Translate

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi

Emperyalist-kapitalist sistemin küresel ölçekte içine girmiş olduğu ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak gittikçe kızışan emperyalist paylaşım kavgası, istisnasız bütün burjuva devletleri bir iç ve dış savaşa hazırlanmaya itiyor. Militarizm ve silahlanma yarışı tüm kapitalist devletleri içine çekiyor ve şiddetlenen çelişkilerin basıncı altındaki emperyalist-kapitalist sistem gericileşerek saldırganlaşıyor. Pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskıcı yasalar çıkıyor, gerici, ırkçı, faşizan uygulamalar yaygınlaşıyor. Faşist diktatörlüklere has birçok uygulama, sıradanlaştırılıp kanıksatılarak günlük hayata sokuluyor. Burjuvazinin işçi-emekçi sınıflar ve kendisine muhalefet eden güçler üzerindeki baskıyı gittikçe arttırması boşuna değildir. Bunalım derinleştikçe sınıf hareketinin yükselerek kendi düzenini tehdit eder bir hal alabileceğini bilen burjuvazi, şimdiden önlemlerini almakta, faşist çeteleri tahkim etmekte ve faşizm silahını kınından çıkarıp yağlamaya başlamaktadır.

Türkiye’de de burjuvazi ne zaman başı sıkışsa, toplumsal muhalefeti bastırmak için faşist çeteleri ve katiller sürüsünü devreye sokmuştur. ‘80 öncesinde devrimci sınıf hareketini, sonrasında ise Kürt halkının haklı mücadelesini ezmek için burjuva devletin en önemli yardımcısı ve silahı, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist[1] hareket olmuştur. Bu faşist parti, bugün de yükseltilen milliyetçi-şoven dalganın başta gelen “sivil” ayağını oluşturuyor, tertiplenen provokasyonlar için gerekli insan kaynağını düzen güçlerine temin ediyor. Ve yarın da devrimci sınıf hareketi tekrar yükselişe geçtiğinde, devrimcilere ve öncü işçilere saldırmak üzere sırasını bekliyor.

Bu yüzden ülkücü-faşist hareketin burjuva düzenin diğer sağ-milliyetçi partilerinden ve güçlerinden ayrı bir yeri olduğu iyi anlaşılmalıdır. Faşist partiler ve onların altındaki legal-illegal tüm örgütlenmeler, çeteler, mafyatik yapılanmalar vb. hepsi de burjuvazinin iç savaş aygıtıyla organik bir bağ içerisindedir. Yeri geldiğinde bizzat burjuva devlet tarafından kurulur, desteklenir ve önü açılır. Devrimci yükseliş dönemlerinde, burjuva devletin kolluk güçleri devrim güçlerini yenilgiye uğratmakta yetersiz kalmaya başladığında devreye faşist çeteler ve faşist terör girer. Faşist hareket ve parti aracılığıyla burjuvazi, karşı-devrimci örgütlenmesine kitle tabanı sağlamaya çalışır ve şartlar uygunsa –toplumsal krizin devrimci yoldan çözüleceğine dair umutlar yitirilmeye başlandığında– bunu belli ölçülerde başarır. Dolayısıyla Türkiye’de de ülkücü-faşist hareketin olağan dönemlerdeki görece atıllığına ve uysallığına bakıp aldanmamak gerekir. Görece diyoruz, çünkü en “uysal” olduğu dönemde bile faşist çeteler burjuva devletin kirli ve illegal işlerini görmeye, burjuvaların emrinde grev kırıcılığı yapmaya, onlara korumalık ve bekçi köpekliği yapmaya devam ederler. Bu açıdan bakıldığında ülkücü-faşist hareket her daim, toplumsal muhalefetin ve devrimin başına indirmek için burjuvazinin elinin altında tuttuğu kanlı sopasıdır. Ülkücü-faşist hareketin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır.

Turancılıktan Nazizme, ülkücü-faşist hareketin ideolojik kökeni

Türkiye’de faşist hareketin neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Bu mazi, faşizmin en ilkel ve insanlık dışı fikirleriyle, binlerce devrimcinin, işçinin, ilerici aydının kanıyla, sayısız katliam ve kıyımla doludur. Devrimin ve devrimci işçi sınıfının can düşmanı olan faşizm, bu karşı-devrimci doğasını en başta söylemiyle, ideolojisiyle ortaya koyar. Faşizmin her ne kadar bütünlüklü ve tutarlı bir ideolojisi olmasa da, hatta tamamen demagojik söylemlerle dolu ve oportünist, eklektik bir yapıya sahip olsa da, sonuçta muradını ortaya koymaya yetecek kadar açık ve nettir. Amaç devrimci sınıf hareketini ezerek burjuvaziyi krizden kurtarmak olduğundan, zaten kendi içinde tutarlı bir ideolojiye de ihtiyacı yoktur. Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında faşizmin son derece özlü ve özgün bir tahlilini yapmış olan Elif Çağlı, faşist ideolojinin işlevini şöyle açıklıyor:

Faşist hareketler örgütlenir ve iktidara tırmanırlarken, küçük-burjuva kitleleri peşlerine takmak için pek çok demagojik unsurla bezenip kendilerini özgün bir ideolojik ya da siyasal akım olarak sunmaya ihtiyaç duyarlar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken bir küçük-burjuva ideolojisine sahipmiş gibi görünür. Fakat iktidara geldiğinde, onun bu oportünist ideolojisinin aslında burjuva egemenliğinin olağanüstü koşullarda sürdürülmesini amaçlayan bir demagojiler yığını olduğu ortaya çıkar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken kitleler üzerinde etkili olabilmek için kendini küçük-burjuva kitlelerin özlemlerine uyarlar. Ayrıca farklı yöntemler uygulayarak işçi hareketine doğru da uzanır. (…) İktidara tırmanırken başvurduğu anti-kapitalist demagojilerle ve küçük-burjuvaziyi cezbetmeye yönelik uçuk tarihi fantezileriyle, faşizm özgün bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünebilir. (...) Ama tüm bu yalan kampanyalarının ardında, sermayenin gerçek akıl hocaları planlarını sinsice hazırlayacak ve faşizm işini, finans kapitalin o dönem öne çıkmış ihtiyaçları doğrultusunda gayet de bilinçli olarak yürütecektir. (s.144-147)

Faşizmin demagojik söyleminin temel unsurları; burjuva devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, militarizm ve azgın bir anti-komünizmdir. Ülkücü-faşist hareket söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ülkücü-faşizmin ideolojisi de, devleti kutsayan, komünizmi milliyetçiliğe ve burjuva devlete karşı olduğu için en büyük düşman ilan eden, Türk ırkını “üstün ırk” olarak gören ırkçı ve şoven bir anlayışa dayanır.

Türk faşizminin ideolojik kökü Türkçü-Turancı düşüncede ve Alman Nazizminde aranmalıdır. Sonradan (60’lı yıllardan itibaren), dönemin konjonktürüne uygun biçimde ve kitleselleşme gayesiyle bağıntılı olarak İslami motifler de işin içine katılmış ve bir Türk-İslam sentezi yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, temelde yatan ırkçı-milliyetçi düşünceyi ve faşist bir devlet düzeni idealini ortadan kaldırmamış, yalnızca ona eklemlenmiştir. Devlet kavramı, ülkücü-faşist hareket açısından merkezi ve hayati bir önem taşır. Bu açıdan, ülkücü-faşizmin tarihsel olarak bağlandığı Türkçü-Turancı düşünceye bakıldığında, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen bu akımın temelinde de “devleti korumak ve kurtarmak” refleksinin yattığı görülür. Bu refleks, ülkücü-faşist hareketin tüm dönemlerine damgasını vurmuş ve burjuva devletin hizmetinde, onun “yardımcı” yahut “sokaktaki” gücü olmak pratiğiyle de örtüşmüştür.

Ülkücü-faşist ideolojinin bir diğer unsuru olan “Turan” ülküsü de, “devleti kurtarma” refleksinin uzantısı olarak Türk ırkına dayalı bir milletin oluşturduğu bir devlet kurma fikrinin somutlanışıdır. Turancılık adı verilen bu akım, 1910’lu yıllarda Çarlık Rusya’sında yaşayan ve “Türklerin yaşadığı bütün toprakların tek bir Türk devleti altında birleştirilmesi” idealini savunan Türkî aydınlar (Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura vs.) tarafından yaratılmış ve Osmanlı’daki Türkçü aydınların da bunlardan etkilenerek milliyetçi fikirleri savunmaya başlamaları yüzünden Türkçülükle özdeşleşmiştir. Son derece uçuk bir tarihi fantezi olsa da, dönemin en önemli siyasi gücü olan İttihat ve Terakki Partisi tarafından sahiplenilmesi, Turancılığın resmi ideoloji ve “Turan” idealinin de devlet politikası haline gelmesine yol açmıştır. I. emperyalist paylaşım savaşı, yarattığı sonuçları itibariyle “Turan” idealinin Turancılık fikriyle beraber sönümlenmesini sağlamış, fakat Zeki Velidi Togan ve Nuri Killigil[2] gibi bazı ırkçı-Turancı düşünürler bu akımı yeniden canlandırarak 30’lu yıllara kadar taşımış ve Avrupa’da yükselen Alman Nazizmi ile harmanlayarak ülkücü-faşist hareketin düşünsel temellerini atmıştır. Bu tarihten itibaren faşist kadrolara Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Orhon Seyfi Orhon, Rıza Nur, Fethi Tevetoğlu gibi isimler de katılmıştır. Özellikle Nihal Atsız’ı, bu meyanda faşist hareketin Türkiye’deki kurucusu ve ideologu olarak anmak yanlış olmaz.

30’lu ve 40’lı yıllar hem dünyada hem de Türkiye’de faşist düşüncenin ve siyasetin yükselişe geçtiği dönemlerdir. Alman ve İtalyan faşizminin iktidara gelmesi Türkiye’de de faşist kadroların canlanmasını sağlamış, faşist ideolojinin ve devlet anlayışının birçok unsurunun TC devletinin resmi ideolojisiyle örtüşmesinin de etkisiyle, devlet bürokrasisinin üst katmanlarında kendine yandaşlar bulmuştur. Türkiye’deki tek parti diktatörlüğü döneminden vereceğimiz bazı örnekler bu bağlamda açıcı olacaktır. CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, “Türkiye toplumunun tüm bireyleri” parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan “ulus”un parti içinde toplandığı, partinin “ulus” ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.

40’lı yıllara gelindiğinde, faşist kadrolar bir yandan hükümeti ve yüksek bürokrasiyi etkilemeye çalışıyorlar, diğer yandan da (özellikle Nuri Killigil aracılığıyla) ordu içinde örgütlenmeye uğraşıyorlardı. Amaçları, Nazi Almanya’sının baskısı ve askeri bir darbe aracılığıyla iktidarı ele geçirmekti. Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları için çaba sarfetmiştir. Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan, faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta “milli şef” İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki “kandaşları” ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu. Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra CumhuriyetTasvir ve Vakit gibi birçok gazete de Pan-Turanist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu. Saraçoğlu, “ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir” diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde “Türk ırkından olmak” gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu.

Ne var ki, 1944 yılından itibaren Nazi ordularının Sovyet güçlerince püskürtülmesi ve Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi üzerine her şey bir anda değişti. İşin aslı, başından beri savaşı kazanacağına inandığı Almanya tarafına oynayan burjuva devlet, savaşın sonucu belli olur olmaz Nazi ve faşizm karşıtı sulara dümen kırdı. Bunun siyaset arenasındaki göstergesi ise 1944’teki ünlü “Turancılık Davası” ve bu davada Türk faşizminin (aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu) ünlü isimlerinin yargılanmasıdır.

Sonuç olarak, 1944 yılına kadar geçen süreç, Türk faşizminin ideolojik mayalanma dönemi olarak nitelendirilebilir. Türkçü-Turancı fikirlerin mirasıyla yetişen 40’lı yılların faşist kadroları, bu fikirleri Alman Nazizmi ile harmanlayarak bu akımın ideolojik altyapısını oluşturmuşlardır. 40’lı yılların başındaki yükselişe kadar faşist hareket dar bir kadronun başını çektiği bir fikir akımı karakterini korumuş ve daha çok Türkçüler Derneği ile Ergenekon, Gökbörü, Tanrıdağ, Orhun, Çınaraltı, Kopuz gibi dergiler etrafında örgütlenmiştir. 40’lı yıllarda ise Nazi Almanya’sının ve devletin desteğiyle daha örgütsel bir yapıya kavuşarak, fikir akımından örgütlü bir harekete dönüşme imkânı bulmuştur. 1944’te aldığı göstermelik darbe sonucu küçük bir sarsıntı geçiren ve itibar kaybı yaşayan faşist hareket, Turancılık davasından mahkûm olanların itibarlarının 1947’de iade edilmesine rağmen, 60’lı yılların sonuna kadar nispeten durağan bir sürece girer. Bu yıllarda faşist kadrolar önce Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’nde (1948), daha sonra da Osman Bölükbaşı’nın 1954’te kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisinde ve daha sonra (bu partiyle Türkiye Köylü Partisinin aynı yıl birleşerek oluşturdukları) Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi etrafında toplanırlar.

Bir iç savaş aygıtı ve karşı-devrimci güç olarak MHP’nin doğuşu

Bugün için adı ülkücü-faşist hareket ile özdeşleşmiş olan, nam-ı diğer “başbuğ” Alparslan Türkeş, her ne kadar 1944’te Turancılık davasından yargılanmış ve kısa bir süre “içerde” kalmış olsa da, 60’lı yıllara kadar faşist hareket içinde tanınan veya bilinen biri değildi. Oysa onun hayatına kısa bir bakış bile, Türkiye’deki faşist hareketin nasıl ve ne amaçla örgütlendiğinin anlaşılmasını sağlayacak çarpıcı örneklerle doludur. Henüz genç bir subay olan Türkeş, 1950’lerin başında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ABD’ye gönderilir ve burada 2,5 ay kalarak “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görür. Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gider ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genel Kurmaydaki NATO Dairesini yönetir. Açıkçası ne bu eğitim için Türkeş’in seçilmiş olması ve ne de henüz 50’li yıllarda Türkiye ve benzeri ülkelerden seçilmiş subaylara bu tür eğitimler verilmesi basit bir tesadüf değildir. Nitekim ilerleyen yıllarda kendisinin ve başına geçtiği faşist partinin üstleneceği rol dikkate alındığında, bu eğitimin işlevi daha iyi anlaşılacaktır.

50’li yıllar dünya arenasında “Soğuk Savaş” döneminin başladığı ve emperyalist kampta yer alan (NATO üyesi) tüm ülkelerde sonradan Gladio, SüperNATO, Özel Harp Dairesi vb. adlarla ortaya çıkarılacak olan kontr-gerilla/iç savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği ve faşist hareketlerle işbirliğine girdiği yıllardır. Bu örgütlenmelerde faşist hareketten seçilen unsurların yahut örneğin Avrupa’da Nazi artığı subayların kullanılması neredeyse klasikleşmiş bir uygulamaydı. Bu örgütlenmelerin amacı şöyle ifade ediliyordu: “Komünizm tehlikesine karşı sağcı eylemlerle solcu hükümetleri yıpratmak, otoriter yönetimleri güçlendirmek, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek; bu amaçla gerekirse silahlı eylem, sabotaj ve suikastlar düzenlemek; bir Sovyet işgali durumunda özel savaş yöntemleriyle gerilla mücadelesi yürütmek ve propaganda faaliyetleri yapmak.

NATO ülkelerinde adları pek çok cinayete, suikasta, toplu katliama karışan bu iç savaş aygıtları için, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1967 yılında Kontr-gerilla Operasyonları adıyla basılan ve Türkçeye de “ST 31-15” yani Sahra Talimnamesi 31-15 başlığıyla çevrilen elkitabında, bu örgütlenmelerin çalışma yöntemleri hakkında şunlar yazıyordu: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”. Ayrıca bir not olarak şu ifade ekleniyordu: “Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.” Bu cümlelerden, burjuvazinin devrimci sınıf hareketine karşı nasıl bir yol ve yöntem izlediğini anlamak mümkündür.

“Soğuk Savaş” döneminde ABD emperyalizmi tarafından ortaya atılan ve bugünkü “uluslararası terörizmle mücadele” masalının o dönemdeki karşılığı olan “komünizmle mücadele”, istisnasız tüm gerici-faşizan yapılanmaların ve karşı-devrimci örgütlenmelerin temel düsturu olmuştur. Faşizmi yenilgiye uğratan güç olarak öne çıkan ve uluslararası işçi sınıfının gözünde prestiji artan SSCB karşısında ABD emperyalizmi, elinin ulaştığı her yerde bu tür faşist ve karşı-devrimci örgütlenmelerle işbirliği yapmış, bunları desteklemiş ve önünü açmıştır.

İşte geleceğin “başbuğu” Türkeş de, aldığı “özel harp” eğitimini, Türkiye’deki faşist hareketin örgütlenmesi ve burjuvazinin hizmetine koşulması için kullanmıştır. Daha baştan emperyalizmin “Soğuk Savaş” stratejisiyle şekillenen ülkücü-faşist hareketin, Özel Harp Dairesiyle (burjuva devletin bu iç savaş aygıtıyla) organik ilişkisi çok açıktır. O kadar ki, ileride MHP’nin il ve ilçe başkanları aynı zamanda Özel Harp Dairesinin elemanı olacak ve işin aslı MHP’ye bağlı örgütler aynı zamanda kontr-gerillanın sivil milis gücünü oluşturacaktı. Nitekim 12 Eylül 1980 sonrası açılan MHP ana davasında da, ülkücü-faşistlerin eğitim ve hazırlık çalışmalarında bir kontr-gerilla talimnamesi olan “ST 31-21”e göre hareket ettikleri ve örgütlenirken de aynı talimnamede yer alan şemaya bağlı kalarak “istihbarat komiteleri, maliye komiteleri, eğitim komiteleri, ikmal komiteleri, emniyet komiteleri, ulaştırma komiteleri, kundaklama, tahrip, silahlı baskın ve propaganda komiteleri vb.” kurdukları resmi ağızlardan teyit ediliyordu.

Daha 50’li yılların başlarında burjuva TC, “komünizme ve her türden düzen karşıtı muhalefet hareketlerine karşı” adeta kendi iç savaş örgütlenmesinin bir uzantısı olarak faşist hareketi el altından körüklüyordu. Faşist ve kontr-gerillacı Türkeş ABD’de bu eğitimleri alırken, Türkiye’de de faşist kadrolar boş durmuyor, burjuva devletin hamiliğinde örgütlenip palazlanıyorlardı. Bizzat devlet eliyle kurulan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” bu açıdan çarpıcı örneklerdir. İlki 1950 yılında Zonguldak’ta kurulan, 1956’da Demokrat Parti’nin desteğiyle İstanbul’da da şubesi açılan ve kurucuları arasında Fethullah Gülen, Recai Kutan gibi isimlerin de yer aldığı bu faşist örgütlenmeler, 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte kapatıldılar. Ancak 1963’te İzmir’de yeniden açılacak ve 1968’e gelindiğinde şubelerinin sayısı 141’e çıkacaktı. Benzer şekilde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) aracılığıyla ve “komünizmle mücadele” şiarı etrafında üniversite gençliği de gerici-faşist harekete çekilmeye çalışılıyordu. Bu örgütlerin liderleri çoğunlukla faşist hareketle sıkı bağlar içerisindeydiler ve bir yandan “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenliyor, diğer yandan polisle birlikte solcu mitinglere saldırıyor, işi solcu-devrimci kişileri katletmeye kadar vardırıyorlardı.

Bu koşullar altında 60’lı yıllara gelen faşist hareket, uluslararası alanda esen “anti-komünizm” rüzgârını da arkasına alarak, burjuva devletin himayesinde ciddi bir örgütlü güce kavuşmuştu. Ancak henüz yaygın bir kitle tabanına sahip değildi ve bu yüzden de iktidar perspektifi, dışarıda ABD emperyalizminden içeride de ordunun milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinden aldığı destekle ve tepeden bir darbe yoluyla iktidarı almakla sınırlıydı.

Faşizmin bu doğrultudaki bir denemesi Türkeş ve kadrosu aracılığıyla 27 Mayıs 1960 darbesi esnasında olmuştur. Darbe sonrası kurulan Milli Birlik Komitesinde (MBK) yer alan Türkeş, birlikte hareket ettiği dar bir ekibe (Orhan Kabibay ve Suphi Karaman vs.) dayanarak ve esasen işi oldubittiye getirerek Başbakanlık Müsteşarlığı makamına elkoydu.[3] Türkeş’in başını çektiği ekip ivedi bir şekilde MBK içinde iktidar mücadelesine girişti. Amaç devleti ve toplumu korporatif tarzda yukarıdan aşağıya doğru yeniden örgütlemek ve faşist nitelikli “kalıcı ve otoriter bir rejim kurmak”tı. Cuntanın “kudretli albayı” Türkeş kitle desteği sağlayabilmek için Türk Kültür Derneklerini kuruyor, Öncü adlı bir dergi çıkarmaya başlıyor ve toplumun ideolojik yapısını faşist tarzda biçimlendirmek üzere Ülkü Kültür Birliği projesinin hayata geçirileceğini açıklıyordu. Ancak dönemin konjonktürü içerisinde Türkeş’in başını çektiği faşist kanadın başarı şansı yoktu. Nihayetinde 13 Kasımda “14’lerin tasfiyesi” gerçekleşti ve Türkeş’le ekibinin de aralarında bulunduğu 14 MBK üyesi sürgüne gönderildiler.

Hindistan’a askeri ateşe olarak sürülen Türkeş, Şubat 1963’te Türkiye’ye döner dönmez ekibiyle birlikte “inisiyatifi ele geçirmek ve iktidara uzanmak” amacıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) girdi. 1965 yılında, partinin başkanı Osman Bölükbaşı’nın istifasıyla açılan boşluktan yararlanarak ve parti içinde örgütlü faşist bileşenlerin de desteğiyle liderliği aldı. Türkeş’in başa geçmesiyle birlikte partiye faşizan ve radikal milliyetçi bir söylem hâkim oldu. Partinin ideolojik çizgisi ve anti-komünist pozisyonu netleştirildi. Türkeş tarafından hazırlanan ve “milliyetçi toplumculuk” (yani Nasyonal Sosyalizm) olarak adlandırılan anlayışı içeren “Dokuz Işık” broşürü, 1967 kongresinde partinin programatik metni haline geldi. Böylece partinin faşist kimliği de açıkça ilan edilmiş oluyordu. Türkeş’in hareketin tartışılmaz lideri olarak “başbuğ” ilan edilmesiyle birlikte, Türk faşizminin ünlü “lider-örgüt-doktrin” üçlemesi de şekillenmiş oluyordu. İki yıl sonra gerçekleşen kongrede partinin isminin değiştirilerek Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alması, parti programı ve tüzüğünün değiştirilerek Türkeş’e olağanüstü yetkiler tanınmasıyla birlikte yeni bir sayfa açılıyordu; faşist hareketin partileşme süreci tamamlanmıştı.

1969’daki kongrede şekillenen MHP, faşist hareketin ideolojik düzleminde de bir değişimi ifade ediyordu. Hareketin “tarihi” önderi Nihal Atsız’ın temsil ettiği ırkçı-Turancı çizgide rötuşlar yapılarak Türk-İslam sentezinden oluşan bir milliyetçiliğe geçiliyordu. İşin aslı hareketin kitleselleşebilmesi açısından bu zorunluydu, çünkü salt ırkçılığa dayanan bir Türklük kimliğinin toplumda rağbet görmesi mümkün değildi. Türkeş önderliğindeki MHP, faşizmin klasik taktiğini kullanarak son derece oportünist bir yaklaşımla, taşradaki kitlelerin muhafazakâr ve dini duygularına seslenerek onlara ulaşmak ve sola karşı bir tepki uyandırarak faşist hareketin kitle tabanını yaratmak amacını güdüyordu. MHP bunu Sünni İslam temelinde gerçekleştirerek Türklük kimliğine Sünnilik-İslamlık sıfatını da ekliyor ve bu ikisini aynı faşist potada eriterek Türk-İslam kimliğinin dışına düşen tüm halkları ve etnik grupları ırkçı bir yaklaşımla dışlıyordu. O yıllarda bu çizgi ifadesini, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” sloganında bulmuştu.

Ülkü Ocaklarının misyonu

“Başbuğ” Türkeş önderliğindeki faşist MHP işe gençliği örgütlemekle başladı ve 1966’da kurulan Ülkü Ocaklarını geliştirmeye çalıştı. Ülkücü-faşist hareket partileşme sürecinde birçok çevre ve dernek aracılığıyla çetelerini de örgütlemiş, faşizmin klasik gidişatına uygun olarak yakın zamanda devreye sokacağı faşist terörün araçlarını da yaratmıştır. İşte Ülkü Ocakları, MHP’nin organize ettiği bu faşist çetelere “yurt” oluyor ve aynı zamanda insan kaynağı sağlıyordu. Başlangıçta üniversite gençliğinin örgütlendiği MTTB ve TMTF gibi derneklerde etkin olmaya çalışan ülkücü-faşistler, solun üniversite gençliği içindeki hegemonyasından dolayı burada istediklerini elde edemeyince kendi yandaşlarının Ülkü Ocakları çatısı altında toplanmasını sağlamışlardı. Böylece ülkücü-faşist hareketin gençlik kollarının örgütü olarak doğan Ülkü Ocakları, ilerleyen süreçte bu niteliğini aşarak faşist terörün vurucu gücüne dönüşecekti. Çünkü bu yapı, bir gençlik örgütü olarak kurulsa da hiçbir zaman kendini gençlik ile sınırlandırmamış ve kısa sürede ülkücü-faşist harekete kan akışını sağlayan bir araç niteliği kazanmıştır.

1970’e gelindiğinde sayıları 200’ü bulan Ülkü Ocaklarında toplanan gençlere özel bir önem atfedilmiş, seçilenlere parti ileri gelenleri tarafından ideolojik eğitim verilmiş ve uzun bir süre bu çalışma partinin örgütlenme faaliyetinin temelini oluşturmuştur. Yarı askeri bir yapıya sahip olan bu örgütlenme içerisinde yetiştirilen gençler, ellerine silah tutuşturularak üniversitelere, grevlere veya solcuların etkin olduğu semtlere gönderiliyor, devrimci-solcu gençlerin, aydınların, işçilerin üzerine salınıyordu. Faşist MHP’nin temel prensibi, devrimcilerin ve solcuların bulunduğu her alanda varolmak ve onların karşısına dikilmekti. Bu amaçla özellikle taşradan yeni gelmiş köylü çocukları ya da şehrin varoşlarında yaşayan işsiz güçsüz lümpen gençler seçiliyor, kapitalizmin ezerek bir paçavra gibi sistemin dışına attığı bu gençlerin sisteme duydukları öfke komünizm karşıtlığına kanalize edilerek beyinleri en gerici fikirlerle yıkanıyordu. Hitap edilen sınıfsal kitle hesaba katılarak, yabancı karşıtlığı temelinde bina edilmiş bir anti-emperyalizm ve Batı karşıtlığı da dönemin MHP’sinin hâkim söyleminin bir parçasını oluşturuyordu. Bu söyleme göre, liberal kapitalizm ve komünizm aynı kefeye konuyor, ikisinin de Batıdan-dışarıdan geldiği ve Türklük-İslamlık kimliğine yabancı olduğu öne çıkarılarak, Türk halkının düşmanı ilan ediliyordu.

Gittikçe kitleselleşen devrimci-sol hareketin önünü kesmek için faşist terörden başka bir silahı olmayan MHP, yarı-legal silahlı örgütlenmeleri kurmakta da gecikmedi. Ülkü Ocaklarının yanı sıra ilki 1968’de İzmir’de olmak üzere “komando kampları” kurulmaya başlandı. Bu kamplarda teorik eğitim, judo ve komando eğitimi, emekli subaylar tarafından veriliyordu. Bu subaylar da tıpkı MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri gibi, ya Türkeş’in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel Harp Dairesi’nin görevlendirdiği askerlerden oluşuyordu. Amaç komünistlere, devrimcilere ve solculara karşı her türlü mücadeleyi göze almış vurucu timler yetiştirmekti. Bu faşist eğitim kamplarının sayısı 100’e ulaşmış ve toplam 35 ile yayılmıştı. Bu kamplarda yetişen gençler ilk “stajlarını” üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek yapmışlardı. Sonraları ise işi ilerletip silahlı suikastlara vardırarak, devrimcilerin toplantılarını basıp, mitinglere saldırmaya başlamışlardı.

Kuruldukları dönemde bu kamplar, düzen partilerinin bile tepkisini çekmiş, mecliste CHP tarafından soru önergeleri verilmesine neden olmuşlardı. Ancak faşist MHP’nin bu girişimleri kuşkusuz burjuva devletin bilgisi ve ilgisi dâhilinde, hatta kimi zaman el altından kimi zaman açıktan desteğiyle yürüyordu. İçişleri Bakanlığının hazırladığı bir raporda, MHP’nin geliştirmeye çalıştığı Nasyonal Sosyalist (Nazi) düzeni inceleniyor, komando kamplarında Hitler Almanya’sının SS örgütlerinin örnek alındığı belirtiliyordu. Ama ne devlet ne de hükümet bu faşist faaliyetleri durdurmak için bir adım atacaktı. Arkasında devlet desteği olanTürkeş, komando kamplarını açıkça savunuyor ve pervasız bir şekilde “komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hâkimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz” diyebiliyordu.

Böylece 70’li yıllara gelindiğinde ülkücü-faşist hareket, gerek burjuva devletin kontr-gerilla yapılanmasıyla geliştirdiği organik bağlara güvenerek gerekse de legal ve illegal örgütlenmesinin geldiği düzey itibariyle, kendini devrimci yükselişi karşılayacak ve bu yolla iktidara geçecek güçte hissediyordu. Ancak ülkücü-faşist hareketin iktidar yürüyüşü, bu kez de 12 Mart Muhtırası ile kesildi. “Başbuğ” Türkeş ne düşünürse düşünsün, burjuvazi henüz faşizmi gerekli görmüyordu. Böylece darbeyle birlikte burjuva devletin baskı aygıtları, “sokağın kontrolünü” de kendi ellerine aldılar ve faşist MHP’ye kenara çekilmesini buyurdular. Burjuvazinin bekçi köpekliğini yapmayı kendilerine görev bellemiş ülkücü-faşist güruhun başı Türkeş, hoşuna gitmese de “nöbeti şanlı Türk ordusuna devrettiklerini” açıklamak zorunda kaldı. Ancak iş henüz bitmemişti. 12 Mart rejiminin sola ve devrimci harekete yönelik azgın tasfiye ve sindirme harekâtına karşın, toplumsal muhalefetin ve devrimci sınıf hareketinin yükselişi durdurulamadı. Türkeş sonradan 71-73 yılları arasında yönetimi elinde tutan askeri rejimi yeterince otoriter ve kararlı davranmamakla suçlayacaktı. TİP ve Dev-Genç gibi solun kitlesel örgütlerinin kapatılması, yaygın ve acımasız bir devlet terörünün estirilerek toplumsal muhalefetin sindirilmeye çalışılması, çok sayıda dergi, gazete ve yayınevinin kapatılması, devrimci gençliğin önderlerinden Mahir Çayan ve 10 yoldaşının Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve Kadir Manga’nın Nurhak’ta, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacında katledilmesi, on binlerce insanın gözaltına alınarak işkencelerden geçirilmesi, faşist MHP’ye yetmemişti. İsteğine ulaşması için ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini beklemesi gerekecekti.

Faşist terör yükselişe geçiyor

MHP öncülüğündeki ülkücü-faşist hareket 12 Mart muhtırası ile kısa bir süre kabuğuna çekilse de sonrasında yoluna devam etti. Çünkü mücadeleci bir işçi hareketinin varlığı ve toplumsal muhalefet dalgasının yükselmeye devam etmesi, burjuva devletin faşist sopaya olan ihtiyacını daha da arttırıyordu. MC (Milli Cephe) hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte MHP, paramiliter sokak gücü kimliğinden hükümet ortaklığına terfi etmişti. Bu MHP için önemli bir deneyimdi.

MC hükümetleri döneminde faşist hareket, devlet ve toplum içindeki etkinliğini arttırmış ve siyasi alanda da ciddi bir güç haline gelmiştir. Özellikle Demirel liderliğindeki AP’nin (Adalet Partisi) bunda payı büyüktür. Sermayenin has adamı Demirel, MHP’nin hamiliğini üstlenmiş, izlediği siyasetle ülkücü-faşist kadroların hareket alanlarını kolaylaştıracak ve faşist terörü perdeleyecek bir yönelim içerisinde olmuştur. AP’nin MHP ile girdiği bu kirli ittifakın niteliği, burjuvazinin MHP’ye biçtiği rolün de somut bir ifadesidir. Açıkçası burjuvazi, MHP’den sonuna kadar faydalanmakla beraber onun tek başına iktidara gelmesini de istemiyordu. Bu yüzden de bir yandan onu koruyup kollarken öte yandan da yularını elinden bırakmamaya ve kontrol altında tutmaya çalışıyordu.

1975-78 yılları arasındaki bu süreçte yoğun bir biçimde devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya başlayan MHP, iktidar olanaklarını iyi değerlendirerek hem sağ seçmen üzerinde önemli bir meşruiyet elde etti hem de faşist terörün dozunu arttırarak, karşı-devrimin sahne önündeki vurucu gücü konumuna geldi. Bu süreç kimi zaman (profesyonellik gerektiği ölçüde) doğrudan kontr-gerillanın, kimi zaman da sonuçta yine bunun uzantısı olan sivil MHP unsurlarının gerçekleştirdiği saldırılarla karakterize oldu. MHP’nin temel stratejisi, özellikle taşra kentlerinde baskı ve terör yoluyla siyasi hegemonya kurmak, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde zaten mevcut olan gerilimi Anadolu’ya da yaymaktı. Bu amaçla Ülkü Ocakları Derneğinin yanında yeni faşist kitle örgütleri kurmaya girişti. Bunlar arasında Ülkücü İşçiler Derneği, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Ülkücü Polisler Birliği en bilinenleridir. Aynı zamanda TÖB-DER’e ve CHP’ye yönelik saldırılara girişiliyor, solun Anadolu kentlerinde giderek artan etkisi önlenmeye çalışılıyordu.

1976 yılına gelindiğinde ana hedef devrimcilerin etkin olduğu üniversiteler ve okullardı. Ocak ayında İTÜ’de başlayan saldırılar ODTÜ ve Hacettepe’de devam etti. Hatta Hacettepe Üniversitesi geçici olarak ülkücülerce işgal edildi. İzmir’de, Eskişehir’de, Adana’da ve Gaziantep’te ülkücü-faşistler devrimci öğrencilere yönelik pek çok saldırı gerçekleştirdiler. Tüm bu olaylarda polis de ülkücülerle birlikte hareket ediyor, çoğu zaman da devrimcilerin üzerine ateş açarak ülkücülere destek veriyordu. ’76 yılı ortalarından itibaren saldırıların kapsamı genişlemeye, hedef tahtasına devrimci öğrencilerin yanı sıra öncü işçiler ve solcu olduğu bilinen kişiler de alınmaya başlandı. Okulların yanında fabrikalar ve devrimcilerin etkin olduğu mahalleler de çatışma alanı haline gelmişti. Devrimcilerin oturduğu evlere baskınlar düzenleniyor, işçiler kurşunlanıyor, insanlar sokak ortasında vuruluyordu. Yıl boyunca süren faşist saldırıların sonucunda 100’den fazla devrimci ve solcu hayatını kaybetti.

Kontr-gerillayla iç içe ülkücü-faşist terör, 1977 yılında da olanca hızıyla devam etti. İlk beş ayda 157 kişi ülkücüler tarafından katledildi. CHP’nin seçim konvoylarına ve toplantılarına sayısız baskın düzenlendi, hatta Ecevit’in de içinde olduğu seçim otobüsü tarandı. İş, İzmir havalimanında Ecevit’e suikast düzenlenmesine kadar vardırıldı. Suikast ile aynı gün İstanbul’un farklı yerlerinde bombalama eylemleri düzenlendi. Ancak provokasyonların en büyüğü 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilecekti. DİSK’in öncülüğünde düzenlenen ve 500 bine yakın insanın katıldığı mitingin sonuna doğru kitlenin üzerine yaylım ateşi açıldı, bombalar patladı, çıkan kargaşada ve açılan ateş sonucu 37 işçi hayatını kaybetti. Olayın, ülkücü-faşist kadrolardan ve Özel Harp Dairesinden seçilerek oluşturulmuş ekiplerce gerçekleştirildiği ve bizzat CIA’nın da işin içinde olduğu, saldırının burjuva devlet aygıtının en tepesinde bulunan cumhurbaşkanı ve genelkurmayın da bilgisi dahilinde yapıldığı sonradan anlaşılacaktı.[4]

Önü alınamaz bir şekilde yükselen devrimci sınıf hareketinin temsilcisi olarak görülen DİSK ve ona bağlı işyerleri de MHP’nin başlıca hedefleri arasındaydı. İsdemir, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Tariş, Ataş ve Aliağa rafinerileri, Erdemir ve Ant-Birlik gibi büyük işletmelerin hepsinde devrimci-solcu işçilerle ülkücü-faşistler arasında çatışmalar yaşandı. Grevlere ve sendika binalarına yönelik çok sayıda saldırı düzenlendi, işçilerin bindiği servis otobüsleri otomatik silahlarla tarandı. Grev kırıcılığında yaygın bir şekilde kullanılan ülkücüler işadamlarından ciddi yardımlar görüyorlardı. DİSK’le giriştiği amansız mücadelede MESS için ülkücülerin özel bir yeri vardı. Bu ilişkileri sağlayan kişi ise Turgut Özal’dı. Özal, MESS üyesi işadamlarından (Halit Narin, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı vb.) para toplayarak bunları Türkeş’e bizzat iletiyor, siyasi açıdan da MHP’ye yakın duruyordu.

Böylelikle 1977 yılının sonlarına gelindiğinde, Türkiye artık yeni bir dönemece giriyordu. 12 Eylül 1980’e kadar sürecek olan bu dönemde siyasetteki tüm güçler uçlara doğru kayıyor, toplumda tam anlamıyla bir saflaşma yaşanıyordu. Geçen her gün, içine sığan olayların yoğunluğu, hızı ve zamanın temposu nedeniyle adeta birkaç yıl gibi yaşanıyordu. Kısacası Türkiye’de devrimci bir durum söz konusuydu. Yıllardır bu tehlikeye karşı hazırlanan burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya çalışıyordu. Ülkücü-faşistler solun varolduğu her yerde onların karşısına çıkıyor, çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla ’78 yılını karşı-devrimci terörün hız kazandığı bir dönemeç noktası olarak tespit etmek yanlış olmaz. Devrimci ve solcu insanlara yönelik siyasi cinayetlerin alabildiğine arttığı, toplu katliamların ve vahşi bir terör dalgasının her yanı sardığı bu sürecin iki çıkışı vardı; devrim ya da karşı-devrim.

1977 Aralığında CHP’nin bir gensoruyla 2. MC hükümetini devirmeyi başarması, aynı zamanda MC hükümetlerinin toplumsal muhalefeti bastırmadaki yetersizliğinin de bir kanıtıydı. Ecevit bu kez hükümeti kurdu, fakat ne onun devrimci hareketi yolundan saptırmaya çalışan ve kitlelere yalancı umutlar dağıtan sahte “sol” söylemi, ne de burjuva devleti arkasına almış olan ülkücü-faşist hareketin saldırganlığı, toplumun en derinlerinden gelen bu kabarışı bastırmaya yetecekti. Bunun başarılması için çok daha fazlası gerekiyordu. Burjuvazinin kontr-gerilla örgütüyle birlikte hazırladığı iç savaş stratejisinin bir uygulayıcısı olan MHP’nin ilk eldeki amacı, ülkede genel bir sıkıyönetim ilan edilmesi ve böylece daha otoriter bir rejime giden ilk adımın atılmasıydı. MHP, bu amacına uygun olarak dozunu arttırdığı faşist terörü ülke geneline yaymaya çalışacak, hedef gözetmeyen yahut sıradan insanları da hedef tahtasına oturtan eylemlere ağırlık verecek, en önemlisi de kitle katliamlarına girişecekti. Böylece parlamenter rejimin tıkanacağını ve kendisinin de iktidar ortağı olduğu faşist bir rejimin kurulacağını düşünüyordu.

Açılış 1978’de 16 Mart katliamı ile yapıldı. Beyazıt’ta üniversite çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Olay yerinden kaçışan öğrencilere de polis tarafından yaylım ateşi açıldı. 7 kişi öldü, 100’den fazla insan yaralandı. Üç gün sonra “başbuğ” Türkeş İzmir’de yaptığı konuşmasında “büyük yürüyüş”ü başlattığını ilan etti. [5] Bu açıklamanın ardından Malatya, Adıyaman, Maraş, Tokat, Muş, Elazığ, Erzurum, Iğdır ve Urfa gibi birçok orta ve doğu Anadolu kentinde Alevilere ve solculara yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Özellikle Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı yerlerde bu ayrım körükleniyor, Sünni kesim “Alevi-komünistlere karşı cihada” çağrılıyordu. 17 Nisanda Malatya’nın sağcı belediye başkanı, (sonradan anlaşılacağı üzere, ülkücüler tarafından gönderilen) bombalı bir paketin patlatılması neticesinde öldürüldü. Kentte oluşan gerginlikten faydalanan ülkücü-faşistler muhafazakar halkı kışkırttılar ve solculara-Alevilere ait ev ve işyerleri tahrip edilmeye, yakılıp yıkılmaya başlandı. Gerici-faşist güruh, karşısına çıkan “Alevi-komünistleri” linç ediyor, kimisini de oracıkta öldürüyordu.

Ağustos ayında Ankara Balgat’ta devrimcilerin gittiği dört kahvehane ardı ardına tarandı, Mamak’ta bir belediye otobüsü aynı şekilde otomatik silahlarla yaylım ateşine tutuldu. Eylül ayında bu kez Sivas’ta “komünistler camiyi bombaladı” diyerek yapılan provokasyon sonucu, birçok Alevi-solcu insanın hayatını kaybettiği saldırılar düzenlendi. Saldırılar gittikçe profesyonelleşiyor ve planlı hale geliyor, çevre illerden getirilen ülkücü-faşistlerle takviyeler yapılıyor, hatta polisten ve ordudan destek alınarak silah ve cephane önceden temin ediliyordu. 9 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi 7 genç, telle boğularak hunharca katledildi. Eylemi, 16 Mart katliamını da yöneten ÜGD genel başkan yardımcısı Abdullah Çatlı bizzat organize etmişti. Katliamda, “İdi Amin” lakaplı faşist katil Haluk Kırcı ve birçok başka ülkücü-faşist de yer almıştı. Eylem sonrası yakalanan ve suçunu itiraf eden Haluk Kırcı’nın bir gün sonra, Abdullah Çatlı’nın ise ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılması ve yakalanamayan diğer katillerin daha sonra da pek çok cinayette tetikçilik yapmaları ise, devletin bu faşist saldırılardaki suç ortaklığının kanıtlarından biriydi.

Faşist MHP’nin burjuva devletin iç savaş aygıtıyla işbirliği içinde yürüttüğü katliam ve provokasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Sıradan insanların da hedef haline getirilmesi ve her gün onlarca insanın hayatını bu saldırılarda kaybetmesi, toplumda can güvenliği sorununun yakıcı biçimde hissedilmesine yol açmış ve kitlelerde biran önce düzenin sağlanması isteğini uyandırmıştı. MHP sürekli olarak hükümetteki CHP’yi suçluyor ve sıkıyönetim ilan edilmesi yönünde çağrılarda bulunuyordu. Böylece parlamenter rejimin “anarşi ve terörü” önleyemediğini göstererek faşist rejimi kaçınılmaz hale getirmeye uğraşıyordu. Burada tamamını sayamayacağımız kadar çok saldırı ve provokasyon gerçekleştiren MHP’nin “ölüm listesi” gittikçe genişliyor, birçok ilerici-demokrat aydın ve tanınmış kişi de faşist terörden nasibini alıyordu. Bu arada AP de, MHP ile girdiği kirli ittifak çerçevesinde, “Kars kalesine oraklı-çekiçli kızıl bayrak çekildiği” söylentisini vesile ederek tüm ülkede “bayrak mitingleri” başlatmıştı. Bu kampanya, MHP’nin elini oldukça rahatlattı ve faşist söylemin kitlelerde yankı bulmasını kolaylaştırdı. Yıl boyunca 23 ilde gerici ayaklanmalar yaşandı ve toplam 1072 insan hayatını kaybetti.

Ancak MHP’yi amacına ulaştıran ve terör dalgasının zirvesini oluşturan eylem, 19 Aralık 1978’de gerçekleştirilecek olan Maraş katliamıydı. Sovyet aleyhtarı bir filmin oynadığı sinema salonu ülkücü-faşistlerce bombalandı ve galeyana getirilen kalabalık sloganlar eşliğinde, Alevilerin ve solcuların yaşadığı semtlere doğru yürüyüşe geçti. Saldırılar ve çatışmalar kısa sürede tüm kente yayıldı. Faşist ve gerici güruh, kadın, çoluk-çocuk demeden insanları öldürmeye, diri diri yakmaya, ırza geçmeye, baltalarla ve satırlarla parçalamaya başladılar. Hastaneler bile kuşatılarak yaralılar öldürülüyor, insanların toplu halde bulunduğu mekânlar ateşe verilerek, otomatik silahlarla taranıyordu. Vali sokağa çıkma yasağı ilan etmesine rağmen saldırgan güruh durmadı. Polis olaya seyirci kalıyor, askerler ise kışlalarından çıkmıyordu. 5 gün süren katliam sırasında 200’ün üstünde insan katledildi, 500’ü aşkın kişi de yaralandı. Maraş katliamı, Nazi vahşetini bile aratmayan yöntemlerle üç yaşındaki çocukları gözünü kırpmadan öldüren, hamile kadın ve yaşlıları bile satırlarla doğrayan, İslamın şartlarını sayamayanları üzerlerine benzin dökerek yakan faşist barbarlığın nasıl kanlı bir provokasyonun parçası olduğunu apaçık göstermiştir. Son derece kasıtlı ve (CIA, MİT ve Özel Harp Dairesi ile birlikte) önceden tasarlanmış bir plana göre yürütülen bu katliam sonucunda faşist MHP amacına ulaşmış ve Ecevit hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir.

Ne var ki, beklentilerinin aksine sıkıyönetimin ilanı faşist güçleri tatmin etmedi. Faşist terör ve kıyımlar ülkeyi bir cehenneme çevirse de, devrimci güçlerin anti-faşist direnişi daha da büyümüş ve özellikle Maraş katliamı sonrasında kitlelerde MHP’ye karşı ciddi bir tepki oluşmuştu. Öte yandan MHP, Demirel’in 1979’da kurduğu azınlık hükümetine (3. MC olarak anılacaktı) dışarıdan verdiği desteğe rağmen burjuvazinin kendisini bir iktidar alternatifi olarak görmediğini iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Bu durumda MHP açısından iktidara gelmenin tek yolu kalıyordu, o da “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredileceği” bir darbe yoluyla iktidara ortak olmaktı. Ordunun işbaşına gelmesi için en çok çaba sarfeden kendisi olduğundan, böylesi bir faşist rejimin hayata geçmesi halinde MHP’ye ortaklık teklif edileceğine dair parti içinde güçlü bir inanç besleniyordu. Bu yüzden MHP yönetimi, bir yandan ordu içindeki MHP yanlısı subaylarla (başta General Nurettin Ersin olmak üzere) ilişkileri sağlamlaştırmaya ağırlık verirken diğer yandan da sıkıyönetimin bile yetersiz kaldığı hissiyatını uyandıracak kör bir terör dalgasıyla toplumu altüst etmeye yönelik faaliyetlere girişecekti.

1979 yılı içinde de birçok faşist saldırı yaşandı. Bunlar arasında hafızalara kazınan birisi Ankara Piyangotepe katliamıydı. 16 Mayıs 1979 gecesi, Piyangotepe semtinde ülkücüler solcuların gittiği bir kahveyi tarayarak 7 kişiyi öldürmüş ve 10 kişiyi yaralamışlardı. Faşist terör, şiddetini arttırarak 1980 yılında da yükselişini sürdürdü. Faşistler kaçırdıkları devrimcileri naylon iplerle, tellerle boğarak insanlık dışı işkencelerle öldürüyor, tecavüz ediyor, cesetlerini çuvallara koyup boş arazilere bırakıyorlardı. Özellikle ülkücü hareketin önemli liderlerinden Gün Sazak’ın öldürülmesi üzerine tüm ülkede kanlı saldırılar, gerici ayaklanmalar, boykotlar düzenlendi. Ülkücü-faşist kadroların giriştikleri şiddet eylemleri, MHP liderliğinin bile kontrolünden çıkmış durumdaydı. Temmuz ayında Fatsa’da ve Çorum’da ülkücü-faşistler devletin kolluk güçleriyle birlikte devrimcilere karşı yine işbaşındaydılar. Milletvekillerinden profesörlere, gazetecilerden cumhuriyet savcılarına kadar pek çok kişi suikastlar sonucu öldürüldü. Kurbanlardan birisi de DİSK genel başkanı Kemal Türkler’di. Türkiye işçi hareketinin önderlerinden Kemal Türkler, 20 Temmuz 1980’de uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. İstanbul’da düzenlenen cenaze törenine 1 milyona yakın insan katıldı. Türkler’in ve daha pek çok faşizm kurbanının ölüm emrini ise bizzat “başbuğ” Türkeş vermişti.

Sonuç olarak 1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açısından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal ve toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin istediği biçimde bir askeri-faşist darbe için gerekli ortamı hazırlamıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist diktatörlüğü bizzat kurdu.

Kendi içerde, fikri iktidarda olan MHP

12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirenler, bunun sebebi olarak genelde “kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının alabildiğine yayıldığı anarşi ve terör ortamına son vermek, toplumdaki barış ve huzurun tekrar tesis edilmesini sağlamak” demagojisini kullanmışlardır. Oysa ’80 öncesinde yaşanan şey “sağ-sol çatışması” ya da faili meçhul “anarşi ve terör olayları” değil, bizzat burjuva devlet aygıtının desteği ve yönlendirmesi ile tırmandırılan faşist terör dalgasıydı. Darbenin amacı da topluma “barış ve huzur” getirmek değil, işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek ve devrim tehlikesini bertaraf etmekti. Neticede bu amaca ulaşıldı. 12 Eylül faşist diktatörlüğü toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti ve faşizmin insanlık için ne büyük bir belâ olduğunu Türkiyeli işçi-emekçi sınıflar da görmüş oldu. Burjuvazinin bu karşı-devrimci iktidarını kurmasında en önemli rolü hiç kuşkusuz MHP oynamıştır.

Fakat 12 Eylül darbesinin ertesinde yaşananlar hiç de MHP’nin beklentilerine uymuyordu. Deyim yerindeyse hareket içinde ciddi bir şok dalgası yayılmaya başladı.

12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avenesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.257)

Ülkücü kadrolar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler. Türkeş dâhil beş yönetici için idam cezası istenmiş ve büyük çoğunluğu beraatla sonuçlansa da pek çok ülkücü hapse atılarak yargılanmıştı. Ülkücü kadrolar, uğruna canla başla savaştıkları davayı kazandıkları halde neden içeride olduklarını bir türlü anlayamıyorlardı. Onların deyimiyle “Türk’ün Türk düşmanlarıyla aynı zincire vurulması” ve dokuz ülkücünün asılması, ülkücü camianın hafızasına kazındı.

Ancak ülkücü-faşist kadroların da tıpkı devrimciler gibi baskı ve işkence gördüklerini asla düşünmemek gerekir. Bu iddia uydurmacadan ibarettir. Faşist cuntanın başı Kenan Evren’in “bir sağdan bir soldan” söylemine rağmen 9 ülkücüye karşılık 18 devrimci asıldı. Gözaltına alınan veya tutuklanan ülkücülerin sayısı birkaç bini geçmiyordu, oysa ülke çapında 750 bin insan devrimci yahut sol görüşlü olduğu gerekçesiyle içeri alınmış ve işkence tezgâhlarından geçirilmişti. Bu tutuklamalar ve gözaltılar sırasında çıkan çatışmalarda ve işkencede ölen 200’ü aşkın kişinin tamamı devrimcilerden oluşuyordu. Devrimciler “siyasi suçlu” olarak çok daha ağır bir ceza kanununa tâbi tutulurlarken, ülkücüler “adi suçlu” olarak yargılanıyor, hem daha az ceza alıyor hem de askeri Yargıtay tarafından açıkça kollanıyorlardı. Hakkında idam hükmü verilmiş birçok ülkücü-faşist askeri Yargıtay tarafından serbest bırakılmıştır. Rejimin hapishanelerde yürürlüğe koyduğu sözde “karıştır-barıştır” uygulaması da gerçekte devrimcileri faşistlere kırdırma politikasından başka bir şey değildi. Zaten tutuklanan ülkücülerin önemli bir kısmı da sokaktaki eylemcilerdi. Devlet aygıtı içindeki ülkücülere dokunulmadığı gibi, rejimin en güvenilir kadrolarını da bunlar oluşturuyordu. Özellikle polis içindeki ülkücü-faşistler, devrimcilere uygulanan sistematik işkencenin baş aktörleriydiler. Bu faşist katiller yüzünden yüzlerce devrimci militan hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. Bu durum, darbe sonrasında da burjuva devletin pis işlerini ülkücü-faşistlere gördürmeye devam ettiğinin önemli bir göstergesidir. 12 Eylül rejiminin niyeti, bu “anti-komünist talim ve terbiye görmüş” hazır kadroları kendine entegre etmek ve kullanmaya devam etmekti.

Dolayısıyla ilk şok çabuk atlatıldı. Türkeş ve diğer MHP yöneticileri çözülmeyi ve dağılmayı önlemek için hareketi 12 Eylül rejimiyle özdeşleştirmeye çalıştılar. “Fikri iktidarda kendi zindanda” deyişi, bu anlayışın özlü bir ifadesidir. Bu özdeşleştirmenin başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İçerdekiler bunun dava uğruna ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünürlerken, dışarıdakiler de 12 Eylül rejiminin kendilerine verdiği yeni görevleri yerine getiriyorlardı. Ülkücüler ’80 öncesinde yaptıklarını, “devlete ve bayrağa yapılan saldırılara direnen ülkücülerin milli refleksi” şeklinde meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül rejiminin resmi ideolojisini de büyük ölçüde, faşist entelijansiyanın toplandığı Aydınlar Ocağı oluşturdu; Kemalizmin faşizan yorumuna eklemlenmiş bir Türk-İslam sentezi. Bu sentez, dağınık haldeki ülkücü harekete en azından ideolojik düzeyde toparlanma imkânı verdi ve rejimle özdeşleşmede kolaylık sağladı. Zaten 12 Eylül anayasasının taslağını hazırlayan da bu çevrelerdi. Böylece hem toplumsal meşruiyet oluşturmaya çalışan faşist rejimin ihtiyacı görülüyor hem de ülkücü hareketin döneme özgü ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik bir çerçeve oluşturuluyordu. Özal dönemine gelindiğinde toplumun neredeyse her kademesine hâkim kılınan bu çerçeve, uluslararası konjonktüre de uygundu. ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” stratejisi içinde yer alan “ılımlı İslam” projesiyle örtüşüyordu.

12 Eylül’ün ardından, MHP ve ülkücü-faşist harekette görülen dağınıklık hali 90’lı yıllara kadar devam etti. Ülkücü hareket pek çok fire verdi. MHP’nin üst düzey kadrolarının da yer aldığı bir grup, ’83 seçimleri öncesinde kurulan Özal’ın ANAP’ına geçtiler ve bu yolla 30 kadar eski MHP’li meclise taşındı. Birçoğu da İslami harekete geçen ülkücülerin geride kalanları, Türkeş’in onayıyla 1983’te Muhafazakâr Partiyi (MP) kurdular. 1985’te partinin ismi değiştirilerek Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) yapıldı. Darbe ortamının nispeten yumuşamasıyla birlikte ülkücüler de bildik siyasi çizgilerine yavaş yavaş geri dönüyorlardı. Darbe sonrası içeri atılan siyasilere yönelik seçim ve siyaset yasağının 1987 yılında kalkması sonucu Türkeş tekrar partinin başına döndü. Partinin genel sekreterliğine de Devlet Bahçeli getirildi. 1993 yılına kadar parti içi çekişmelerle uğraşan Türkeş, o yıl MHP’yi tekrar kurarak kendisine muhalif olan bütün unsurları partiden temizledi. Kısa bir süre sonra da Muhsin Yazıcıoğlu önderliğindeki Türk-İslam ülkücüleri ayrılarak Büyük Birlik Partisini (BBP) kurdular. [6] Böylece ülkücü-faşist hareketteki ilk büyük ayrışma da tamamlanmış oluyordu.

Ülkücü mafya işbaşında

Ülkücü hareketin üst düzey kadrolarını ve devlet aygıtları içinde istihdam edilmiş ülkücüleri bir yana bırakırsak, 12 Eylül sonrasında “sokaktaki ülkücü” için tam bir “boşlukta kalma” durumu söz konusuydu. Bu boşluğu mafya doldurdu ya da başka bir deyişle mafya âleminde oluşan boşluğu ülkücü-faşist kadrolar doldurdular.

Ülkücü-faşist hareketin mafya âlemiyle olan ilişkisi aslında 70’li yıllara dayanır. MHP’nin silahlı faşist çetelerinin başında bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Mehmet Gül, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey gibi isimler, mafya ile iç içeydiler ve bir yandan kaçakçılık yoluyla harekete silah ve cephane sağlıyor diğer yandan da ciddi maddi gelir elde ediyorlardı. Mafyanın önde gelen isimleriyle (Abuzer Uğurlu, “Oflu” İsmail, Osman İmamoğlu, Bekir Çelenk vb.) bizzat Türkeş’in yakın siyasi ve“iş” ilişkileri vardı. Bu mafya babaları MHP’ye hatırı sayılır para yardımında bulunuyor, silah ve cephane tedarik ediyor, ülkücü-faşist kadrolara lojistik destek sağlayarak zaman zaman yurtdışına çıkışlarını örgütlüyor, boşta kalan ülkücüleri besliyorlardı. Bu ilişkiler sonradan ülkücü mafyanın da temelini oluşturacaktı.

Ayrıca silahlı çeteler şeklinde örgütlenmiş olan ülkücü hareket içinde pek çok şef de, mafyadan ve işadamlarından “götürü” usulü iş alıyor, hem “nafakasını çıkartıyor” hem de faşist harekete kaynak aktarıyordu. Bu şekilde işadamlarından toplanan paralar ve sık sık yapılan soygunlardan, yardım adı altında toplanan haraçlardan ciddi bir gelir sağlanıyordu. Hareketin mafya ile ilişkileri geliştikçe iş büyümeye başlamıştı. 70’lerin sonlarına doğru uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelir MHP’nin maddi gelir kaynakları içinde önemli bir yer tutmaya başladı. Dönemin Avrupa Türk Federasyonu başkanı olan ve mafya ile ilişkilerin temelini atmış isimlerden biri olan Lokman Kondakçı, itiraflarında, “parayı bulmanın en kolay yolu eroindir, kilosu 35-40 bin marktır” diyerek işi nasıl örgütlediklerini anlatıyordu.

Mafya âleminde işler, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir süreliğine kesintiye uğradı ve daha da önemlisi faşizmin baskıcı ortamında çoğu “mafya babası” işten elini ayağını çekerek “işadamı” kimliğine büründü. Oysa iş dünyasının da, devletin de mafyaya ihtiyacı vardı. 1982 yılının yaz aylarında “bankerler skandalı”nın patlak vermesiyle birlikte bu ihtiyaç aleni bir hal aldı. Yasal yollarla tahsilâtı mümkün olmayan milyarlarca liralık çek ve senet, ihtiyaç duyulan bir “hizmet sektörü”nü doğurdu. 12 Eylül’ün tasfiye ettiği geleneksel babalardan doğan boşluğu, silahlı adamı bol olan ülkücüler doldurdu. Faşist çeteler ülkücü mafya mangalarına, çete reisleri babalara, ülkücü-faşistler de hızla mafya tetikçilerine dönüştüler. Bu onların faşist ruhuna en uygun işti. Ne de olsa adam kaçırma, yaralama, öldürme, işkence etme, soygun ve haraç toplama gibi işlere (!) alışkındılar. Böylece “aç ve açıkta kalan” ülkücüler mafyatik yapılar içinde istihdam edilerek el altında tutulmuş oluyorlardı. Ülkücü babalar devletin kolluk kuvvetleriyle olan yakın ve iyi ilişkileri sayesinde onlar tarafından kollanıyor ve önleri açılıyordu. Böylece işlerini pervasızlıkla yürüten bu ülkücü babaların mafya âlemi içinde liderliği ele geçirmeleri çok zor olmadı. Alaattin Çakıcı, Mustafa Öz (ve sonradan Sedat Peker) gibi isimler ülkücü mafyanın başına geçtiler.

Bu süreçte devletin ülkücü mafyayı himaye etmesinin ve ona göz yummasının ikili bir sebebi olduğu düşünülebilir. Öncelikle devlet, 12 Eylül’le bir kenara attığı ülkücü-faşist kadrolara yeni bir kazanç kapısı açarak adeta onları ödüllendiriyordu. Diğer taraftan mafyanın kontrolünü de ülkücüler sayesinde elinde tutuyordu. Özellikle 90’lı yıllarda ülkücülerin Kürt hareketiyle yürütülen savaşta aktif biçimde yer almaya başlamasıyla birlikte, devlet ve ülkücü mafya arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve karmaşıklaştı. Devlet destekli ülkücü mafya, Afganistan’dan Avrupa ve Amerika’ya uzanan uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne aldı. Uyuşturucu trafiğinde Özel Timci ülkücüler görev alıyor, nakliyat askeri araçlarla sağlanıyordu. Nitekim sonradan Susurluk kazasıyla ortaya saçılan bu ilişkiler, devletin ve ülkücü mafyanın nasıl da iç içe geçtiğini ve uyuşturucu ticareti de dâhil olmak üzere her türlü mafyatik işin burjuva düzenin asli bir parçası olduğunu açık biçimde göstermiştir. İlerleyen yıllarda bu kârlı kazanç azalmış olsa da tam anlamıyla kurumadı. Uyuşturucu ticaretine insan kaçakçılığı da eklendi.

Değişen görevler ve değişmeyen MHP

’80 sonrasında burjuva devletin ülkücü hareketle teması mafya ilişkileriyle sınırlı kalmadı. 90’lı yıllarda Kürt sorununun bir savaş düzeyine ulaşmasıyla birlikte burjuva devlet bir kez daha ülkücü hareketi yardıma çağıracaktı. [7] Kürt ulusal hareketinin yükselişine karşı bir imha ve inkâr siyaseti izleyen devlet, bu çerçevede milliyetçi ve şoven bir politikayı da körüklüyordu. İdeolojik ve politik açıdan devlet ile tekrar yakınlaşma içerisine giren MHP’nin yıldızı da tekrar parlamaya başladı. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarıyla birlikte giriştiği bu kampanya sonucu yaratılan milliyetçi dalganın tepesine MHP oturdu. Kürt hareketine tepki duyan kesimlerin oluşturduğu potansiyelin önemli bir kısmı MHP’ye oy, kitle tabanı ve kadro olarak akmaya başladı. MHP her zaman Kürt sorununda inkâr ve imha politikasını benimsemiş, Kürt halkına yönelik ırkçı, aşağılayıcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı bir tutum izlemiştir. Faşist yazar-çizer takımı bir yandan Kürtlerin “aslında Türk” olduklarını kanıtlamaya çabalarken, bir yandan da Kürtlerin “şeytan soyundan geldiği”ni iddia eden akademik (!) çalışmalar ortaya koyuyor, Newroz’un bir Türk bayramı olduğunu iddia ediyorlardı.

Kürt sorununun çözümüne yönelik öneriler de aynı anlayışın devamı niteliğindeydi. Kürdistan’ı ve Kürt halkını toptan yok etmekten tutun da, Kafkas Türklerinin yüz binlik gruplar halinde bölgeye yerleştirilmesine kadar pek çok saçma fantezi havada uçuşuyordu. Parti sözcüleri sürekli olarak, “1980 öncesinde nasıl ki komünizmi biz önledikse, şimdi de ülkeyi bölünmekten ancak ülkücü hareket kurtarır” söylemini işliyorlardı. Türkeş, “yetki versinler bir tim göndererek Apo’nun kellesini getireyim” derken kurmayları da “terörü bir yıl içinde bitiririz” diye beyanlarda bulunuyorlardı. Her fırsatta, Kürt meselesindeki en katı ve tavizsiz siyasi partinin kendisi olduğunu vurgulayan MHP, asker cenazelerinin karşılanması törenlerini propaganda kampanyalarına dönüştürüyor, spor karşılaşmalarından resmi kutlamalara kadar her olayı gövde gösterisine çevirmekten geri durmuyordu. O yıllarda sıkça yapılan devrimci örgütlere yönelik polis baskınlarının ardından, MHP’li gruplar ellerinde bayraklarla polise tezahüratlar yapıyorlardı. Ülkücü hareket kendisinin bile ummadığı bir popülerlik kazanmaya ve taşranın yanı sıra büyük şehirlerde de güç kazanmaya başlamıştı. Kürt düşmanlığının dozunu iyice arttıran MHP’li gruplar, özellikle bazı batı kentlerinde Kürtlere yönelik saldırılar organize etmeye başladılar.

Türkeş, “milli refleks” söylemini tekrar dillendirmeye, demokratik ve siyasi çözüm isteyenleri vatan haini ilan etmeye başlamıştı. Ama en önemlisi, PKK ile mücadelede “gayri nizami harp” yöntemlerinin kullanılması gerektiğini ve ülkücü-faşist kadroların göreve talip olduğunu söylemesiydi. Nitekim 1993 yılında polis bünyesinde Özel Harekât Dairesi kuruldu ve buna bağlı olarak da kamuoyunda Özel Tim olarak anılan birlikler oluşturulmaya başlandı. Ağır silahlarla donatılan ve gerilla eğitimi alan bu birliklerin tamamına yakını ülkücü-faşistlerden temin edilecekti. Böylece uzun bir aradan sonra ülkücü hareket devletin iç savaş aygıtıyla tekrar ve üstelik bu kez çok daha üst düzey ilişkiler kuruyor, devlet hizmetine geri dönüyordu. 90’ların sonuna gelindiğinde binlerce Özel Tim elemanının tamamına yakını MHP referanslıydı. Bu birlikler ilk dönemlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sol örgütlere karşı yürütülen “yargısız infaz” operasyonlarında yer aldılar. Daha sonra bölgeye gönderilen bu faşist katiller sürüsü, öldürdükleri gerillaların kulaklarını-burunlarını keserek, Kürt halkına karşı son derece zalimce davranarak, 3000’i aşkın insanı “faili meçhul” cinayetlerle yok ederek, adam kaçırıp işkence yaparak, kısacası ’80 öncesi devrimcilere uyguladıkları faşist terörü bu kez de Kürt halkına karşı yürüterek uğursuz rollerini bir kez daha oynayacaklardı.

Bu süreçte yıldızı iyice parlayan MHP, SSCB’nin çökmesiyle birlikte emperyalistlerin av sahasına dönüşen Kafkasya’da da devlet adına görevler aldı. Türkî cumhuriyetlerin yönetimleriyle ve istihbarat birimleriyle “samimi” ilişkiler kuruluyor, Ermenistan’la savaş halinde olan Azerbaycan’da ülkücü gönüllülerden ve kontr-gerilla subaylarından oluşan bir “Bozkurt Taburu” oluşturuluyor, bu tabur Bakü’de yaşayan Ermeni nüfusa karşı girişilen etnik temizlik hareketinde başı çekiyordu. Hatta iş ilerletilerek Bakü yakınlarında oluşturulan “Rüzgâr” kampında, çevre ülkelerden toparlanan “vatansever” gençlere askeri-siyasi eğitim verilmeye ve yetiştirilen birlikler Ermenistan sınırını geçip sabotajlar yapmaya başlamışlardı. Hızını alamayan ülkücüler, işi dört kez darbe tezgâhlamaya kadar götürdüler, fakat 1994 yılında Haydar Aliyev’in Türkiye yanlısı Elçibey’i safdışı etmesiyle birlikte bu bahis kapanmış oldu.

Ancak 90’lı yılların sonlarına doğru PKK ile yaşanan sıcak savaşın sönümlenmesiyle birlikte ülkücü-faşist kadrolar da kızağa çekildi. Ordu, başından beri varlığından rahatsız olduğu Özel Tim’e karşılık JİTEM’i kurdu. Ordu kurmayları, ağır silahlarla donatılmış ve denetimleri dışındaki böylesi bir gücün daha fazla palazlanmasını istemiyorlardı. Bu yüzden de 28 Şubat süreciyle birlikte (Susurluk Olayını da çok iyi kullanarak) Özel Tim’i tasfiye ettiler. Bu bakımdan, 28 Şubat’ta ordunun açıkladığı Milli Siyaset Belgesinde ülkücü hareketin “milli tehdit” olarak yer alması çarpıcıdır. Böylelikle ülkücü-faşist hareket, çizmeyi aşmaması için ikaz edilmiş oluyordu. Her şeyin üst üste geldiği 1997 yılı, hareketin tarihsel önderi olan “başbuğ” Türkeş’in ölümüyle birlikte parti içinde kısa süreli de olsa bir fetret devrinin yaşanmasıyla kapanacaktı. Yerine kimin geçeceği bir tarafa, 2,5 milyon doları aşan kişisel serveti de kavga konusu olmuştu. Bu servetin akıbeti tam olarak öğrenilemedi. Parti içindeki liderlik yarışını ise Devlet Bahçeli kazandı. Silahlı çatışmaların ve kavgaların hâkim olduğu kongrede, şimdilerde medyanın gözbebeği Zekeriya Beyaz’dan Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi’ye değin 7 aday yarıştı.

15 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte MHP için yeni bir dönem başlıyordu. Ortaya çıkan konjonktürden sonuna kadar faydalanan ve Öcalan’ın idamı için düzenlediği kampanyalarla, Kürtlere yönelik saldırılar ve linç girişimleriyle milliyetçi histeri dalgasını en iyi örgütleyen MHP olmuştu. Ülkücü-faşist hareket, Kürt hareketine karşı kazanılan zaferin asıl mimarının kendisi olduğu propagandasını yapıyordu. Bu atmosfer Nisan ayındaki erken seçimle birleşince sandıktan sürpriz bir şekilde MHP çıktı. Aldığı %18,1’lik oy oranıyla DSP’nin ardından (%22,2) ikinci parti olan MHP’nin kendisi bile böyle bir başarıyı beklemiyordu. ’80 öncesinin kanlı-bıçaklı iki partisinin devamı olan MHP ile DSP, yanlarına ANAP’ı da alarak hükümeti kurdular. Umulmadık biçimde hükümet ortağı olan MHP, hızla imaj değişikliğine yöneldi. Sermaye çevrelerine güven vermeye ve rüştünü ispat etmeye çalışıyor, “değiştiğine” ilişkin bir propagandaya girişiyordu. Daha doğrusu, burjuvazinin “değişmiş gibi görün” baskısına boyun eğerek imajını düzeltmeye çalışıyordu. Çünkü meclise giren 127 milletvekilinden yarıdan fazlasının adı ya bir cinayet davasına ya da silahlı saldırıya karışmış durumdaydı. Sermaye açısından İslamcı hareketin sahip olduğu oyların merkeze çekilmesi için bir vesile olmaktan öte anlam taşımayan (buna belki bir de Öcalan’ın “asılmayıp beslenmesinin” yaratacağı tepkiye tampon olmak vazifesi eklenebilir) hükümet ortağı MHP, adeta iki ateş arasında kalmıştı. Merkeze yaklaştıkça kendi tabanını kaybediyor, kendi tabanının sesine kulak verdikçe sermaye çevrelerinin gözünde puan kaybediyordu.

Nitekim burjuvazinin tüm çabalarına karşın koalisyon ortağı olarak kendisinden bekleneni veremeyen MHP, yükselişini de sürdüremeyerek 2002 seçimlerinde barajın altında kaldı. Böylece kendi tarihindeki en uzun süreli hükümet ortaklığı da sona eriyor ve MHP bildiğimiz orijinine doğru dönüş yapıyordu. Geriye kalan dört yıllık süreçte MHP’nin genel stratejisini ve politik hattını belirleyen temel faktör, burjuva iktidar bloku içindeki gittikçe tırmanan çatışma olmuştur. Başından beri milliyetçi-statükocu kanadın içinde yer almış olan MHP, çatışmanın kızışmasına paralel olarak tutumunu sertleştirmiş ve 2005 yılındaki Newroz kutlamalarından beri yükseltilmekte olan milliyetçi-şoven dalganın da etkisiyle eski günlerini çağrıştıran bir saldırganlığa bürünmüştür. Uzun bir aradan sonra tekrar harekete geçen ülkücü-faşist çeteler bir yandan Trabzon, Samsun, Sakarya ve Sivas gibi kentlerde devrimcilere dönük linç kampanyalarına girişmişler, diğer yandan da Kürt halkına yönelik düşmanlığı azdırarak saldırılar organize etmişlerdir.

* * *

Kriz ve emperyalist savaş atmosferindeki dünyada yaşanan genel siyasi gericileşmeyi de arkasına alan milliyetçi-şoven dalganın yükselişi devam ediyor. Seçim sürecine girilmesiyle birlikte bu eğilim, bir CHP-MHP ittifakıyla pekiştirilmeye ve bir “milliyetçi cephe” haline getirilmeye çalışılıyor. Şovenizmin yükselişi ve böylesi kanlı geçmişe sahip faşist bir partinin yeniden piyasaya sürülmek istenmesi ise, sınıf hareketi ve Kürt halkının mücadelesi açısından ciddi bir tehlikedir. Tehlikenin farkına varmanın ve ona karşı mücadelenin ön şartı, faşizmin burjuvazi açısından işlevini ve neler yapabileceğini, yani muhtevasını iyi kavramaktır. Faşizm, burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır ve ülkücü-faşist hareketin tarihi bunun en iyi kanıtıdır.

Bu açıdan bakıldığında asıl tehlike, işçi sınıfının uyanıklığı elden bırakarak gaflete düşmesi ve faşizm tehlikesinin artık eskisi gibi varolmadığı ya da onun bu topraklardaki temsilcisi olan MHP’nin değiştiği yanılgısına kapılmasıdır. Genel olarak faşizm tehlikesinin öneminden bir şey yitirmediğini önceki yazılarımızda etraflıca ele aldık. Dolayısıyla ülkücü-faşist hareketin değişimi sorununa da burada birkaç satırla değinmek yerinde olacaktır. MHP’nin olağan dönemlerdeki “ılımlılığı” kimseyi aldatmamalıdır. Bu partinin faşist niteliğinin değişip değişmediğini anlamak için siciline bakmak yeterlidir. Daha önce de “ılımlı” görünümlere bürünen ülkücü-faşist hareket, burjuvazi kendisine her ihtiyaç duyduğunda üzerindeki kuzu postunu atarak gerçek yüzünü göstermekten geri durmamıştır. Sorun MHP’nin değişiminden ziyade siyasal ve ekonomik koşulların ne yönde değiştiğidir. Bugünkü siyasi atmosfer içinde burjuvazinin faşist bir rejime ihtiyacı yoktur, ama bu bir daha olmayacağı anlamına gelmez. 70’li yıllardan bu yana burjuvazi, ülkücü-faşist çeteleri defalarca kullanmış ve sonra bir kenara kaldırmıştır. Bu bağlamda değişim iddialarına en iyi yanıt, partinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin 5 Kasım 2000 tarihli MHP kongresinde yaptığı konuşmasında söyledikleridir:

Milliyetçi Hareketin değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıp tamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki; tarihi kökleri ve iddiaları olan güçlü hareketler, varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler. Yani değişip başkalaşmazlar, ama gelişirler. Ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve gelişmelere yeni cevaplar ve çözüm arayışları içinde olurlar.

Faşizm burjuva rejimde köklü bir değişikliği, ciddi bir alt-üst oluşu ifade eder. Dolayısıyla faşist partilerin, olağan dönemlerde kabuklarına çekilerek dar bir alanda siyaset yapmaları da son derece olağandır. Ancak gidişatın bu biçimde sürmeyeceği ve burjuvazinin olağanüstü dönemlere hazırlandığı herkesin malumudur. Ülkücü-faşizmin ilk fırsatta işçi sınıfının ve devrimci hareketin üzerine atılacağından ve onu boğmak için her şeyi yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın! İşçi sınıfının önünde duran tek seçenek, örgütlenmek, mücadeleye atılmak üzere hazırlanmak ve faşizmi onu yaratan kapitalizmle birlikte tarihe gömmektir.


Kerem Dağlı
Aralık 2006



[1] Türkiye’deki faşist hareket kendini “ülkücü” olarak tanımladığından “ülkücü-faşist” deyimiyle sadece Türkiye’deki faşist hareket kastedilmektedir.

[2] Zeki Velidi Togan Türk tarihi profesörüdür ve Ekim Devriminin ardından kısa bir süre Başkurdistan devlet başkanlığı yapmıştır. Nuri Killigil ise Enver Paşa’nın kardeşi olup, asker kimliği dolayımıyla özellikle ordu içinde faşist düşüncenin yayılmasında önemli rol oynamıştır.

[3] Sonradan, müsteşarlığın kasasında “örtülü ödenek” olarak bulunan yaklaşık 240 bin dolar tutarındaki paranın kaybolduğu da anlaşılacaktı.

[4] Hatta kimi kaynaklar MHP’nin, 1 Mayıs katliamının yaratacağı infialden yararlanarak kendisine yakın faşist subaylar aracılığıyla bir darbe yapmayı planladığını yazmaktadır. İddiaya göre olayların yeteri kadar büyümemesi üzerine (300 kişinin öldürülmesi hesaplanmıştı) bundan vazgeçilmişti. Nitekim Haziran ayında Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Namık Kemal Ersun başta olmak üzere 850 sağ görüşlü subayın ordudan apar topar atılması ve Özel Harp Dairesi ile MİT içinde de benzer bir temizliğe girişilmesi buna kanıt olarak öne sürülmektedir. Planlanmış olması kuvvetle muhtemel bu girişimin içinde işadamı Halit Narin’in de adı geçiyordu.

[5] İtalya’da Mussolini’yi iktidara taşıyan “büyük yürüyüş”e atfen yapılan bu konuşmada ilan edilen proje, istenilen etkiyi yapmamıştır.

[6] Ülkücü hareketin 70’lerin sonlarında girdiği İslamcılaşma süreci, 12 Eylül sonrasındaki çözülmeyle hızlanmış ve nihayetinde bir ayrışmayla sonuçlanmıştır. Bu ayrışma ifadesini İslamcı-Türkçü ideolojilerde bulsa da, 12 Eylül üzerinden devlete bakışa kadar örgütsel ve politik pek çok nokta da daha somutlanıyordu. Ülkü Ocaklarına karşı Nizam-ı Alem Ocaklarını kuran bu grup, Türk-İslam ülkücüleri Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde 29 Ocak 1993’te BBP’yi kurdu. Ancak bu “kopuş” abartılmamalıdır. Çünkü kuruluş günlerinin heyecanı geçtikten sonra ne Kürt sorununda ne de diğer politik meselelerde MHP’den farklı bir tavır alınmamış, hatta kadrolar devletin verdiği birçok görevde birlikte çalışmışlardır. Son yıllarda bu kadrolar etkinliklerini arttırmaya başlamışlardır. Nizam-ı Alem Ocakları üzerinden örgütlenen binden fazla kişi şeriatçı saflarda çarpışmak üzere Çeçenistan’a ve Bosna’ya gönderildi. Trabzon’daki faşist yuvalanma ve bununla ilintili gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarda (linç girişimleri, rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı ve son olarak Hrant Dink cinayeti) yerli ve yabancı kontr-gerilla aygıtlarının tetikçisi olarak bu kadrolar kullanılmaktadır.

[7] 80’li yılların hemen akabinde burjuva devlet, Ermeni örgütü ASALA’ya karşı girişilen kontr-gerilla mücadelesinde de ülkücü kadroları göreve çağırmıştı. Kontr-gerilla ile sıkı ilişkileri olan Abdullah Çatlı ve ekibi, bu işe talip oldular, tabii “üstün vatan sevgisi”nin yanında lafı bile edilmeyecek 10 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında! Ancak bu girişim, Fransa’da birkaç öğrenci yurdunun ve soykırım anıtının bombalanmasıyla sınırlı kalmış, ülkücü basın tarafından şişirildiği kadar “büyük işler” başarılmamıştır.



Kaynak: 

Marksist Tutum Dergisinin 21, 22 ve 23. sayılarından alınmıştır 

15 Mayıs 2020 Cuma

Mahalle olmayan mahallerde huzursuzluğun iktidarı

Ayşe Çavdar:
1990’larda Refah Partisi’nin (RP) neden ansızın yükseldiği konusunda klişe bir teori vardı. Parti olanca gücüyle dönemin sağcı-solcu iktidar ortaklarının görmezden geldiği, ihtiyaçlarını karşılamaktan vazgeçtiği işçi mahallelerinde örgütlenmişti. Bu klişede bahsedilen mahalleler planlı şehrin orta sınıf yaşam alanları değil, çoğu onun kıyısında konuşlanmış gecekondu mahalleleri, ya da merkezdeki yıpranmış semtlerdi.
1970’lerde sol örgütlerin filizlendiği bu mahalleler, 1980 darbesinin ardından adeta kimsesiz kalmışlardı. RP’yi oluşturan İslamcı çevreler de bu iktidar boşluğunu görmüş, örgütledikleri türlü çeşit dayanışma pratiğine İslami bir zarf üretmiş ve arzu ettikleri dinamiği yakalamışlardı. Recep Tayyip Erdoğan bu dinamiğin yanı sıra, seküler sağ ve sol merkezlerin zahmet edip kendilerini yenilemektense her anlamda muhafazakârlaşmalarının yarattığı hayal kırıklığının üzerinde yükselip İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu.

"Başak Konutları" ve "Hilal Konutları"
İlk iş belediyenin işlevsiz kalmış şirketlerinden biri olan KİPTAŞ’ı etkinleştirdi. Ardından, İstanbul’un Avrupa yakasındaki Başak Konutları ve Anadolu yakasındaki Hilal Konutlarının temellerini attı. Site formunda planlanan bu iki konut kompleksi onun bugün de sürmekte olan siyasal projesinin laboratuvarı oldular. Başak Konutları, kendisinden önceki dönemde şekillendirilmiş ama hayata geçirilmemiş gecekondu önleme projesinin uygulamadaki adıydı ve alt sınıflara sesleniyordu. Hilal Konutları ise RP’nin elit kesimlerine, zenginlerine ev sahipliği yapacaktı.
Başlangıçtaki amaç bu değildi, ama RP’li belediyelerin —bugün HDP’ye AKP ve diğer partilerin yaptığı gibi— olağan şüpheli olarak görülüp her vasıtayla sınırlanmaya çalışıldığı dönemin siyasi koşullarında bu konut projeleri tuhaf bir işlev gördüler. İstanbul’un her yerindeki mahallelerde yaşayan RP’ye gönül vermiş ya da sadece yakın kesimleri ekonomik güçleri ölçüsünde o mahallelerden kopardılar.

Böylece RP’nin içine doğduğu gecekondu mahallelerinde ve şehrin merkezindeki bakımsız ve kaotik, kozmopolit semtlerde yaşayan geniş halk kesimleri için geliştirdiği vaad şekillenmiş oldu. Onlara mahallelerini terk edip gidebilecekleri yeni menziller sunacaktı. Bu taşınma sınıfsal bir yükselişin hem zemini hem göstergesi olacaktı. 1990’ların ikinci yarısındaki fırtınalı siyasi atmosferde söz konusu sınıfsal yükseliş ve taşınma hali AKP’nin bugün de sık sık tekrar ettiği “dava”nın somut/mekânsal ifadesiydi.
28 Şubat sürecinin ardından RP ve onun yerine kullanılan Fazilet Partisi kapatıldı. Türkiye 1999’da iki büyük depremle sarsıldı, ardından 2001 kriziyle adeta yıkıldı. O esnada RP’nin “yenilikçiler”i, bugün kanlı düşman oldukları Fethullahçıların yanı sıra, merkez sağın ve liberal siyasetin dönemin sivil-askeri-yargı bürokrasisinin de güven duyabilecekleri kimi elitleriyle ittifak halinde AKP’yi kurdular.

Liberalleşme vaatleri
Toplumun geniş kesimlerinin rızasını alabilecekleri bir liberalleşme vaadiyle ortaya çıkmışlardı. 2004 yılında hazırladıkları Kamu Reformu Yasa Tasarısı bir taşla bir kaç kuş vurmayı hedefliyordu. Yerel yönetimleri güçlendirecek, Türkiye’nin idari yapısını AB standartlarına yaklaştıracak, bu arada her an darbe korkusuyla yaşayan dönemin AKP’si için, başlarına böyle bir iş gelse bile güçlendirilmiş belediyelerde yerel iktidarı ve kaynakları ellerinde tutabilecekleri bir zemin oluşturacaktı. Dönemin CHP’si, ülkenin birlik ve bütünlüğüne, üniter yapısına zeval vereceği gerekçesiyle can hıraş karşı çıktı bu yasa tasarısına. Dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de veto etti. Böylece Türkiye de, AKP de idari yetkilerin yerele yayılabileceği çok önemli bir olanaktan mahrum kaldılar. Bugün muhalefet partilerinin kazandığı belediyelerle merkezi idare arasındaki gerilime, Kamu Reformu Yasa Tasarısı’nın tartışıldığı süreci hatırlayarak bakmak doğrusu hayli öğretici.

Öte yandan AKP, RP’li belediyelerin geliştirdiği konut merkezli kalkınma ve kendisine gönül verenleri sınıf atlatma, sınıf atlatma vaadiyle gönül kazanma, projesinin ne kadar önemli bir siyasi ve ekonomik araç olduğunu gayet iyi biliyordu. Merkezi idarenin elinde de KİPTAŞ’a benzer, görece atıl kalmış bir “şirket” vardı. 2005 yılından itibaren TOKİ’yi defalarca yaptıkları yasa değişiklikleriyle alabildiğine güçlendirdiler. Öyle ki, TOKİ devlet adına Türkiye’deki tüm mülklerin, arazilerin ayrıcalıklı mutasarrıfı haline geldi. Hatta belediyelerin planlama yetkilerinin büyük çoğunluğunu ya devraldı ya onların üzerine çıkan yetkileriyle işlemez hale getirdi. KİPTAŞ’ın İstanbul’da (RP’li belediyelerin Kayseri, Çorum gibi şehirlerde) uyguladığı kapılı ve duvarlı site modeli, TOKİ eliyle yurttaşların ödeme güçlerini temel alan binlerce projeyle ülke sathına yayıldı. Bu modelin nasıl yaygın ve karşı konulması zor bir özelleştirme ve mülkiyet transferi süreci yarattığı ayrı bir tartışma konusu. Tüm Türkiye’de 700 binden fazla konut üreten, bunun yanı sıra kapılı ve duvarlı site modelinin inşaat şirketleri eliyle yaygınlaşmasını, adeta kural haline gelmesini sağlayan TOKİ’nin bir numaralı kurbanı ise mahalle tecrübesi oldu.

Görece dinliyle görece dinsizi, görece zenginle görece yoksulu, farklı şehirlerden göç etmiş, büyük şehirlere farklı yöntem ve becerilerle tutunmuş ailelerin yaşadıkları mahalleler bizzat TOKİ’nin ya da onu model alan özel inşaat şirketlerinin ürettikleri kapılı ve duvarlı sitelere doğru dağılmaya başladı. Bu model kentsel mekânda kesif bir sınıfsal ayrımı dayatıyordu. Çünkü taşınılacak yer seçiminde ilk değişken satın alma gücüydü ve zengin zenginle yoksul yoksulla parasının satın alabileceği kadar konfora rıza göstererek taşınıyordu. İkinci değişken ise yaşam tarzı oldu. Yapabilenler yaşam tarzı itibariyle kendilerine benzer insanlarla daha rahat edeceklerini düşünerek, mahallenin denetlenmesi zor kozmopolit atmosferinden duvarlarla çevrilip kapılarla sabitlenmiş standart yaşam alanlarına yöneldiler. Bu da şehirlerin yüzeyinde yaşam tarzı eksenli ikinci bir parçalanma hattı meydana getirdi.

Toplumsal ilişkiler standartlaşıyor
Duvarlı ve kapılı bu yaşam alanlarında bir araya gelen aileler hikâyelerini de geride bırakıyor, kendilerini yaşam tarzı, mensubu oldukları cemaat ve taahhütte bulundukları siyaset (parti) üzerinden yeniden tarif ediyorlardı. Bunun en önemli gerekçesi bu yerlerde toplumsal ilişkilerin çeşitliliğinin azalması, standartlaşması (dini sohbetler, kermesler, siteye yakın kültür merkezindeki paneller, komşuluk ilişkilerinin bile ancak cemaat etkinlikleri dolayımıyla yürütülmesi) çoğu zaman çarşı-pazar mevzuunun bile siteye yakın AVM’de halledilmesiydi. Eski tanışıklıkların, tecrübelerin, onları kendilerine benzemeyen başkalarıyla temas ve müzakere halinde olmaya mecbur bırakan mekanizmaların ağırlığından kurtulmuş ancak gündelik hayatın üzerine yayılabileceği zemini de daraltmışlardı. Dini cemaatler, gruplar da şehrin kalabalığından, ayartıcı çoğulluğundan, ayrıca eleştiri yüklü bakışlardan uzaklaşıp bu gönüllü temerküz alanlarında kendi elitlerini oluşturdular.

Duvarın ve kapının dışı muhtemel genişlemenin, piyasanın, yatırımın; içi ise takva performansında rekabetin sahasıydı.
Fakat beklenmedik bir sonuç çıktı ortaya. Kendi aralarındaki rekabet de şehrin yüzeyinde değil, bu duvarlı ve kapılı yaşam ünitelerinin sınırları içinde vuku buluyordu. Duvarın ve kapının dışı muhtemel genişlemenin, piyasanın, yatırımın; içi ise takva performansında rekabetin sahasıydı. Takvanın içeriği yalnızca dini vecibeler ve çoğu nevzuhur adetlerle cilalanmış davranış ve ibadet kalıplarından ibaret değildi elbette. Bütün bu imkânları ve değişimi sağlayan siyasi otoriteye sadakat de listeye eklenmişti çoktan. Dolayısıyla bu yerler ibadette ve sadakatte radikalleşmenin alanlarına dönüştüler zamanla.

Her bir hanenin velinimetin gören gözüne ve duyan kulağına dönüştüğü aşama ise AKP ile Gülenciler arasındaki kavganın patlak vermesiyle başladı. O kavganın tevellüdü sanıldığı gibi 17-25 Aralık skandallar serisi değil. AKP kurulduğu andan itibaren, merkezdeki yerini sağlamlaştırdığı her adımda yalnız Gülencilerle AKP ittifakını oluşturan diğer cemaat ve gruplar arasında değil, her bir grubun ve cemaatin arasında ve içinde de elde edilen güçten faydalanma uğrunda giderek kızışan bir rekabet başlamıştı zaten. Sadakati merkezli takva, velinimeti memnun ederek ödül kazanmak üzere girişilen bu rekabetin başlıca performans konusuydu. AKP’nin sınıf atlatmak ve mahallelerinden, özgün öykülerinden koparmak suretiyle hiç yoksa alım gücü itibariyle orta sınıflaştırdığı dindar-muhafazakâr kesimleri, merkezinde kendisinin olduğu bir dava etrafında radikalleştirdiği süreç böyle şekillendi.

AKP etrafında, onun dağıttığı nimetler için birbirleriyle canhıraş rekabet eden dindar elitler, velinimet adına birbirlerini gözetleyen ve dinleyen panoptik cihazlara dönüştüler.
17-25 Aralık’la başlayan, 15 Temmuz’da gerçekleşen talihsiz darbe girişimiyle kanlı bir ayyuka çıkan ve ondan beridir memleketteki siyasi tartışmanın bağımsız değişkeni haline gelen olağanüstü gerginliğin gölgesi en çok da birbirlerine olan benzerliklerinde huzur bulabileceklerini zanneden dindar elitlerin üzerine düştü. AKP etrafında, onun dağıttığı nimetler için birbirleriyle canhıraş rekabet eden dindar elitler, velinimet adına birbirlerini gözetleyen ve dinleyen panoptik cihazlara dönüştüler. Tabii bu vaziyetin kişisel çıkarlar ve arzularla birleşmesi kaçınılmazdı. Komşunun çocukları çok gürültü yaptığı ya da çöpü, ayakkabılarını apartmanın ortak alanında unuttuğu için polise “şu sitenin şu numaralı dairesinde oturan kişi Fetöcüdür” diye ihbarlar yapıldığına dair haberler yayıldı bir dönem.

"Klostrofobik alanlar"
İktidarın “Fetöcü” tarifini alabildiğine geniş tutması site içi rekabette bu türlü hilelere başvurulmasını kolaylaştırıyordu. Derken, ismini anmak istemediğim kimileri komşularını listeledikleri, yeni bir darbe girişimini (Allah yazdıysa bozsun) velinimete sadakatlerini en radikal şekilde gösterecekleri bir performans fırsatı olarak bekledikleri yolunda talihsiz açıklamalar yaptılar. Demek ki, şehrin kozmopolit mahallelerinin günahkâr atmosferinden kaçarak sığındıkları bu klostrofobik alanlar artık kimseye huzur vermiyordu. İmkânların ama daha çok paydaşların azaldığı, velinimetin ödül dağıtırken her zamankinden seçici ve tedbirli olduğu, dolayısıyla yarışmacıların takva/sadakat performanslarından beklentilerin arttığı bu ortamda korkarım dindar dindarın, AKP’li AKP’linin kurdu haline geldi. Bu hiç de “birbirlerinden bulsunlar” denilebilecek bir durum değil. Çünkü merkezi iktidarın hem en güçlü hem en zayıf yönünü kendisinin dağıttığı nimetler için rekabet edenler arasındaki bu huzursuzluk oluşturuyor. O iktidar, her zamankinden daha merkezi olduğu için de sonuçları söz konusu rekabetin taraflarının karşı karşıya gelecekleri bir hatta sınırlanabilirmiş gibi durmuyor. Memleket sathında bir huzursuzluğun kara habercisi olarak gözlerimizin önünde salınıyor.

Bu huzursuz rekabetin dışında kalmak, onun ürkütücü sonuçlarından korunmanın bir yolu değil. Fakat etkisini sınırlamanın yollarını, şehirlilik ve mahalle tecrübesinin ürettiği en geniş anlamlı siyasi müzakereyi canlandırmak suretiyle bulmak mümkün. Nitekim, içinden geçtiğimiz korona krizi esnasında gerek yerel yönetimler gerekse yurttaş inisiyatifleriyle üretilen dayanışma pratikleri, merkezi iktidar eliyle şu ya da bu şekilde sınırlandırılsalar da, o huzursuzluğun yerini alabilecek bir hayat tecrübesi üretme yetisinin capcanlı olduğunun da göstergeleri.

Ayşe Çavdar/14/05/2020

tr.euronews.com