Minerva gibi parıltılı zırhıyla dikilir”. Temel karakteristiği ise Rus rejimine karşıtlık içinde, bir “mücadele ruhuyla” doğmuş olmasıdır. Tüm yaratıcılığını ve tinsel derinliğini buna borçludur. Fakat Rosa, yanlış anlamalardan kaçınmak için sözlerini netleştirir ve bu vesileyle, vaktinden önce, ileride sosyalist gerçekçilik adını alacak estetik sefalete karşı güçlü bir uyarıda bulunur:

Elbette Rus edebiyatını, kelimenin ilk anlamıyla, [siyasal] eğilimli bir sanat olarak tarif etmek veya tüm Rus şairlerini devrimci yahut en azından ilerici addetmekten daha yanlış bir şey olamaz. ‘Devrimci’ veya ‘ilerici’ gibi şemaların sanatta pek az önemi vardır.[8]

Bununla birlikte Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un dinî mistisizmini ve gericiliğini yermekten geri kalmaz. Burada, Tolstoy’un toplumsal idealinin sosyalizm olduğunu, ve onun, ütopik sosyalizmin ustalarıyla karşılaştırılabilecek, “kendine rağmen” bir sosyalist olduğunu öne sürdüğü 1908 tarihli “Bir Toplumcu Düşünür Olarak Tolstoy” yazısıyla bir farklılaşma görmek mümkün, ki edebiyata doğrudan odaklanan diğer yazısı da budur.[9]
Ne var ki Rosa için iki yazarın metinlerinin kışkırtıcı ve özgürleştirici bir etkisi vardır okur üzerinde. Bunun nedeni yola çıkış noktalarının gerici olmaması, duygu ve düşüncelerinin statükoyu muhafaza etme arzusuna dayanmamasıdır:

Tam tersine, sımsıcak aşkları toplumsal adaletsizliğe verilecek en derin yanıttır […]. Gerçek sanatçı için, önerdiği toplumsal formül ikincil bir öneme sahiptir; belirleyici olan, sanatının kaynağı, harekete geçirici ruhudur.

İşte bu “yüksek ahlaki pathos” sayesinde Rus edebiyatı, çarlığın maddi sefaletinin oluşturduğu bu “devasa hapishanede, kendi tinsel özgürlük krallığını ve içinde nefes alıp entelektüel hayata katılabileceğimiz coşkun bir kültür yarattı”.[10]
Böylece sınırlı sayıdaki analiziyle birlikte Rosa Luxemburg, kaba bir belirlenimcilikten uzak; ideolojik yargılar çerçevesinde şekillenmiş bir sanat eleştirisinden fersah fersah ötede; sanatı, yaratıcılık ve tinsel etki gibi özgün kriterlerle kavramaya çalışan, kültürel olanın üretim ilişkileri karşısında göreli özerkliğini sezinlemiş bir Marksist estetik patikası açmıştır.

Avangard Sanat ve Spartakusbund
Birinci Dünya Savaşı’nın teşkil ettiği anlamsızlık, vahşet, kıtlık ve sefalet nasıl alt sınıflarda Rus, Alman, Macar devrimlerine yol açacak bir radikalleşmeyi tetiklediyse, yerleşmiş algı biçimlerini sarsmayı önüne koyan avangard sanat akımlarında da dolaysız bir siyasallaşmanın önünü açmıştır. Bu dönem için, özellikle de Almanya’daki varlıkları itibariyle ekspresyonizm ile Dada hareketinde yol ayrımlarının meydana geldiğini, ve bir kesim için devrimci bir angajmanın söz konusu olduğunu görebiliriz. Tristan Tzara’nın harekete kazandırdığı nihilist postür yerine daha somut politik hedefler öne çıkar. Dadacıların Berlin’deki çevresinin 1919 tarihli manifestosu yeni yönelimin bariz bir ifadesidir: “Dadaizm tüm yaratıcı ve entelektüel erkeklerin ve kadınların, radikal komünizmin temelinde enternasyonal bir devrimci birlik kurmalarını talep eder”. Arka arkaya bir dizi devrimci sanat kolektifi kurulur, manifestolar yayınlanır. Ressam George Grosz, foto-montaj teknikleriyle tanınacak olan John Heartfield ve yazar/yayıncı Wieland Herzfelde, Spartakusbund Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurar kurmaz, partiye üye olarak kartlarını bizzat Rosa Luxemburg’un elinden teslim alırlar.[11]
Savaşla birlikte milliyetçi tınılarla sarmalanmış olan kabare kültürü, avangard hareketlerle birlikte biçim değiştirir ve toplumsal eleştiriye de alan açar. O sıralar Bertolt Brecht Münih kabarelerinde “Ölü Askerin Öyküsü”nü okur. Devrimci dalgayla beraber –hatta 1918-1919’un ilk dalgası sönümlenirken– komünistler için bir ajitasyon mekânı haline gelir kabareler. Berlin ve Münih, siyasal satirin öne çıktığı komünist kabarelerin doğuşuna tanık olur. Ajit-prop birliklerinin ve sokak tiyatrolarının bir örgütlenme aracı haline gelişinin temelinde de bu “kızıl kabareler” yatar.[12]
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katli, Alman Devrimi’ne gönül vermiş, işçi konseylerinin oluşmasından heyecan duymuş, savaştan ve sefaletten bezmiş her kesim için büyük bir darbe olur. Uzun soluklu mücadeleleri, adanmışlıkları ve SPD’nin emri altında, ilerideki faşist örgütlenmenin nüvesini oluşturan paramiliter gönüllü birlikler (Freikorps) tarafından vahşice öldürülmeleri, onları ilk günden itibaren, halkın gözünde birer martyr haline getirir. Spartakist önderlerin davasından veya kişiliğinden etkilenmiş, yahut bu trajik ölümleri karşısında kendilerine bir saygı gösterisinde bulunmak isteyen bir dizi sanatçı, eserlerinde bu iki devrimciyi anar.
Berlin Dada’nın kurucularından George Grosz, zaten bir KPD üyesidir ve Die Rote Fahne için, özellikle de iktidardaki SPD’yi yeren karikatürler çizmektedir. 1919’u Hatırla isimli resminde Luxemburg’un ve Liebknecht’in tabutları üzerinde gözleri kapalı ve alt tarafı kana dönüşmüş bir çeşit hayalet-yargıç yer alır.
Gençliğinde ekspresyonizme yakın olan Conrad Felixmüller de KPD üyesi aktif bir militandır. Dünyanın Üzerindeki İnsanlar (1919) resminde, Rosa ile Karl’ı dev bir yıldıza doğru yükselirken çizer.

Käthe Kollwitz, Liebknecht ailesinin talebi üzerine, Karl’ın bir resmini çizme görevini üzerine alır. Feminist ve solcu olan Kollwitz, Spartakist liderlerin cesaretinden –ve cenazelerinden– etkilenmekle birlikte, bir KPD taraftarı değildir. İki yıl boyunca çok sayıda eskiz çizdikten sonra eserini ağaç baskıyla gerçekleştirmeye karar verir ve Liebknecht’in cansız bedeninin önündeki insanların şaşkınlıkla karışık hüznünü işler.

Ekspresyonist olarak tanımlansa da kendisi bu tanımı benimsemeyen ressam ve heykeltıraş Max Beckmann ise, “Cehennem”in yeryüzündeki hallerini betimlediği on parçalık dizisinden bir resmi Rosa Luxemburg’a ayırır. Martyrdom (1919) isimli resimde, Luxemburg’u silahlı üniformalı ve sivil giyimli insanlar tarafından öldürülmeden önce taciz edilirken resmeder.

Hiç şüphesiz Rosa’yı (çoğu kez Liebknecht’le birlikte) anan eserler arasında, Brecht’in Rosa hakkındaki dizelerinin de dahil edilmesiyle Kurt Weill tarafından 1928’de bestelenmiş (ve yıllar sonra David Bowie tarafından kısmen uyarlanmış) “Berliner Requiem”i; psikiyatr ve yazar Alfred Döblin’in üç ciltlik Kasım 1918 isimli yapıtının “Karl ve Rosa” başlıklı son cildini; tiyatro yazarı Erwin Piscator’un Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp Spartakist ayaklanmanın bastırılışını işlediği oyunu Her Şeye Rağmen’i (1925) –sahne tasarımını Heartfield yapmıştır– burada zikretmek gerekir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Rosa’nın mücadelesini, özgürlükçü soluğunu ve elbette kadın kimliğinin önemini kavramaya daha yatkın koşulların oluşmasıyla birlikte çeşitli mecralar (tiyatro, şiir, enstalasyon, roman, sergi, fresk, çizgi roman, film) üzerinden temsil edildiği, anıldığı, güncelleştirildiği çok sayıda esere, çalışmaya tanık oluruz.

Alman sosyal demokrasisinin iflasını ele aldığı 1916 broşüründe, ilerlemeci iyimserliğe kendini teslim eden edilgen bir siyasetin karşısına, tehdit bilincine ağırlık veren uyarısıyla çıkar Rosa Luxemburg: Ya sosyalizm ya barbarlık! Bu parola, kapitalist medeniyetin derinleştirdiği iklim kriziyle birlikte her geçen gün daha da güncellik kazanıyor. Rosa, yaşamı ve mücadelesiyle, geçtiğimiz yüzyılın kandan ve ateşten harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor: aşkla, kavgayla, şiirle.