Translate

27 Şubat 2019 Çarşamba

Mutluluğun yürüyüşü

Bu gördüğümüz şey, bir filament boyunca endorfini sürükleyen ve mutluluk yaratan, beynin parietal korteksinin iç kısmındaki miyosin proteini...

Yani; mutluluğun ta kendisini izliyoruz. :)




25 Şubat 2019 Pazartesi

Ölüm Fikrinin Öğrettikleri

Roy Scanton
Ölmek öğrenilebilir mi? İnsanlık için mutlak ve er ya da geç karşısına çıkacak olan ölüm, yaşam içerisinde nasıl barındırılmalı? Yaşamın içerisinde, yaşam için nasıl bir işlev yüklenmeli ya da herhangi bir işlev yüklenebilir mi?
Bunlar, Edebi Şeyler’den çıkan Roy Scranton’ın Ölmeyi Öğrenmek kitabının bize sorduğu sorular. Dört sene boyunca ABD ordusunda görev yapıp, bunun bir kısmında Irak’ın işgaline katılan Scranton, askerliğinin ilk dönemlerinde ölümden ölesiye korktuğunu söylüyor. Bu korku cenderesinden, ancak, kendisinin ölümü fikriyle barıştığında, bir asker olarak kaçınılmaz sonunu her gün düşünüp, bunu sindirdiğinde çıkabiliyor.
Askerlik sonrası lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamasının ardından, hayatında önemli bir yere sahip olan Irak deneyiminden çok da uzaklaşmıyor. Petrol kaynakları için açılan bir savaşın eski bir askeri olarak, karbon ve iklim krizi konularına eğiliyor, insanlığı bekleyen kaçınılmaz bir felaket olarak ekolojik çöküş üzerine düşünüyor ve sadece tek tek bireyler olarak değil, uygarlık olarak ölmeyi öğrenmemiz gerektiğini savunuyor.
Scranton’a göre birey olarak ölmeyi öğrenmek korkularımızdan ve bayağı alışkanlıklarımızdan; uygarlık olarak ölmeyi öğrenmemiz ise tekdüze bir varoluştan, kanıksadığımız yaşam biçimlerinden ve bunların bizlere dayattığı kimlik, özgürlük, başarı ve ilerleme gibi kavramlardan kurtulmamızı sağlıyor. Tıpkı bir gün öleceğini bilerek yaşayan insanlar gibi, toplum olarak da uygarlığımızın sonunun er ya da geç geleceğini ve bu sondan kurtulmak için hiçbir şey yapamayacağımızı anlamamız elzem. Ancak, insanların, bir gün öleceği gerçeğini yaşamını daha nitelikli hale getirmek için kullanması gibi, uygarlık olarak da, bize tanınan süreyi daha nitelikli, insani ve yaşanabilir hale getirme gibi bir sorumluluğumuz var.
“Yeni fikirler bulmamız gerek. Yeni efsaneler, yeni masallar ve yeni hakikat hikayeleri anlatmamız gerek. Kapitalizmin metalaştırarak ve asimile ederek iç ettiği çok dilli kültürle, yani insanlığın tarihi boyunca yarattığı derin, çeşitli ve zengin geleneklerle yeni bir akrabalık kurmamız gerek” (s. 14) diyor Scranton. Kapitalizmin ötesinde ve ona karşı, nasıl yeni birlikte yaşama biçimleri keşfedebileceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor. İnsanların insanlarla ve insanların doğayla olan şeyleşmiş ilişkilerinin uzağında yeni bir insanlık halini hayal etmeye davet ediyor bizi.
İlerleyen sayfalarda, yine Irak coğrafyasına dönen Scranton, M.Ö. 2200 yılında değişen iklim şartları karşısında çaresiz kalan Sümerlerin, varlıklarını sürdürebilmek için çeşitli ilkel yöntemler keşfettiklerini ve bunda başarılı olduklarını aktarıyor. Üstelik insanlığın iklim şartları ile mücadelesi, değişen iklim şartlarına uyum sağlama kapasitesi tarih boyunca birçok kez sınanıyor. Değişen şartlar, insanlığın kültürünü de baştan sona değiştiriyor. Peki, Sümerler ile karşılaştırılamayacak günümüz teknolojik olanakları nasıl oluyor da güncel ekolojik sorunlara bir çözüm üretemiyor? Yanıtı çok basit: çünkü sorun tamamen politik. 
Fredric Jameson’ın “kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor” diyerek özetlediği güncel politik ahval, iklim krizi üzerine konuşmak için toplanıp toplanıp dağılan egemenlerin ikiyüzlülüğünü ortaya seriyor sadece. Varlığını sürdürmek için (hep daha fazla) üretmek ve bunu gerçekleştirmek için de karbona dayalı kaynakları kullanmak zorunda olan kapitalizm, ekolojik krizin bizatihi sorumlusudur. Hal böyleyken, kapitalist işleyiş içerisinden herhangi bir çözüm beklemek, neoliberal popülizm ile birlikte ulusçuluğun ve rekabetin dozunu arttırdığı böyle bir dönemde büyük ülkelerin el ele vererek bu krize bir dur demesini ummak körlükten başka bir şey değil.
Evet, ekolojik krizin doğmasında devasa şirketlerin payı, insanlığın geri kalanının payından daha fazla. Ama Scranton, bunu kolaycı bir açıklama olarak görüyor ve hepimizin bu krizdeki payını olabildiğince azaltması ve daha fazlası için mücadele içerisine girmesinin zorunlu olduğunu savunuyor. Bu sadece ekolojik mücadele ile sınırlı bir dönüşüm değil. İçerisinde debelendiğimiz sosyal medya çağında, bu teknolojilerin bize dayattığı ritimden kurtularak, “eleştirel düşünerek, felsefi tartışmalara girerek ve küstah sorular sorarak anlamların taşındığı elektrik hatlarındaki sosyal etkileşimleri askıya almalıyız. Yavaşlığı, detaylara önem vermeyi, düşüncede berraklığı, dikkatli okumayı ve derinlemesine düşünmeyi teşvik ederek yeni düşünce kapıları aralamalıyız” (s. 98).
Ölmeyi öğrenmek, bizden sonra gelecekleri hesaba katarak yaşamak anlamına da geliyor. Scranton, James Baldwin’in sözleriyle, kitabının meramını oldukça net bir şekilde açıklıyor: “Yaşama karşı sorumluyuz. İçinden geldiğimiz ve bir gün geri döneceğimiz o ürkünç karanlıktaki tek küçük fenerdir yaşam. Arkamızdan geleceklerin hatırına, bu geçitten mümkün olduğunca soylu bir şekilde geçmeliyiz.”
Emre Tansu Keten

23 Şubat 2019 Cumartesi

“Motorları maviliklere sürmeye” devam edebilecek miyiz?


Konuya bir canlandırma ile başlamak istiyorum! Sabah kalktınız, duş jelinizi ve yüz peelinginizi kullandınız. Dişlerinizi fırçaladınız, yeni yıkanmış polyester bluzu giyip yarım litrelik plastik şişe suyunuzu da yanınıza alıp işe doğru yola koyuldunuz. Ofise gelmeden köşedeki o çok ünlü kahvecide, adınızı baristanın anlaması için üç kere tekrar edip sonunda koyu kahvenize kavuşup mesaiye yetiştiniz. Akşam için de arkadaşlarınızla birlikte çok önceden yapmış olduğunuz balıkçıda buluşma programını düşünüp, iş çıkışını iple çekmeye başladınız. 
Buraya kadar her şey şahane!
Peki akşam yediğiniz balıkta, sabah kullandığınız kişisel bakım ürünlerinin ve tek kullanımlık plastik ürünlerin parçalarını tüketme ihtimaliniz olduğunu söylesem! Hatta dahası, bu plastiklerin vücudumuzda birikerek ciddi sağlık sorunları yaşatma olasılığı olduğunu. Şimdi canlandırma tersine döndü ve “şahane” yerini “dehşete” bıraktı…

Gözle görülmeyen plastiklerle başımız dertte!

Pek çok kişi plastik atıkların denizlere döküldüğünü bilmez ya da önemsemez. Fakat bunun ötesinde, bir çok kozmetik ve kişisel bakım ürününde bulunan mikro plastikler de denizlerimizde varlıklarını sürdürmekte. Bu mini plastikler bir kaç milimetre çapında olduğu için çıplak gözle görülemiyorlar.



Atık sularımızın arıtıldığı tesislerde ise, bu çok küçük boyutlu plastiklerin arıtılması mevcut teknoloji ile mümkün olmuyor. Dolayısıyla bu mikro plastikler nehirlere, denizlere deşarj ediliyor. Benzer şekilde sentetik giyim ürünlerimizi her yıkadığımızda, plastik fiber dokusundan kopan, mikro parçalar da deniz ekosisteminin istenmeyen sinsi misafirleri oluyor. Pet şişe gibi tek kullanımlık plastik ürünlerin zamanla denizlerde parçalanmasıyla onların boyutları da küçülüyor.

Naif deneme: Temizlik

Hal böyle olunca denizlerde, plajlarda yapılan temizlik faaliyetleri aslında sorunun kapsamını düşündüğümüzde oldukça yetersiz kalıyor. Son 10 yılda üretilen plastik ürünlerde yaklaşık yüzde 40’lık bir artış olduğu bildiriliyor. Bir yıl boyunca kullanılan plastikten üretilen paketleme malzemelerinin sadece yüzde 14’ü geri dönüşümle tekrar kullanılıyor. Her yıl yaklaşık 8 milyon ton plastik atık (mikro boyutta olmayan) okyanuslara boşaltılıyor. Geri dönüşümdeki bu başarısızlığın küresel ekonomiye olan maddi zararının ise 80 ila 120 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Görünmez plastiklerin etkileri

Deniz ekosistemine deşarj edilen plastiklerin içindeki kimyasalların, deniz canlılarında zehirlenme, kısırlık ve genetik anomalilere neden olabileceğine dikkat çeken uzmanlar, söz konusu etkilerin besin zincirinin son halkası olan insanlarda da görülebileceği konusunda uyarıda bulunuyorlar.
Yeni yapılan bir çalışmaya göre, mikro plastik içeren deniz ürünleriyle karşılaşmak çok olası gibi. Örneğin, Endonezya ve Kaliforniya’da satılan deniz ürünlerinin dörtte birinden fazlasında mikro plastik birikimi olduğu tespit edilmiş.
2018’in sonunda yayınlanan bir çalışmaya göre mikro plastikler, besin zincirine geçiş yaptı bile! Avrupalı, Japon ve Ruslardan alınan gaita örneklerinin incelenmesi sonucunda, polypropylene (PP)ve polyethylene terephthalate (PET) başta olmak üzere boyutları 50 ila 500 mikrometre olan mikro plastik parçaları alınan tüm örneklerde bulunmus. Araştırmacılar, dünya nüfusunun yarısından fazlasının sindirim sistemine mikro plastiklerin ulaştığını tahmin ediyor! Mevcut bilimsel verilerle, insanlarda zamanla biriken mikro plastiklerin etkisi tahmin edilemiyor. Ama pek yararlı olmadıkları kesin!
Deniz ekosistemi sadece leziz deniz ürünleri tüketebilmemiz için önemli değil elbette. Okyanuslar, Dünya’nın en büyük karbon yutağı ve adeta dev bir oksijen fabrikası. Plastik atıklar nedeniyle bize olağanüstüsü hediyeler sunan okyanuslarımızdaki bozulmanın faturası hesaplanamayacak kadar büyük.
Okyanuslardaki plastik birikimi bu hızla devam ederse, 2050 yılında okyanuslarımızda balıktan çok plastik olacağı bildiriliyor. Geçen sene başında İngiltere, kozmetik şirketlerinin mikro plastik kullanımını nihayet yasakladı. 2017 yılı ortasında da ABD’de kademeli olarak kullanımı azaltılmaya başlanan mikro plastiklerin tamamen yasaklanması 2020 yılını bulacak. Yasal düzenlemeler yapılmadan once, sadece İngiltere’de her yıl 86 ton, ABD’de ise günlük 8 ton mikro plastiğin kişisel bakım ürünleri ve kozmetik kullanımından dolayı okyanuslara deşarj edildiği hesaplanıyor. Küresel olarak mikro plastik kirlililiğinin boyutları düşünüldüğünde, bu yasal düzenlemeler yeterli değil ama önemli bir başlangıç! Darısı bizim ve diğer ülkelerin başına.
Yasal düzenlemeler gelene kadar, bireysel olarak önlemler elbette alınabilir. Kozmetik ve temizlik ürünlerinde mikro parcacıkların yer almadıgı ve iceriginde ozellikle poly ile baslayan kimyasalların olmadıgı ürünleri tercih edebilirsiniz.
Derin maviliklerin iyileştirici etkisini sadece bizim değil, gelecek nesillerin de deneyimleyebilmesi için farkındalığımızı artırmak ve tercihlerimizi değiştirmek zorundayız.

Birim Mor https://yesilgazete.org/