Translate

10 Ekim 2018 Çarşamba

10 Ekim !

Tanıl Bora

Üç yıl önce bugün, 10 Ekim 2015’te, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısıyla düzenlenen Emek, Demokrasi ve Barış Mitingine katılmak üzere Ankara Garı önünde biraraya gelen topluluğa düzenlenen bombalı saldırıda 109 insan öldü. Bu, Cumhuriyet Türkiyesi tarihinin can kaybı bakımından, en ağır üç “olay”ından biridir. Diğerleri, 120 insanın öldürüldüğü Kahramanmaraş katliamı (1978) ve 283 insanın hayatını kaybettiği 15 Temmuz darbe kalkışması (2016). Maraş, bir pogrom, bir kırımdı (öyle görmeyenler, “toplumsal çatışma” veya “mukatele” diye tasnif eder). 15 Temmuz, adı üstünde, darbe girişimiydi. 10 Ekim, soğuk haber diliyle, “Türkiye tarihinin en kanlı terör eylemi” olarak anılıyor. Arka planını, gerçekleşme koşul ve imkânlarını bir tarafa bırakalım;[1] bombalı intihar saldırısıdır, en soğuk, en ‘teknik’ tabiriyle “terör eylemi”dir. Derdi gücü “terörle mücadele” olan, her taşın altında “terör” cürümü bulan bir rejimin, bir idarenin, karşısında dehşete kapılacağı, kendi baş meselesinin en vahim tezahürünü göreceği, ‘sahici’ terör.

Üç yıldır, 10 Ekim’e, böyle bir anlam ve önemin verildiğini görebiliyor musunuz?

Aksine, layıkıyla anmanın yasaklarla önlendiği, matemin/yasın men edildiğini görüyoruz. Canı yananların ikinci kez “kurbanlaştırıldığı” bir men ediş (link). Zafer Yılmaz, dahasını, sosyal medyada katledilenleri zemmeden “nefret şovları”nı hatırlatarak, “ölülere karşı sergilenen bu tutumun, nefret gösterisi yapanların gözünde tam da biz geride kalanların yaşamının da bir sorun olduğunu gösterdiğini” yazmıştı. Necmi Erdoğan’dan naklederek yinelediği gibi, beraber yas tutamamak, toplum olamamanın göstergesidir.[2]

***

İhtiramla başını önüne eğemeyen… bir de yası men eden… bir de unutturuşu ayrıca zulme çeviren bu… “şey” hakkında daha fazla konuşmayacağım. Bu, hep karşımızda.

Türk milliyetçiliğinin, toplam unutturma politikası, cehdi ve şevki içinde, ‘lehdar’ olduğu travmaları işlemekten dahi feragat ettiğine başka bir yerde değinmiştim.[3]

***

Belki, elbette bizzat bu kıyıcı unutturma siyasetinin de âmillerinden olduğu, kendi unutuşumuz üzerine biraz daha fazla düşünmeli. Özellikle travmaların fazlalığının, hele son birkaç yıldaki sıklaşmalarının, bireysel ve kolektif belleği serseme çeviren etkisini… Belki, unutmama gayretimizin kendisi üzerine, anma/hatırlama biçimlerimiz üzerine de düşünmeli. Sadece Adı Bahtiyar’daki (şarkı Ahmet Kaya/söz Yusuf Hayaloğlu) “Birileri ona ‘ölmedin’ diyordu…” dizesi, çok şey söylüyor.

***

Philip Roth bir romanında “Bazı şeyleri sadece önemli olmadıkları için değil, aynı zamanda fazla önemli oldukları için unuttuğumuzdan…”[4] söz ediyordu.

Burhan Sönmez’in son romanı Labirent, geçirdiği bir kaza sonrasında hafızasını geri kazanmaya çalışan bir adamı anlatıyor. Kahramanımız, hafızasının izini sürerken, bir yandan da adeta hatırlamanın ‘imkânsızlığını’ fark ediyor, hatta ara ara, unutmanın bir ‘imkân’ hatta bir lütuf olabileceği sezgisine kayıyor… Hatırlayamamanın sızısıyla, hatırlamanın beyhudeliğinin sızısı, birbirine dolanıyor. Şöyle diyor, bir yerde: “İnsan hayatının aslında geçmişin anımsanmasına değil parça parça unutulmasına yaradığını anlıyorum.”[5]

Usta bir romancının, -adeta Nietzscheci- Deleuzcü bir meyille-, hatırlamanın belki-imkânsızlığı ve beyhudeliği meselesiyle boğuşması, ‘durumumuz’ hakkında çok şey söylüyor.

***

Evet, unutturma tazyiki altında, unutturmak isteyenin zulmü altında, ondan gayrı, hatırlamanın kendi ağır yükü altında, hatırlamak zordur. Sahiden, emek istiyor: hafıza emeği (link).

İşte, 10 Ekim Dayanışması, bu vasatta, olağanüstü bir sabırla, bunun için çalışıyor. Unutturmama borcunu, “dayanışmayla, birlikte iyileşme” çabasıyla birleştirmeyi istiyorlar. O korkunç gün hayatını kaybeden insanların, sadece sayılar olarak değil, hikâyeleriyle hatırlanmasını sağlamaya önem veriyorlar. İnternet sitelerinde (link) hayatını kaybedenlerin doğum günlerini de bulabilirsiniz. Aralarından 10 kişi, 1 Ocak doğumludur. 1 Ocak, bu memlekette genellikle doğum günü kutlaması tatmadan büyüyenlerin ihtiyarî doğum tarihidir.

10 Ekim Dayanışması geçtiğimiz hafta sonu, düzenlediği panelde şu soruları sordu: 10 Ekim’in ve diğer katliamların kamusal hafızasını canlı tutmaya yönelik “gayrıresmî” bellek çalışmaları neler olabilir ve nasıl hayata geçirilebilir? Bu çalışmaların kolektif iyileşme ile hakikat ve adalet talepleriyle bağlarını nasıl güçlü kılabiliriz?

Bu sorular etrafındaki arayışlarını, 10 Ekim Dayanışması’ndan Hatice Kapusuz’dan aktarayım:

Odağı sadece 10 Ekim'le kısıtlamamak istiyoruz. Zira 13 Mart Güvenpark’ta ölen Destina Peri Parlak’ın hayatı Suruç’ta ölenlerle kesişiyor. O gün ölen Ozancan Akkuş ve 10 Ekim’de hayatını kaybeden Ali Deniz Uzatmaz okul arkadaşı. Orası hepimizin otobüs durağı ve durak ertesi gün eski haline getiriliyor, kimse ölmemiş gibi. 17 Şubat Merasim Sokak, herkesin yolu. Bu yüzden ‘hafıza-yas’ ve nasıl başka yollar buluruz tartışmasında odağa Ankara’nın yaşadığı üç katliamı da içeren bir hat izlemeyi planlıyoruz.

Can değeri bilmeyi öğretme gayretidir, bu. Bir insaniyet örfü geliştirmektir.


[1] Bu yazıda o yanına hiç girmiyorum.

[2] Zafer Yılmaz: “Ankara katliamı, kötülüğün sıradanlığı ve yas siyaseti”, Yeni Türkiye’nin Ruhu içinde. İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 214-5.

[3] “Geçmişle hesaplaşma: Müşküller ve yordamlar. ‘Söyledim ve vicdanımı kurtardım’dan ötesi?”, Birikim sayı 248, Aralık 2009, s. 7-17.

[4] Pastoral Amerika, çev. Orhan Yılmaz, YKY 2018, s. 60.

[5] Burhan Sönmez: Labirent. İletişim Yayınları, 2018, s. 99-100.


birikimdergisi.com


24 Eylül 2018 Pazartesi

Arıların soyunu tükenmekten robotlar kurtaracak

Avrupalı bilim insanları hayvanlarla iletişim kurma kabiliyetine sahip robotlar geliştiriyor. Proje, bu sayede soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan hayvan türlerini korumayı hedefliyor.

2013 yılında başlatılan ASSISI Proje'si Avrupa'nın en büyük araştırma projelerinden biri. Proje çerçevesinde arı kolonileri ve balık grupları gibi farklı hayvan türleriyle iletişim kuracak robotlar tasarlanıyor.

Projeye dahil olan Almanya'nın Graz Üniversitesi'nde araştırmacılar özel arı kovanları tasarlayarak, arıların davranışları hakkında yeni bilgiler edinmeye çalışıyor.

ASSISI Projesi koordinatörü Thomas Schmickl robotlar ile arılar arasında kurulan iletişimin güçlü bir bilgi akışına fırsat tanıdığını belirtiyor.

Schmickl, tasarladıkları özel arı kovanlarına yerleştirdikleri çok sensörlü mini robotlar sayesinde arıların kendi aralarında nasıl iletişim kurdukları, bilgileri nasıl muhafaza ettikleri hakkında önemli veriler topladıklarını anlatıyor.

Projenin araştırmacılarından biyolog Martina Szopek bu mini robotların arı kolonileri için önemli avantajlar sunacağını ifade ediyor.

"Yaz mevsiminde, uzun bir süre boyunca yoğun yağmur yağdığını varsayalım, ya da soğuk hava dalgasının olduğunu. Bu arılar için yeterli besin bulamama anlamına gelir." diyen Szopek, robotların hava durumuyla ilgili değişiklikleri arılara önceden bildirebileceğine vurgu yapıyor.

Alman biyolog, "Robotlar sayesinde kraliçe arının daha az yumurtlamasını sağlayabiliriz. Böylece arılar birbirlerini yemeden kıtlık dönemlerini daha iyi idare edebilir." diyor.



Arıların geleceği insanoğlunun geleceği demek

Tozlaşma yoluyla polenleri bir yerden bir yere taşıyan arılar, tarımsal üretimi arttırarak dünyanın gıda üretiminde önemli bir rol oynuyor. Greenpeace sivil toplum örgütü, dünya genelinde tarım üretiminin üçte birini arılara borçlu olduğumuzu belirtiyor.

Ancak, son dönemlerde arı kolonileri kayda değer kayıplar verdi. Kısa süre öce arıların korunması için bir kampanya başlatan Greenapeace Akdeniz, 2017 yılında Adana'da arı kolonilerinde yüzde 80'e varan kayıplar verildiğine dikkat çekiyor.

Arıların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasındaki nedenler arasında tarımsal ilaçlamada kullanılan neonikotinoid sınıfı maddeler başta geliyor. Bu tarımsal ilaçlar arıların sinir sistemlerini etkileyerek yollarını kaybetmelerine ve kovanlarına dönememelerine neden oluyor. Kovanlarına dönemeyen arılar hayatlarını kaybediyor.

Avrupa Birliği kısa süre önce arıların ölmesinin nedeni olarak gösterilen neonikotinoid sınıfı maddelerin açık alanlarda kullanımını yasakladı.

Dünyada Çin'den sonra en büyük ikinci bal üreticisi olan Türkiye'de ise bu maddeler tarımsal ilaçlamada kullanılmaya devam ediliyor.

http://www.haberdar.com/bilim-teknoloji-2/arilarin-soyunu-tukenmekten-robotlar-kurtaracak-h103901.html
.

16 Eylül 2018 Pazar

Fırtına yaklaşırken

Foti Benlisoy

Türkiye’de hakim siyasal rejimi mümkün kılmış sınıfsal-sosyal güç dengelerinde devasa bir sarsıntının eşiğindeyiz. Krizin siyasal iktidarın manevra alanında ciddi bir daralmayı gündeme getirmesi neredeyse kaçınılmazdır. İktidar bir yandan “yukarıda” sermaye fraksiyonları arasındaki çelişki ve muhtemel çatışmaları yönetme ve uyumlulaştırma kapasitesinde artan zorluk ve zaaflarla karşılaşacaktır. Diğer yandan ve esas önemlisiyse, “aşağıda”, emeğiyle geçinenlerin rızasını seferber etmekte giderek daha büyük güçlük yaşayacaktır. Sahip olanlarla olmayanları bir araya getirmekte şimdiye dek ciddi bir maharet sergilemiş olan alaturka Bonapartizmin sınıfla imtihanı başlamıştır.
Muhalefet saflarında iktidara bu imtihanda şimdiden “geçer not” vermek gibi bir eğilim yaygın görünüyor. Sınıf hareketinin mevcut dağınıklığı, emekçilerin eylem ve örgütlenme kapasitesindeki düşüş ya da radikal sıfatlı solun adeta yok hükmünde olması, iktidarın kriz konjonktürünü öyle pek de yara almadan atlatabileceği yorumlarına neden oluyor. Hatta bu olumsuz sınıfsal güç dengelerinde krizin ülkedeki siyasal eksenin daha da sağa kaymasına yol açmasının neredeyse kesin olduğu iddia ediliyor.
Bu sonuncusu elbette gerçekleşmesi mümkün bir ihtimaldir. Bu olasılığı yok sayarak krizin emekçileri neredeyse kendiliğinden radikalleştirerek sola çekeceği beklentisi, tehlikeli bir siyasal otomatizm örneğidir. Ancak ifrattan kaçayım derken bu sefer de tefrite sığınılmakta, krizin adeta yine otomatik olarak Erdoğanizmi güçlendirmekten başka sonuca yol açmayacağı iddia edilebilmektedir.
Oysa krizin hangi siyasal sonuçlara yol açacağı “yukarıda” ve “aşağıda” cereyan edecek yatay ve dikey sınıf savaşlarının eseri olacaktır. Emeğin direnme kapasitesinin mevcut yetersizliğinden dem vurup siyasal iktidarın bu sarsıntıyı rahatça idare edebileceğini savunmak, bu sınıf savaşlarının daha başında teslim bayrağını çekmek anlamını taşıyacaktır.
Asıl böylesi bir teslimiyet daha da sağa kayışı ve istibdadın daha koyu tonlar edinmesini garantileyecektir. Mevcut olumsuz durum nedeniyle kenara çekilmek, herkesin önündekinin üzerine basarak kurtulmaya çalıştığı bir sosyal yamyamlık durumunun oluşmasına seyirci kalmak anlamına gelecektir.
Aslında siyasal iktidar krizin müsebbibi olabileceği şiddetli bilinç sıçramalarının direnişe kaynaklık edebileceğinin daha şimdiden pekala ayırdındadır. “Ekonomik sıkıyönetim” lafları bu yüzden edilmektedir. Krizin bir harici “ekonomik savaş” olarak vaftiz edilmesi, içerideki sınıf savaşına hazırlıktır. Yerli-milli mücadele lafızları sosyal alanda verilecek “iç savaşı” perdeleme girişimidir.
Krizi dış güçlerin ekonomik müdahalesi olarak tanımlama çabası şimdilik etkili görünse de krizin sosyal ve ekonomik sonuçları açığa çıkıp hissedilir oldukça süratle ikna gücünü yitirecek, kitleleri seferber edemeyecektir. O zaman çıplak bir devletlu-polisiye söylem olarak direnişleri “vatana ihanet” diye yaftalayıp kriminalize etmek ve bastırmak için kullanılacaktır. Havalimanında inşaat işçilerine yapılan saldırı, kriz zamanında olacaklara dair yeterli karinedir.
Bu söylemi boşa çıkartmak elbette önemlidir. Ancak esas olan işçi sınıfının kolektif eylem kapasitesini artıran, örgütlülüğünü güçlendiren, özgüvenini çoğaltan, sınıfın diğer kesimlerine cesaret ve moral aşılayan küçük büyük her mücadelenin arkasında, yanında olmaktır. Bunun için birleşik mücadele zeminlerinin yaratılmasıdır. Bunun için, yani emeğiyle geçinenlerin kolektif kaderlerine sahip çıkma güçlerini artıracak sıradan zaferler için sebatla verilecek çaba, seçimlerden de ana akım muhalefetin “zihni sinir” projelerinden de daha önemlidir.
İleride gerçekleşmesi mümkün büyük atılımlara kaynaklık edebilecek küçük mevzilerin iğneyle kuyu kazarcasına inşasından yüksünmemek gerek. Her işçi direnişinden bir “Gezi” ya da yeni bir milat beklemek apolitik bir sabırsızlık örneğidir. Daha büyük hayal kırıklıklarına yol açması muhtemel bir yoldur.
Krizin yol açtığı o muazzam türbülansa hazırlıksız giriyoruz. O nedenle şimdi güçlü bir sendikal hareketin, etkili bir sosyalist solun olmayışına hayıflanma zamanı değil. Marx, her mücadeleye ideal koşullarda girilseydi tarih yazmak çocuk oyuncağı olurdu diye boşuna yazmıyordu.
Başlangıç noktamız, 3. havalimanı inşaatında çalışan işçilerin el yazısıyla alelacele kaleme alınmış talepler listesidir. O taleplerin illa kendisi değil, o taleplerin ve o talepler etrafında gelişen mücadelenin Türkiye siyasal hayatına 20 yıldır musallat olmuş o sahte kutuplaşmanın güncel bir versiyonunu (yeni havaalanının adı Abdülhamid mi Atatürk mü olsun) boşa çıkarma gücüdür. Sınıfsız demokrasi masallarını bırakıp o güce sarılmakta yarar var. Çünkü o talep listesinin işaret ettiği müstebit emek rejimi dağıtılamazsa mevcut siyasal rejim ilelebet değilse de uzun süre payidar kalacaktır.

https://baslangicdergi.org/firtina-yaklasirken/


31 Ağustos 2018 Cuma

Vatan haini kimdir?

Mehveş Evin- Her fikrini beğenmediğine “vatan haini” demek, çok sıradan birşey artık. Amaç hedef göstermekse, siyasetçisinden gazetecisine, lümpeninden trolüne, yafta hazır: Vatan haini!
Milliyetçi popülist söylemin bir parçası sayılan “vatan haini”, nefret söylemine girdiği için şahsen kullanmadığım, sevmediğim bir tamlama. Ancak “vatan haini” deyimini artık sahibine, öznesine iade etmek gerektiğini düşünüyorum.
TDK’daki tanımı şöyle: “Vatanın yüksek çıkarlarını hiçe sayarak onun aleyhine iş gören kimse.”
Vatanın yüksek çıkarlarından kasıt, onuru, itibarı, sosyal ve ekonomik gücü, özkaynakları, demokratik ve hukuk değerlerine bağlılığı; dolayısıyla vatandaşın çıkarlarıysa...
Vatan haini kimdir?

Ülkesinin öz kaynaklarını kendi çıkarları için satan, pazarlayan, peşkeş çekendir.
Denizini, ırmağını, ovasını, yaylasını, ormanını, havasını kirleten, yok eden, özel şirketlere parsel parsel satandır.
Kültürel, çevresel ve tarihi değerlerini korumayan, aksine tahrip eden, değerini bilmeyendir.

KÜÇÜK BİR ZÜMREYİ ZENGİNLEŞTİRENDİR
Vatan haini, ekonomiyi göz göre göre batıran, zamanında önlem almayan, gelir uçurumunu yaratan, küçücük bir zümrenin zenginleşmesine ve büyük kitlelerin fakirleşmesine önayak olandır.
Elindeki imkanları sonuna kadar kullanarak hırsızlık yapandır vatan haini.
İç siyasette kullanmak uğruna başka ülkelerle, komşularla sürekli itişen, gündelik çıkarlar uğruna kavga çıkaran, diplomasiyi at pazarlığına çeviren ve bu şekilde itibarı ayaklar altına alandır.
Vatan haini, vatanın ve vatandaşın yüksek çıkarlarını gözetmek, adaleti tesis etmek amacıyla geliştirilen evrensel hukuk normlarını tanımaz. Çünkü bu normlar, kendi çıkarlarına engeldir.
Bir ülkenin en önemli gücü, insan kaynakları derler... Bu durumda eğitimli, nitelikli nesiller yetiştirmek ve onlara iş imkanları sağlamak, yüksek çıkar hanesinin başında gelmeli.
Bu durumda vatan haini, eğitimi engelleyen, kötüye kullanan, gençleri dogmalara mahkum ederek ülkesinin ilerlemesine taş koyandır.
Nitelikli eğitimcilerin sistem dışı bırakılmasını, beyin göçüne neden olan politikaları destekleyendir.

VATANA DEĞİL, KENDİNE TEHDİT GÖRÜR
Bereketli topraklarını zehirleyen, betona boğan, bu şekilde bütün canlıların hayatına veya geleceğine kast eden, açıkça vatan hainidir.
İnsan eliyle yaratılan felaketlere, afetlere karşı önlem almaz, umursamaz. Aksine, daha fazla kömür santrali yaparak, kıymetli tarım arazilerini yok ederek, ekosistemin canına okuyarak ancak kendi çıkarlarını gözetir. Suçunu örtmek için “yüksek çıkar” olduğunu savunur.
Bir vatanın zenginliği sayılan farklı seslere, farklı renklere tahammülü yoktur. Aslında bunları vatana değil, kendine bir tehdit olarak gördüğünden... Her sesi susturmaya, her rengi karalamaya çalışır.
Peki işçileri ölümün kucağına teslim etmek, şirketleri denetlememek, yaptırım uygulamak hangi yüksek çıkara sığar? Vatan haini, işçinin ölümünü umarsamaz. Kader der, geçer.
Kadınları cehalete hapsetmeyi, istismar etmeyi, haklarını vermemeyi destekleyen de açıkça vatan hainidir.
Zira bir ülke ancak kadını ve erkeğiyle kalkındığı, geliştiği zaman güçlenebilir. Yüksek çıkarlardan ancak o zaman bahsedilebilir.
Bu da ancak eşitlikle mümkün.
Velhasıl vatan haini, eşitlik, adalet, çoğulculuk, liyakat, duyarlılık, özkaynak, doğa koruma, demokrasi gibi kavramların tam karşısında durandır. Bunları savunanlara “vatan haini” diyerek kendini güya kurtarmaya çalışan bir zavallıdır.

Mehveş Evin
30.8.2018
"Artı Gerçek"


https://amp.artigercek.com/yazarlar/mehves-evin/vatan-haini-kimdir?__twitter_impression=true