Translate

Kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2025 Pazar

Marx’ın kavramları: Yabancılaşma

Yabancılaşma, Marx’ın Hegel ve Feurbach’tan devraldığı bir kavram olup bu kavram onun ellerinde kapitalizmin bütüncül eleştirisini anti-hümanist bir sistem olarak teorize etmeyi mümkün kılan bir araca dönüştü. Marx, yabancılaşma teorisini ilk olarak erken dönem eserlerinden 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda geliştirmiş olsa da bu teoriyi Kapital dahil tüm iktisadî yazınının merkezine oturttu.

Yabancılaşma kelimesinin sözlük anlamına bakılırsa bir dizi anlam ve kullanıma sahip olduğu görülecektir. Bu tanımların hem günlük dilde hem sosyal bilimler içinde en yaygını yabancılaşmayı öznel bir “izolasyon ve uzaklaşma durumu” olarak tarif eder. Hegel ve diğer filozoflarda yabancılaşma bütün insanlığın durumunu tarif eden daha genel bir anlama sahipti. İnsanların “tinsel olarak kaybolmuş” olmaları, “kendi gerçek özbenliklerine yabancılaşmaları” ve “hayatın anlamını yitirmeleri” bu kullanımı örneklendirir. Ortaçağa gidildiğinde bu kavramın başka bir kullanımı ile daha karşılaşırız. O dönemde “satmak”, “bir başkasına devretmek”, “başka birine teslim olmak” gibi anlamları vardı.

Marx yabancılaşmayı tüm bu anlamları kapsayacak şekilde kullanır. Ama Marx’la birlikte bu kavram daha net, daha ayakları yere basan ve insanların gündelik hayatlarının maddî gerçekliklerine dayanan bir kullanıma bürünmüştür. Kavram derinliğinden ve evrensel geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir. Bunun nedeni, Marx için yabancılaşmanın temelinde insanların emekleriyle varettiği ürünlerle ve bizzat kendi emekleriyle kurduğu ilişkinin yatmasıdır.

İşçilerin kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşmaları, yani onlardan koparılmış olmaları ve üretim sürecini kendilerinin yönetmiyor oluşu o denli basit ve “ortada” bir durumdur ki, üzerine yorum yapma gereği bile duyulmaz. Bu verili durum adeta bir doğa yasası gibi algılanır. Ford ya da Hyundai’da çalışan işçiler otomobil üretir ve bu otomobiller işçilere değil bu şirketlere aittir. Kömür madenlerinden çıkardıkları kömür maden sahibinin, dokudukları kumaş ise tekstil fabrikasının sahibinindir. Bu “doğanın kanunudur”. Marx bu durumu farketmekle kalmamış, kökenini ve sonuçlarını sorgulamıştır. Şöyle der:

Bu durum [yabancılaşma] basitçe emek tarafından üretilen nesnenin, yani emeğin kendi ürününün, yabancı bir varlık olarak emeğin karşısına dikilmesi anlamına gelir. Nesne üreticiden bağımsız bir güç gibi görünür.

Bizzat kendi emeklerinin ürünleri işçilere hükmetmektedir:

…ve işçi daha çok emek harcadıkça kendi yarattığı nesnelerin dünyası işçinin gözünde daha güçlü hale gelir, aynı şekilde yeni dünyasında işçi daha da fakirleşir ve artık daha az kendine aittir.

Emek elbette zenginler için harikalar yaratır ama işçi için yoksunluk (mahrumiyet) üretir. Zenginler için saraylar, işçiler için mezbelelik üretir.

Marx, yabancılaşma analizini bu noktadan daha ileriye ve derine taşır. Marx’a göre, işçiler kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşmışsa bunun sebebi üretim sürecindeki yabancılaşmada yani üretim eyleminin bizzat içinde yatar:

Ürün gerçekte üretim eyleminin devamıdır. Yani emeğin ürünü yabancılaşmışsa, üretimin kendisi de aktif bir yabancılaşma süreci olmak zorundadır. Emeğin nesnesinin yabancılaşması sadece işin barındırdığı yabancılaşmanın özetidir.

Akademik sosyologlar arasında, Marx’ın söylediklerini birçok işçinin endüstriyel kapitalizmde pis, monoton, sıkıcı, yorucu ve tehlikeli işler yaptığı şeklinde bir gözleme indirgeme eğilimi vardır. Hatta yabancılaşmış emek, işin fiziksel şartlarına ya da işçinin sahip olduğu öznel duygulara indirgenir. Bu bakış açısı yabancılaşmanın tamamen ortadan kaldırılamasa bile yapılan iş daha az monoton ya da daha ilginç hâle getirilerek hafifletilebileceği sonucuna yol açar. Oysa Marx bundan daha fazlasını kastediyordu. Marx için belirleyici olan işçinin işiyle kurduğu toplumsal ilişkiydi. İşçinin çalışma yeteneğini bir başkasına (işveren/kapitalist patron) satması ve bu sebeple işin amacı ve yöntemleri üzerindeki kontrolünü yitirmiş olması yabancılaşmanın kökenini oluşturuyordu. Kapitalizmde emek, ne bireysel ne de kollektif olarak işçiler içindir; başka biri içindir:

Emeğin yabancılaşmasını ne oluşturur? İlk olarak, yaptığı iş… gönüllü değil zorunludur, angaryadır. Bir ihtiyacın doğrudan tatmini için değil başka ihtiyaçları tatmin etmenin dolaylı bir aracıdır… İşin bu dışsal karakterini en basitinden işin işçiye ait olmamasından anlarız. İşçi başka biri için çalışır, yani işyerindeyken işçi kendisine değil patrona aittir.[i]

Dolayısıyla ücretli emek yabancılaşmış emektir ve yabancılaşmayı ortadan kaldırmak ancak ücretli emeği yani kapitalizmi kaldırmakla mümkündür.

Marx’ın yabancılaşmanın kökenini işçinin işi ile ilişkisinde görüyor olması bu kavramın sadece işyerinde geçerli olan dar ekonomik bir kavram olduğu anlamına gelmez. Aksine, Marx’a göre emek insan varoluşunun her yönü için temel önemdedir. Marx insanın hayvanlardan emek yoluyla ayrıldığını ve insan olduğunu ifade eder. Ayrıca, insanlar çevrelerini ve kendilerini emek aracılığıyla biçimlendirir. Emek tarihin ve toplumun temelidir.

İnsan hayvanlardan, sahip olduğu bilinç, dinsel inanç ve benzeri şeylerle ayrıştırılabilir. İnsanlar geçim araçlarını üretmeye başladığı andan itibaren kendilerini hemen hayvanlardan ayrıştırmaya başlamıştır. Bunun koşullarını insanın sahip olduğu fiziksel özellikler yaratır. Geçim araçlarını üretirken insan dolaylı olarak gerçek maddî hayatı da üretmiş olur… Bu üretim biçimi basitçe bireylerin fiziksel varlığının üretimi olarak düşünülmemelidir. Daha ziyade bireylerin belirli bir eylem biçimi olarak görülmelidir. Bu belirli eylem biçimi bireylerin hayatlarının, yani belirli bir hayat biçiminin onlar bakımından ifadesini oluşturur. Bireyler hayatlarını ifade ettikçe, kendileri olurlar. Dolayısıyla, oldukları şey üretim faaliyeti ile çakışır. Hem ne ürettikleri hem nasıl ürettikleri insanların ne olduğu ile örtüşür.

Emek bu temel işleve sahip olduğu için emeğin yabancılaşması insanın toplumsal ilişkilerinin bütünlüğünü bozar. Marx bunun sonuçlarını inceler:

Yabancılaşmış emek: (1) insanı doğaya yabancılaştırır ve (2) insanı kendine, kendi aktif işlevine, kendi hayat eylemliliğine yabancılaştırır, böylece de insanı kendi türüne yabancılaştırır… (3) Yabancılaşmış emek insanı kendi vücuduna, doğaya, zihinsel hayatına ve kendi insanî hayatına yabancılaştırır. (4) Emeğinin ürününe, kendi yaşam faaliyetine ve kendi türsel hayatına yabancılaşmasının doğrudan sonucu, insanın diğer insanlara yabancılaşmasıdır.[ii]

Bu farklı yabancılaşma örnekleri günümüz dünyasında bolca var. Doğaya yabancılaşmamızı sadece iklim değişikliğinde değil aynı zamanda kapitalist sanayinin çevreyi kirletip imha etmesinde de görebiliriz. Bedenlerimize yabancılaşmamız kronik obezite ve anoreksi rahatsızlıklarında açık bir biçimde görülebilir. Medyanın sürekli bombardıman yaptığı metalaşmış cinsellik biçimleri de keza bedenimize yabancılaşmamızın örneği. Diğer insanlara yabancılaşmamızı ise yaygın ırkçılıkta ve yabancı düşmanlığında görebiliriz. Bu tutumların egemenler tarafından teşvik edildiği söylenebilir ama ancak yabancılaşma sayesinde işçi sınıfının çeşitli kesimleri tarafından kabul görür ve içselleştirilir.

Marx yabancılaşmayı sınıf sorunuyla ilişkilendirir. “Eğer emeğin ürünü işçiye ait değilse… bunun sebebi ürünün işçi dışında başka bir insana ait olmasındadır”. Bu “başka adam” “çalışmayan ve üretim sürecinin dışında olan” kapitalistten başkası değildir.

Kapitalist ve işçi, Marx’a göre, yabancılaşma madalyonunun iki tarafıdır, ama arada ciddi bir fark vardır:

Mülk sahibi sınıf ve işçi sınıfı günümüzde aynı kendine-yabancılaşmadan muzdariptir. Ama bunların ilki yabancılaşmada kendinin onayını, kendi çıkarını ve kendi gücünü görür. Bu yabancılaşma kapitalist için insanî varoluşunun bir suretine sahiptir. İşçi sınıfı ise yaşadığı yabancılaşma içinde yok edildiğini hisseder; kendi güçsüzlüğünü ve insanlık dışı bir varoluşun gerçekliğini görür… Bu antitezin içinde, dolayısıyla, mülk sahipleri tutucu tarafı, proletarya ise yıkıcı tarafı teşkil eder.

Yabancılaşmış emek bu yüzden yabancılaşmış bir toplum yaratır: Kontrolden çıkmış, aşırı zenginlik ve yoksullukla kutuplaşmış, insanların kendi ürettikleri tarafından tehdit edildiği, insanların birbirlerinden bireysel olarak ayrıştığı, sınıf, ulus, ırkçılık, cinsiyetçilik ve dinî nefret tarafından bölündüğü bir dünya. Ekmekten suya, seksten sanata, sağlıktan eğitime her şeyin milyonlarca insanın almaya gücünün yetemeyeceği metalara dönüştüğü bir dünya.

Özetle, yabancılaşma günümüzün dünyasını üretir – eğer insanlık hayatta kalacak ve insan hayatları özgürleşecekse değiştirilmesi zorunlu olan bu dünyayı.

Yabancılaşmış emek dünyayı anlama yeteneğimizi temelden etkiler, çünkü üretenlerin üzerinde ürettikleri nesnelerin hakimiyet kurması dünyayı başaşağı görmemize yol açar. Ürünlerin insandan önce geldiğini ve insanı metaların yarattığını düşünürüz. Metalar sihirli güçlere sahipmiş ve kendi ruhları varmış gibi düşünürüz. Marx’ın yabancılaşma eleştirisi Kapital’deki meta fetişizmi analizinin temelini oluşturur:

Meta bu yüzden gizemli bir şeydir, çünkü insanlar metaya baktığında kendi emeklerinin toplumsal karakterini ürünün üzerine mühürlenmiş nesnel bir özellik gibi görürler; böylece üretenlerin, ürettikleri nesnelerin toplamıyla kurduğu ilişki toplumsal bir ilişki halini alır; ama bu ilişki onlara üretenler arasında bir ilişki olarak değil nesneler arasında bir ilişki olarak görünür.

Yüzeysel olarak bakıldığında metaların değerleri, yani birbirleriyle değişim oranları, sahip oldukları içsel özellikler tarafından belirleniyormuş gibi görünür (çeliğin gücü, altının çekiciliği,John MorrisJohn Morris elmasın parlaklığı). Oysa Marx’ın gösterdiği gibi, metaların değeri üretilmeleri için gerekli emek zamanıyla miktarıyla belirlenir.

Marx’ın yabancılaşma teorisi kapitalist üretimin bilimsel analizinin ve eleştirisinin vazgeçilmez yapı taşlarından birini oluşturur.

John Morris

Çeviren: Canan Şahin -   KARL MARX VE YABANCILAŞMA pdf



18 Kasım 2023 Cumartesi

Bu bir üçüncü sayfa haberi değil!

Yakılan Afgan işçi ve ‘vahşet’ perdesi

Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında yaşamını yitiren Afgan İşçi Vezir Mohammad Nourtani’nin bedeni ocak sahipleri tarafından bir orman kenarında yakıldı. Olay iktidar yanlısı, karşıtı, “ana akım”, neredeyse tüm medyanın ilgisini çekti. Dikkat çeken kısım işçinin maden ocağında ölmesi değildi. Hatta göçmen olması da değildi. Cenaze gizlice ormana götürülmüş, yakılmış ve cinayet süsü verilmişti. İlgi çeken şey “vahşet”ti. Olayın “tüyler ürpertici” nitelikte oluşuydu. Böylece kaçak ocaktan mülteciliğe kadar çok sayıda ekonomik ve siyasal mekanizmanın işlediği bu kolektif cinayet, bir anda üçüncü sayfa haberine dönüştü. Mahkemeye sevk edildi. Siyaset dışı kılındı, adli bir vaka olarak kodlandı.

KAÇAK MADEN STRATEJİSİ
Cinayeti üreten mekanizma çok boyutlu. İlki ve belki de en önemlisi şu: Savaştan yılıp Türkiye’de hayata tutunmaya çalışan Afgan işçi ve ailesini Zonguldak’a götüren şey kömür madenciliğindeki özelleştirmenin kendisi. Türkiye Kömür İşletmelerindeki daralma, işçi sayısındaki azalma ve özelleştirmelerle ortaya çıkan sonuç sadece özel madenlerin değil kaçak madenlerin de yaygınlaşması oldu. Bu madenlerin avantajı düşük işçilik maliyetleri sayesinde piyasaya ucuz kömür sunabilmesi. En yaygın ve “makul” rekabet biçimi olarak fiyat rekabetinin kaynağı elbette işçinin ucuzluğu, güvencesizliği, geleceksizliği ve göz göre göre ölüme sürüklenmesi.

Kuralsızlığın kaçak madenlerle aldığı biçim bir istisna ya da piyasa kusuru değil. Zonguldak’ta herkes kaçak madenleri, bu madenlerde çalışan yerli ve göçmen işçileri, çıkarılan kömürün nispeten ucuza satıldığını, bu temelde küçümsenmeyecek bir ekonominin varlığını bilir. Sokaktaki vatandaşın bildiğini elbette şehrin valisi, ilçenin kaymakamı, emniyet müdürü, kolluk kuvveti, çalışma müdürü, SGK yetkilisi de bilir. Bazı kaçak ocaklar zaman zaman tespit edilir ve kapatılır. Ancak, kimse kolay kolay ceza almaz. Bir süre sonra aynı ocak yeniden kaçak faaliyete açılır.

ÜLKEDEKİ EN UCUZ ŞEY İŞÇİNİN CANIDIR
Türkiye’de her ay ortalama 150 işçi çalışırken ölmekte. İşçi sağlığı önlemlerinin masraf olarak görüldüğü bu çalışma rejimi bir yanda büyük zenginlik diğer yanda uzuv kaybı, yaralanma ve ölüm üretiyor. Kayıtsız ve hiçbir denetime tabi olmayan kaçak ocaklarda bu sistem en yoğun haliyle işliyor. İşçiler, yerin metrelerce altında ilkel yöntemlerle çalıştırılıyor. Koruyucu ekipmanların çoğu söz konusu bile değil.

Peki, işçiler neden göz göre göre ölüme gidiyor? Kimse işçinin kafasına silah dayayıp zorla madene göndermiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki mükellefiyet gibi kanuni bir zorunluluk da yok. Ama hayatın yasası işliyor: İşsizlik, yoksulluk, geçim, çoluk çocuğun bakımı, özetle serbest piyasadaki hayat şartları bazı işçileri ölüm riskini bile bile kaçak ocağa sürüklüyor. “Bir süre çalışalım, sonra çıkarız” derken yıllar madende geçiyor.

İşçiler yaralandığında kayda iş kazası olarak geçmiyor. İşçi de işsiz kalmamak için söylemiyor. Çalışmanın kendisi ölümün kıyısında. Nourtani’nin başına gelenler de istisna değil. Cinayet zanlıları ölen işçi konusunda belli ki yerelde ortaklaşılmış bir deneyime sahip. 2016 yılında yapılan bir araştırmada bir maden işçisi şunları söylemişti: “Kaçak ocakta çalışan arkadaşlarımızın eğer ölüsü çıkarılabilecek durumdaysa ölüsü sahile bırakılıp üzerine içki dökülüp içerken öldü denmesini biz çok gördük. Ölüsü çıkarılmayan arkadaşlarımızın kendi ocağını kazarken öldü denip öldükten sonra maden sahibi olduğunu... Bizim buradaki işçiler öldükten sonra maden sahibi olur.”

SESSİZLİK
Üçüncü mekanizma göçmen işçilere yönelik açık ve örtülü, yer yer ırkçılığa varan algıyla bağlantılı. Zanlıların işçiyi yakma cüreti göstermesinin nedenlerinden biri işçinin Afgan olması. Türkiyeli bir işçi ölse ve yakılsaydı, Zonguldak’ta en azından halk “galeyana” gelirdi. Afgan işçinin ardından kameralara yansıyan, biri eşi olmak üzere ağlayan ve ağıt yakan dört kadındı. Sorumluların yargılanması için ilerici çevreler eylemler yaptı ancak gerek Zonguldak’ta gerek ülke genelinde işçinin yakılması “tüyleri ürpertmekle” sınırlı kaldı.

İktidar ve kapitalistler için göçmen işçilerin işlevini AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki çok güzel özetlemişti. Suriyeli ve Afgan sığınmacılar “bazı şehirlerde sanayiyi ayakta tutuyor”du. Ucuz tekstil ya da kundura işçileriydiler. Kaçak ocakta madenciydiler. Ülkenin sanayisini ayakta tutarken yoksulluk içinde yaşıyor, bazen de ölüyorlardı. Belki yerli işçiler gibi. Müslüman kardeş ya da ırkçı nefretin nesnesi olarak merkez siyasete konu olabilirlerdi, ancak kölece çalıştırılan işçiler olarak bu mümkün değildi.

KOLEKTİF CİNAYET
İşçinin cansız bedenini benzin döküp yakan, bizzat olay yerinde olan üç kişi şimdilik tutuklandı. Peki, olay mahallinde olmayıp cinayete azmettirenler:

  • Özelleştirmelerle kaçak madenciliğin önünü açıp kuralsızlığı piyasa kuralı haline getirenler...
  • Cezasızlık politikasıyla ölüm kusan kaçak ocaklara göz yuman yerel yetkililer, ilgili mülki amirler...
  • Yoksulluk, işsizlik ve göçmenlikle işçileri gönüllü bir şekilde kaçak ocaklara sürükleyen piyasa güçleri...
  • Ucuz iş gücü ve düşük üretim maliyeti temelinde kurulu, böylece durmaksızın iş cinayeti üreten ekonomik büyüme modeli...
  • Ekonomik büyüme uğruna ekim ayında 150 işçinin, 2023’ün ilk on ayında 1634 işçinin hayatını zaiyat olarak görenler...
  • Bir Afgan işçinin ölümünü, üstüne yakılmasını, siyasal bir gündem haline getirmekten imtina edenler...

    İşte bir kısmı isim isim sayılabilen, bir kısmı ise kapitalist ekonomi ve siyasal rejime işaret eden bu unsurlar cinayetin gerçekleşmesinde etken ve ortaktır. Tutuklanan üç kişinin yanı sıra kaçak maden ocaklarına göz yuman yerel yetkililer de hukuki sorumluluktan azade değildir. Yargılanmalıdırlar. Ancak, vahşet perdesi altında gizlenen diğer “sorumlular”ın cezalandırılması, yani iş cinayetlerini koşullayan iktisadi mekanizma ve siyasi rejimin değiştirilmesi hukuki olmaktan çok emekçilerin taleplerini merkezine alan siyasal bir mücadelenin konusudur.

    Arif KOŞAR - Evrensel

  • 25 Şubat 2023 Cumartesi

    Deprem Gerçeği


    Mücella Yapıcı ile İzmir Depremi sonrasında bir söyleşi:
    "İstanbul Depremi Türkiye'nin beka sorunu olacaktır!"

    Serdar Akinan'ın Hazırlayıp Sunduğu ''Ne Oldu?" Programının Bu Bölümünde Mücella Yapıcı İle Deprem Gerçeğini Masaya Yatırdık.

    9 Haziran 2022 Perşembe

    Enflasyon sınıf mücadelesidir

     Türkiye’de her şeyin fiyatının her saniye değiştiği günlerden geçiyoruz. TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verileri yüzde 73,5 derken gerçek araştırmalar durumun yüzde 161 seviyelerinde olabileceğini gösteriyor. Fakat dünyada da durum farklı değil. Hem ABD’de hem Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ekonomilerinde yüzde 8 ve üstü enflasyonlar görülmeye başlandı.

    Burjuva iktisatçılar yeni bir “ücret fiyat sarmalı”na girilebileceğini söylüyor. Dünyanın birçok yerinde emekçiler için “hayat giderleri” tartışılıyor. ABD’de Wall Street Journal’da yayımlanan bir araştırmaya göre, halkın yüzde 83’ü ekonominin kötü veya “çok da iyi durumda olmadığını” düşünüyor. Bu 1972’den beri bu konuda görülen en düşük değer.

    Pandemiyle birlikte sıradan insanların tükettikleri şeylerde değişimler görülmeye başlandı. Bu, bazı malların arzında çeşitli sorunları beraberinde getirdi. Çin ve Güney Kore gibi bazı ekonomilerin doğalgaz ithalatı yükselirken, Rusya ve Suudi Arabistan’ın domine ettiği OPEC+ ülkeleri petrol üretimini artırmayı reddettiler. Enerji fiyatlarında yaşanan dalgalanma Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle iyice körüklendi. Tüm dünyadaki buğday üretiminin %25’ini gerçekleştiren iki ülke arasındaki bu savaş gıda krizini de beraberinde getirdi. Finansal spekülasyonlar da enflasyonun artışına katkı sağlıyor. Zira tahıl üretimi son yıllarda az da olsa artış trendinde. Bu da enflasyon konusundaki ortodoks teoriyi yanlışlıyor. Ancak bu teori, merkez bankalarının faiz artırımına gitme yönündeki tepkilerini besliyor.

    “Ücret fiyat sarmalı” korkusundan kasıt, hayat standartlarının düştüğü bu koşullarda, işçilerin daha yüksek ücretler için mücadeleye atılacağından duyulan korku. Patronlar böyle bir dönem görmek istemiyor. Zira işçi ücretleri yükselirse, patronların kârları düşer. Ve egemen sınıf, yeni bir resesyona yol açacak bile olsa, hayat standartlarına saldıracak şekilde hizmetlerin ve malların fiyatlarını artırmaya çalışır. Bu döngünün kendisi sınıf mücadelesinin bir alanıdır.

    Enflasyonu işçiler değil, kaotik bir ekonomik sistem olan kapitalizmde egemen sınıfın ihtiyaçları ve yönelimleri yaratır. Bizim görevimiz ise bunun bir sınıf mücadelesi olduğunu hatırlamak ve emekçilerin aşağıdan mücadeleleriyle kendi sınıfımız lehine kazanımlar elde edeceğimiz dinamikleri yaratmaktır.

    (Sosyalist İşçi) 

    marksist.org