Translate

2 Mayıs 2017 Salı

Dördüncü Kemalizm ve muhafazakârlık

Kemalizm tarihsel ilerici bir hamledir. Tarihin de doğru yanında yer aldı. Ama bu onun güncel ilerici politikalarla aşılmayacağı anlamına gelmez


Her 10 Kasım'da olduğu üzere, Kemalizm konusundaki tartışmaların devam etmesini doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü, bugün Kemalizm belli kesimlerin sürekli olarak ona referans vermesine, kendilerini ve politik konumlarını onunla açıklamasına karşın tamamlanmış bir ideoloji değil. Bu yazıda Kemalizmin hem ne olduğunu kendime göre yanıtlamaya çalışacak hem de Kemalizmin bir ideoloji olarak içselleştirilmesinde, işlevselleştirilmesinde fakat daha önemlisi tanımlanmasında içine düşülen bir yanlışı tartışacağım. Özellikle, Kemalizmin üç büyük dönemeçten geçtiğini ve bugünkü anlamının ne olduğunu ele alacağım. Bugünkü Kemalizmin 1930'lardakine atıfta bulunan, ama özünde 1960'larda biçimlendirilmiş bir kurmaca olduğunu öne süreceğim.

-Üç Kemalizm
Kemalizm sanıldığının tersine 1930'larda ortaya çıkarılmış bir ideoloji değildir. Bunun iddialı bir yargı olduğunun bilincindeyim. Kemalizm 1930'larda kurucu siyasal örgütü olan CHP tarafından biçimsel olarak tanımlandı. Bugüne kadar devam eden altı ok kurgusu Kemalizmin sistemleştirilmesinin doruk noktasıdır. O arada valilerin partinin il başkanları (ve tersi) olacağının karara bağlanması, altı okun anayasaya içerilmesi devlet-parti-Kemalizm özdeşliğini tamamlayan adımlarıdır. Bu meyanda Kemalizmin 1930'larda dönemin siyasal konjonktürünün tesiri altında biçimlenmiş, bürokratik asker elitin 'koruması', dönem entelektüellerinin formasyonu içinde geliştirilmiş kesinlikle otoriter bir sistemik-devletçi ideoloji olduğunu belirtelim. Buna rağmen 1930'lardaki Kemalizm bugünkünden farklıydı. Bir sistemik kalıptı fakat ideolojik dokusu henüz oluşmamıştı.

1930'ların Kemalizmi öncelikle bir modernleştirici ideolojidir. 'Devlet nasıl kurtulur' sorusunu sormuş ve yanıtlamış bir neslin, onu devlet kurucu sistem olarak gördüğü ise bir vakıadır. Bu bakımdan devletin Kemalizme herhangi bir noktada dışsal olduğu veya en azından devlet-Kemalizm ilişkisinin nötr olduğunu düşünmek olanaksızdır. Tam tersine üç unsurun halkın, muhalefetin ve sivil alanın olmadığı bir önermedir. Buna mukabil konjonktüreldir. Bütün sistemleştirme çabasına karşın zaman içinde kendiliğinden çözülür. Özellikle 1938 sonrasında İsmet Paşanın attığı adımlar ve CHP tarafından alınan kararlar bu baptadır.

1930'lar sonrasındaki dönem aslında Kemalizmin ikinci dönemidir gerçekte ve onun birinci döneminin aşılmasına tekabül eder. Birinci dönem Kemalizmin epistemolojik/zihinsel, dolayısıyla da daha özgür ve gevşek dokunmuş, temel parametrelerle ilgilendiği dönemdi. Kemalizm tartışmalarında özellikle unutulan nokta budur. Çünkü bu tartışmalar, tarihin Kemalizmle birlikte başladığı, Kemalizmin bir kopuş mu süreklilik mi olduğunu irdelerken, ilk dönem Kemalizmini ve onun bu dönemdeki özelliklerini yok sayıyor. Oysa eğer 1920'lerde hatta erken 30'larda bir Kemalizm varsa (ilk dönem Kemalizmi kanımca budur) bu 19. yüzyıl Türk modernleşmesinin o dönemdeki nihai tarihsel kapasitesidir.
Söz konusu hamle materyalist düşüncenin ithal edilmesiyle başlar, Jön Türklerin benimsediği Comte'cu pozitivist ideolojinin aydın öncülüğü teziyle devam eder ve nihayet Abdullah Cevdet'in 'İçtihad'ında, Kılıçzade Hakkı'nın daha sonra 1930'larda Kemalistler tarafından hayatiyete kavuşturulacak reform önerisiyle sona erer. Kemalizm bu çizginin uzantısıdır. Dünyayı, dünyanın bilgisiyle açıklamak maksadıyla kendisini yönlendirdi ve düşüncesini uygulamaya koymak için dönemin dinsel otoriter bürokrasisini ortadan kaldırmayı şiar edindi. Bu yönüyle uzun ve tarihsel bir çizginin uzantısıdır ama ondan radikal bir kopuşa da denk gelir.

İkinci dönem Kemalizmin bu kapasitesini muhafaza eder fakat ona devlet öncelikli bir yeni misyon kazandırır. 1930'lardaki hamle bu amacı hedefler. Kemalizm kendisine bu noktada yenik düşer. Çünkü hem modernleşmenin iç paradokslarıyla amaç edindiği Kantçı anlamdaki özgür bireyi yaratma 'projesinden' uzaklaşır, hem de devlet öncelikli vurgu onu bürokratikleştirmeye ve bir retorik olmaya iter.

Üçüncü dönem tabii ki, ikinci döneme eklemlenir. Geniş ölçüde Doğan Avcıoğlu tarafından biçimlendirilen 1961 sonrası Kemalizm, bütünüyle ütopist, devrim adı altında biçimlenmiş, önce faşizan bir hamlenin, sonra eylemin/girişimin kristalizasyonudur.
Bu Kemalizm, ordu-bürokrasi-aydın ittifakının biçimlendireceği bir blokun, dönemin sol ideolojik modellerinden esinlenmesiyle oluştu. Kemalizmin antiemperyalist yanına vurgu yapar. Retrospektif bir okumayla Kemalizmin sol-pratik bir özünün olduğu iddiasından yola çıkar ve daha sonra, literatürde sol Kemalizm diye adlandırılacak modeli inşa etme çabasındadır. Fakat bu Kemalizmin soldan anladığı sadece devlet güdümlü, neredeyse Sovyetik bir modeldir. Bu model yakın döneme kadar Attila İlhan tarafından 'şiddetle' savunuldu. 1960'ların Ecevit'inden İlhan Selçuk'a kadar birçok kişiyi etkiledi.

Bugün Kemalist ideoloji denilen şey aslında budur. 1930'lardaki yapının daha fazla savunulacak yanı olmadığından 1960'ların 'kitle' vurgusunu taşıyan sol açılımın bugün de toparlayıcı olduğu varsayılıyor. Ama... Önce şunu belirtelim: Kemalizm artık, yukarıda belirttiğim modernleştirici özü ve epistemolojik öncülleriyle hatırlanmıyor. İkincisi, Kemalizmin yükseliş dönemleri daima ordunun toplumsal-siyasal etkinliğinin arttığı zamanlara denk gelir: 1960, 1980, vs. 1990'ların başından itibaren Türkiye derece derece artan bir dozda bir kez daha ordu etkinliğinin yoğunlaşmasına tanıklık etti. Sürecin doruk noktası 1999 yılındaki 28 Şubat hamlesidir. Belirttiğim süre içinde ve ondan sonra Kemalizmin devlet eksenli bir ideoloji olarak dozu artırıldı, etkinliği yoğunlaştırıldı. Bugün neredeyse daha önceki dönemlerin Kemalizmiyle mukayese edilemeyecek derecede monistik hale geldi. Artık bürokratikleştirilmiş bir Kemalizm söz konusudur. Bu Kemalizmin yapılanması devam ediyor. Genelkurmayın yakın sayılacak bir zaman önce Atatürkçü düşünme sistemi şeklinde özetlediği ve biçimlendirdiği bir model, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla özetliyor. Burada bir iç krizden söz etmek gerekir.

Bugünkü 'yeni' Kemalizm, 1990'larda yaşanmaya başlayan devlet, laiklik ve kimlik krizlerine bir alternatif şeklinde hazırlandı. Çoğulcu ve çoklu (multiple ve plural) toplumsal taleplere karşı monist bir set oluşturma iddiasındadır. Bütün benzeri ideolojik hamlelerde olduğu ve Aziz el Azmeh'in bir total söylemin daha sonra gelişen olaylar etrafında nasıl yenilendiğini gösterdiği çalışmasında belirtilen metodolojiye paralel olarak, bu yeniden inşa denemesi Kemalizmin 'ihtiyaç duyulan her şeyi' kapsadığı iddiasından yola çıkıyor. Bugün Kemalizmin üniter ulus-devlet kurucu niteliği zımni olarak öne çıkarılıyor. Burada bir çelişki veya noksanlık varmış gibi algılanabilir. Çünkü, son zamanlarda Kemalizmin şiddetle vurgu yaptığı ve yükseltildiği çatışma odağı laikliktir. Oysa laiklik de bugün devlete yönelik bir tehdit olarak görülüyor, ilgili çevrelerde. Bu bakımdan laiklikle Kemalizmin devlet odaklı 'misyonu' örtüştürülüyor. Kendi başına ve denebilirse 'laik' bir laiklik yorumu değildir söz konusu olan.
Oysa sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Sistematik bir ideoloji sayamayacağımıza göre, onu farklı politik aksiyonların kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmiş bir 'ideolojimsi' (quasi ideology) olarak ele alabiliriz. Özellikle de şimdi geçerli olan dördüncü Kemalizm dalgasının öne sürdüğü iddiaların geçerli olduğunu saptayacak maddi koşullar artık yok. Kısacası, politik bir pratik olarak Kemalizm, iddiaların ötesinde, çok belirgin bir amaca dönüktür. Halbuki Kemalizm, her şeyin üstünde geçerliliği olan bir 'olgu' şeklinde sunuluyor ki, özünde yanlış olan budur.
Belki Kemalizmin akılcı-pozitivist yanına dönük bir geçerlilikten söz edilebilir. Fakat hem bugünkü siyasallaşmış halinde Kemalizmin böyle bir kaygısı yok, hem de iş o noktaya gelince bir 'modernleşme problemi' niteliği kazanır. Akılcı-pozitivist modernleşme, sayısız modernleşme yöntemlerinden birisidir. Olabilir ama o konuda da ortaya çıkmış farklı yöntemler Kemalizmi sıkıntıya sokuyor. Modernleşme bugün de önemli ve geçerli bir kavramdır ama ondan daha önemlisi nasıl olacağıdır, yani yöntemidir. Yukarıdan inme, aydın öncülüğünde ve siyasetin reddine dayalı bir yöntemle modernleşme artık tarih dışıdır.

-Sonuç
Sorun şurada galiba: Kemalizm "tarihsel ilerici" bir hamledir. Tarihin, bana kalırsa doğru yanında yer aldı. Ama bu onun "güncel ilerici" politikalarla aşılmayacağı anlamına gelmez. Bir ideolojiyi bütün zamanlar için ve her şeyin üstünde geçerli ve işlevsel saymak bu açıdan bakınca anlamsızdır. O zaman geriye, -şimdi çok iddia edilen bir kavramla söylemek gerekirse-, Kemalizmin özünü oluşturduğuna 'inanılan' akılcılık, bu ideolojinin ve onu yorumlayan yaklaşımların da 'sekülarizasyonunu' gerektiriyor. Yoksa ortaya zaman ve tarih dışı bir model kurmak çabası gelir ki, bu otoriterizmdir. Ondan daha önemlisi söz konusu 'ilerici' ideolojinin muhafazakârlaşmasıdır. Hele kendisine yöneltilen eleştirilere karşı tepki göstermek bu muhazfakârlaşmanın en belirleyici göstergesidir ki, "Mannheim'ın tarihsel ilerici ideolojilerin muhafazakârlaşması" hakkında söyledikleri tıpa tıp budur.

29.04.2007

HASAN BÜLENT KAHRAMAN (Radikal)

Hrant Dink'e açık mektup

20.01.2007

Sungur Savran

Ah Barik,

Sana bugüne kadar ne senin ana dilinde, ne kendiminkinde böyle hitap etmemiştim. Nasıl edeyim ki? Birbirimizi en fazla üç-dört kez görmüşüzdür. Öyle büyük bir yakınlığımız olmadı. Ama bugünlerde olan bitenlerden sonra, bizimkilerin dediği gibi artık “dünya ahret kardeşimsin”! Çünkü ırkçılık yeniden çıldırdı. Çünkü seni ve beni, sizi ve bizi bir kez daha karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Öyleyse, onlara inat, ben de bundan sonra sana “ahbarik” diyeceğim!

Önce Sabiha Gökçen’le başladılar. İnsanın dehasının ürünlerinden biri olan uçağı bu topraklardan göklere yükselten bu ilk kadının Ermeni olması ihtimali onlara çılgına çevirdi. Yazan neden yazmıştır, neden birinci sayfadan vermiştir, bu bağlamda bütünüyle ikincil. Önemli olan tepkinin niteliği. Koskoca Genelkurmay bu konuda açıklama yapma ihtiyacını hissediyor. Türk Hava Kurumu adına yapılan açıklamada “bu sadece Gökçen’e değil, Atatürk’e de hakarettir” deniyor. Irkçılığın daha katıksızı görülmüş müdür? Gökçen’e Ermeni demek ona hakaret oluyor. Bu yetmiyor. Atatürk’ün manevi kızının Ermeni olması ona da hakaretmiş! Hrant, duygumu söyleyeyim. Atatürk’ün yaptıkları konusunda herkesin çok farklı fikirleri olabilir. Ama eğer bir kız çocuğunun Ermeni olduğunu bile bile onu manevi kızı olarak benimsedi ise, bu, 1915’in yaşandığı bu topraklar üzerinde bir cumhurbaşkanının yapabileceği en onurlu şeylerden biridir. Elbette 1915’in utancını ortadan kaldırmaz. Ama hiç olmazsa onun da, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde sayısız Türk ailesinin yaptığı gibi, bu toprakları bin yıldır paylaştığımız Ermeni halkına karşı yapılan Osmanlı devlet zulmünden kendini politik bakımdan olmasa da insani bakımdan ayırarak hiç olmazsa şefkat duyabildiğinin bir işaretidir. Belki ruhunun derinliklerinde bir yerinde, kendinden öncekilerin yaptıklarından onun da utanç duyduğunu gösterir.

Şahsen ben, Sabiha Gökçen Ermeni ise bunun ortaya çıkmasından gurur duyarım. Ermenilerin bu toprakların kültürüne kattıkları her şeyin ortaya çıkmasından duyacağım gibi.

Irkçılar şimdi de seninle devam ediyorlar. Faşistler, yazdığın sekiz yazılık bir dizinin bir tanesinden bir cümleyi yazının içinden cımbızla çekiyorlar ve seni Türk düşmanı ilân ediyorlar. Sen Ermenilerin bir bölümünü bugüne kadar sürdürdükleri politik yaklaşımdan vazgeçmeye, Türklerle dostluğa çağırırken, onlar senin Türk düşmanı olduğunu ileri sürüyorlar! Sonra da seni alenen tehdit etmeye cüret ediyorlar. Senin “hedefleri olduğunu” ilân ediyorlar. Savcılar bu açıklamayı şiddete teşvik suçu saymayacaklarsa hangisini sayacaklar? Onları bilmem, ama senin kılına dokunulursa, Türkiye’nin demokratları, sosyalistleri ve enternasyonalistleri bunu bütün Türkiye Ermenilerine yapılmış bir saldırı sayacak ve bu işin peşini bırakmayacaklardır.

Seni geç tanıdım Hrant ve çok az tanıdım. Ama sen benim için sadece Hrant değilsin ki! Sen benim Jirayr amcamsın. Bana, ağabeyim Can ile birlikte daha kısa pantolonlu iki çocukken müziği sevdiren, nükteleriyle yaşama sevinci veren, zarafeti öğreten adamsın. Eliz teyzemsin, on-on beş yıl boyunca annemle hayatının her sırrını paylaşan, bizim başımızı okşayan. Lise çağımda her şeyi konuştuğum, birlikte nice sevinçler yaşadığım, birçok sıkıntımı paylaştığım Levon’sun. Pangaltı’daki kışlık, Kınalıada’daki yazlık evinde beni sofrasına oturtur ve geceleri ağırlarken sanki üçüncü çocuğu imişim gibi davranan Takvor amcamsın, maalesef adını hatırlayamadığım karısısın. Daha sonra, aynı işyerini paylaşmaktan hayatımda en büyük zevki duyduğum insan olan, beni Samatya’daki evinde Ermeni mutfağının en güzel mezeleriyle ağırlayan, çevresindeki herkese “ne güzel, yaşıyorum” dedirtecek kadar hayat dolu kızkardeşim, “kuyriğim” Araksi’sin, onun kocası Vartan’sın, oğlu Sevan’sın. Adını saymakla bitiremeyeceğim nice sevgili öğrencimsin.

Sen benim için onlarsın, çünkü sezgilerine ve yargılarına çok güvendiğim bir insan senin nasıl insan bir insan olduğunu anlattı bana. Ama asıl, Agos’u, belki de tarihe Ermenilerle Türklerin kardeşleşmesinde en önemli rolü oynamış yayın olarak geçecek olan Agos’u yıllardır bunca güçlüğe rağmen çıkarmakta en büyük çabayı gösterenlerden olduğun için onlarsın.

Sana dokunulursa, benim canım acır.

Bu toprakların, Hrant, esas kültürü o ırkçılık değil. Bu toprakların, sevgili kardeşim, ah bariğim, esas kültürü senin ve benim kardeşliğimiz. Bir gün onları politik olarak yenilgiye uğratacağız. Bu kâbus bitecek ve Ermeniler, Türkler, Rumlar ve Kürtler hepimiz kucaklaşacağız. O günü yakınlaştırabilirsek ne mutlu sana, ne mutlu bana! Ne mutlu ben enternasyonalistim diyene!



Genç yetişkinlik

Genç yetişkinlik, yaşamın evreleri açısından belki de en az dikkat çekmiş olandır. Ergenlik ve yetişkinlik arasında, "kendi halinde" bir geçiş evresi gibidir. "Üç" aşağı "beş" yukarı, ortalama genç yetişkinlik yaşı 27-28 sayılabilir

Nasıl bir dönemdir genç yetişkinlik? Sosyal gelişim kuramcısı Erikson'a göre bu evre, gençlik döneminden yadigâr kimlik duygusunun, yoğun bir sevgi ilişkisi içinde eritilmesiyle yaşanacak 'gerçek yakınlık' evresidir. Eğer kimlik duygusu sağlam bir şekilde gelişmemişse, kişi kendini yakın ilişkilerden çekip 'yalnız kalmaya' yönelebilir.
Bu dönemde, ergenliğin debdebeli zamanlarının yerini, yavaş yavaş 'titreme ve kendine gelme' almaya başlar. Adeta bir 'nekahat' dönemidir. Tatlı ama yorucu coşkusuyla gençlik, film şeridi gibi gözün önünden geçer. Kimisi için genç yetişkinliğe geçiş çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşir: Bir an önce evlenme/devamlılığı beklenen bir ilişkiye başlama, iş hayatını oturtma (hatta sürekli haber izlemek isteme, bölgesel şişmanlama, evden çıkmak istememe)... Yerleşik düzene geçme, karşı cinsle ilişkilerinde 'devamlılık' arama ve bulma, duygusal gelişimleri farklı bir yol izleyenler için daha geç olabilir. Sıra sıra evlenen arkadaşlar, ailenin 'artık sen de...' beklentisi, duygusal-fiziksel ve sosyal baskılar, bu 'ısrarlı ergenler'in de yüzlerini yetişkinliğe dönmelerine, -en nazik tabirle- yardımcı olur. Bizim gibi çocuklarını, Avrupa ülkelerine göre daha ileriki yaşlara kadar kollayan toplumlardaki aileler bile, artık 'ekmeğini kendin kazan' beklentisi içine girerler. Bu dönemde beklentilere belli düzeyde cevap vermiş olanlar için, kazanılmaya başlanan maaşın, o maaşı 'evcilik oyununun gerçeği' bir ortamda harcamanın keyfine varılır. Artık ilk işyerlerinde yapılan tecrübesizlikler, amatörlükler azalır; duygular daha kontrollü bir hal alır (çoğunlukla). Bazı arkadaşlarla boyut erimesi yaşanır, kalanların yerleri sağlamlaşır, yeni arkadaşlar daha zor eklenir olur. Artık ergenlikteki sonsuz güven ve kabulün yerini, daha temkinli ve seçici bir tutum alır. Bunun abartılı ve tehlikeli hali 'artık kimseye güvenmiyorum'dur (izolasyon..).
Aslında bu dönemde, anne ve babalarla yapılan özdeşimler kendini yavaş yavaş belli etmeye de başlar. Çok tembel bir babayla özdeşim yapan genç yetişkin bir erkek, ergenliğinde bunun tam tersini sergilemek için 'ideal' olana yapışıp akıntıya kürek çekebilir; son derece aktif bir delikanlı imajı çizebilir. Ancak yetişkinliğe yaklaştıkça farkına bile varmadan o çok karşı çıktığı aile düzeninin kendi evinde de yeşermeye başladığını ve babasından bile fazla tembellik yaptığını fark edebilir. Veya annesinin tutumluluğundan oldum olası hoşlanmayan ve ergenliğinde tam aksine çok savurgan olan bir genç yetişkin kadın, son aylarda 'nasıl para biriktireceği' düşüncesine ne kadar çok mesai harcadığını fark edip hayrete bile düşebilir. Yani bu dönemde, geçmişten yadigâr özdeşimler ve diğer 'meseleler' kanlanıp canlanmaya başlar. Kişiliğin hâlâ kemikleşmemesi ve esnekliğin olması, gelecekte sorun olabilecek bu meseleleri yeniden değerlendirmek açısından avantajlı olabilir.

Geç kalma baskısı
Genç yetişkinlik döneminde, ergenliktekinden farklı olarak, zamanın sınırsızlığı hissi kaybolur. Ergenlik döneminde duyulan ve pek bir şey ifade edemeyen 'gençliğinin kıymetini bil' lafı, anlam kazanır. Şanslı olanlar, bu anlamı eyleme de dönüştürmeye çalışırlar. Ergenlikte (meslek, arkadaş, uğraşı, tecrübe edinmek için) yapılan yatırımları (doğru yönlendirme ve pek çok sosyal ve psikolojik faktörün etkisiyle bu yatırımlar yapılmışsa), artık eğitimlerle, üretimlerle zenginleştirme zamanı gelmiştir. Çok yavaş bir şekilde de aksa, adeta kum saati tersine çevrilmiştir. Gerçeğin de gerçeği olan gerçek, zamanın sakince akıyor olmasıdır. İkili ilişkiler için de benzer bir 'zaman baskısı' kendini hissettirir. Özellikle kadın olanlarda 'çocuk sahibi olmak' için biyolojik olarak geç kalma baskısı da buna eklenir.
Genç yetişkinliğin dramatik yönü ise, kendine yönelik farkındalığının bu kadar artığı bir dönemde yaptığı değerlendirmede, kişinin kendine dair duyacağı derin hayal kırıklığı ve umutsuzluk olabilir. Akranlarıyla kendini kıyasladığında başlangıç yapmak için geç kaldığı, geride ve yalnız kaldığı duygusunun üstesinden gelemeyeceğini düşünürse, kişinin kendine yönelik yıkıcı düşünceleri gelişebilir. Çevreden gelen olumlu destek bile, kişinin daha fazla mahcubiyet hissetmesine yol açabilir ("hâlâ desteklenmem gerekiyor" gibi). Bu durum kısaca "Neden ben hâlâ.." olarak özetlenebilir. Yakın tarihteki pek çok ünlünün (çoğunun ortak özelliği uyuşturucu bağımlısı olmalarıydı) kendilerine yönelik yıkıcılıkları da genç yetişkinlik dönemlerinde olmuştur. Daha ortalama durumlarda, sosyal (işsiz kalmak gibi) ve fiziksel (tıbbi engeller) gibi pek çok etken de bu evredeki benzer bir sorgulamanın tetikleyicileri olabilir. Sonuçta bu dönemdeki 'kendine yönelik farkına varma'nın artışı, yeterli biyo-psiko-sosyal destek olmadığında (veya kişi bunu talep etmediğinde), daha keskin bir yıkıcılığa dönüşebilir. Ergenliğe duyulabilecek yasın hüznü, sanki bir daha 'yaz' gelmeyecekmiş ve sanki gelen 'kış' sadece karanlıktan ve olumsuzluktan ibaretmiş gibi (hatta sanki karanlık ve olumsuzluk hiç yaşanmamalıymış gibi...) iliklere işleyen 'sonbahar' hüznünden öte bir izolasyon, atalet, donup kalma hissine yol açabilir. Döneme özgü kritik hassasiyetleri, bunların pek çok kişi tarafından yaşandığını bilmek ve herkesin aynı şekilde tek tip 'genç yetişkin' olmasının zorunlu olmadığını fark etmek, 'farkına varma'nın daha yapıcı olmasına yardımcı olabilir.

- radikal 2 17/09/2006

SİNEM DEMİR: Klinik psikolog, Medical Park Hospital

1. Dereboy, İ. F., 'Kimlik Bocalaması: Anlamak, Tanımak, Ele Almak'