Translate

Basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2025 Perşembe

Demokrasimizi Kaybettiğimizi Nasıl Anlayacağız?

The New York Times
Otoriterliği tanımak eskiden olduğundan daha zordur. 21. yüzyılın otokratlarının çoğu seçilir. Castro veya Pinochet gibi muhalefeti şiddetle bastırmak yerine, günümüzün otokratları kamu kurumlarını siyasi silahlara dönüştürüyor, muhalifleri cezalandırmak ve medyayı ve sivil toplumu kenara itmek için kolluk kuvvetleri, vergi ve düzenleyici kurumları kullanıyor. Buna rekabetçi otoriterlik diyoruz - partilerin seçimlerde yarıştığı ancak görevdeki kişinin gücünün sistematik olarak kötüye kullanılmasının oyun alanını muhalefete karşı eğdiği bir sistem. Otokratların çağdaş Macaristan, Hindistan, Sırbistan ve Türkiye'de ve Hugo Chávez'in Venezuela'da nasıl hükmettiği.

Rekabetçi otoriterliğe doğru iniş her zaman alarmları çaldırmaz. Hükümetler rakiplerine iftira davaları, vergi denetimleri ve politik olarak hedeflenen soruşturmalar gibi nominal olarak yasal yollarla saldırdıkları için, vatandaşlar otoriter yönetime yenik düştüklerini fark etmekte genellikle yavaştırlar. Bay Chávez'in iktidarının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, çoğu Venezuelalı hala bir demokraside yaşadıklarına inanıyordu.

Peki, Amerika'nın otoriterliğe doğru bir çizgiyi geçip geçmediğini nasıl anlayabiliriz? Basit bir ölçüt öneriyoruz: Hükümete karşı çıkmanın maliyeti. Demokrasilerde, vatandaşlar iktidardakilere barışçıl bir şekilde karşı çıktıkları için cezalandırılmazlar. Eleştirel görüşler yayınlama, muhalefet adaylarını destekleme veya barışçıl protestolara katılma konusunda endişelenmelerine gerek yoktur çünkü hükümetten misilleme görmeyeceklerini bilirler. Aslında, meşru muhalefet fikri -tüm vatandaşların hükümeti eleştirme, muhalefeti örgütleme ve seçimler yoluyla hükümeti devirmeye çalışma hakkına sahip olması- demokrasinin temel ilkesidir.

Öte yandan, otoriterlik altında muhalefetin bir bedeli vardır. Hükümetle ters düşen vatandaşlar ve kuruluşlar bir dizi cezalandırıcı önlemin hedefi haline gelir: Politikacılar temelsiz veya önemsiz suçlamalarla soruşturulabilir ve kovuşturulabilir, medya kuruluşları anlamsız iftira davalarıyla veya olumsuz düzenleyici kararlarla karşı karşıya kalabilir, işletmeler vergi denetimleriyle karşı karşıya kalabilir veya kritik sözleşmeler veya lisanslar reddedilebilir, üniversiteler ve diğer sivil kurumlar temel fonları veya vergi muafiyet statülerini kaybedebilir ve gazeteciler, aktivistler ve diğer eleştirmenler hükümet destekçileri tarafından taciz edilebilir, tehdit edilebilir veya fiziksel olarak saldırıya uğrayabilir.

Vatandaşlar, hükümetin misillemeleriyle karşı karşıya kalabilecekleri için hükümeti eleştirme veya karşı çıkma konusunda iki kere düşünmek zorunda kaldıklarında, artık tam bir demokraside yaşamıyorlar demektir.

Bu ölçüte göre, Amerika rekabetçi otoriterliğe doğru çizgiyi geçti. Trump yönetiminin hükümet kurumlarını silahlandırması ve eleştirmenlere karşı cezalandırıcı eylemlerinin artması, çok çeşitli Amerikalılar için muhalefetin maliyetini artırdı.

Trump yönetimi, muhalifleri olarak gördüğü çok sayıda birey ve kuruluşa karşı cezalandırıcı eylemde bulundu (veya güvenilir bir şekilde tehdit etti). Örneğin, eleştirmenlere karşı seçici bir şekilde kolluk kuvvetleri görevlendirdi. Başkan Trump, Adalet Bakanlığı'na Christopher Krebs (Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenlik Ajansı başkanı olarak 2020'de Bay Trump'ın seçim sahtekarlığı iddialarını alenen çürüttü) ve Miles Taylor (İç Güvenlik Bakanlığı görevlisiyken 2018'de başkanı eleştiren anonim bir görüş yazısı yazdı ) hakkında soruşturma açması talimatını verdi. Yönetim ayrıca, 2022'de Bay Trump'a dava açan New York başsavcısı Letitia James hakkında da cezai soruşturma başlattı.

Yönetim, misilleme için büyük hukuk firmalarını hedef aldı. Federal hükümetin Perkins Coie; Paul, Weiss; ve Demokrat Parti'ye dost olarak gördüğü diğer önde gelen hukuk firmalarını işe almasını etkili bir şekilde yasakladı. Ayrıca, müvekkillerinin hükümet sözleşmelerini iptal etmekle tehdit etti ve çalışanlarının güvenlik izinlerini askıya aldı, bu da hükümetle ilgili birçok davada çalışmalarını engelledi.

Demokrat Parti'ye ve diğer ilerici amaçlara bağış yapanlar da siyasi misillemelerle karşı karşıya. Nisan ayında, Bay Trump, rakiplerinin bağış toplama altyapısını zayıflatmak için açıkça bir çaba göstererek, Demokrat Parti'nin ana bağış platformu olan ActBlue'nun bağış toplama uygulamalarını soruşturması için başsavcıya talimat verdi. Büyük Demokrat bağışçılar artık vergi ve diğer soruşturmalar şeklinde misillemelerden korkuyor . Bazıları vergi denetimlerine, kongre soruşturmalarına veya davalara hazırlanmak için ek hukuk müşavirleri tuttu. Diğerlerivarlıklarını yurtdışına taşıdı

Birçok otokratik hükümet gibi Trump yönetimi de medyayı hedef aldı. Bay Trump, ABC News, CBS News, Meta, Simon & Schuster ve The Des Moines Register'ı dava etti. Davaların zayıf yasal dayanakları var gibi görünüyor, ancak ABC ve CBS gibi medya kuruluşları federal hükümet kararlarından etkilenen diğer çıkarlara sahip şirketlere ait olduğundan, görevdeki bir başkana karşı uzun süreli bir yasal mücadele maliyetli olabilir.

Aynı zamanda, yönetim Federal İletişim Komisyonu'nu siyasallaştırdı ve bağımsız medyaya karşı kullandı. PBS ve NPR'nin fon toplama uygulamalarına yönelik bir soruşturma başlattı, bu da muhtemelen fon kesintilerinin habercisiydi. Ayrıca, ABC, CBS ve NBC'ye karşı Trump karşıtı önyargı nedeniyle şikayetleri yeniden gündeme getirirken, Fox News'e karşı 2020 seçimleri hakkında yalanlar yaydığı için şikayeti yeniden gündeme getirmemeyi tercih etti.

İlginçtir ki, muhaliflere ve medyaya yönelik bu saldırılar, Macaristan, Hindistan, Türkiye veya Venezuela'daki seçilmiş otokratların göreve geldikleri ilk yıllarda gerçekleştirdikleri benzer eylemlerden çok daha büyük bir hız ve güçle gerçekleşti.

-Yazının Tamamı:

Levitsky ve Ziblatt @nytimes

2 Mayıs 2024 Perşembe

İklim krizinin gezegendeki yapısal etkileri

 

  • Earth.org tarafından yayınlanan bir makaleye göre, Dünya milyarlarca yıl boyunca evrildi, ancak iklim krizi bu süreçleri daha da ileri taşıyarak gezegenin yapısını değiştiriyor.




    Dünya'nın yüzeyi dört milyar yıldan fazla bir süredir sürekli bir değişim içindedir. Kıtalar birleşir, okyanuslar genişler ve türler ortaya çıkar ya da yok olur. Ancak iklim krizi, bu süreçleri tamamen yeni bir boyuta taşıyor ve gezegenin yapısal bütünlüğünü değiştiriyor. İklim değişikliği, yerkürenin hem karasal hem de denizel yapılarında derin izler bırakıyor. Earth.org’da yayınlanan bir makalede bu değişlikler şöyle özetleniyor:



    Kara üzerindeki etkiler

    İklim değişikliğinin en gözle görülür etkileri, karada meydana geliyor. Artan sıcaklıklar, buzulların ve donmuş toprakların (permafrost) erimesine, çöllerin genişlemesine ve deniz seviyelerinin yükselmesine neden oluyor. Permafrost, Dünya'nın yüzeyinin altında, en az iki yıldır hatta yüz binlerce yıldır donmuş olan toprak katmanını ifade eder ve genellikle Kuzey Yarımküre'de, Sibirya, Kanada, Grönland ve Alaska gibi Arktik bölgelerde bulunur. Küresel sıcaklıkların artmasıyla birlikte bu permafrost tabakaları erimeye başladı.

    Okyanuslardaki değişimler

    Okyanus yapısında ise belki de hiç olmadığı kadar düşmanca ve tahmin edilemez değişikler meydana geliyor. Karbondioksitin suya karışmasıyla pH değerinin düşmesi (asitleşme) bu değişikliklerin ilki ve en belirgini. Okyanuslar, atmosfere salınan karbonun yaklaşık %25'ini emerek doğal karbon yatakları işlevi görür. Ancak artan asitlik seviyeleri, deniz canlılarının popülasyonlarının azalmasına veya göç etmesine neden olur. Asitleşme, yükselen karbondioksit seviyeleri ve sıcaklık, mercanların beyazlaşmasına (bleaching) yol açar; bu da mercan resiflerinin dalga ve kasırgalara karşı koruyucu özelliğini azaltır.

    Atmosferin yapısındaki değişiklikler

  • İklim değişikliği, hem antropojenik (insan kaynaklı) hem de doğal faktörlerin bir kombinasyonudur. Örneğin, ulaşım ve enerji, sırasıyla karbon emisyonlarının %21 ve %34'ünü oluşturur. Seragazı etkisi, küresel ısınmanın en tanınmış ve en çok tartışılan nedenidir. Metan ve karbondioksit gibi gazlar, atmosferde su buharını ve ısıyı tuzağa düşürür, sıcaklıkların yükselmesine ve daha şiddetli hava olaylarının yaşanmasına neden olur.

    Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem bozulması

  • Dünya, üzerinde yaşayan vahşi yaşam olmadan bugünkü halini alamazdı. Nesli tükenen ve tehlike altındaki türler, bir zamanlar yaşadıkları habitatları kalıcı olarak değiştirir. Örneğin, polinatörlerin (tozlayıcıların) yok olması, ağaçların kötü büyümesine neden olabilirken, avcı türlerin azalması, istilacı türlerin ekosistemleri besinlerinden arındırmasına ve hâkim olmasına yol açar.

    İklim değişikliği, Dünya'nın kara, deniz ve gökyüzü yapılarını daha kaotik veya önceki verilere göre daha az stabil hale getiriyor. Bu değişiklikler, onarılamaz zararlara yol açıyor ve herkesi iyimser bir iklim eylemi için harekete geçirmeli. Gezegenin temel yapı taşlarını iyileştirmek mümkün, ancak bu kolay bir iş değil ve önemli yatırımlar, uluslararası iş birliği ve acil eylemler olmadan başarılamaz.

    http://cevreciyiz.com/

18 Kasım 2023 Cumartesi

Bu bir üçüncü sayfa haberi değil!

Yakılan Afgan işçi ve ‘vahşet’ perdesi

Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında yaşamını yitiren Afgan İşçi Vezir Mohammad Nourtani’nin bedeni ocak sahipleri tarafından bir orman kenarında yakıldı. Olay iktidar yanlısı, karşıtı, “ana akım”, neredeyse tüm medyanın ilgisini çekti. Dikkat çeken kısım işçinin maden ocağında ölmesi değildi. Hatta göçmen olması da değildi. Cenaze gizlice ormana götürülmüş, yakılmış ve cinayet süsü verilmişti. İlgi çeken şey “vahşet”ti. Olayın “tüyler ürpertici” nitelikte oluşuydu. Böylece kaçak ocaktan mülteciliğe kadar çok sayıda ekonomik ve siyasal mekanizmanın işlediği bu kolektif cinayet, bir anda üçüncü sayfa haberine dönüştü. Mahkemeye sevk edildi. Siyaset dışı kılındı, adli bir vaka olarak kodlandı.

KAÇAK MADEN STRATEJİSİ
Cinayeti üreten mekanizma çok boyutlu. İlki ve belki de en önemlisi şu: Savaştan yılıp Türkiye’de hayata tutunmaya çalışan Afgan işçi ve ailesini Zonguldak’a götüren şey kömür madenciliğindeki özelleştirmenin kendisi. Türkiye Kömür İşletmelerindeki daralma, işçi sayısındaki azalma ve özelleştirmelerle ortaya çıkan sonuç sadece özel madenlerin değil kaçak madenlerin de yaygınlaşması oldu. Bu madenlerin avantajı düşük işçilik maliyetleri sayesinde piyasaya ucuz kömür sunabilmesi. En yaygın ve “makul” rekabet biçimi olarak fiyat rekabetinin kaynağı elbette işçinin ucuzluğu, güvencesizliği, geleceksizliği ve göz göre göre ölüme sürüklenmesi.

Kuralsızlığın kaçak madenlerle aldığı biçim bir istisna ya da piyasa kusuru değil. Zonguldak’ta herkes kaçak madenleri, bu madenlerde çalışan yerli ve göçmen işçileri, çıkarılan kömürün nispeten ucuza satıldığını, bu temelde küçümsenmeyecek bir ekonominin varlığını bilir. Sokaktaki vatandaşın bildiğini elbette şehrin valisi, ilçenin kaymakamı, emniyet müdürü, kolluk kuvveti, çalışma müdürü, SGK yetkilisi de bilir. Bazı kaçak ocaklar zaman zaman tespit edilir ve kapatılır. Ancak, kimse kolay kolay ceza almaz. Bir süre sonra aynı ocak yeniden kaçak faaliyete açılır.

ÜLKEDEKİ EN UCUZ ŞEY İŞÇİNİN CANIDIR
Türkiye’de her ay ortalama 150 işçi çalışırken ölmekte. İşçi sağlığı önlemlerinin masraf olarak görüldüğü bu çalışma rejimi bir yanda büyük zenginlik diğer yanda uzuv kaybı, yaralanma ve ölüm üretiyor. Kayıtsız ve hiçbir denetime tabi olmayan kaçak ocaklarda bu sistem en yoğun haliyle işliyor. İşçiler, yerin metrelerce altında ilkel yöntemlerle çalıştırılıyor. Koruyucu ekipmanların çoğu söz konusu bile değil.

Peki, işçiler neden göz göre göre ölüme gidiyor? Kimse işçinin kafasına silah dayayıp zorla madene göndermiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki mükellefiyet gibi kanuni bir zorunluluk da yok. Ama hayatın yasası işliyor: İşsizlik, yoksulluk, geçim, çoluk çocuğun bakımı, özetle serbest piyasadaki hayat şartları bazı işçileri ölüm riskini bile bile kaçak ocağa sürüklüyor. “Bir süre çalışalım, sonra çıkarız” derken yıllar madende geçiyor.

İşçiler yaralandığında kayda iş kazası olarak geçmiyor. İşçi de işsiz kalmamak için söylemiyor. Çalışmanın kendisi ölümün kıyısında. Nourtani’nin başına gelenler de istisna değil. Cinayet zanlıları ölen işçi konusunda belli ki yerelde ortaklaşılmış bir deneyime sahip. 2016 yılında yapılan bir araştırmada bir maden işçisi şunları söylemişti: “Kaçak ocakta çalışan arkadaşlarımızın eğer ölüsü çıkarılabilecek durumdaysa ölüsü sahile bırakılıp üzerine içki dökülüp içerken öldü denmesini biz çok gördük. Ölüsü çıkarılmayan arkadaşlarımızın kendi ocağını kazarken öldü denip öldükten sonra maden sahibi olduğunu... Bizim buradaki işçiler öldükten sonra maden sahibi olur.”

SESSİZLİK
Üçüncü mekanizma göçmen işçilere yönelik açık ve örtülü, yer yer ırkçılığa varan algıyla bağlantılı. Zanlıların işçiyi yakma cüreti göstermesinin nedenlerinden biri işçinin Afgan olması. Türkiyeli bir işçi ölse ve yakılsaydı, Zonguldak’ta en azından halk “galeyana” gelirdi. Afgan işçinin ardından kameralara yansıyan, biri eşi olmak üzere ağlayan ve ağıt yakan dört kadındı. Sorumluların yargılanması için ilerici çevreler eylemler yaptı ancak gerek Zonguldak’ta gerek ülke genelinde işçinin yakılması “tüyleri ürpertmekle” sınırlı kaldı.

İktidar ve kapitalistler için göçmen işçilerin işlevini AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki çok güzel özetlemişti. Suriyeli ve Afgan sığınmacılar “bazı şehirlerde sanayiyi ayakta tutuyor”du. Ucuz tekstil ya da kundura işçileriydiler. Kaçak ocakta madenciydiler. Ülkenin sanayisini ayakta tutarken yoksulluk içinde yaşıyor, bazen de ölüyorlardı. Belki yerli işçiler gibi. Müslüman kardeş ya da ırkçı nefretin nesnesi olarak merkez siyasete konu olabilirlerdi, ancak kölece çalıştırılan işçiler olarak bu mümkün değildi.

KOLEKTİF CİNAYET
İşçinin cansız bedenini benzin döküp yakan, bizzat olay yerinde olan üç kişi şimdilik tutuklandı. Peki, olay mahallinde olmayıp cinayete azmettirenler:

  • Özelleştirmelerle kaçak madenciliğin önünü açıp kuralsızlığı piyasa kuralı haline getirenler...
  • Cezasızlık politikasıyla ölüm kusan kaçak ocaklara göz yuman yerel yetkililer, ilgili mülki amirler...
  • Yoksulluk, işsizlik ve göçmenlikle işçileri gönüllü bir şekilde kaçak ocaklara sürükleyen piyasa güçleri...
  • Ucuz iş gücü ve düşük üretim maliyeti temelinde kurulu, böylece durmaksızın iş cinayeti üreten ekonomik büyüme modeli...
  • Ekonomik büyüme uğruna ekim ayında 150 işçinin, 2023’ün ilk on ayında 1634 işçinin hayatını zaiyat olarak görenler...
  • Bir Afgan işçinin ölümünü, üstüne yakılmasını, siyasal bir gündem haline getirmekten imtina edenler...

    İşte bir kısmı isim isim sayılabilen, bir kısmı ise kapitalist ekonomi ve siyasal rejime işaret eden bu unsurlar cinayetin gerçekleşmesinde etken ve ortaktır. Tutuklanan üç kişinin yanı sıra kaçak maden ocaklarına göz yuman yerel yetkililer de hukuki sorumluluktan azade değildir. Yargılanmalıdırlar. Ancak, vahşet perdesi altında gizlenen diğer “sorumlular”ın cezalandırılması, yani iş cinayetlerini koşullayan iktisadi mekanizma ve siyasi rejimin değiştirilmesi hukuki olmaktan çok emekçilerin taleplerini merkezine alan siyasal bir mücadelenin konusudur.

    Arif KOŞAR - Evrensel

  • 24 Kasım 2020 Salı

    Alaattin Çakıcı

    "Derin devlet" korumasından "Cumhur İttifakı" kalkanı altına

    Eline tutuşturulan Walter marka tabancayla fındık ağaçlarının önünde poz verdiğinde, dört yaşındaydı. Alaattin Çakıcı, silahla ilk kez o gün tanışmıştı. 1957 yılında çekilen bu fotoğraf, hem Alaattin Çakıcı'nın silahla ilk tanışmasına tanıklık etti; hem de Çakıcı Ailesi'nin baba topraklarındaki son günlerine. Fotoğrafın çekilmesinden kısa süre sonra Çakıcı Ailesi, Trabzon'un Fındıklı köyünü terk edip İstanbul'a göçmek zorunda kaldı. Baba Ali Çakıcı, birini vurmuş; cezasını yatıp çıktıktan sonra kan davası başlamıştı.

    Gültepe'ye yerleşen aile, bir kahvehane açtı. Baba Çakıcı'nın adı, o bölgenin ünlü kabadayıları Kürt Hasan ve Tahsin Çakıroğlu ile birlikte anılıyordu. Oğlu da babasını örnek alıyor, ilkokulda her gün birileriyle kavga ediyordu. İki kez okul değiştirmek zorunda kaldı. Bir İETT görevlisini yaraladığında, 17 yaşındaydı.



    Çek-senet işlerine ilk adım
    Alaattin Çakıcı, "meslek yaşamı"na ilk adımları yine Gültepe'de attı. Bir kumarhane işletmeye başladı. Ülkücü camia ile de bu yıllarda tanıştı. Kağıthane Ülkü Ocakları Başkanlığı'na kadar yükseldi. Bölgesindeki silahlı eylemlerde aktif rol aldı.
    Ailenin öbür fertleri de ülkücüydü. Dev-Sol militanları, 18 Eylül 1978'de amcasının oğlu Necati'yi, Gültepe'deki dükkanında öldürdüler. Alaattin Çakıcı da 1979'da Şişli'de beş kurşun yarası almasına rağmen kurtuldu. Ama babası onun kadar şanslı değildi. Mayıs 1980'de öldürüldü.
    Çakıcı, 12 Eylül'den sonra tutuklandı. 1982’de serbest bırakılınca ülkücü arkadaşlarını etrafına topladı. Önce kumar borcu tahsilatını iş edindi. Sonra çek senet tahsilatına girişti. İmzası, bacaktan tek kurşundu.
    Eğlenmesi de bir başkaydı. Gece kulüplerine 10-15 kişilik kalabalık bir güruh halinde gidiyorlardı. Çakıcı, istediği sanatçıyı sahneden indirtiyor; “Çırpınırdı Karadeniz” adlı türküyü defalarca söyletiyordu.

    Türkeş'e laf ettirmedi
    Artık "Baba" sınıfına girmişti, "mafyanın yeni kuşağı"nın temsilcisiydi. Haraca bağladığı isimler arasında "Hayali İhracat Kralı" olarak tanınan Turan Çevik de yer alıyordu. Sanatçı Nükhet Duru'nun eski nişanlısı Metin Arı'nın konfeksiyon mağazasını adamlarına kurşunlattı.
    "Gazinocular Kralı" Fahrettin Arslan'ın oğlu Selçuk Arslan'ın kurşunlanmasında yine onun adı geçti. Ankara'da eğlenirken, bir bardak rakıyı ünlü bir kabadayının başından aşağı dökmesi de şöhretini pekiştirdi. Söylentiye göre, kabadayının Alparslan Türkeş ile ilgili sözlerine sinirlenmişti. "Sen nasıl Türkeş'e laf edersin?" deyip rakıyı boşaltıvermişti.

    MİT ile ilişki
    12 Eylül'ün sisleri dağılmaya başlayınca eski babalar yerlerine dönmeye başlamıştı. Çakıcı'nın, Dündar Kılıç ile yıldızı hiç barışmadı. 12 Eylül'ün "Babalar Operasyonu"ndan nasibini alan Kılıç, cezaevinden çıktıktan sonra Çakıcı ile karşı karşıya geldi.
    1987 yılında Ankara'da, Kılıç'ın iki adamını vurduran Çakıcı yakalanamadı. Garip biçimde, olay sırasında Mehmet Eymür ve Korkut Eken, otelin karşısındaki işkembecide oturuyordu.
    Zira Çakıcı bu olaydan birkaç ay önce MİT ile ilişki kurmuş, Mehmet Eymür ve Yavuz Ataç ile dost olmuştu. MİT elemanı Süleyman Seba'nın Beşiktaş'a başkan seçildiği kongrenin güvenliğinin Çakıcı'ya emanet edilmesi, işbirliğinin somut bir örneğiydi.
    1988'de ortaya çıkan ünlü MİT raporunu hazırlarken Eymür'e bilgi verenlerden biri, Çakıcı'ydı. O da Çakıcı'nın Ankara Kapalı Cezaevi'nde rahat ettirilmesi için Yusuf Koç ve Ahmet Turgut'a (Kürt Ahmet) haber göndererek karşılık verdi onun yardımına. Çakıcı, 8 Haziran 1989'da cezaevinden çıkarken Koç ve Turgut'a teşekkür etti ve kurbanlar kestirdi.
    Çakıcı'nın adı artık etrafta ürküntü veriyordu. Tahsilat işine "bir kamu görevlisinin katkıda bulunduğunu" söylemekten çekinmiyordu. Selçuk Ural, Kadir İnanır gibi sanatçılarla, hatta iş insanları ve politikacılarla da arası iyiydi.
    1991'e kadar Çakıcı'nın yaşamındaki en önemli kadın Gönül'dü. O yıl, rakibi Dündar Kılıç'ın kızı Uğur ile ilişkiye girdi. O sırada Uğur Kılıç da 10 yıllık evliydi ve iki çocuğu vardı. Uğur Kılıç, Çakıcı ile birlikte olmaya başladıktan sonra eşi Uğur Özbizerdik'ten boşandı. Çakıcı ile Trabzon'da sade bir nikahla evlendiler.

    *Özal Ailesi'ni açıklayan eşini öldürttü!..

    Yazının tamamı

     Faruk Bildirici

    © Deutsche Welle Türkçe 


     

    31 Mayıs 2019 Cuma

    Personadan Kahraman Olur mu?

    Aksu Bora/26 Nisan 2019

    Michelle Phan, çevrimdışına çıkışını “neden terk ettim” diye bir videoda anlatmış; bir tür kahramanın yolculuğu hikâyesi. Kendisi de bunun farkında, diyor ki “Arslan Kral’daki Simba gibi”. Sonra ekliyor ama: “ben kahraman değilim, sadece bir kızım.”

    Phan, bir “youtube ünlüsü”. Güzellik topluluğunun annesi olarak da nitelendiriliyor - ki o güzellik topluluğu dedikleri öyle böyle bir şey değil (şu video, merak edenler için iyi bir kaynak olabilir: https://youtu.be/dWLb_5AU-II)

    Youtube, hikâyeler anlatmak için harika bir mecra. Yayıneviyle, editörle, yazı işleri müdürüyle, yapımcıyla falan uğraşmak gerekmiyor, basit bir kamera, bilgisayar ve internet bağlantısı yetiyor. Gençlerin, kadınların, transların… bu mecrayı bu kadar sevmelerinin bir sebebi olmalı. Kendi hikâyelerini anlatabildikleri, anlatırken kurabildikleri bir yer. Kendilerini yalnız hissetmeyecekleri. İlle de ünlü olmak gerekmez, muhakkak size kulak verecek birilerini buluyorsunuz orada, sadece kulak vermiyorlar, videonun altına yazıyorlar da.

    Hikâyeler öyle şeylerdir bilirsiniz, anlatırken kurulurlar, dinlenirken yeniden kurulurlar, değişirler, yayılırlar. İçinde yaşadığınız kocaman hikâyelerin içinde, kendi küçük hikâyenizi anlatarak onlarla ilişkilenirsiniz. O büyük hikâyelerin kahramanları hep başkalarıdır zaten, siz değil.

    İlk gençliğimde, hikâyelerden değil de ideolojiden söz edilirdi daha fazla - şimdi pek edilmiyor. Gerçekliğin onu biçimlendirme gücü olanlar tarafından anlatıldığına işaret eden “yanlış bilinç” lafıyla birlikte. Muktedirlerin hikâyesine inanmak işte, Ulus Baker’in veciz ifadesiyle, “insan kulübede başka, sarayda başka düşünür. Kulübedeyken sarayda gibi düşünüyorsa, işte o ideolojidir.”

    Michelle’in kurduğu güzellik topluluğunu böyle bir “ideolojik”liğin şahikası olarak görmek pekâlâ mümkün. Değil mi ki makyaj, kozmetik endüstrisi, bedenlerin biçimlendirilmesi, güzellik… Tabii ki. “Neoliberal beden politikaları…” Kazandığı üç kuruşu aydınlatıcıya veren tezgahtâr kız işte, “kendini sarayda sanıyor”dur - hatta belki sanal alemin sanal olması, bu sanmaya işaret ediyordur! İnsanları ideolojilerin kurbanları olarak düşünmekteki kibir!

    Bana her zaman daha ilginç gelen şey, insanların kendilerine verilen o büyük hikâyelerle ne yaptıklarıdır. Mesela kadınların güzellik ideolojisiyle ne yaptıkları, gençlerin “kendine yatırım yapma” ideolojisiyle ne yaptıkları… Michelle, henüz yirmilerinin başındayken, makyajı güzellikten çok bir yaratıcılık meselesi olarak düşünmüş, yüzünü bir tuval olarak. Demiş ki, makyaj, kendini ifade etmenin bir yoludur. Bazen de eğlenmenin, iletişim kurmanın, başka birisi olmanın…

    Güzellik ideolojisiyle Amerikan rüyasının kesiştiği yerden bir persona yaratmış. Etkili bir persona. Milyonlarca takipçi, yüzlerce taklitçi, yüz milyonlarca dolar değerinde bir marka.

    Sonra, 2015’te, bu personayla kendi “gerçek”liğinin birbirine karıştığını, kendini kaybettiğini hissetmiş ve çevrimdışına çıkmış. Video yayınlamayı bırakmış, sosyal medya hesaplarını kapatmış, markasını çalışanlara emanet etmiş, gitmiş. “Kendimin bir ürün haline geldiğini hissettim” diyor, “parayla kendime zaman satın aldım, gerçek kendimi bulmak için.”

    Anlatılarak kurulan hikâyenin de sınırları varmış demek.

    Kahramanla personanın yolu ayrılabiliyormuş.

    Bitmez tükenmez taşınmalarla okulda hep “yeni kız” olmanın, Asyalı olmanın, yoksul olmanın üstesinden gelmek için hep başkalarına benzemeye çalıştığını, onlar gibi olursa kendisini seveceklerini düşündüğünü anlatıyor. Son sınıfta artık yılıp vazgeçtiğinde ancak arkadaş edinebilmeye başlamış - bu hikâyeyi “gerçek ben” başlığı altında anlatıyor kitabında. Yarattığı personanın temelinde de bu var: “gerçek ben”. Muhtemelen başarısının temelinde de.

    Şimdi, yeniden “gerçek ben”in peşine düşme hikâyesini, “benim için hiçbir şey öğretmekten, öğrenmekten ve iletişimden önemli değil. Söylemeyi sevdiğim biçimiyle, Yaşıyorum, Seviyorum, Öğretiyorum, ama en önemlisi, Öğreniyorum” diye anlatıyor. Bakalım kahramanımız bu Ye, Dua et, Sev hikâyesi içinden sağ çıkabilecek mi.

    Michelle Phan’ın hikâyesi kahramanlıkla persona arasındaki fark üzerine düşünmek için bulunmaz bir örnek. İnsanın kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisi arasındaki farkı. İdeolojilerle anlatılar arasındaki. İktidarın “gerçeklik” ve “hikâye” tezahürleri arasındaki farkı.

    BİRİKİM


    10 Nisan 2019 Çarşamba

    "..Mülteci Düşmanlığı da Bir Irkçılık"

    Birleşmiş Milletler (BM) 21 Mart Uluslararası Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Günü öncesi dünyada ve Türkiye'de artan ayrımcı/ırkçı söylemleri konu üzerine kitapları ve çok sayıda makalesi bulunan Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile konuştuk.

    "Literatürde ırkçılık artık yalnızca biyolojik soyaçekim üzerinden tanımlanmıyor. Yani ten renginden ibaret değil mesele" diyen Doğanay, Türkiye üzerinden baktığımızda mültecilerle ilgili durumda da karşı karşıya kaldığımızın da böyle bir şey olduğunu söylüyor.



    *BM 2019 Uluslararası Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Günü banner'ı.

    Dünyada artan aşırı sağ eğilimleri ve etkilerini görüyoruz. Size göre dünyadaki eğilimin nedeni ne? Geriye mi gidiyoruz daha mı çok farkındayız?



    Ülkü Doğanay hakkında

    Barış akademisyeni. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken 7 Şubat tarihli 686 sayılı KHK ile kamu görevinden ihraç edildi.
    Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Yüksek lisansını ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda, doktorasını ise Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda yaptı.
    Siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında çalışıyor.






    Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile görünürleşen aşırı sağ bir artış olduğunu gözlemlemek mümkün elbette. Birçok başka faktörün yanı sıra bunda özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika ve Avrupa'yı saran İslami terör korkusunun ve infazlarını internet üzerinden canlı yayınlayan IŞİD'in yarattığı dehşetin de bir payı var.

    Diğer yandan göçmen ve mülteci hareketliliğindeki artış, ırkçı reflekslerin kendisine kolayca bir hedef bulmasını sağlıyor.

    Devam >>