Translate

Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2019 Çarşamba

24 Nisan Nedir?

Hüseyin Şengül
İstanbul - BİA Haber Merkezi

24 Nisan 2012

Ermeni, Yahudi, Süryani, Rum, Türk, Müslüman , karaderili, Kızılderili, Kürt; her kim zulme uğramışsa kimlik ayrıt etmeksizim mazlumun yanında, zalimin karşısında olmayı bir düşünün. Bir 24 Nisan daha geldi! İnsan olan beri gelsin!




24 Nisan 1915, İttihatçı hükümetin Osmanlı'daki Ermeni tebaasını tehcir yoluyla yok etme planlarının uygulamaya konulduğu tarihtir. Ve bu tarih, 1890'lardan bu yana Ermeni tebaasına zaman zaman uygulanan bölgesel kırımlardan kapsam olarak farklıdır.

24 Nisan'da İstanbul'daki Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinin Çankırı ve Ayaş taraflarına sürgünüdür. Bu bir başlangıçtır! Asıl oyun, Haziran 1915'te sahnelenir.

..devamı >>

20 Nisan 2019 Cumartesi

12 Eylül Davası’nın örtbas edildiği duruşmadan tarihe notlar



Baskın Oran

Karar okundu: Kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına; Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına. Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Arşivlere kalması için biraz ayrıntılı yazacağım. Ama önce davanın geçmişini özetleyelim:
Darbeyi yapan “Beşibiyerde” generaller, 82 Anayasası Geçici Md. 15’le yargılanmaya karşı kendilerini korumaya almışlardı. Bu madde, “Yetmez Ama Evet” sloganının öne çıktığı 2010 Referandumu’yla kaldırılınca çok sayıda suç duyurusu geldi ve Ocak 2012’de tarihimizde ilk kez darbecilere dava açıldı. Çok sayıda kuruluş ve benim de aralarında bulunduğum 12 Eylül mağduru davaya müdahil olarak katıldı.
Beş generalden o sırada hayatta bulunan ikisi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) “Anayasayı ve TBMM’yi cebren ortadan kaldırmak” suçundan yargı önüne çıkarıldı. TV’den hatırlarsanız, sorgulara yatağa yatıp cevap verdiler. Ankara 10. Ağır Ceza bu ikisini Haziran 2014’te müebbet hapse çarptırdı ve rütbelerinin sökülmesine karar verdi.
Dosyanın temyizde olduğu yıllarda iki darbeci ölünce, Yargıtay 16. Ceza Dairesi davayı düşürdü. Yerel mahkeme bu karara uydu. Dosyanın tekrar gittiği Yargıtay kararı bu sefer usulden bozdu. Dava yine Ankara 10. Ağır Ceza’ya döndü ve 12.04.2019’a gün verildi.
***
O gün duruşma, müdahillerin esas hakkında beyanlarıyla başladı. Bunların yaklaşık tamamı, 12 Eylül işkencecilerinin tezgâhından geçmiş mazlumlardan veya öldürülenlerin yakın akrabalarından oluşuyordu.
Örneğin, “Berfo Ana” diye tanıdığımız ve oğlu Cemil Kırbayır’ın mezarını göremeden ölen Cumartesi Annesi’nin kızı Fatma Gülmez şöyle dedi: “Abimi sapasağlam götürdüler. Sonra kaçtı kayboldu dediler. Ne ölüsünü verdiler ne dirisini. Abimin mezarını istiyorum”. Cemil’in abisi Mikail Kırbayır olayı daha ayrıntılı anlattı:
“Kardeşimi götürdüler. İşyerimden rapor alıp gittim, komutanlar Cemil’in Emniyet’çe sorguya götürüldüğünü söylediler. Emniyet’e gittim, böyle birini almadık dediler. Gözetime gittim, bir rütbeli Cemil’in Kars Siyasi Şube tarafından alındığına dair kayıtları gösterdi; Cemil’in isminin karşısında kırmızı kalemle ‘getirilmedi’ yazılıydı. Emniyet’e tekrar gittim, firar etti dediler. Sonunda Cemil’in görevliler tarafından katledildiğine karar verilip 2011’de Kars Cumhuriyet Savcılığı’na bildirildi ama şu âna kadar bir iddianame hazırlanmadı”.
Gözaltında işkenceden ölen Osman Mehmet Önsoy’un kardeşi A. İ. Önsoy kendisinin de işkenceden sağ ayağının sakat kaldığını ve bütün ailesine yapılanları anlattı.
Ocak 83’te idam edilen Ramazan Yukarıgöz’ün kardeşi Yılmaz Yukarıgöz, bu kararı veren yargıç Eyüp Menteş’in başka bir davada rüşvet alırken yakalandığını ve mahkûm olduğunu hatırlattıktan sonra, bu idamların dosyaya cinayet olarak girmesini talep etti.
Hüseyin Esertürk üniversite öğrencisiyken yıllarca işkence gördüğünü söyledi ve “Mahkeme ne karar verirse versin sağlığım elverirse peşlerini bırakmayacağım, elvermezse çocuklarım, dostlarım ve yoldaşlarım devam edecektir” dedi.
Cumhur Yavuz, Aralık 80’den Ağustos 91’e kadar içerde sürekli işkence gördüğünü ve açtığı davaların zaman aşımından kapatıldığını söyleyerek, “Günlerce hücremde asılmayı bekletildim; bana bu psikolojiyi yaşatanlardan hesap sorulmasını istiyorum. Darbe kültürü devam etmektedir, bunun en iyi örneği de son seçimde mazbataların verilmemesidir” dedi.
Gözaltında kaybolanlardan Mustafa Asım Hayrullahoğlu’nun eşi Aynur, “Bana eşimin gözü önünde işkence yapılmasın diye yurt dışına çıktım. Ailesi beş ay aradı, sonunda sekiz saat sürekli işkence yapıldığını ve Kasımpaşa’da kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendik. İşkenceci polisler mahkûm oldu, Yargıtay bozdu, ceza veren hâkimler görevden alındı, işkenceciler terfi etti. Bu dava iki generale dayandırılmış, onların ekibi yargılanmamıştır” dedi.
Rahmi Yıldırım üçlü kararnameyle TSK’den atıldığını, tutukluyken işkenceye tabi tutulduğunu, üç yıl yattıktan sonra beraat ettiğini söyledi. Protesto için sıkıyönetim duruşmasına don-gömlekle çıktıklarının fotosu kapağında yer alan “Kışlada Sol Kırım” isimli kitabını heyete verdi.
***
Bana da soruldu. Şöyle dedim: “Sadece beş general yargılanamaz. Onları klonlayan kamu personeli de yaptı bu yapılanları. Örneğin ben YÖK yasasının yürürlüğe girdiği 06.11.1982’de yrd. doç. olduğum halde görevden sarı zarfla atıldım. Bugünkü durumun aksine o zaman dava açılabiliyordu; açtım. Temmuz 83’te iki telgraf birden aldım. Birincisi, davayı kazandığım için göreve çağırıyordu; imza: Dekan Prof. Necdet Serin. On dakika sonra çekildiği görülen telgraf ise 1402 s. Sıkıyönetim Kanunu tarafından görevden alındığımı bildiriyordu; imza yine Dekan Prof. Necdet Serin; bu kişi ardından mükafaten rektör yapılmıştır. İşte bunlar beş darbeci generalin klonlanmış sivilleri. Bunlar da yargılanmalıdır.
“Bugün OHAL kalkınca dava açılamıyor ama, o zaman sıkıyönetim kalkınca dava açılabiliyordu. Açtım ve sekiz yıl sonra göreve döndüm. Doçent ve profesör oldum o yaştan sonra; hatta profluk jürimdeki proflardan biri de eski bir öğrencim idi”.
***
Av. Ömer Kavili söz alarak özetle şunları söyledi: “Duruşmada usul kuralları ihlal edilmektedir. Dosyaya gelen belgeler okunması gerektiği halde okunmamıştır. 12 Eylül Bayrak Harekât Planı’nın ekinde bulunan ve sanıkların eğitip besledikleri kişileri içeren “Sivil İşler Koordinasyon Grubu Listesi” başlıklı belge dosyaya girmemiştir”.
Kavili taleplerini sıraladı: “Sanıkların 1982 ve 83 yıllarında kol saati ve maaşla taltif ettiklerinin listesi getirtilmelidir çünkü bunlar bunları halka karşı suç işledikleri için almışlardır. İşkencelerin raporlanabilenlerinin kayıtları getirtilmelidir. Aramızda bulunan Cumhurbaşkanlığı vekilinin yetki belgesini talep etmiştik, oysa kendisinin sunduğu A4 kağıt sadece 703 s. KHK Md. 218’i içeren bir yazıcı çıktısından ibarettir, mahkemenize hitaben yazılmamıştır, tarihsiz ve imzasızdır, Cumhurbaşkanlığı makamından çıktığı da belli değildir. Bu kağıt bile okunmadan dosyaya konmuştur; yollayana iade edilmelidir”.
Av. Arif Ali Cangı söz aldı: “Ölüm sonucu hapis cezasının düştüğü kuralını bilmekteyiz. Fakat bu dosya, davanın düşürülmesi şeklinde kısa bir metinle bitirilecek dava değildir. Sizleri de bizleri de tarih önünde mahkûm eder.”
TÖB-DER adına Av. İsmail Çevik söz aldı: “K. Evren’in rütbelerinin sökülmesini ve naaşının devlet mezarlığından çıkarılmasını, sanıkların yasal mirasçılarına intikal eden mal varlıklarının müsaderesini [el koyma], MASAK’tan [Mali Suçları Araştırma Kurulu] ilgili kayıtların getirtilmesini, ihbar yaptığımız Hazine’den gelecek cevabın beklenmesini talep ediyorum”. Muğla Barosu vekili Av. Kaan Çabuk da kendisine katıldı.
***
Şimdi mahkeme heyetine geçelim.
Müdahillerin ve avukatların tümü, esas hakkında mütalaa verebilmek için süre istediler. Heyet, “davanın geldiği aşama gözetilerek” deyip reddetti.
Avukatım Oya Aydın Göktaş tahkikatın genişletilmesini talep etti. Heyet, “tahkikatın yeterli olması nedeniyle” deyip reddetti.
“Maliye Hazinesi'ne mahkememizce bir ihbar yapılmamıştır” gerekçesiyle, Hazine’nin cevabının beklenmesi reddedildi.
Sivil İşler Koordinasyon Grubu ve taltif edilenler listeleri ile işkenceye ilişkin kayıt ve raporların getirtilmesi talepleri, “Mahkememizce talep edilmemiş olduğu için” denilerek reddedildi.
Duruşmaya son verildi. Karar okundu:
1) K. Evren ve T. Şahinkaya’ya açılan kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına;
2) Sanıkların mirasçılarına bıraktıkları malların müsaderesine yer olmadığına;
3) Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına.
***
Bu notları, duruşmadan şu satırlarla bitireyim:
Katılan Başbakanlık (mülga) Cumhurbaşkanlığı vekili Av. Mehmed Faruk Öztürk'ten esas hakkındaki beyanı soruldu. ‘Bugün burada güzel bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Burada bir yargılama yapılıyorsa, katılanlar ve katılan vekilleri özgürce beyanda bulunabiliyorlarsa, bunu bu devlete ve demokrasiye borçluyuz’, dedi”.
***
Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Bilmem. Belki iktidar taktik değiştirmiştir ve hiçbir ilgisi yok ama, her zaman yazdığım bir formüle gelip varmıştır, “Mahşerin Dört Atlısı” dediğim:
Dinci AKP + Irkçı MHP + Ergenekoncu askerler + Aydınlıkçı Ulusalcılar.

19 Nisan 2019 Cuma

Bahaettin Şakir’in Ermenilerin imhasına dair mektupları

Taner Akçam:
Aram Andonian 1921 yılında Naim Efendi adlı, Halep Sevkiyat Ofisi’nde çalışan bir Osmanlı bürokratının anılarını yayımlamıştı. Aslında bu klasik bir anı kitabı değildi; Naim Efendi’nin el yazısı ile kopya ettiği, Ermenilerin imha edilmeleri emirlerini de içeren 52 civarında Osmanlı belgesi idi.

Naim Efendi, Andonian’a ayrıca 26 civarıda orijinal belge de vermişti. Andonian bunların 14 adedinin resimlerini kitabında yayımlamıştı. Bu belgelerden iki tanesi Bahaettin Şakir’e ait mektuplardı ve Adana Murahhası Cemal Bey’e yazılmıştı.

Birinci mektup 3 Mart 1915 tarihlidir. Şakir mektubunda, “Cemiyet, vatanı bu lanetlenmiş kavmin [Ermenilerin] ihtirasından kurtarmaya ve bu konuda Osmanlı tarihine sürülecek lekenin sorumluluğunu milli onura sahip omuzlarına almaya karar vermiştir. Birbiri ardı sıra gelen intikam duygusu ile ağzına kadar dolu, uğursuz ve acı geçmişi unutamayan cemiyet, gelecekten ümitli olarak Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri, bir tanesi kalmayıncaya kadar mahvetmeye karar, bu hususta da hükümete geniş yetki vermiştir.Hükümet Katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda, vali ve ordu kumandanlarına gerekli izahatı verecektir. İttihat ve Terakki’nin bütün delegeleri bulundukları yerlerde bu konunun takibiyle ilgilenecek, hiçbir Ermeni’nin korunmasına ve yardım görmesine meydan vermeyeceklerdir, (koyu harfler bana aittir).”[1]


İkinci mektup 7 Nisan 1915 tarihlidir ve Bahaettin Şakir aynı ifadeyi tekrar edecektir: “18 Şubat 330 [3 Mart 1915] tarihli mektupta da yazıldığı üzere cemiyet, çalışmalarında bundan sonra izleyeceği yol ile yıllardan beri çarpıştığı çeşitli güçleri bugün artık temelinden söküp imhaya karar vermiş ve yazık ki bu konuda çok kanlı tedbirler almaya mecbur kalmıştır. Emin olunuz ki bu tedbirlerin korkunç olmasından biz de üzgünüz. Fakat cemiyet varlık göstermek için bundan başka çare göremiyor (koyu harfler bana aittir).”[2]

Andonian imzaların Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu

Andonian’ın, İsviçre’de yaşayan Mary Terzian isimli bir Ermeni arkadaşına 1937’de yazdığı bir mektuptan anlıyoruz ki, Andonian, Şakir’in mektuplarını yayımladığında, bunların Bahaettin Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu. Terzian Andonian’a, “Cemal Bey’e yazılmış iki mektupta imzası bulunan kişi olarak Bahaddin Şakir Bey’in adını” niye belirtmediğini sorar. Andonian, “Kitabımın yayınlanması esnasında bu mektupların Bahaddin Şakir Bey’e ait olduklarını bilmiyordum,” cevabını verir.[3] Bu nedenle kitabında “[mektuplar], basma kalıp bir rumuzla (muhtemelen komitenin İstanbul merkezinden birinin rümuzu ile) imzalanmıştı”, diyecektir. İmzanın Şakir’e ait olduğunu, kitabın yayımlanmasından aylar sonra, Berlin’e Talat Paşa cinayeti davasına gittiğinde öğrenir. Orada kendisine verilen gazete kupürleri arasında Sabah gazetesinden yapılmış bir çeviri vardır. Sabah, kitaptaki mektupların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu söylemiş ve yeniden basmıştır. İstanbul’a Sabah gazetesine mektup yazan Andonian, onlardan mektup altındaki imzanın Şakir’e ait olduğu bilgisini elde edecektir.

Şakir’e ait iki mektup, Talat Paşa’ya ait bazı telgrafların asılları ile birlikte Tehlirian davası dosyasına dahil edilirler. Andonian, “Paris’e dönüşümden sonra onları alabilmek için iki girişimde bulundum, ama netice elde edemedim,” der; “hala orada olmaları gerekir,” diye de ekler. Ama ilerleyen yıllarda benim de aralarında bulunduğum bir çok araştırmacı Tehlirian dava dosyalarında bu belgeleri boşuna arayacaklardır. Görünmez bir el bu belgeleri oradan uzaklaştırmıştır.

Türk Tarih Kurumu 1983 yılında yayımladığı bir kitapta, ilk bakışta oldukça inandırıcı gözüken bazı argümanlarla hem Naim Efendi hatıratının hem de Şakir’e ait mektupların sahte olduklarını ileri sürdü.[4]Şakir’in mektuplarının sahte oldukları konusunda ileri sürülen tezlerin içinde en önemli olanı ise, Adana’ya yazılmış bir mektubun Halep’te Naim Efendi’nin çalıştığı iddia edilen bir ofiste ne aradığı idi.[5] Yapılan itirazların mantıki ve inandırıcı gözüküyor olmaları nedeniyle araştırmacılar ne Şakir’in mektuplarını ne de diğer belgeleri kullanmayı tercih ettiler. Şakir’in, 3 Mart 1915 tarihinde Ermenilerin imhası kararlaştırılmıştır, ifadesi yok sayıldı.

İmzalar Bahaettin Şakir’e aittir

Artık Şakir’in mektuplarına yeni bir gözle bakmak gerekmektedir. Ben son çalışmamla Andonian tarafından yayımlan Naim Efendi hatıratının ve de belgelerin orijinal olduğu göstermiş bulunuyorum.[6] Araştırmalarım sırasında bulduğum fakat bugüne kadar yayımlamadığım bir başka bulgu, mektuplardaki Bahaettin Şakir imzalarının orijinal olduklarıdır.

Bu imzaların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu iki ayrı kaynaktan kanıtlamak mümkündür. Birincisi Şurayı Ümmet gazetesidir. Şakir’in gazetede yayımlanan köşe yazıları altında imzası vardır ve bu imzalar, mektuplardaki imzalar ile aynıdır.[7] İkinci önemli kaynak, İttihat ve Terakki Paris Defterleridir. 2017 yılında bu defterler Türkçeleştirdi ve orijinalleri kitaba ek CD olarak kondu.[8] Defterlerde, Bahaettin Şakir’e ait 100’ün üzerinde imza bulunmaktadır. Şakir’in defterlerdeki imzalar ile mektuptaki imzalar aynıdır.

İmzaların orijinal olduklarının kanıtlamanın ötesinde, mektupların orijinal olmadıkları konusunda ileri sürülen en önemli tezlerden birisinin, (Adana Murahhası Cemal’e ait bir mektubun Halep’te ne aradığı iddiasının) geçersizliğini de artık göstermemiz mümkün. Andonian kitabında, Murahhas Cemal Bey’in mektupları aldıktan sonra Adana’dan Halep’e gittiğini ve orada Ermeni kırımları planının uygulanması için büyük bir gayretle çalıştığını söylemektedir. Andonian’a göre Cemal Bey, İstanbul’dan sürgün ve imhaları organize etmek için gönderilen ve Halep İskân-ı Aşâir ve Muhâcirîn Müdürü olarak görev yapan Şükrü Bey’in en büyük destekçisidir.[9]

Elimizdeki bir Osmanlı Arşiv belgesi bize Andonian’ın verdiği bu bilginin doğru olduğunu gösteriyor. Cemal Bey, gerçekten de Halep’e İttihat ve Terakki Murahhası olarak atanmıştır. Cemal Bey hakkında Ermeni sürgün ve imhalarında oynadığı rol nedeniyle savaştan sonra soruşturma açılmıştır.[10]

Bahaettin Şakir’in mektubunda önemli bir bilgi daha vardır. Şakir, Hükümetin ordu komutanları ve valilere katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda gerekli açıklamayı yapacağını söylemektedir. Başbakanlık arşivinde, Şakir’in mektubundan 11 gün sonra Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ ve Diyarbakır vilayetlerine çekilen iki ayrı telgrafta bu bilginin gerçeğe tekabül ettiğini gösterir bazı ifadeler yer almaktadır. Telgrafta “Ermeni harekatına ve alınması gereken acil tedbirler hususunda Üçüncü Ordu Kumandanlığına müracaat edilmesi” gerektiği bildirilmektedir.[11]

Orijinal olduğu kuşku götürmez bu mektupların bize gösterdiği gerçek şudur: İttihat ve Terakki Merkez Komitesi Ermenilerin imhasına ilişkin kesin bir karar almıştır ve bu karar 3 Mart 1915 tarihinden önce alınmıştır.

Şakir Merkez Komite toplantısına katıldı mı?

Eğer 3 Mart 1915 öncesi alınmış bir imha kararının olduğu doğru bir bilgi ise, açığa çıkartılması gereken bir husus var. Bahaettin Şakir’in, sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısına katılması imkansızdır. Şakir, 1914 Ağustos’tan başından beri İstanbul’da değildir. Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerini koordine etmek üzere Erzurum’a gitmiş ve ama orada da kalmayarak Kafkaslar’daki askeri hareketlerin başında, bölgeyi gezerek görev yapmaktadır.[12] III. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’nın tifüsten ölmesi üzerine ise Erzurum Valisi Tahsin tarafından 14 Şubat tarihinde çok acele Erzurum’a çağırılır.[13] Yani, mektubun yazıldığı 3 Mart 1915 tarihinde Şakir Erzurum’da bulunuyordu.

O halde Şakir’in sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısının telgraf başında gerçekleşmiş olması gerekiyor. İstanbul Merkez Komitesi’nin Erzurum’da bulunan Şakir ile sık sık telgraf başı görüşmeler yaptığına ilişin elimizde yeteri kadar kanıt vardır. Örneğin Talat Paşa, 26 Kasım 1914’de Erzurum’a “mahrem” koduyla çektiği bir telgrafta, “merkez-i umumi ile … muhabere etmek üzere Bahaeddin Şakir Bey’in karargahından Erzurum’a” çağrılmasını istemektedir.[14] Şakir, bu istek üzerine 29 Kasım 1914’de Erzurum’a gelmiş ve “emre hazır” olduğunu bildirmiştir.[15] İmha kararının bu tür görüşmelerin birisinde alınmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Naim Efendi’nin hatıratı ve Talat Paşa telgraflarının orijinal olduklarını gösterdiğimde söylediğimi tekrar etmek isterim. Artık 1915’e ait yalan mızrağının çuvala girmesinin imkanı kalmamıştır. Sağcısı, solcusu, milliyetçisi ve liberali ile tüm siyasetin artık yalanların arkasına saklanmaya son vermesi, “evet kardeşim olmuş böyle kötü şeyler bu tarihte” demeye başlaması şart. Tarih hakkında söylenecek söz “evet, olmuş böyle şeyler”, ile başlamak zorunda.

Ve bu böyle başlandığında görülecektir ki, bugün ülkenin sorunlarının en büyük nedeni yalan duvarının arkasına saklanmaktan kaynaklanmaktadır. Ülkenin yarınının aydınlığı geçmişin karanlığının aydınlanmasından geçiyor.

Bahaettin Şakir Ermenilerin imhasında merkezi bir rol oynamıştır

Bahaettin Şakir, Ermeni Soykırımının hem kararının alınmasının hem de uygulanmasının en büyük mimarlarından birisi. Onun, 4 Temmuz 1915 tarihinde, İttihat ve Terakki Elâzığ (Harput) Müfettişi Nazım Bey’e çektiği bir telgrafı vardır. Telgrafın amacı Ermenilerin sürgün ve imhalarını koordine etmektir. Telgrafta Şakir şunları söyler: “Oradan sevk olunan Ermeniler tasfiye olunuyor mu? Nefy ü tagrîb [sürgün edilerek uzaklaştırılmış] olduğunu bildirdiğiniz eşhas-ı muzırra [zararlı unsurlar] imha ediliyor mu yoksa yalnızca sevk ve i’zâm mı [gönderilme] olunuyor muvazzahan [açık olarak] bildiriniz kardeşim.”
Bu telgraf, İstanbul duruşmaları sırasında okundu ve Bahaettin Şakir’in gıyabında idam cezasına çarptırılmasına etkin oldu.

Bahaettin Şakir, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi sıfatıyla, bu örgütün eylemlerini organize etmek için Ağustos 1914’te Erzurum’a gitti. Kısa sürede bölgede yaptığı gözlemlere dayanarak Ermenilerin imha edilmesi kanaatine sahip oldu ve değişik tarihlerde İstanbul’a, “kağıt üzerine yazılma imkanı olmayan mütâla’a ve taleplerimi daha faydalı bir biçimde ifade edebilmem… için kesin olarak İstanbul’a gelme ihtiyacı duyuyorum”, biçiminde telgraflar çekti.
Bu yönde çektiği çeşitli telgraflara rağmen, 1914 Aralık ortasından 1915 Şubat ortasına kadar Kafkasya’da, Artvin-Ardahan bölgesinde kaldı ve Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri başında çatışmaları doğrudan yönetti. En son Şubat 1915 ortasında Erzurum’a gelen Şakir, burada telgraf başında yaptığı görüşmelerle, yayınladığımız mektuplardan da anlaşıldığı gibi, İstanbul Merkez Komitesini Ermenilerin imhası kararını almaya ikna etmiş gözüküyor.

1915 Martı’nın ikinci yarısında İstanbul’a gelen Şakir, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi ile, imha kararının nasıl hayata geçirileceğini tartışmış ve yapılan bir dizi toplantı ile, soykırımın detaylarına ilişkin ek bazı kararlar alınmıştır. En yakın çalışma arkadaşlarından, Arif Cemil’in ifadesiyle, Bahaettin Şakir Nisan başında Erzurum’a geldiğinde, yeni durum tamamıyla belirlenmiş “tehcir kararı” alınmış idi.

Şakir’in önemi ve etkisi sadece Ermenilerin imhasına yönelik İstanbul merkezli bir kararın alınması ile sınırlı değildir. Elimizdeki belgelerden, Aralık 1914 başında, Bahaettin Şakir önderliğinde Teşkilat-ı Mahsusa Merkez Komitesinin Van ve Bitlis yöresindeki belli bir grup Ermeninin imhası kararının aldığını anlıyoruz. Erzurum’da alınan ve İstanbul’a bildirilen kararda aynen şunlar söylenir: “gerek merkezde ve gerek çevre yörelerde ihtilale önderlik edebilecek veyahut İslamlara tasallut edeceklerinden şüphelenilen Ermenilerin şimdiden tutuklanarak İslamlara saldırıları görüldüğü takdirde imha edilmek üzere hemen Bitlis’e sevkleri, [koyular bana aittir]…” Bu belgeye dayanarak, Bitlis ve Van civarındaki şüpheli Ermenilerin imha edilmelerine ilişkin bir kararın Aralık 1914 başında Bahaettin Şakir önderliğinde, Teşkilat-ı Mahsusa Erzurum Merkez Komitesi tarafından alınmış olduğunu söyleyebiliriz.
Özetle söyleyebileceğimiz, Bahaettin Şakir’in rolü anlaşılmadan Ermeni soykırımını anlamak mümkün değildir.

Taner Akçam
(Agos)

Bahattin Şakir, Türk doktor ve siyasetçi.
II. Meşrutiyet döneminde, mebus veya nazır unvanı taşımamış olmakla birlikte, İttihat ve Terakkî’nin Kâtib-i Mes’ullerinden biri olarak devrin önde gelen siyasetçileri arasında yer almıştır. Vikipedi

[1] Andonian, Medz Vocirı, [Büyük Cinayet], (Boston: Bahag Printing House, 1921)., s.116-117.

[2] a.g.e., s. 144-145

[3] Bakınız, Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and Armenian Genocide (Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan, 2018), s. 229-238.

[4] Şinasi Oral, Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983)

[5] a.g.e., s. 34-5; 40-41.

[6] Taner Akçam, Naim Efendi ve Talat Paşa’nın Telgrafları (İstanbul: İletişim yayınları, 2016); Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and the Armenian Genocide.

[7] İmzalar için bakınız: Şurayı Ümmet 30 Ekim 1909, no: 192 ve 30 Aralık 1909, no: 201. Aslında Şurayı Ümmet’deki ve mektuplardaki imzaların aynı olduklarını 1996-7 yıllarında bulmuştum. Fakat Naim-Andonian belgeleri üzerindeki kuşkular nedeniyle bu bilgiyi hiçbir zaman kullanmadım.

[8] Kudret Emiroğlu, Çiğdem Önal Emiroğlu, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2017)

[9] Andonian’ın ilgili sözleri için bakınız, Medz Vocirı, s. 146 ve 22. (dikkat Cingöz buraya)

[10] BOA.DH.ŞFR., 98/168, Dahiliye Nezaretinden Konya Vilayetine, 15 Nisan 1919 tarihli şifre tel: “Vilâyet Sıhhiye Müdürü Yunus Vasfi ve Halep İttihat ve Terakki Murahhası Cemal Beyler hakkında orada kaldığı anlaşılan evrak-ı tahkikiye divan-ı harpten talep ediliyor.”

[11] BOA.DH.ŞFR., 51/15, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum, Van, Bitlis ve Diyarbakır vilayetlerine 14 Mart 1915 tarihli şifre tel. Aynı telgraf, aynı gün Mamüretülaziz Vilayetine de gönderilecektir, (BOA.DH.ŞFR., 51/17).

[12] Bahaettin Şakir, 22 Ağustos 1915’tarihinde çektiği bir telgrafla, Erzurum’a gelmiş olduğunu bildirir, (BOA.DH.ŞFR., 483/32).

[13] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 461/060, Bahaettin Şakir’den, Dahiliye Nazır’ı Talat’a “bizzat açılacaktır, müstaceldir”, notuyla 13-14 Şubat 1915 tarihli şifre tel.

[14] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 47/187, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum Vilayetine 26 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

[15] BOA.DH.ŞFR., 451/12, Erzurum Valisi Tahsin’den, Dahiliye Nazırı Talat’a 28/29 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

3 Ocak 2019 Perşembe

536 senesi dünyada yaşamak için neden en kötü yıldı?

Yaşadığımız dönemin kötü ve zor olduğunu düşünüyorsanız, bir kez daha düşünün. Dünya tarihinde yaşadığımız dönemden çok daha beter zamanlar var.
Harvard Üniversitesi'nden Orta Çağ tarihçisi ve arkeolog Michael McCormick'e göre, M.S. 536, dünyada yaşamak için "en kötü yıllardan biri ve hatta en kötüsü olabilir."
McCormick, Science dergisine yazdığı makalede, 536 yılında Avrupa, Orta Doğu ve Asya'nın bir bölümünü gizemli bir sis perdesinin kapladığını ve tam 18 ay boyunca hem gece hem de gündüz dünyanın karanlıkta kaldığını yazdı.
536 yılının yazında, hava sıcaklıkları 1,5 ile 2,5 derece düştü ve böylece son 2300 yılının en soğuk 10 yılı başladı.
A volcanic eruption (artistic design)
Çin'e yaz aylarında kar yağdı, ekinler dondu ve insanlar açlıktan öldü.
İrlanda'da resmi belgelere göre, "536 ile 539 yılları arasında yiyecek ekmek bulunamadı." Beş yıl sonra, 541 yılında ise o dönem Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'na ait olan, Mısır'ın güneydoğusunda Nil Nehri'nin en doğu ağzında yer alan liman kenti Pelusium'da hıyarcıklı veba (bubonik veba) salgını baş gösterdi.
McCormick'e göre, bugünkü adıyla Justinianus Veba Salgını'nda hastalık çok hızlı bir şekilde yayıldı ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun nüfusunun üçte birini ortadan kaldırarak, çöküş sürecine de ivme kazandırdı.

Peki ama bu yıkıcı olayları tetikleyen neydi?


4 Mayıs 2017 Perşembe

CEHENNEM (Bir dogmanın gerçeği)

Cehennem kelimesinin kökeni İbranice’de bir kelime olan ‘’Ge-Hinnom'’dur.’
’‘’Ge’’ vadi, ‘anlamına gelir. ’’Hinnom’’ ise bir isimdir.

Yani ‘’Ge–Hinnom’’ ‘’Hinnom Vadisi’’ demektir.

Bu sözcük İngilizceye Gehenna, Fransızcaya da Géhenne olarak geçmiştir.
Vadilerin ömrü insanlardan ve dinlerden çok daha uzun soluklu olduğu için Hinnom vadisi halen mevcut ve Kudüs’ün güney batısında yer alıyor.

Peki Hinnom vadisi ne olmuş da Ortadoğu kaynaklı tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında ki cehenneme dönüşmüş?
Kardeş çocukları olan Filistinliler ile Yahudilerin günümüzde birbirini yediği antik Kenan (Filistin) diyarında eskiden korkutucu bir Tanrı yaşarmış.
İsmine Molok (Moloch, Molek) derlermiş. Kendisine tapanlardan da habire kurban istermiş ama sıradan kurbanlar değil. Çocukların kendisine kurban edilmesinden çok hoşlanırmış. Molok’un Gehinnom vadisinde altında sürekli ateş yanan bir ızgaranın bulunduğu putu varmış.
Molok’a tapanlar ilk doğan çocuklarını bu ızgaraya atar ve yakarak Molok’a kurban ederlermiş. Anneler, babalar yanan çocuklarının çığlıklarını duyup pişman olmasınlar diye de kurban töreni sırasında sürekli davul çalınırmış.

Gel zaman git zaman M.Ö. 7. Yüzyılda Yoşiyahu (Josiah) isimli aklıselim bir Yahudi kral başa geçer ve Molok’a tapınılmasını
ve çocuk kurban edilmesini yasaklar. Bu tarihten sonra Hinnom vadisi Kudüs’ün çöplüğü haline gelir. Ayrıca gömülmeye değer bulunmayan idam edilmiş suçluların cesetleri de buraya atılmaya başlanır. Çöplerin, cesetlerin kokularından ve hastalık yayma risklerinden kurtulmak için bugün de kullanılan basit bir yönteme başvurur antik Kudüslüler. Çöpler ile cesetleri yakarlar.

Hem eskiden burada yakılarak insan kurban edilmesi hem de daha sonra suçluların (günahkârların) cesetlerinin burada yakılması, ölümden sonra yakılarak cezalandırılma inancını doğurmuş. Bu mit önce Yahudilikte yerini almış, oradan Hıristiyanlığa ve sonra son büyük tek tanrılı din olan Müslümanlığa geçmiş.

Eski Ahit Yeremya 32: 35’de Hinnom vadisinden bahsedilir. ’’ Ben-Hinnom Vadisi'nde ilah Molek'e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal'ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda'yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.’’

Markos İncilinin 9: 43-47: numaralı bölümü de Hinnom vadisinin dehşetinden bahseder.

— Eğer elin seni günaha sokuyorsa, onu kes at; çolak olarak hayata erişmen iki elli olarak Hinnom Vadisine, sönmez ateşe gitmenden iyidir.
– Eğer ayağın seni günaha sokuyorsa, onu kes at; topal olarak hayata erişmen iki ayağınla Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
– Eğer gözün seni günaha sokuyorsa, onu çıkarıp at; tek gözlü olarak Tanrı'nın krallığına erişmen iki gözünle Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
Orada onların kurdu ölmez ve ateşi sönmez.’’

Kur’anın Zuhruf suresinin 77. ayetinde de cehennem bekçisi ile günahkarlar arasında geçen diyalog anlatılır. ’’ Onlar cehennem bekçisine: «Ey Mâlik! Rabbin artık bizi öldürsün.» diye seslenirler. Mâlik de: «Siz böylece kalacaksınız.» der.’’

Peki Kur’anda cehennemin bekçisi ve meleği olarak tasvir edilen bu Malik kimdir?. Yoksa eski bir tanıdık mıdır?
‘’Malik’’ Sami dillerinden biri olan İbranice'deki ‘’MLK’’ kökünden türemiştir. Melek, malik, mülk, melik,memlük gibi kelimelerin köken aldığı "MLK" kökü aslında Tanrı Molok'un adıdır. Yani kurnaz tanrı Molok yok olmamış, arka kapıdan yeni dinlere sızarak kendine malik ve melek adıyla yer bulmuştur.

Velhasıl kelam ; Molok'a çocukların kurban olarak sunulduğu Ge-Hinnom Cehenneme, Molok ise Malik’e, Melek’e dönüşmüştür.

Fotoğraf Hinnom vadisinin panoramik görüntüsüdür. Artık insanlar yakılmadığı için korkutucu bir görüntüsü yoktur.

Ancak görüldüğü üzere imar kirliliğinden o da nasibini almıştır.

13.07.2015

Cem İşmen: