Translate

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus

6 Şubat 2024 Salı

Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi

Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.

İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.

***

7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.

Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.

İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.

Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…

Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü

Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.

Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.

Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.

İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi

İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.

Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:

Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.

Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.

Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.

Bahadır Özgür/Birikim

6 Şubat Depreminin Birinci Yılı ve 7 Soru

 

 

6 Şubat depremlerinin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi verilere göre 53 bin 537 insan hayatını kaybetti. Ancak aradan geçen bir yılda yetkililerden şu soruların yanıtlarını istiyoruz:


1-) Depremde insanlar enkaz altındayken neden geç müdahale edildi? AFAD, neden depreme hazırlıklı değildi? 2-) Asker neden arama kurtarma için kışladan zamanında çıkarılmadı? Çıkanların da neden kurtarmada görev almasına izin verilmedi? TSK'nın afet durumları için depoda beklettiği çadır vb. benzer malzeme bu depremde sahaya sürülmedi? 3-Kızılay, neden depremden sonra yeterli insani yardımı bölgeye ulaştırmadı? Ve çadır satanlardan neden hesap sorulmadı? 4-) Depremde enkaz altında kalan veya yaralı olarak hastaneye kaldırıldıktan sonra bir daha haber alınamayan kaç kişi var? Kayıp insanlar nerede? 5-) Depremde yıkılan binalarla ilgili ihmali bulunan kaç kamu görevlisi hakkında soruşturma izni İçişleri Bakanlığı'nda bekliyor? Kamu görevlileri hakkında adli süreç neden yavaş işliyor? 6-) Depremde zamanında arama kurtarma görevini yerine getirmeyerek insanların ölümüne neden olan başta AFAD yöneticileri olmak üzere kamu görevlileri hakkında etkili soruşturma neden yürütülmüyor? 7-) Enkaz kaldırma için hangi şirketlere ne karşılığında ihale verildi? Çıkarılan demirler hangi fabrikalara ne kadara satıldı?


Alican Uludağ