Translate

16 Ekim 2017 Pazartesi

Foucault’dan Ders Çıkarmak: Yeni Bir Politik Hayal Gücü

Fransa’da 1977’nin sonlarında, sosyalistler ve komünistler Mart 1978’de yapılacak genel seçimler için bir “ortak program” geliştirme fikrini tartışıyordu. Kimilerine göre, bir “Sol Birlik” sağlayarak, 68 Mayısı’nı kurumsallaştırıp bir seçim zaferine dönüştürmenin zamanı gelmişti. Zaman, “büyük harfle Politika”nın zamanıydı; özyönetimin, doğrudan demokrasinin ve kendi kendine örgütlenmenin, gerçekliği değiştirmek için uygun araçlar olmadığı anlaşıldığına göre, şimdi ciddiyet zamanıydı.
Aynı sıralarda, iki dergi, eğitim, sağlık, şehir planlama, çevre ve emek gibi özgül toplumsal alanlarda değişim yaratmaya çalışan kişilerin katıldığı bir toplantı örgütlüyordu. Dönemin entelektüel semalarındaki belki de en parlak yıldız olan Michel Foucault, toplantıya katıldı ve “mahalle hekimliği” atölyesine kaydoldu.
Le Nouvel Observateur (sayı 670), Foucault’nun atölye çalışmalarında edindiği izlenimlere, “Kültürel Bir Seferberlik” başlıklı söyleşiyle yer verdi:
Foucault orada şöyle diyordu:
Ben yazılarımı, o atölyeye katılan insanlar gibileri için yazıyor, onlar gibileri için çalışıyorum: yeni sorular soran, yeni insanlar. Entelektüelleri ilgilendirmesi gereken sorular, hemşirelerin veya gardiyanların soruları. Bunlar, Parisli profesyonel entelektüellerin birbirlerine savurdukları küfürlerden çok daha önemli.
İki gün süren yoğun politik konuşma ve tartışmalar sırasında (özellikle iktidar ilişkileri, bilgi ve para konuları tartışılırken), otuz kişiden oluşan “mahalle hekimliği” atölyesi katılımcılarının hiçbirinin ağzından “Mart 1978” ya da “seçimler” kelimeleri çıkmadı. Bu çok önemli ve anlamlı. Yenilik ve değişim, artık partiler, sendikalar, bürokrasiler ya da politikacılar üzerinden gerçekleşmiyor. Bireysel, manevi bir kaygıdan oluşuyor. Artık ne yapmamız gerektiğini siyaset kuramına sormuyoruz, akıl hocalarına gerek yok. Bu, ideolojik ve derin bir değişim.
Geçtiğimiz on beş yıl içinde büyük bir hareket ortaya çıktı. Anti-psikiyatri bunun modeli, 68 Mayısı da bir olayı idi. Vaktiyle toplumun esenliğini güvence altına alan tabakalarda (örneğin, hekimler), şimdi tamamen değişken, hareketli, alışıldık dil ve yapılardan başka şeyler arayan insanlar var. Buna kültürel devrim diyecek kadar ileri gidemem, ama kültürel bir seferberlik olduğu kesin. Bunu politik olarak ele geçirmek imkânsız: Hükümet değiştiği takdirde sorunlarının çözüleceğine kesinlikle inanmıyorlar. Ben de bundan çok memnunum.
Bu son derece provokatif bir hamledir. Büyük filozoflar için, mütevazı bir atölye, sosyalistlerle komünistlerin “ortak program”ı üzerine tartışmaktan daha anlamlıdır. 68 Mayısı’yla dolaysız bağı olan da, bu atölyedir, sol cephenin seçimlerdeki olası başarısı değil. Politik müdahale, hükümet değişikliğiyle ilgilenmeyen küçük bir grup insandan gelmiştir. “Taşın altına elini koymak”, insanların kendilerini aşağılarda konumlandırmalarıyla olmuştur, “büyük harfle Politika” gerçekte küçük harfle yazılırmış gibi…
Foucault’nun bu hamlesi, provokatif olmasına rağmen, hiç de gelgeç bir heves değildir. O sıralarda geliştirdiği kuramlarla tutarlıdır. Peki, Foucault için iktidar, bir politik iktidar meselesi değilse, kendisi iktidardan ne anlıyordu? Parti paradigması dışında direnişten ne anlıyordu? Entelektüellerin özgürlükçü pratiklere katkısı, bildiriler imzalamak veya mevcut durum üzerine demeçler vermek değilse, neydi ona göre?

Bir: İktidar Meselesi
“Politik düşüncede de, analizde de, kralın hâlâ giyotine gönderilmesi gerekiyor.” 1976’da böyle yazmıştı Foucault. Bundan kastı neydi? Foucault burada haşmetli bir iktidar figürüne göndermede bulunur: belirli bir yerde yoğunlaşmış, daima uzakta ve yüksekte olan, aşağıdaki tebaası/kurbanlarına dikey olarak iradesini dayatan bir figür. Kralın yerini devlet alabilir, hukuk düzeni ya da sınıf hâkimiyeti alabilir, ama iktidarla ilgili bu anlayış hep yeniden üretilir: toplumun tepesine dikilmiş bir “denetleme odası”. Foucault’nun eserlerinin tamamı, bu zihinsel ve kavramsal şemayı bozma derdindedir.
Büyük figürlerde (devlet, hukuk, sınıf) yoğunlaşan ya da onlardan türeyen bir iktidar anlayışı yerine, Foucault iktidarı “toplumsal kuvvetler alanı” olarak düşünmeyi önerir. İktidar, hükümran bir noktadan aşağı doğru yayılmaz, tüm taraflardan gelir: eğitim, sağlık, şehir, cinsellik ve emek gibi konulara dair anlayış biçimlerimizi (pratiklerimizi) kesen ve düzenleyen binlerce kuvvet ilişkisinden kaynaklanır.
Bu kuvvet ilişkileri sadece hukuki terimlerle (yasaya göre neyin yapılabilir neyin yapılamaz olduğu şeklinde) kodifiye edilmiş değildir. Bedenleri ve davranışları normlara uyduran sayısız hukuk dışı işlemden oluşurlar, ki bunlar yasalardan farklıdır. Hapishaneyi düşünelim: Hapishanenin açık hukuku, buranın mahkûmları topluma geri kazandırma amacı taşıyan bir mekân olduğunu söyler; ama bundan bambaşka bir şey üreten binlerce gündelik işlem vardır: suçlunun damgalanması, suçlu olarak sabitlenmesi ve böylece toplumdan dışlanması. İktidarın salt hukuk temelli analizi, bu belirleyici kuvvetleri göz ardı eder.
Bu toplumsal kuvvetler alanında kuşkusuz “özel yoğunluklu noktalar” vardır: devlet, hukuk, toplumsal hegemonyalar… Bunlar iktidar ağındaki ana düğüm noktalarıdır. Fakat Foucault bunları düşünürken, “nihai formlar” biçimindeki tipik bakış açısını tamamen ters çevirmeyi önerir. Yani, ona göre bunları, kuvvet ilişkileri arasındaki etkileşimin nedeni değil sonuçları olarak görmek gerekir – birincil ve üretici aşamalar değil, ikincil ve türemiş aşamalar olarak. Bunlar, kuvvet ilişkilerinin dış hatları, buzdağının görünen yüzleridir. Devlet aygıtları, hukuk, ve toplumsal hegemonya, daimi bir kaynama noktasındaki gündelik savaşların koyu zemini üzerinde belirginleşerek ortaya çıkan figürlerdir.
Foucault’nun, 1970’lerin hâkim Marksizmine karşı öne sürdüğü bir iddia, bu noktayı açık seçik ortaya koyuyor:
“Bana öyle geliyor ki, iktidar ilişkilerinin bütününü dayatan, burjuva sınıfı (veya onun bilmem hangi bileşeni) değil. Şunu söyleyebiliriz: Bu sınıf söz konusu ilişkileri kendi lehine kullanıyor, bunlardan faydalanıyor, bunları değiştiriyor, bazılarını pekiştirip bazılarını zayıflatmaya çalışıyor. O zaman, bütün bu ilişkilerin türediği tek bir odak noktası yok; toplamda bir toplumsal sınıfın diğeri üzerinde, bir grubun bir başka grup üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan, birbirine bağlanmış iktidar ilişkileri var.”
Katalan gazeteci Jordi Évole, Uruguay Devlet Başkanı Pepe Mujica’yla yaptığı meşhur söyleşide, seçim programını hayata geçirip geçiremediğini sormuştu. Mujica gülerek, “Tabii ki hayır.” demişti: “Siz Başkan’ı, her istediğini yapan bir kral mı sanıyorsunuz?” Mujica bu sözlerinde hafiften “Foucaultcu bir ders” veriyor, politik iktidarın neyi yapıp neyi yapamayacağının toplumsal kuvvet alanıyla koşullanmış olduğunu söylüyordu (bu kuvvetlere, neoliberalizmin amaçlarına ulaşmak için diktiği hukuki çerçeve, toplumdaki öznelerin arzuları ve beklentileri vs. de dahil).
İktidar, işgal edilebilecek veya ablukaya alınabilecek ayrıcalıklı bir yerde bulunmaz. 20. yüzyılın hegemonik devrimci paradigmasının krize girdiği nokta da burası. Toplumsal kuvvet alanıyla ilişki olmaksızın, bu yer boş, bu iktidar iktidarsızdır.

İki: Direniş Meselesi
“İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır” lafı Foucault’nun ünlü deyişlerinden biridir. İktidarın tek bir noktada (liderler, politik zümre vs.) yoğunlaşmaktan ziyade toplumun her köşesinde üretilip etrafa yayıldığı görüşü, tahakkümün kadir-i mutlaklığı hakkında kötümser bir tez değildir. Bilakis: İktidarı güç ilişkileri olarak tarif etmek, onu, bir eylemle diğer bir eylem arasındaki ilişki olarak tahayyül etmek anlamına gelir. Bir güç edimine cevaben bir başka edim. Güç, edilgin bir nesneye değil, her zaman eylemeye ve öngörülemez bir tepki vermeye muktedir bir başka özneye uygulanır.
Foucault, 1977 tarihli bir söyleşide her tür direnişi “plebler” olarak adlandırır. Plebler, somut, lokal ve yerleşik iktidar işlemlerine karşı bir o kadar somut, lokal ve yerleşik bir tepkidir. Gücünü tam da buradan alır: İktidara, tam da uygulandığı noktada tepki verir; bir başka yerde değil.
İkincisi, plebler sosyolojik bir gerçeklik değildir (bu tabir, ortak bir çıkara sahip olanlara ya da aynı sosyal koşulları paylaşanlara atıfta bulunmaz); tam tersine verili kimliklerin çökmesidir plebler. Pleblerden anlaşılması gereken, halk, fakirler ya da dışlanmışlar değildir: “bedenlerde, ruhlarda, bireylerde, proletaryada, ama aynı zamanda burjuvazide çeşitli formlarda, enerjilerde ve tekilliklerde dışarıya doğru genişleyen plebyen bir yan vardır”. İktidar bloğuyla direniş bloğu arasında ikili bir karşıtlık söz konusu değildir: İktidar da direniş de, her şeyin ve herkesin içinden geçer; hepsine nüfuz eder.
Son olarak, plebler bir töz* değil, eylemdir. “Plebler mevcut değildir, ama plebler vardır.” Dostluk mevcut değildir, ama dostluğun varlığını gösteren emareler vardır, demek gibi bir şeydir bu. Vuku bulduğu an dışında var olmayan bir şeydir plebler. Bir olgu, bir tezahür, bir olaydır.
Plebler gibi devingen, heterojen ve karmaşık bir gerçeklik örgütlenebilir mi? Tabii ki. Nasıl ki iktidar, birbirinden farklı somut ve münferit kuvvet ilişkilerini birbirine bağlayarak kapsamlı stratejiler üreten bir zincir meydana getirebiliyorsa, farklı direnişler de genel bir etki üretmek maksadıyla ‘stratejik bir şekilde düzenlenebilirler’. Bu genel etkiye devrim diyoruz.
Peki, nasıl? Öncelikle, örgütlenme hakkında düşünürken düşülmemesi gereken en az iki hata var: 1) Basitleştirme (yalnızca özdeş olanlar örgütlenebilir) ve 2) ayrılık (örgütlenebilmek için insanın, direnişlerin gerçekleştiği somut mekânlardan ‘dışarı çıkması’ gerekir). 20. yüzyıldan bildiğimiz ‘politik özneler’ (politik partiler ve silahlı gruplar) bu modeli takip eder: Kendilerini direnişlerin beyni ve eklemlenmesi olarak düşünür; gerçekte homojen, kapalı ve direnişlerin yaşandığı dünyalardan yalıtılmış mekânlar olarak kurarlar.
Dolayısıyla, plebleri stratejik olarak bir sisteme bağlayabilmek için, örgütlenmeyi, farklı direniş noktaları arasındaki ‘dolaşım’ üzerinden yeniden tahayyül etmek gerekiyor. Direnişlerin dağınık ve yerel karakterlerini üstesinden gelinecek bir engel olarak değil, potansiyel bir güç olarak düşünmek gerekiyor. Direnişleri, kendi dünyalarıyla hiçbir organik bağı olmayan merkezî formlar altında biraraya toplamaya çalışmaktansa, “bilgiden bilgiye, siyasallaşmanın belirli bir noktasından ötekine, kesişme ve mübadele noktaları şeklini alan yatay-geçişli bağları” nasıl kurabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz.
Plebler birbirleriyle iletişim kurarak ve direniş pratiklerini genişleterek örgütlenirler. Foucault’nun 1978’de gerçekleşen atölye çalışmalarından bu kadar keyif almasının sebebi hiç kuşkusuz bu atölyelerin, direnişlerin farklılıklarını ve kendilerine has dünyalarını terk etmeden biraraya gelip paylaşımda bulunabilecekleri bir alan açmış olmasıydı.
Üç: Bilgi Meselesi
Şöyle diyor Foucault: “Ne zaman teorik bir çalışma yürütmeye kalksam, kendi üzerimde serimlenmesine tanık olduğum süreçlere ilişkin olarak yaşadığım deneyimlerin unsurlarından yola çıkarım”. Foucault, yaşanan deneyime ışık tutabilmek için zamanda ve uzamda çok uzun yolculukları (geçmiş asırlara, gizemli şahıslara, kayıp metinlere yapılan yolculuklar) göze alabiliyordu. Fakat, tüm bu titiz çalışma şimdiki zamanın “sorunları, ıstırabı, yaraları ve dertleri” hakkında düşünebilmek için yapılıyordu.
Burada mevzubahis olan şey, gerçek hayat deneyimine dayalı düşünme ile kitabi düşünme arasındaki fark. Kitabi düşündüğünüzde, kitaplar sizi başka kitaplara yönlendirir. Gerçek hayat deneyimine dayalı düşündüğünüz zamansa, kitaplar kişisel ve kolektif meselelerle yankılanır.
İnsan Foucault okuduğunda kendini daha bir güçlenmiş, akıllanmış, neşelenmiş hisseder – gelin görün ki onun yaptığı aslında işleri daha da karmaşıklaştırmaktır. Peki, bu nasıl mümkün olabiliyor? Sezgilerim bana şöyle diyor: Düşünmekten gelen neşenin, vardığınız sonuçların rahatlatıcı olmasıyla bir alakası yok; bu neşe daha ziyade belirli bir noktaya kendi başımıza erişebileceğimizi keşfetmekle alakalı. İnsanda kalıcı bir tesir bırakan bir deneyim bu: Kendimiz adına (ne olursa olsun) düşünmeye muktedir olduğumuzu bir kez ispat ettiysek eğer, demek ki bunu tekrar yapabiliriz.
“Öyle hakikat etkileri yaratmak istiyorum ki, henüz icat edilmemiş biçimlerde, tarif edilmemiş örgütlerde, kim dilerse onun tarafından yürütülebilecek bir savaş için kullanılabilsinler. Konuşmamın sonunda bu özgürlüğü, her kim onunla bir şey yapmak istiyorsa ona bırakıyorum.”
Teoriyi alet çantası olarak gören bir entelektüel (ki bu herhangi biri olabilir), bir guru, kâhin ya da rehber değildir; Foucault’nun “özgül entelektüel” olarak adlandırdığı kişidir. Özgül entelektüel, evrensel değerlerden ziyade somut durumların sözcülüğünü yapar. Takip edilmesi gereken çizgiler çizen kişi değil, ortaya serbestçe kullanılabilecek aletler koyan kişidir özgül entelektüel. Her şeyi bilen dış ses değil; bir mücadelenin gücünün sürdürülmesidir.
Çoğul Halde Düşünmek
1978’deki atölye çalışmalarında gerçekleşen tartışmalar “son derece politik” ti. Yine de Foucault “kültürel bir seferberlik”ten bahsetmeyi tercih etti. Neden? Bence, insanların görme ve düşünme biçimlerinde bir değişim gözlemlemişti. Kültürel ya da paradigmatik bir değişim. Peşinde olduğu “yeni politik hayal gücünün” belirli unsurlarına rastlamıştı.
Günümüzde Foucault’dan alabileceğimiz derslerden biri de şu: Küçükten büyüğe geçmekle ya da sokaklardan kurumlara (veya kurumlardan sokaklara) ‘sıçramakla’ politik düşünce olgunlaşmayacak; bunun için, kralın kellesini bir kalemde alarak, çoğul (halde) bir değişimi mümkün kılacak bir dil ve haritalar icat etmek gerekir.

Amador Fernández-Savater, Çeviri: Ayşe Boren, Elçin Gen
Kaynak: http://e-skop.com/skopbulten/foucaultdan-ders-cikarmak-yeni-bir-politik-hayal-gucu/2486

Editör’ün notu:
*Töz, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefi kavram. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan.

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

5 Ekim 2017 Perşembe

Marx'ın AKP ve Erdoğan Eleştirisi

Xezal-Nizam Karaağar (28.09.2014)

24 Şubat 1848’de başlayıp 2 Aralık 1851’e kadar devam eden ve Louis Bonapart’ın “Hükümet Darbesi”yle yeni bir evreye giren olaylar dizisi, Fransız düşün ve siyasal gözlemcilerini, fena halde şaşırtmış ve şaşkınlık her zamanki gibi, öfke ve teslimiyet gibi iki ayrı semptomu köpürtmüştü.


Victor Hugo, “Küçük Napolyon” diyerek, darbeye keskin bir nükte ile sövüp sayıyor, Prudhon “Hükümet Darbesi” broşüründe darbeden halkı sorumlu görüyor, burjuvazi, köylüler, zanaatkarlardan oluşan geniş bir kesim ise Bonapart’ı “büyük bir devrimci” olarak, coşku ile selamlıyordu.

Marx açısından her üç tutum da “Fransa’daki sınıf mücadelesinin, garip ve vasat bir adamın kahraman rolü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri” anlaşılır kılmadığı için yanlıştı ve devrimci mücadele ve direniş açısından bir anlamı olamazdı. Çünkü bu tutumlar, öfkeli bir küfürbâzlık, suçlayıcı bir gerekçecilik ve garip bir teslimiyetin fasit dairesi içindeydi.

Marx, ilkin Fransız Tarihi’ni yeniden incelemeye girişir. Özellik 1789’dan Napolyon Bonapart’ın kendisini İmparator ilan ettiği 1804’e kadarki süreci didik didik eder. Marksistlerin aksine Marx’ın elinde hiç bir zaman her olayı şipşak çözen sihirli bir formül olmamıştır. Yöntemindeki eleştirellik, diyalektik süreklilikler ve kopuşlar biçiminde, kendisini sürekli yeniler.

Engels ile birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’ndeki “alt yapı/üst yapı” analizlerinde indirgemecilikten, “Komünist Manifesto”daki, coşku dolu devrim çağrısı ve polemiklerden kaçınmaya başlar. Marx’ın Bonapartizm eleştirilerini içeren “18. Brumaire” i, sadece Hugo ve Prondhon’a dönük değil kendisinin daha önceden yaptığı analizlere dönük eleştiriler de içerir. Bu nedenle “Louis Bonapart ve 18 Brumaire”, sosyalist siyasetin imkânlarını, ufuk, derinlik ve süreklilik açısından, büyüten, kilometre taşlarındandır.

1848 Devrimi’nin dramatik yenilgisinin ardından, Louis Bonapart 10 Kasım 1848’de 7.8 milyon oyun 5.5 milyonunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Ne var ki, Parlamento ve en yüksek temsil gücünü elinde bulunduran “Düzen Partisi”, İkinci Cumhuriyet’in sınırlayıcı eski statükosundan beslenen kanunlar, Bonapart ile bu güçler arasında bir çatışmaya yol açar. Anayasa gereği Cumhurbaşkanları dört yılda bir ve sadece bir kereliğine seçilebilirler. Cumhurbaşkanlığı’nın görev süresi azaldıkça gerilim yükselir ve 2 Aralık 1851’de bir darbe ile Bonapart rejime İmparator olarak el koyar. Haliyle, günümüzde “Bonapartizm” olarak bilinen siyasal yöntem, aynı anda; seçimi, temsili, darbeyi, anayasayı parlamentoyu, otoriterliği içeren bir bütünlüğe sahiptir.

Büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı olan Bonapart, darbe yaptığında da geniş bir kesim tarafından “düzenin (statükonun) gerici güçlerini tek başına alt eden” bir Devrimci olarak alkışlanır. Marx buna itiraz eder ve Bonapart’ın aslında bir Karşı-Devrimci statükonun sürdürücüsü olduğunu göstermeye koyulur. Marx açısından ilk sorun, sadece burjuvazinin değil, Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’da, iktisadi açıdan en alt katmanlar olarak, devrimci cephenin en ön saflarında konumlandırılan kesimlerin, nasıl bir despota bel bağladıklarını açıklamaktır. Haliyle, 18. Brumaire’de Marx’ın öncelikli amacı, yapısal üretim ilişkileri içerisindeki konumu itibariyle devrimci komünizmi desteklemesi gereken toplumsal kesimlerin bile nasıl bir despota bel bağlayabildiklerini göstermektir. Ayrıca Bonapart gibi despot bir diktatörün rejimine duyulan inanç biçimde ortaya çıkan siyasal istikrar arzusunun altında, kapitalist bir toplumda ekonomik istikrara duyulan ihtiyacı keşfeder. Burjuvazi kadar köylüler, küçük işletmeciler, orta boy üreticiler, zanaatkarlar, işsizler de Bonapart’ı çıkarlarına uygun bir model olarak selamlarlar. Başka deyişle, 18 Brumaire, siyasal bir rejim ile iktisadi bir rejimin, her biri diğerini koşullandırmak suretiyle, karşılıklı olarak kuruluşunu inceler. Bu inceleme, dogmatik mantığın konformist beklentilerini karşılayacak biçimde, “ezen-ezilen” politik kamplaşmasını, otomatik olarak ön plana çıkartmaz.

Bu, metafizik sırlar ve maddi araçlarla dolu politik tabloya “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını” itiraf etmekle sorun çözülmez diye itiraz eden Marx şöyle der:

Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır birşey değildir. Şeyleri bu biçimiyle sunmak sorunu çözmez, ancak başka bir biçimde ifade etmiş olur. 36 milyonluk bir ulusun nasıl olup da üç dolandırıcı tarafından gafil avlandığı ve direnç göstermeden tutsak alındığı, açıklanması gereken birşey olarak kalır.

Amca Napolyon’un durumu bir trajedi iken yeğen Bonapart’ınki ise komedidir. Marx Bonapart’ı “komedyen” ilan ederken, hicvin ciddiyetinden faydalanır, basitleştirmesinden değil. Bonapart, 20. yüzyılda ve günümüzdeki tüm despotların, diktatörlerin protipini oluşturuyordu. 18 Brumaire’de Marx, bu olaylar ile temsili parlementer sistem arasında doğrudan bir ilişki kurar.

Demokratik temsilcilerin hepsinin gerçekten de dükkân sahibi oldukları ya da dükkân sahiplerini ateşli bir şekilde destekledikleri de pek söylenemez. Gökyüzü yeryüzünden ne kadar uzaksa, bu temsilciler de eğilimleri ve bireysel korumları itibariyle onlardan o kadar uzak olabilirler... Burjuvazinin sözcüleri, yazar çizerleri, platformu ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ve burjuvazinin kendisi, temsil edilenler ile temsilciler birbirine yabancılaşmışlardı ve artık birbirilerini anlamıyorlardı.

Marx açısından Bonapart sorunu

Devasa bürokratik ve askeri örgütlenmesiyle, geniş ve suni devlet çarkıyla, sayıları yarım milyonu bulan bir sürü memuruyla ve yine yarım milyonluk ordusuyla bu yürütme gücü, Fransız toplumunun gövdesini bir ağ gibi sarıp onun tüm gözeneklerini tıkayan bu devlet verici asalak yapı”sıyla bir devlet iktidarı sorunuydu.

“Çünkü” diyordu Marx

Devlet kendini ancak ikinci Bonapart zamanında tamamen bağımsız kılmış gibi görünüyordu. Devlet çarkı, sivil topluma karşı olarak, kendini baştan aşağı sağlamlaştırmıştı.



Victor Hugo, Proudhon ve Saint Simoncular, Bonapart’ın meclise girişini ve temsili demokrasi ile cumhurbaşkanı olmasını desteklemiş, peşinde gelen “Bonapart’ın darbeci, diktatöryel” yönlerini görünce bu kez hayal kırıklığı içinde, nükteli küfürlere ve toplumu suçlayan garip tavırlara sürüklenmişlerdi. Marx açısından bu savrulmanın nedeni, devletin özellikle kriz aşamalarında, neleri başarma gücüne sahip olduğuna dair “gizemin” çözülmemiş olmasıdır.

18 Brumaire, Marx’ın Kapital’e zihinsel hazırlığı gibidir. 18 Brumaire’den Kapital’e Marx’ın eleştirel düşünce dünyası, kapitalizmin, heterodoks, kaotik, süreklilikler ve kopuşlara dayanan evrenine, yepyeni bir bakış açısı kazandıracaktır.

Marx’a göre (1850’lerden sonraki fikirlerinde) Kapitalizmin kökeninde bir üretim faliyeti olarak ekonomi değil, “tefeci ve tüccar sermayesine dayalı olan kamu kredi sistemi vardır ve manifaktür çağı boyunca bütün Avrupa’yı sarmıştır.” Kapitalizm henüz bir üretim sistemi olarak belirmeden önce, devlet aygıtına yerleşmiş ve hukukun yardımıyla manifaktür üzerinden peyderpey üretime nüfuz etmiştir. Marx’ın sosyalizme doğru ilk adımını Hegel’in Hukuk ve Devlet Felsefesinin Eleştirisi ile atması, bu perspektiften bakıldığında son derece anlaşılırdır.

Tefeci ve tüccar sermaye, devlet eliyle, sanayi ve banka sermayesine dönüşecek ve 1870’ler sonrasında betimlendiği şekliyle değil, her aşamada hem iç içe hem de çatışma halinde olacaktır. Bu iki sermaye türünün ilişkileri lokal değil diyalektiktir. Devlet eliyle banka ve sanayi sermayesi olarak meşruiyet ve resmiyet kazanan bu iki sermaye, siyasal yapıları ve bu siyasal yapıların sermaye ile ilişkilerini, dogmatik anlatılarla şablonların ötesine taşıyacaktır.

Marx’a göre ulusal zenginlik denilen modern verinin halkın mülkiyetinde olan yegane kısmı, devlet borçlarıdır. Bundan dolayı, bir halk ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur diyen modern doktrin zorunlu bir sonuçtur... Kamusal borçlanma, bir sihirbaz değneği gibi, başı boş duran paraya bir çoğalma gücü kazandırır ve onu sermayeye çevirir; hem de bunu sanayi ve hatta tefecilik alanına yatırılması halinde paranın katlanmak durumunda kalabileceği zahmet ve risklere maruz bırakmaksızın yapar. Devletin alacakları gerçekte hiçbir şey vermezler; çünkü borca dayalıdırlar. Devlet borçları, desteklerini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulduğu için, modern vergi sistemi, ulusal borçlanma sisteminin zorunlu tamamlayıcısı olmuştur... Marx, bu konuda Montesquieu'den bir alıntı yapar; "Moğollar Avrupa'yı bugün istila etselerdi, onlara, bizdeki finansçının ne olduğunu anlatmak güç olurdu"

Bu anlatı, iç pazarı, dünya pazarını, devleti, en milliyetçi olanının dahi neden küresel sermayeye bağımlı olduğunu, burjuvazinin nefret etse bile istikrar için mecburen Bonapartlara itaat ettiğini, toplumun "ulus ya da sınıf" formlarıyla sisteme entegre edildiğini, mit ile rasyonalizmin aynı şeyi birlikte yüceltip aynı anda lanetlediğini ya dinsel bir ideoloji ya da dinselleşmiş bir dünya dininin yaratıldığını... açıklar.

"Küçük Napolyon"

Sıradışı yönleri yok muydu Bonapart'ın? Vardı şüphesiz. Amcası Waterloo Savaşı sonrası St. Helena adasına gönderilince, Bonapart soyadı için Fransa, tekin bir yer olmaktan çıkmıştı. Bonapart önce İngiltere peşinden Amerika'ya sürgün edilmişti. 1848'in çalkantılarından uzakta kalmış ve bir prensten ziyade, bir yurttaş olarak dönmüştü Fransa'ya. İç savaşı dışardan izleyen birisi olarak, tüm kesimlerin arzularını ve zaaflarını gözlemleme fırsatı bulmuştu. Ve bunu kurnazca istismar edecekti. 10 Kasım 1848 seçimlerinde kayıtlı seçmenlerden (7,5 milyon) 5,5 milyonunun oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçildi. En yakınındaki aday 1.5 milyonda kalmıştı. Devrimcilerin barikat savaşlarında parçalanarak yıktığı statükonun üstünde, gerçek bir bedel ödemeden Cumhurbaşkanı olarak yükselmişti. Parlamento ve yasaları daha ilk andan itibaren önünde engel olarak görmeye başlamıştı. Anayasa'ya göre ikinci kez seçilmesi imkânsızdı. Yeni seçim tarihi yaklaştıkça, gerilim artıyordu. Nihayetinde, bu gerilim 2 Aralık 1859 darbesiyle son buldu ve Louis Bonapart, 3. Napolyon olarak Fransa'ya el koydu. Çokluğun Cumhuriyet'i bir imparatorun şahsında diktatörlüğe dönüşmüştü. "Küçük Napolyon"un tasfiye ettiği İkinci Cumhuriyet ise, 1848 Devrimi’nin yozlaşmış dönüşümüydü. Yeni bir Cumhuriyet’ten çok restorasyondu.

İmparator olur olmaz, kesenin ağzını açtı, kendini destekleyenlere yüksek sübvansiyonlar sağladı. Başta Paris olmak üzere, Fransa'nın belli başlı şehirlerini günümüzün diliyle "Kentsel Dönüşüm"e tabi tutarak, birer inşaat sahasına çevirdi. Amcasına göre epey uzun ve iri sayılırdı, Paris'i bu büyüklüğünü belirginleştirecek heykellerle doldurdu.

İmparatorluk Vizyonu ile Fransız Halkı'na eski günlerdeki gibi "şahlanma" ve "Avrupa’nın yeniden büyük gücü" olma vaadinde buunuyordu. Kendi rejiminin temel ekonomik direğini oluşturan Crédit Mobillerin aşırı spekülasyonlar sonucu yaşadığı krize rağmen, Mısır'daki Süveyş Kanal'ı için yüksek paralar harcamaktan geri durmuyordu.

Stratejik Dış Politika vizyonuyla amcasının hayallerini gerçekleştirmeye çalıştığında ise, Fransa'nın neredeyse başı belaya giriyordu. İtalya politikasından dolayı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla, Polonya Meselesi’nden dolayı Rusya ile, Meksika sorunundan dolayı ABD ile, Alsace-Lorraine'den dolayı Prusya ve Amcası'nı taklit girişimlerinden dolayı İngiltere ile karşı karşıya gelmişti. Çağdaşı Bismarck için politika "güç ile amaç arasındaki geometrik uyumdan" ibaretti, Napolyon için ise geçmişten gelen Büyük Fransa vizyonuydu. 1870'te Prusya karşısında ağır bir yenilgi aldığında, bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenecekti. Bismarck, Prusya Devleti'ni Paris'in Versailles Sarayı'nda Alman İmparatorluğu olarak ilan ettiğinde 3. Napolyon'un stratejik vizyonu, stratejik bir felç olarak, Fransa'nın felaketi olacaktı.



KAYNAKLAR

1 Marx, Louis Bonapart 18 Brumaire.

7 Marx-Kapital 1. çev: Mehmet Selik - Mail Saz.


Birikim

14 Eylül 2017 Perşembe

Kayıp ve Yas Tutma


Her birey mutlaka kayıplar yaşamıştır ya da yaşayacaktır. Bu bilinse de, hatta bazen insan kendini hazırlasa da, bir yakın
kaybedildiğinde duygusal dengeler altüst olur ve bununla başetmek zordur.

Yas tutma, çok sevilen bir insanın ölümü, önemli bir ilişkinin bitmesi gibi kayıplar sonrasında yaşanılan normal bir süreçtir. Bu süreci doğal olarak yaşadığında, kişi kayıpla sağlıklı bir şekilde başetmiş ve güçlenmiş olur.

Bu yas tutma süreci sonunda insan yaşadığı kaybı yaşamının parçası haline getirerek bununla yaşamayı öğrenir. Bu kaybedilen kişiyi unutmak ya da artık sevmemek anlamına gelmez. Sadece kaybı ve bununla ilgili hisleri kabullenmeyi ve böylece yaşamı sürdürmeyi sağlar. Yas tutma süreci normal ve doğal olsa da oldukça zordur ve atlatmak için zamana, cesarete ve desteğe gereksinim duyulur.

Yas tepkileri:

Her insan birini kaybettiğinde çok farklı duygusal, fiziksel ve davranışsal tepkiler verir. Bu tepkilerin yoğunluğu yaşanılan olaya göre de değişir.

Duygusal: Şok, üzüntü, öfke, suçluluk, suçlama, kaygı, korku, yalnızlık, yorgunluk, çaresizlik, uyuşma, isteksizlik, umutsuzluk, özgür hissetme.

Fiziksel: Midede boşluk duygusu, kalpte ve boğazda sıkışma, gürültüye karşı duyarlılık, kendini hissetmeme, nefeste darlık, zayıflık hissetme, ağız kuruluğu.

Düşünsel: İnanamama, düşüncede dağınıklık/karışıklık, çarpık/hatalı düşünceler, halüsinasyonlar, dikkat dağınıklığı, unutma, rahatsız edici düşünce veya rüyalar.

Davranışsal: Uyku ve yeme bozuklukları, dikkatsiz veya takıntılı davranma, alkol ya da başka bir madde kullanma, sosyal çevreden ve kaybedileni hatırlatan uyaranlardan kaçma ve/veya bu uyarıcılardan ayrılmama, kaybedileni araştırma/çağırma

Yas tutma süreci:

İnanmama ve inkâr: Hiç bir şey olmamış gibi davranma.

Şok ve uyuşma: Kaybın olduğu/öğrenildiği ilk zamanlarda yaşanır ve kişi kayıp gerçeğini kısa bir süre reddeder.

Arzu etme: Kayıp inkâr edilerek geri gelmesi arzu edilir ve beklenilir. Kızgınlık/öfke bu sürecin önemli bir parçasıdır.

Çaresizlik: Kaybı önleyemedikleri için suçluluk duygusu bu aşamanın önemli bir parçasıdır. Hissedilen kaygı ile iş hayatı ve sosyal ilişkilerde güçlükler yaşanır.

Davranışları ve hayatı düzenleme: Yaşam fonksiyonları düzenlenir ve yeni ilişkiler ve projeler için yatırım yapılır.

Acının hafiflemesi ve hayata devam edebilmek için kaybın gerçekliğini kabullenmek, acıyı yaşamak ve yas tutmak, kaybedilen kişinin içinde olmadığı bir dünyaya uyum sağlamak ve yaşamın diğer alanlarına yatırım yapmak önemlidir.

Bunlar hiç olmayacakmış gibi görünse de unutmayın kayıp yaşamın doğal bir parçası ve yas bizim buna verdiğimiz doğal bir tepki. Artık klişe haline gelmiş olsa da doğru olan birşey var: Zaman yaraları iyileştirir.

*Bu süreci daha sağlıklı atlatabilmek için öneriler:

Mutlaka sizi iyi dinleyebilecek ve anlayabilecek birisiyle konuşun. Buna yalnız katlanmak zorunda değilsiniz. Güvendiğiniz birine yaşadığınız herşeyi anlatın. Aileden birini kaybettiyseniz hepiniz farklı tepkiler veriyor olabilirsiniz ve duygularınızı diğer aile üyeleriyla paylaşmak zor olabilir. Onları daha çok üzmekten ya da zayıf görünmekten korkmayın. Konuşmak, hatırlamak ve paylaşmak hepinize iyi gelecektir. Arkadaşlarınız da size destek verebilirler. Onlardan uzaklaşmayın.

Daha önce kayıp yaşamış bir kişiyle konuşun. Bu hem size hem ona iyi gelecektir.

Yaşadığınız duygu ve tepkileri kabul etmeye çalışın, mümkün olduğunda bunları ifade edin. Çünkü bu yaşadıklarınız çok normal. Kendinize yas tutmak için izin verin, bunu engellemeyin.

Yasın uzun bir süreç olduğunu kabullenin, acele edip bir an önce herşeyi silmeye çalışmayın ama hiç geçmeyeceğini de düşünmeyin. Sabırlı olun. Umudunuzu kaybetmeyin.

Ağlamaktan kaçınmayın. ""Güçlü olmalısın"", ""Ne kadar güçlü hiç ağlamadı"" gibi sözleri önemsemeyin. Ağlamak çok doğaldır ve rahatlamanızı sağlar.

Yıldönümleri, doğumgünleri, bayramlar gibi özel günler sizin için zor geçebilir. Buna hazırlıklı olun.

Yaptığınız ve yapamadığınız şeyler için kendinizi affedin.

Cenaze, dua, mezarlığa gitmek zor gelse de acınızı yaşamanızı ve ifade etmenizi sağlar. Diğer insanların size destek olduğunu, yalnız olmadığınızı ve yaşamın devam ettiğini görmek iyi gelebilir.

Sosyal aktivitelerden uzaklaşmayın.

Yapabildiğiniz kadar müzik dinleyin, kitap okuyun, yürüyüşe çıkın.

Yavaş yavaş okul, iş gibi normal aktivitelerinize geri dönün. Zorlanıyorsanız bir program hazırlayın ve onu takip edin.

Fiziksel ihtiyaçlarınıza (uyku, yemek, sağlık) özen göstermek çok önemlidir. İhmal etmeyin.

Yazarak ya da resim yaparak duygularınızı ifade etmek de iyi gelebilir.

Yas sürecini zorlaştırabilecek olan şeyleri yapmaktan kaçının:

Acıyla başetmek için alkol ya da başka maddelere yönelmeyin.

İniş çıkışları kabullenin ve inişler olduğunda kendinizi suçlamayın.

Duygularınızı hafife almayın ve yok saymayın.

Unutmak için kendinizi iş ya da derse adayarak yormayın.

Size yardım etmeye çalışanlara kızmayın.

Yas sürecini zorlaştırabilecek olan şeyleri yapmaktan kaçının:

Bazen uyku ve iştahtaki bozulmalar, kaybettiğimiz kişi ile ilgili aklımızdan çıkaramadığımız düşünceler, üzüntü ve umutsuzluk bizim için başetmeyi çok zorlaştırabilir. Bazen bu acıya son vermek için yaşamımıza son vermeyi düşünebiliriz. Bazen de hissettiğimizin tam tersi, çok neşeli ve uygunsuz davranıyor olmak bizi rahatsız edebilir. Bu durumlarda bir uzmandan yardım almak gerekir. Eğer sıkıntınız gündelik yaşamınızı sürdürmenizi etkiliyorsa, mutlaka yardım alın.



*Yas sürecini zorlaştırabilecek olan şeyleri yapmaktan kaçının:

Korku, rahatsızlık ve belirsizlik yaşıyor olsanız da ondan uzaklaşmayın. Cenazede yanında olun, sonrasında arayın, mektup yazın. Desteğinizi çekmeyin.

""Yapabileceğim birşey varsa..."" demeyin. Bunu siz düşünün ve yapın.

Kayıp hakkında konuşulurken konuyu değiştirmeye çalışmayın ve onu yargılamayın. İyi bir dinleyici olun. Kendisi özellikle bunu yapmamanızı istemediği sürece kayıp hakkında açık açık konuşun. İlgili olduğunuzu gösterin ve benzer bir durum yaşadıysanız kendi duygularınızı paylaşın. Ama ""Nasıl hissettiğini biliyorum"" demekten kaçının.

Yaşadığı kaybın iyi sonuçlarından bahsetmeyin. Onun yaşadıklarını başkalarınınkiyle karşılaştırmayın.

Onun yardımınızı reddetmesini kişisel bir saldırı olarak algılayıp kızmayın.

Sabırlı olun, yasını istediği kadar yaşamasına izin verin.

Kendisine iyi bakmasına yardımcı olun. Fiziksel ihtiyaçlarını ve normal aktivitelere dönüşünü ihmal etmesine izin vermeyin.

Siz olumlu bakış açınızı koruyarak ona örnek olun.

Duygularını hafife almamaya özen gösterin.

Kayıp yaşamımızın kaçınılmaz ve zor bir parçası. Ancak zaman, sabır ve destekle yas sürecini kendimiz, insanlar ve yaşam hakkında yeni bir bakış açısı kazanarak tamamlayabiliriz.


alıntı: İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ
PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK BİRİMİ

27.02.2014


"

4 Mayıs 2017 Perşembe

CEHENNEM (Bir dogmanın gerçeği)

Cehennem kelimesinin kökeni İbranice’de bir kelime olan ‘’Ge-Hinnom'’dur.’
’‘’Ge’’ vadi, ‘anlamına gelir. ’’Hinnom’’ ise bir isimdir.

Yani ‘’Ge–Hinnom’’ ‘’Hinnom Vadisi’’ demektir.

Bu sözcük İngilizceye Gehenna, Fransızcaya da Géhenne olarak geçmiştir.
Vadilerin ömrü insanlardan ve dinlerden çok daha uzun soluklu olduğu için Hinnom vadisi halen mevcut ve Kudüs’ün güney batısında yer alıyor.

Peki Hinnom vadisi ne olmuş da Ortadoğu kaynaklı tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında ki cehenneme dönüşmüş?
Kardeş çocukları olan Filistinliler ile Yahudilerin günümüzde birbirini yediği antik Kenan (Filistin) diyarında eskiden korkutucu bir Tanrı yaşarmış.
İsmine Molok (Moloch, Molek) derlermiş. Kendisine tapanlardan da habire kurban istermiş ama sıradan kurbanlar değil. Çocukların kendisine kurban edilmesinden çok hoşlanırmış. Molok’un Gehinnom vadisinde altında sürekli ateş yanan bir ızgaranın bulunduğu putu varmış.
Molok’a tapanlar ilk doğan çocuklarını bu ızgaraya atar ve yakarak Molok’a kurban ederlermiş. Anneler, babalar yanan çocuklarının çığlıklarını duyup pişman olmasınlar diye de kurban töreni sırasında sürekli davul çalınırmış.

Gel zaman git zaman M.Ö. 7. Yüzyılda Yoşiyahu (Josiah) isimli aklıselim bir Yahudi kral başa geçer ve Molok’a tapınılmasını
ve çocuk kurban edilmesini yasaklar. Bu tarihten sonra Hinnom vadisi Kudüs’ün çöplüğü haline gelir. Ayrıca gömülmeye değer bulunmayan idam edilmiş suçluların cesetleri de buraya atılmaya başlanır. Çöplerin, cesetlerin kokularından ve hastalık yayma risklerinden kurtulmak için bugün de kullanılan basit bir yönteme başvurur antik Kudüslüler. Çöpler ile cesetleri yakarlar.

Hem eskiden burada yakılarak insan kurban edilmesi hem de daha sonra suçluların (günahkârların) cesetlerinin burada yakılması, ölümden sonra yakılarak cezalandırılma inancını doğurmuş. Bu mit önce Yahudilikte yerini almış, oradan Hıristiyanlığa ve sonra son büyük tek tanrılı din olan Müslümanlığa geçmiş.

Eski Ahit Yeremya 32: 35’de Hinnom vadisinden bahsedilir. ’’ Ben-Hinnom Vadisi'nde ilah Molek'e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal'ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda'yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.’’

Markos İncilinin 9: 43-47: numaralı bölümü de Hinnom vadisinin dehşetinden bahseder.

— Eğer elin seni günaha sokuyorsa, onu kes at; çolak olarak hayata erişmen iki elli olarak Hinnom Vadisine, sönmez ateşe gitmenden iyidir.
– Eğer ayağın seni günaha sokuyorsa, onu kes at; topal olarak hayata erişmen iki ayağınla Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
– Eğer gözün seni günaha sokuyorsa, onu çıkarıp at; tek gözlü olarak Tanrı'nın krallığına erişmen iki gözünle Hinnom Vadisine atılmandan iyidir.
Orada onların kurdu ölmez ve ateşi sönmez.’’

Kur’anın Zuhruf suresinin 77. ayetinde de cehennem bekçisi ile günahkarlar arasında geçen diyalog anlatılır. ’’ Onlar cehennem bekçisine: «Ey Mâlik! Rabbin artık bizi öldürsün.» diye seslenirler. Mâlik de: «Siz böylece kalacaksınız.» der.’’

Peki Kur’anda cehennemin bekçisi ve meleği olarak tasvir edilen bu Malik kimdir?. Yoksa eski bir tanıdık mıdır?
‘’Malik’’ Sami dillerinden biri olan İbranice'deki ‘’MLK’’ kökünden türemiştir. Melek, malik, mülk, melik,memlük gibi kelimelerin köken aldığı "MLK" kökü aslında Tanrı Molok'un adıdır. Yani kurnaz tanrı Molok yok olmamış, arka kapıdan yeni dinlere sızarak kendine malik ve melek adıyla yer bulmuştur.

Velhasıl kelam ; Molok'a çocukların kurban olarak sunulduğu Ge-Hinnom Cehenneme, Molok ise Malik’e, Melek’e dönüşmüştür.

Fotoğraf Hinnom vadisinin panoramik görüntüsüdür. Artık insanlar yakılmadığı için korkutucu bir görüntüsü yoktur.

Ancak görüldüğü üzere imar kirliliğinden o da nasibini almıştır.

13.07.2015

Cem İşmen: