Translate

6 Nisan 2019 Cumartesi

Kaç Kurt Kaç

Özgürlüğe kaçan kurt 

yakalanamadı


Antalya Hayvanat Bahçesi’nden önceki gün kaçan kurt, bir veteriner tarafından ormanlık alanda görüntülendi. Yaban hayatı koruma ekipleri, polis ve jandarma tarafından aranan hayvan, halen bulunamadı.
Aynı kafeste kaldığı diğer türdeşleriyle anlaşamadığı için 1 Nisan’da kafesi değiştirilmek istenirken kaçan kurdu yakalama çalışmaları sürüyor. Hayvanat bahçesine yakın bölgede ve yaban hayatının yoğun olduğu Termessos Milli Parkı’nda yapılan arama çalışmalarından henüz bir sonuç alınmadı. Bölgede çalışan 5 ekip, polis ve jandarmanın da desteğiyle sürdürdüğü çalışmalarda, sayısı artırılan foto kapanlarla kurdun yerini tespit etmeye çalışıyor.

Cep telefonuyla görüntülendi

Bu arada ormanlık alanın yakınlarından geçen veteriner hekim Ümit Yürekli cep telefonuyla kaçan kurdu görüntüledi. Yürekli, “Varyanttan inerken yolda bir köpek olduğunu düşündüm. Devamında sağına soluna bakmaya çalışınca köpek değil kurt olduğunu gördüm. Bir taraftan takip ettim ve kurt olduğuna emin oldum ” dedi. Hayvanın panik halinde olduğunu anlatan Yürekli, kurdun Anadolu’nun yaygın bir türü olduğunu hatırlattı; “Saldırgan hisleri yoktur, şehre inmezler. Halk belki panikleyebilir ama tam tersine onlar daha çok panikliyorlar, yabancı bir ortam. Özgürlüğüne gidecektir diye düşünüyorum” diye konuştu.
En son 2 kilometre uzaklıkta görüldüğü bildirilen kurdun, dağlık alana geçebilmesi için trafiğin yoğun olduğu karayolundan karşıya geçtiği ve o alanda ilerlediği düşünülüyor.

4 Nisan 2019 Perşembe

Adam daha da kaybedecek!

Erdoğan bu seçimde devletin tüm olanaklarını oy kazanmak için kullanması bir yana, sandığa da müdahale etmesine rağmen kaybetmiştir. Eşit ve adil bir süreç yaşansaydı, çok daha farklı kaybedecekti. Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. Meşruluk tartışması büyüyecek ve derinleşecektir!
Yerel seçim sonuçları göstermiştir ki Erdoğan’ın stratejisi ve taktiği başarısız olmuştur. Erdoğan tarzı başkanlık sistemi modeli, bir tarafın tek parça (en az yüzde 50) diğer tarafın ise çok parça olduğu bir siyaset düzleminin oturtulmasına bağlıdır.[1] Karşı tarafın birlikte davrandığı “an”larda ise karşılaşmalar yüzde 1-3’lük aralıklarda gidip gelebilmektedir. Referandumda, cumhurbaşkanlığı ve yerel yönetim seçimlerinde (en azından) böyle gerçekleşti.

Erdoğan saflarındaki (masa başı) hesapta, aslında her şey çok kolay gözüküyordu. Yüzde 40-44 aralığındaki AKP, yüzde 7-12 aralığındaki MHP ile ittifak yapacak, böylece yüzde 50 civarını garanti altına alacaktı. Sonuçların daha da garantili olması için karşı tarafın (topyekûn) birlikte davranması da önlenecekti. Kaba işbölümü de buna göre yapılmıştı; Erdoğan asıl olarak AKP-MHP toplamını konsolide edecek (din-millet edebiyatı ve CeHaPe düşmanlığı), Soylu da CHP-İYİ bloğunu HDP’den ayıracaktı (HDP’yi kriminalize ederek). İkisi de beceremedi!

24 Haziran’da AKP-MHP’nin aldığı yüzde 53,66 oy oranı, 31 Mart’ta belediye başkanlıklarında yüzde 51,62’ye geriledi. Asıl önemli veri olan belediye meclislerinde aldıkları oy ise yüzde 48’lere gerilemiştir. HDP’nin her türlü provokasyona rağmen oylarını (neredeyse) batıda bir bütün olarak CHP-İYİ bloğuna aktarmasıyla 24 Haziran’da (toplandığında) yüzde 35,64 olan oy oranı, belediye başkanlıklarında yüzde 37,56’ya, meclis üyeliklerinde ise yüzde 50 civarına çıktı. Yani iki sonuç gerçekleşmiştir; sadece CHP-İYİ ve HDP’nin toplam oyu artmamış, aynı zamanda AKP-MHP oyu da azalmıştır.

Erdoğan’ın kendisini cumhurbaşkanı seçtirdiği 24 Haziran seçimlerinin üzerinden sadece 9 ay geçmiş olmasına rağmen açığa çıkan bu durum hem yeni rejimin meşruluğunu hem de Erdoğan’ın (AKP’nin) meşruluğunu (yani bekasını) sorgulamak/sorgulatmak için yeterli kanıtlar sunuyor.

-Her şeyin ilacı, bütün dertlerin devası denilen “tek adam”a dayalı dönem daha 9 ay geçmesine rağmen oy desteği açısından erimiştir. Üstelik bu erime son beş yılda düzenli bir şekilde gerçekleştiği göz önünde bulundurulursa yeni rejim bunu durduramamış, büyütmüştür.[2]

-Ülkenin, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere en büyük şehirleri AKP-MHP’nin yönetemeyeceği yerlere dönüşmüştür. (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Hatay, Van, Diyarbakır, Mardin…) Buralar nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu, eğitim oranın en yüksek olduğu, ekonomik faaliyetin de (ve rantın) en yüksek olduğu, toplumsal ve kültürel etkileşimin en geçişken olduğu yerlerdir. Sandık bir göstergeyse(!) bu illerde yaşayanların çoğunluğu AKP-MHP’nin dayattığı rejimi “meşru” görmemektedir.[3]

-Bu seçim devletin tüm olanaklarının oy kazanmak için kullanılması bir yana, sandığa da müdahale edilmesine rağmen (YSK üyelerinin görev sürelerinin uzatılması, AA’nın örgütleyici olarak işlevlendirilmesi gibi) kaybedilmiştir. Eşit bir seçim süreci ve adil bir sayım süreci yaşansaydı, bu fark çok daha fazla olacaktı.[4] Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. -Yazının devamı>>



Sendika.org

26 Mart 2019 Salı

Hiçbir korkuya benzemez ‘kaybetme korkusu’

Celal Başlangıç:

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş; ‘Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!’

Psikolojik bir rahatsızlıktır “kaybetme korkusu”.

İnsanların sahip olduklarını kaybetmek istemedikleri zamanlarda yaşanan bir duygudur.

“Kaybetme korkusu” sevdikleri kişileri kaybetmekten, sahip olunan konumu kaybetmeye kadar yaşamın geniş bir alanına yayılabilir.

Bu duygunun aşırıya kaçması durumunda insana hayat zindan olur. İleri hallerinde anksiyete bozukluğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hayatın gerçeklerine uygun olmayan, denetlenemeyen bir endişe duygusu bütün yaşamınızı bir mengene gibi kavrayıp sıkar, insanı teslim alır.

En büyük “kaybetme korkusu”nu da diktatörler yaşar. Çünkü bilir kendinden öncekilerin başına ne geldiğini. Bu yüzden korkusunun çarpanı kaçınılmaz son yaklaştıkça büyür de büyür.

Ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet “Taranta-Babu’ya Sekizinci Mektup”ta diktatörlerin bu korkusunu.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra”

Tesbitini yaptıktan sonra da teşhisini koymuş.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Tek başına, yapayalnız hissederler kendilerini. Geleceklerini karanlık görürler. Onun için hem çok hem de bağıra bağıra konuşurlar.

Bu yüzden hep kitleler önüne müthiş bir öfkeyle çıkarlar. Her sözcüklerinde bir düşmanlık, bir kin, bir nefret çıkar ağızlarından. Aslında düşmanlıkları, kinleri, nefretleri büyük bir endişeyle yaşadıkları “kaybetme korkusu”na dönüktür.

Diktatörlerin “kaybetme korkusu” arttıkça yalnızlıkları da çoğalır. En yakınındakileri bile kendi iktidarlarına tehdit olarak görüp tasfiye ederler. Sonra da “Bu trenden inen bir daha binemez” söylemleri çoğalır. Halbuki eski yol arkadaşları herhangi bir istasyonda inmemiş, hızla giden bir trenden yaka paça atılmışlardır.

“Kaybetme korkusu”ndan tüm çözümleme ve muhakeme güçlerini yitirirler. Korkudan felç olurlar adeta.

Kendi geleceklerinden korkularını halka “beka sorunu” olarak sunup bunu yutturabileceklerini sanırlar. Halk bunu yemedikçe de kızgınlıkları, çılgınlıkları arttıkça artar.

“Kaybetme korkusu” tüm diktatörlerin baskısının ardındaki itici güçtür. Korktukça daha çok tehdite, baskıya, şantaja yönelirler.

En çok korktukları siyasi rakiplerini cezaevine atarlar. Geri kalanları da sürekli hapse atma, hatta “ipe gönderme” tehdidi altında tutarlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler “sevgide ortaklık”tan çok insanları “ortak nefret”te buluşturmanın kolaycılığına kaçarlar. Onun için kendilerinden olmayan herkesi “terörist” ilan ederler. Kendi ülkelerinin içinde insanları “vatan haini”, binlerce kilometre uzaklıktakileri de “din düşmanı” ilan edip kendilerine hayali hasımlar yaratırlar.

Diktatörler, herkesin kendilerine biat eden “tek tip” insan olmasını isterler.

“Çok”un farklılığından, renkliliğinden, çeşitliliğinden aşırı derecede ürkerler.

Kendi “tek adam”lıklarını gizlemek için de meydan meydan dolaşarak “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” diye Rabia çıkartırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler yalan söylerler. Bir gün söylediklerinin ertesi gün tam tersini söyleyebilirler. Hatta aynı konuşmanın başında söylediğinin tam tersini dile getirerek bitirebilirler konuşmalarını.

Bir gün “Ayasofya’nın cami olmasını isteyeceğinize önce yanındaki Sultan Ahmet’i doldurun” diyebilir, ertesi gün “Ayasofya’yı cami yapacağız” diyebilir kaybetme korkusundaki diktatörler.

“Bizim buğday ithal ettiğimiz yalanını söylüyorlar” diye başladığı konuşmasını “Evet, yüklü miktarda buğday ithal ediyoruz” diye bitirebilir.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler asla özür dilemezler. Çünkü her şeyi vatan, millet için yapmışlardır ve asla hiç hataları olmamıştır. En fazlasından mütevazılıklarını “Aldatıldık” diyerek gösterirler ve asla kendilerinden başkasının aldatılmasına izin vermezler ve en ağır biçimde cezalandırırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörlerin eleştiriye tahammülsüzlükleri sonları yaklaştıkça tavan yapar. En ufak bir eleştiriyi bile mutlak güçlerine yönelik saldırı olarak görürler. Bu yüzden ele geçirilmedik medya bırakmazlar ki en ufak bir çatlak ses çıkmasın.

Ama yine de ele geçirdikleri medya bile kendisini ziyaret eden rakip partinin belediye başkan adayının haberini verirken “tarifeli uçakla İstanbul’a döndü” diye bir cümle kurarsa kendi uçak saltanatlarından kuşku duyup “Ne demek istiyorsunuz, sayın başkanın özel uçakla gittiğini mi ima etmek istiyorsunuz” diye azarlanırlar. Hatta ortak oldukları bir haber kuruluşu İspanya Kralı’nın yolsuzluk yapan damadıyla ilgili bir haber verince o televizyon kanalının paydaşlığını bırakıp ülkedeki bütün dijital platformlardan attırabilir “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Bunlar hem gülmezler hem de mizaha asla tahammül edemezler. Hatta ülkedeki mizah duygusunu yok ederler. Karikatüristlerin çizgilerinden bile kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit çıkartırlar. Ele geçirdikleri yargının yoluyla hapishane hapishane süründürürler mizahçıları.

Gerçeği arayan, soran, sorgulayan, kamu adına iktidarı denetleme görevi üstlenen gazeteciler de, akademisyenler de, doktorlar da, hukukçular da nasibini alır bu diktatörlerin yaşadığı “kaybetme korkusu”ndan.

İktidarının ömrünü uzatmak için ülkenin bütün aydınlarını, mutlak erklerine itiraz eden yurttaşlarını; bütün soran, sorgulayan, eleştiren insanlarını uydurma mahkemelerinde sanık, cezaevinde tutsak yapar “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Haksız da değiller elbette bu “kaybetme korkusu”nu yaşamakta. Çünkü kaybeden diktatörlerin sonunu biliyorlar. Almanya’dan, İtalya’dan, Japonya’dan, Arjantin’den, Şili’den Afrika kıtasındaki bütün ülkelere kadar elbette biliyorlar kaybeden diktatörlerin başlarına gelenleri; kimi intihar etti, kimi linç edildi, kimi bacağından asıldı, kimi cezaevinde, kimi sürgünde öldü.

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş:

“Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!”


Artı Gerçek