Translate

26 Mart 2019 Salı

Hiçbir korkuya benzemez ‘kaybetme korkusu’

Celal Başlangıç:

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş; ‘Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!’

Psikolojik bir rahatsızlıktır “kaybetme korkusu”.

İnsanların sahip olduklarını kaybetmek istemedikleri zamanlarda yaşanan bir duygudur.

“Kaybetme korkusu” sevdikleri kişileri kaybetmekten, sahip olunan konumu kaybetmeye kadar yaşamın geniş bir alanına yayılabilir.

Bu duygunun aşırıya kaçması durumunda insana hayat zindan olur. İleri hallerinde anksiyete bozukluğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hayatın gerçeklerine uygun olmayan, denetlenemeyen bir endişe duygusu bütün yaşamınızı bir mengene gibi kavrayıp sıkar, insanı teslim alır.

En büyük “kaybetme korkusu”nu da diktatörler yaşar. Çünkü bilir kendinden öncekilerin başına ne geldiğini. Bu yüzden korkusunun çarpanı kaçınılmaz son yaklaştıkça büyür de büyür.

Ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet “Taranta-Babu’ya Sekizinci Mektup”ta diktatörlerin bu korkusunu.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra”

Tesbitini yaptıktan sonra da teşhisini koymuş.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Tek başına, yapayalnız hissederler kendilerini. Geleceklerini karanlık görürler. Onun için hem çok hem de bağıra bağıra konuşurlar.

Bu yüzden hep kitleler önüne müthiş bir öfkeyle çıkarlar. Her sözcüklerinde bir düşmanlık, bir kin, bir nefret çıkar ağızlarından. Aslında düşmanlıkları, kinleri, nefretleri büyük bir endişeyle yaşadıkları “kaybetme korkusu”na dönüktür.

Diktatörlerin “kaybetme korkusu” arttıkça yalnızlıkları da çoğalır. En yakınındakileri bile kendi iktidarlarına tehdit olarak görüp tasfiye ederler. Sonra da “Bu trenden inen bir daha binemez” söylemleri çoğalır. Halbuki eski yol arkadaşları herhangi bir istasyonda inmemiş, hızla giden bir trenden yaka paça atılmışlardır.

“Kaybetme korkusu”ndan tüm çözümleme ve muhakeme güçlerini yitirirler. Korkudan felç olurlar adeta.

Kendi geleceklerinden korkularını halka “beka sorunu” olarak sunup bunu yutturabileceklerini sanırlar. Halk bunu yemedikçe de kızgınlıkları, çılgınlıkları arttıkça artar.

“Kaybetme korkusu” tüm diktatörlerin baskısının ardındaki itici güçtür. Korktukça daha çok tehdite, baskıya, şantaja yönelirler.

En çok korktukları siyasi rakiplerini cezaevine atarlar. Geri kalanları da sürekli hapse atma, hatta “ipe gönderme” tehdidi altında tutarlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler “sevgide ortaklık”tan çok insanları “ortak nefret”te buluşturmanın kolaycılığına kaçarlar. Onun için kendilerinden olmayan herkesi “terörist” ilan ederler. Kendi ülkelerinin içinde insanları “vatan haini”, binlerce kilometre uzaklıktakileri de “din düşmanı” ilan edip kendilerine hayali hasımlar yaratırlar.

Diktatörler, herkesin kendilerine biat eden “tek tip” insan olmasını isterler.

“Çok”un farklılığından, renkliliğinden, çeşitliliğinden aşırı derecede ürkerler.

Kendi “tek adam”lıklarını gizlemek için de meydan meydan dolaşarak “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” diye Rabia çıkartırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler yalan söylerler. Bir gün söylediklerinin ertesi gün tam tersini söyleyebilirler. Hatta aynı konuşmanın başında söylediğinin tam tersini dile getirerek bitirebilirler konuşmalarını.

Bir gün “Ayasofya’nın cami olmasını isteyeceğinize önce yanındaki Sultan Ahmet’i doldurun” diyebilir, ertesi gün “Ayasofya’yı cami yapacağız” diyebilir kaybetme korkusundaki diktatörler.

“Bizim buğday ithal ettiğimiz yalanını söylüyorlar” diye başladığı konuşmasını “Evet, yüklü miktarda buğday ithal ediyoruz” diye bitirebilir.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler asla özür dilemezler. Çünkü her şeyi vatan, millet için yapmışlardır ve asla hiç hataları olmamıştır. En fazlasından mütevazılıklarını “Aldatıldık” diyerek gösterirler ve asla kendilerinden başkasının aldatılmasına izin vermezler ve en ağır biçimde cezalandırırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörlerin eleştiriye tahammülsüzlükleri sonları yaklaştıkça tavan yapar. En ufak bir eleştiriyi bile mutlak güçlerine yönelik saldırı olarak görürler. Bu yüzden ele geçirilmedik medya bırakmazlar ki en ufak bir çatlak ses çıkmasın.

Ama yine de ele geçirdikleri medya bile kendisini ziyaret eden rakip partinin belediye başkan adayının haberini verirken “tarifeli uçakla İstanbul’a döndü” diye bir cümle kurarsa kendi uçak saltanatlarından kuşku duyup “Ne demek istiyorsunuz, sayın başkanın özel uçakla gittiğini mi ima etmek istiyorsunuz” diye azarlanırlar. Hatta ortak oldukları bir haber kuruluşu İspanya Kralı’nın yolsuzluk yapan damadıyla ilgili bir haber verince o televizyon kanalının paydaşlığını bırakıp ülkedeki bütün dijital platformlardan attırabilir “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Bunlar hem gülmezler hem de mizaha asla tahammül edemezler. Hatta ülkedeki mizah duygusunu yok ederler. Karikatüristlerin çizgilerinden bile kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit çıkartırlar. Ele geçirdikleri yargının yoluyla hapishane hapishane süründürürler mizahçıları.

Gerçeği arayan, soran, sorgulayan, kamu adına iktidarı denetleme görevi üstlenen gazeteciler de, akademisyenler de, doktorlar da, hukukçular da nasibini alır bu diktatörlerin yaşadığı “kaybetme korkusu”ndan.

İktidarının ömrünü uzatmak için ülkenin bütün aydınlarını, mutlak erklerine itiraz eden yurttaşlarını; bütün soran, sorgulayan, eleştiren insanlarını uydurma mahkemelerinde sanık, cezaevinde tutsak yapar “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Haksız da değiller elbette bu “kaybetme korkusu”nu yaşamakta. Çünkü kaybeden diktatörlerin sonunu biliyorlar. Almanya’dan, İtalya’dan, Japonya’dan, Arjantin’den, Şili’den Afrika kıtasındaki bütün ülkelere kadar elbette biliyorlar kaybeden diktatörlerin başlarına gelenleri; kimi intihar etti, kimi linç edildi, kimi bacağından asıldı, kimi cezaevinde, kimi sürgünde öldü.

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş:

“Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!”


Artı Gerçek

25 Mart 2019 Pazartesi

Utanmazlıktan Utanmak… Kolektif Utanç

Ceylan Akgün: Yaptıklarından utanç duymayan bağışlanabilir mi? Bağışlanma olmadan utanç biter mi?

Affetmek insani bir eylem biçimi: geri döndürülemez olanlar için pişmanlıkla birlikte gelen… (Arendt, 2015). Affetmenin başlaması için sadece affedenin değil, suçlunun da duyguları belirleyici. Bağışlanmak isteyenin pişmanlığı ve utanma duygusu olmadan af başlayamıyor. Affetmek de, utanç da öznenin kendi başına yaşadığı süreçler değil. Birinden ya da bir şeyden utanırız ya da birisini affederiz. Yani affetmek de, utanç da yönelmişlik gerektirir. Bu yüzden de öznel deneyimin içinden geçen ama ilişkisel olan bir duygu.

Affetmek, süreçsel ve ilişkiseldir. Süreçseldir çünkü, tedricen gerçekleşir. Maruz kalınanlarla oluşan acının farkına varılır önce. Ardından, kızgınlıktan öfke ve hiddete dek çeşitlenen duygular yaşarsınız. Bu gazap ve kahır ile yüzleşirken acı çekersiniz. Sonra karar verilir. Ya çekilen acıya ve o acının intikamına yoğunlaşılacaktır ya da, affetme fikrinin bir iyileşme stratejisi olarak kabulü gerçekleşecektir. İşte o karar ânında affetme başlar. Şüphesiz ki affetmek hiç de kolay bir eylem değildir. Suçun derinliği ile affetmenin yüceliği arasındaki bir ilişki vardır (Riceour, 2000). Affeden; bu yeni safhada olan biteni anlamaya çalışır. Affetme çabası, merhamet ve empati içerir. Ama affetmek asla, yapılanı unutmak ya da mazur görmek anlamına gelmez. Adalet arayışından vazgeçileceği anlamına da gelmez. Affetmek; intikam, hınç, hırs gibi yıkıcı duyguların yükünü sırtınızdan atar ama onları mazur görmez. Affetme sürecinde madun olan, önce kendi çektiği acılarla hesaplaşır. Bu acıların üstesinden gelmeye başladığında, karşısındakine acı verme isteği de azalır. Nihayetinde, kişi öfkeden, hırstan, kinden arınarak affetmenin verdiği hazza ulaşır. O noktada, çekilen acının anlamı da keşfedilir.

Karar verme affetme çabasının başladığı andır demiştik ve affetmenin yönelmişliğinden, yani kolektif bir kavram olmasından bahsetmiştik. O karar ânında kişi iki yöne gidebilir. Ya öfkesinin ve acısının içinde boğulacağı karanlık tarafa ya da olan bitenle yüzleşerek yeni anlamlar edineceği tarafa meyleder. Bu noktada, utanç içinde af dileyen ötekinin varlığı bağışlama çabasını başlatır. Utanç nasıl affetmeyi başlatır? Çünkü bu duygunun düşünsel zemini farkındalık, tanıma ve kabul etme içerir. Utanabilmek için, yapıp ettiğin her ne ise, onunla ilgili yanlışın farkındalığı gerekir. Utanabilmek bir yetidir, bir bilinç düzeyidir, farkında olduğunuza ve içgörünüze dair topluma sunduğunuz kanıttır.

Görünür olduğunun farkında olan ama henüz, o anda bu görünürlüğe hazır olmayan bir bilinç hali… Kendiliğe yönelmiş bir öfke gibi… Utanç ânında kişi kendi görünmezliğini dileyerek, dünyanın gözlerini yok etmek ister sanki. Utancın bedendeki izlerine bakın: Gözleri kaçırma, başı yere eğme, yüzü saklama, yerin dibine geçme isteği kendine dönük yok edici öfkenin sembolleri... Yüzün kızarması, utanca sebep olan selfin simgesel düzeyde yakılması gibidir. Selfi bu yangından kurtarabilmenin tek yolu vardır, o da affedilmek. Utanç, öznenin kendilik tasarımına ulaşmadaki başarısızlığı ise gurur da bunun tam tersidir. Kendilik tasarımından uzaklaştıkça utanç, ona eriştikçe gurur oluşur.

Kendinizi hatasız gördüğünüz ya da payınız olmadığını düşündüğünüz bir hareketiniz için utanmazsınız. O halde utanç bir anlamda, affedene yönelik taahhüdümüz; bağışlayan ve af dileyen arasında gizli bir anlaşmadır. Yaptıklarımı bir daha yapmayacağıma veya yapmama eğiliminde olacağıma dair bir teminattır (Goffman, 2009). Tanımak ve yüzleşmek, yaptığının sorumluluğunu da alma yolunda bir adımdır. Affedilme arzusu varsa bilinç de vardır ve o bilinç bedene kötü bir şey yaptığını söyler. Af mefhumu, selfin dışarıyla bağlantısı ile kurulduğu için, ötekiyle bir ittifak gerektirir: Ötekinin, "ben kötüyüm ve kötü olduğuma da şahit oldular, onlar da kötü olduğumu düşündü" dediğinde duyduğu utanç, bağışlanmayı başlatır.

Affetmek bir eylemdir demiştim. Tam da bu yüzden bir yüzü politikaya dönüktür. Bağışlamak, tarihin, belleğin ve unutmanın ortak ufkundadır. Ricoeur'un bu tespiti affetmenin politik ve toplumsal yanını gösteriyor. Ulusların tarihleri katliamlar, baskılar, işkencelerle doludur. Mağdur olan grupların geçmişleri yok sayılır, baskılanır, hatta bazen tersine bir anlatıyla yeniden kurulur. Madunlar için, tarihten geriye nefret, korku, suçluluk ve intikam duygularından oluşan bir miras kalır çoğunlukla. Devletlerin resmî söylemleri yaşanılanların üzerini kapatmaya çalışsa da, geçmişte yaşanılanlar kuşaktan kuşağa yayılır ve güçlenerek aktarılır. Çünkü, onlar kendilerine yapılanları unutmamış ve affetmemiştir. Affın eksikliğini öfke ve intikamcı hisler doldurur. Atalarının uğradığı haksızlığın bilinciyle ve onlara anlatılan bir maduniyet anlatısıyla yetişen yeni nesil, hınç ve intikam saikleriyle beslenmiş bir kolektif kimliğin içine kapanacaktır. Bugün yaşayan azınlıkların, atalarına yapılanlardan resmî düzeyde af dilenmesi hakkındaki haklı taleplerinin kökünde bu dinamik yatar. Af dilenmesinin özünde barışmak isteği vardır. Barışabilmek için ise, tahakküm edenin samimi utancına şahitlikle oluşan affetme sürecinin başlaması gerekir. Senden öncekilerin müşedded zalimliğinin açtığı yaralar görünür olduğunda, kolektif bir utanç oluşabilir ancak. Utancın peşi sıra; geçmişle bugün arasında açılan gedikleri kapatacak olan af dileme eylemi gelir. Böylece af dileyen de özgürleşecektir, çünkü kimliğinin bir parçası olan ulus/millet aidiyetiyle gurur duyabilecektir. Kolektif utanç, "af dileme"ye dönüştüğünde toplum da geçmişiyle barışabilir. İstemediğiniz bu duygudan kurtulmanın yolu yüzleşerek kendinizi utancın sizde bıraktığı tüm tesirlere maruz bırakmaktır. Geçmişin acılarıyla yüzleşerek af dilemek, yok saymak veya unutturmaya çalışmaktan çok daha iyidir, her iki taraf için acı verici olsa da… Mağdurların yaşadıklarını bilmek, kabul etmek ve onlara yapılanlar adına af dilemek (faillerle doğrudan ilişkiniz olmasa bile), daha önce yapılanların tekrarlanmayacağını taahhüt eden yeni bir gelecek kurmaya imkân tanır. Yıllardır şüpheyle bakılan ve yok sayılan acı ve yasın tanınması, samimi olarak gelen bağışlanma talebi biriken öfke ve hıncı azaltacaktır. Kolektif utancı, ulus-devlet söyleminin kırılma noktalarındaki sızıntı olarak değerlendiriyorum. Kolektif olarak hissedilen utanç, kurulu söylemin kırılganlığını ve boşluğunu gösteren bir sinyal gibi... Rutinin dışına çıkan anlatılarda bu söylemin kırılganlığı hissedilir, boşluğu görülür. Bu durum, toplumsal travmalar meselesi üzerinden anlaşılır. Travmanın kuşaklararası aktarıldığı ve her yeni kuşakla birlikte büyüyüp kemikleştiğini biliyoruz çünkü.

Devletlerin af dilemesi, kolektif bir sorumluluk duygusu üretir. Bağışlanma talebiyle birlikte gelen taahhütlerin harekete geçirici bir etkisi olur. Özür dileyen bir toplumun, bağışlanmasının koşulu, olan bitenlerin tekrarlanmayacağına dair verdikleri sözdür. Bu söz sorumluluktur ve eylem gerektirir. Bugün yaşayanlar, üstü kapatılan travmaları kendi üstüne aldığında, geçmişte utancın kaynağı olan ötekiler adına af dileyebilir. Bu sorumluluk alındığında, ötekilerin acısı hakkında utançla dolarız. Şimdiki zamanda yaşayan "biz" ve atalarının miras bıraktığı travmalarla yaşayan "ötekiler" arasındaki barışma, onların acı dolu yükünü fark edince mümkün olur. Affetmek de bu barışmayla birlikte gerçekleşir. Atalarının yaptığına tanıklık yapmak, kabul etmek ve yapılanların kabul edilemez olduğunu söyleyerek özür dilemek, şu demektir: Bu devletin bir parçası olarak ben, sizlerden af diliyorum çünkü böyle bir toplumsal kimlik istemiyorum, geçmişte yapılanları onaylamıyorum ve size yapılanları telafi etmek istiyorum. Bu noktada, evrensel etik kurallarını referans alan ideal bir kimlik tahayyül ettiğimizi ve o etik kimliğe ulaşma yolundaki iyi niyetimizi de beyan etmiş oluruz. Tüm yüzleşmeler ve tanıklıklardan sonra barışma nasıl gerçekleşir? Elbette taahhütlerin yerine getirileceğini ötekilere ispat edince… Onların güvenini kazanıp, özrümüz kabul edildiğinde (Ahmed, 2015). Bu özrün resmî olması, utancın kolektifliğini ve tanıklığı meşrulaştırır. Resmî özür, hem yeni bir kamusal ahlâkın inşa olacağı teminatını verir, hem de ulusun azınlıklara yönelik genel iyi niyetini yansıtır. Çektikleri acılar küçümsenen veya anlattıklarının gerçekliğinden şüphe edildiği hisiyle yaşayan mağdurlar için, faillerin yaşananları doğrulayan ifadeler vermesi iyileştiricidir. Hakikat, nitel ve nicel belgelemeler ile kamusal bir bilgi haline gelmelidir. Toplumsal onarım ritüelleri, toplumun geçmişindeki hak ihlallerini ortaya çıkarma ve kınama için kamusal bir etik alan sağlar. Böyle bir süreç, travmatize toplum ve tek tek üyeleri için sağlıklı bir yas ve iyileşme sağlayarak barışı getirir.

Tanıklık yönteminin ilk defa geliştirildiği Şili'de; insan hakları avukatları, hak ihlallerine maruz kalanların şahitliklerini almış. Ulaşılabilen her maduniyet öyküsü olabildiğince ayrıntılı yazılmış, anlatılmış… Ta ki, son halini alıp, bellekteki boşluklar kapanana kadar… Tanıklık metni toplum için bir kapanış töreni haline gelmiş, olan bitenin teşhiri ve kabulü ile simgesel olarak travma zapt edilmiş ve madun olanların ellerine bırakılmış... Şili'deki diktatörlük döneminin ünlü işkence merkezi Santiago Futbol Stadyumu'nda, toplumun önünde simgesel bir arınma töreni yapılmıştır. Yeni yönetim, canlı bir seyirci kitlesi önünde özür konuşması yapmış, ardından direniş temsilcileri konuşmuş, ölenleri anmakla ilgili geleneksel Mapuche töreni yapılmıştır (Walaza, 2015: 55). Bu ritüel ile tanıklık, özür ve onun kabulü gerçekleşmiş, simgesel mekân geçmişin kötülüklerinden arındırılmıştır. Bu ritüelin ardından stadyumun tekrar futbol için kullanılabilecek olması, gelecekteki barışın ve uzlaşmanın simgesidir. Tören, yapılandırılmış yeni bir anlatıyla kaostan çıkışı temsil eder, katılımcılar için geçmişte çekilen acılara dair kendi içlerinde bir onarım hissi sağlar. Babanın beceremediği ve batırdığı durumun, çocukları tarafından düzeltilmesinin gururudur bu.

Resmî düzeyde af dilemenin reddi, kişilerin utancını daha da yoğunlaştırır çünkü utanmazlıktan da utanılır. Kişi, kolektif kimliğiyle özdeşleşmesine engel olan bir hükümete direnerek ve onunla mücadele ederek utancın yerine gururu geçirecektir. Sivil grupların yaptığı itiraflar, hükümete senin yerine ben yapıyorum ve bu seni daha da kötü gösteriyor mesajını verir (Ahmed, 2015). Burada bir utanma arzusu vardır. Çünkü utanıldığında tarih tarafından ideal bir ulus olarak yargılanma isteği gösterilir. Tüm bunlar olmadığında ne olur? Geçmişteki zulüm hakkında bilgi olmasına ragmen, bu bilginin reddi ne anlama gelir? Bugün baktığımızda, resmî özür ve af süreçlerinin genellikle işlemediğini, devletlerin gerçeği kabullenmede isteksiz olduğunu veya samimiyetsiz yollar kullandığını görüyoruz. Yok saymak, görmezden gelmek ve bastırmak, yaranın iyileşmesini engeller. Geçmişteki yas tamamlanmadığında, eski sorunların ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız (Volkan, 1999).

Arendt, geçmişte yapılanları bozacak nitelikte insani bir güç olarak gördüğü affetme kapasitesinin ancak söz verme ile yan yana bulunduğunda bir nitelik kazanacağını söyler (2015). Samimi bir özür; utanç, pişmanlık ve suçluluğu temsil eder ve topluma gelecek için barış vaat eder. Bu kapanmamışlık ve vaat edici doğası özrü zorlaştıran dinamiktir. Özür dilemek performatif bir edimdir ve birtakım taahhütler gerektirir (Ahmed, 2015). Devletlerin özür dilemekten, "utanıyoruz" demekten kaçınmalarının sebebi, ardından yerine getirilmesi gereken taahhütlerdir. Özrün samimiyeti, adalet, tazmin etme ve uzlaşma ile kanıtlanabilir. Geçmişi kapatan örtü bir kere çekilmiş, yaşanılanlar artık teşhir olmuştur. Toplumun arınabilmesi ve utancının bitebilmesi için, o toplumu temsil eden hükümetin, failleri ya da sembolik failleri adalet önüne çıkarması gerekir. Adaletin sağlanması, affetme sürecinde önemli bir ilkedir. Af, hesap verilebilirlik şartıyla gelir. Çünkü affetmek, en başta da söylediğim gibi mazur görmek, göz yummak değildir. Hele unutmak hiç değildir. Af geçmişle barışarak orada olanları telafi ederken, söz vermek geleceğin tekinsizliğine ve kaotikliğine karşı bir düzenleyici olur. Böylece affetme ve söz vermenin bir aradalığı bugün ile dün arasında sağlam bir doku oluşturur.

Ceylan Akgün / Birikim

24 Mart 2019 Pazar

Ekonomik Krizleri Anlama Rehberi


Enflasyon
Enflasyon en basit tanımıyla fiyatlar genel düzeyinde ortaya çıkan sürekli artış demektir. Bu basit tanımı ayrıntılarıyla bir kez daha ortaya koyalım: (1) Ele alınacak olan fiyatlar genel düzeyidir. Yani tek tek fiyat artışları enflasyon olarak tanımlanamaz. (2) Fiyatlar genel düzeyinin sürekli bir artış içinde olması gereklidir. Yani, bir veya birkaç malın fiyatının sürekli artış göstermesi, ya da bütün malların bir defa artış göstermesi enflasyon değildir.

Kaynaklarına göre sınıflandırıldığında iki çeşit enflasyon vardır: (1) Talep Enflasyonu, (2) Maliyet Enflasyonu. Toplam talep düzeyinin arzı aşarak sürekli fiyat yükselmesine neden olması halinde talep enflasyonu ortaya çıkar. Bir başka deyişle talep enflasyonu tüketim harcamalarındaki artıştan, bu da genellikle para arzının yükselmesinden kaynaklanır. Üretimde girdi olarak kullanılan mal ve hizmetlerin maliyetlerinde ortaya çıkan artışlar sonucunda fiyatların sürekli artış içine girmesi halinde ise maliyet enflasyonu meydana gelir. Maliyet enflasyonu, ücret-gelir çekişmesi, yerli ve ithal girdi malları (petrol gibi) fiyatlarının yükselmesi gibi nedenlerle oluşur.

Deflasyon
Deflasyon en kısa tanımıyla fiyatlar genel düzeyinde sürekli düşüş halidir. Bu durumda paranın satınalma gücü yükselir. Burada dikkat edilmesi gereken konu fiyat düşüşünün genel olması ve süreklilik göstermesidir. Bir başka ifadeyle bir ya da iki malın fiyatının düşmesi ya da bütün malların fiyatının bir defaya özgü olarak düşmesi deflasyon olarak tanımlanamaz. Yılbaşında eğer 100 TL’ye alınan malların aynısını yılsonunda 90 TL’ye alıyorsanız o zaman paranızın satınalma gücü artmış demektir.

İlk bakışta olumlu bir ekonomik durum gibi görünen deflasyon aslında enflasyondan çok daha önemli bir ekonomik krizin ifadesidir. Japonya oldukça uzun süreli bir deflasyonist dönem yaşamıştır.

Deflasyonist eğilimler devam ederse üretici üretimden vazgeçer ve bu kez ekonomi büyüyememe kriziyle karşı karşıya kalabilir. 2008 yılında başlayan küresel kriz (büyük resesyon) birçok ülkede deflasyonist eğilimlerin doğmasına yol açmış ve birçok ülke bu sorunu aşabilmek için talebi, yani tüketimi canlandırmaya yönelik genişletici maliye ve para politikası uygulamak zorunda kalmıştır.

Resesyon
Resesyon ekonomide küçülme halidir. Bununla birlikte ekonomide bir çeyreklik dönemde yaşanacak bir küçülme hali resesyon olarak tanımlanmamaktadır. Genel olarak ekonomik faaliyetlerin daralması, küçülmesi olarak ifade edilse de son yıllarda çok daha spesifik bir tanımlama getirilmiştir. Buna göre eğer bir ekonomide üst üste iki çeyrek GSYH küçülmesi yaşanmışsa o ekonomide resesyon söz konusu demektir.

Resesyon bazı hallerde iki çeyrek sonrasında sona erebileceği gibi bazı hallerde daha uzun süreli olabilir. Bir ekonominin resesyondan iki çeyrek sonunda çıkmasına V tipi çıkış, daha uzun bir sürede çıkmasına ise U tipi çıkış adı veriliyor. Eğer ekonomi resesyondan çıkışa geçtikten sonra yeniden küçülmeye girmişse o zaman da buna W tipi resesyon ya da çift dipli resesyona adı veriliyor.

2008 yılında başlayan küresel krizde çeşitli ülkelerde resesyon tiplerinin hemen hepsiyle karşılaşıldı. Örneğin Türkiye V tipi resesyon yaşadı. Buna karşılık İngiltere’nin küresel krizde yaşadığı küçülme W tipine daha yakın bir resesyondur.

Depresyon
Bir ekonomide ekonomik faaliyetlerin uzun süreli olarak aşağı yönlü olması depresyon olarak adlandırılıyor.

Depresyon ile resesyonu birbirinden ayıran iki önemli nokta vardır: (1) Resesyon ekonomik faaliyetlerde daha kısa süreli bir küçülme halidir. Genellikle iki çeyrek ile birkaç yıl arasında sürer. Depresyon daha uzun süreli bir çöküşü ifade eder. Örneğin İngiltere ve ABD’de Uzun Depresyon (1873 – 1896) neredeyse çeyrek yüzyıl sürmüştür. ABD’de Büyük Depresyon (1929 – 1933) 5 yıl sürmüştür. (2) Resesyonda GSYH küçülmesi daha düşük düzeydedir. Bazı iktisatçılara göre GSYH’daki küçülmenin depresyon olarak kabul edilmesi için yüzde 10 dolayında bir küçülme olması gerekir.

ABD’de Büyük Depresyon süresince GSYH neredeyse yarı yarıya düşmüştür. 1929’da 103,6 milyar dolar olan GSYH, depresyonun son yılı olarak kabul edilen 1933 yılında 56,4 milyar dolara gerilemişti.

Stagflasyon
Bir ekonomide enflasyon olgusu yaşanırken ekonomi büyümüyorsa o ekonomide stagflasyon (enflasyon içinde durgunluk) hali var demektir.

1974 yılında yaşanan petrol şoku birçok ülkede stagflasyon olgusunun ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Ekonomik krizlerin başa çıkılması zor olanlarından birisi budur. Eğer ekonomi enflasyon içinde büyümeye devam etse bir miktar büyümeden fedakarlık ederek enflasyonu düşürmek daha kolay olabilirdi. Oysa stagflasyonda bir yandan enflasyonla mücadele edecek bir yandan da ekonomiyi canlandıracak bir ekonomi politikası biçimlendirmek gerekir ki bu çok kolay bir iş değildir. Çünkü bu iki politika genelde birbiriyle çelişen politikalardır. Bu durumda iki hedefi de tutturamayacak bir politika arayışı içine girmektense bir seçim yaparak önceliği bu iki hedeften birisine vermek daha uygun olabilir.

Slumpflasyon
Bir ekonomide enflasyon olgusu yaşanırken ekonomi küçülüyorsa o ekonomide slumpflasyon (enflasyon içinde küçülme) hali var demektir.

Ekonomik krizlerin en zoru budur. Çünkü burada bir yandan enflasyonu düşürmeye uğraşırken bir yandan da ekonominin küçülmesini önce durdurmaya sonra da büyümeye döndürmeye yönelik bir ekonomi politikası uygulamak gerekmektedir. Makroekonomik hedeflerin ve politika araçlarının birbiriyle çelişkisi en fazla burada ortaya çıkar. Bir yandan enflasyonu düşürmek, bir yandan büyümeye geçmek, bir yandan bunlara eşlik etmesi büyük olasılık içinde olan işsizlik artışını engelleyip istihdamı artırabilmek birbiriyle çelişen hedeflerdir.

Kriz hallerinin kötüden daha az kötüye sıralanması
Buraya kadar anlattığımız krizlerin en kötüden daha az kötüye doğru sıralanması şöyledir: 1.Slumpflasyon, 2.Depresyon, 3.Resesyon, 4.Deflasyon, 5.Stagflasyon, 6.Enflasyon

Bu sıralamada uygulanacak ekonomi politikasının zorluğu dikkate alınmıştır. En zor politika slumpflasyon için oluşturulacak politikadır. Çünkü bir yandan ekonomik küçülmeyle bir yandan da enflasyonla mücadele etmek gerekecektir ki bu iki mücadelede kullanılacak araçlar çoğu kez birbirinin aleyhine çalışır.

Bunların bir bölümü çoğu kez bir arada olabilir ya da zaman içinde birinden ötekine dönüşbeilir. Örneğin slumpflasyonda enflasyonla resesyon birlikte görünür. Başlangıçta resesyon olarak başlayan bir kriz derinleştikçe depresyona dönüşebilir. Enflasyonla büyüme bir arada giderken büyümenin durmasıyla birlikte stagflasyon ortaya çıkabilir.

Ekonomik krizlerle mücadelede ekonomi poitikası
Ekonomik krizlerle mücadele için çeşitli ekonomi okullarının farklı görüşleri vardır. Örneğin Keynesyen ekole bağlı iktisatçılar resesyonun toplam talepteki yetersizlikten kaynaklandığını düşünürler ve o nedenle de kamu harcamalarının artırılması yoluyla maliye politikası önlemlerine ağırlık verilmesini önerirler. Resesyon konusunda aynı yönde yani talep yetersizliği yönünde teşhis koyan Monetaristler ise para arzının genişletilmesinin daha doğru olacağı görüşünü ileri sürerler. Arz yönlü ekonomi okulu üyesi iktisatçılar konunun arz yetersizliğinden kaynaklandığını ve o nedenle arzı artıracak biçimde vergi indirimleri uygulanmasını önerirler.

Ekonomik krizlerde hangi ekonomi politikasının seçilip uygulanacağı konusu krizin çeşidine, derinliğine ve ülkenin ekonomik ve sosyal koşullarına yakından bağlıdır. Bazı hallerde maliye politikası bazı hallerde para politikası bazı hallerde heterodoks ekonomi politikası araçlarının devreye sokulması gerekebilir. Bazı hallerde bu politikaların hepsini bir arada birbirini destekleyecek biçimde uygulamak gerekebilir.

Öte yandan bu gibi ekonomik krizlerde beklentilerin olumsuz görünümden olumlu görünüme çevrilebilmesi de büyük önem taşır. Bu gibi durumlarda beklenti yönetimi etkin bir politika aracı olarak kullanılabilir.

www.mahfiegilmez.com

14 Mart 2019 Perşembe

Türkiye'de deizm tartışması: Muhafazakar gençlik dinden uzaklaşıyor mu?

Selin Girit BBC Türkçe,
İstanbul 20 Nisan 2018



Merve bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni. 20'li yaşlarının sonlarında. Kendisini agnostik olarak tanımlıyor. "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, beni çok da ilgilendirmiyor artık" diyor.

Merve'yle ilk olarak Beyoğlu'nda bir kafede buluşuyoruz. Kırmızı bir başörtüsü takıyor. "Beni Müslüman olarak tanımlayan tek şey bu başörtüsü artık," diyor. Gerek ailevi nedenlerle gerekse yaptığı işten ötürü başörtüsünü çıkarmadığını söylüyor. "Belki 1-2 yıla başörtümle de vedalaşabilirim ama şimdi buna gerek duymuyorum" diyor.

Merve'nin babası imam. Muhafazakar bir aileden geliyor. İmam-Hatip lisesi mezunu. İlahiyat Fakültesi'nde okumak istemediği için, bari öğretmen olayım diyerek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği üzerine eğitim almaya karar vermiş. Dinle ilgili araştırmalarının ve kendi tabiriyle "bilinçlenmesinin" de o döneme denk geldiğini söylüyor:

"Benim radikale kaçan bir Müslümanlığım vardı. Daha birkaç yıl öncesine kadar erkeklerle tokalaşmazdım bile. Kendimi Müslüman olarak tanımlıyor, hayatımı o şekilde yaşamaya çalışıyordum.

"Beş vakit namazımı kılıyordum. Nafileleri yerine getirmeye çalışıyordum. Orucumu tutuyor, Kuran okuyor, ilmihal bilgileri olsun, hadis olsun o tarz şeyleri tamamlamaya çalışıyordum. Tefsir, hadis derslerine gidiyordum."

'Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı'

Merve dinle ilişkisinin yıllar süren bir sorgulama sonucunda değiştiğini, belli başlı kırılma noktaları yaşadığını -zaman zaman gözyaşları içinde- anlatıyor:

"Ben öğretmen olmak hiç istemedim. Ama bir şekilde öğretmen oldum, atandım. O beni çok yıktı. Millet sevinçten ağlar, ben üzüntüden ağlamıştım. Tercihleri yaparken ağlıyordum ve dua ediyordum öğretmen olarak atanmayayım diye. Tamamen Allah'a bırakmıştım.

"Atanmayacağıma o kadar yürekten inanmıştım ki, olduğunda beni tepetaklak etti. Hayatım altüst oldu. Güvendiğim, inandığım o ilahi konumdaki şey sarsıldı. İlk şüphelerim öyle başladı açıkçası.

"Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı, ama artık sığınamayacağımı, dualarımın ne kadar istesem de kabul olmayacağını net bir şekilde görmek düşüncelerimi çok sarstı."

Bütün bu süreç Merve için hiç de kolay geçmemiş. Çevresinden, arkadaşlarından uzaklaşmış. Dertlerini, kafasını kurcalayan soruları ailesiyle konuşamamış. Giderek yalnızlaşmış. Bir sabah, büyük bir depresyonun kucağında uyanmış. Saatlerce ağlamış. Bari dua edeyim demiş. Sonrasını şöyle anlatıyor:

"İçimden Tanrı'yla konuşmaya başladım. 'Bak ben bu haldeyim, bana bir çıkış yolu ver.' Ama onu söylerken fark ettim. Dua ettiğimde bir muhatabım var mı yok mu şüphedeyim, diye düşündüm. Dedim ben bugün ya delireceğim ya intihar edeceğim.

"Sabah uyandım. Sanki o gün, o gece hiç yaşanmamış gibi. Sonra oturdum düşündüm. Dedim ben artık inanmıyorum resmen. İmanın şartlarını düşündüm. Dedim, ben inanmıyorum ya cennete cehenneme."

Merve ilk önce dua etmeyi bırakmış. Ardından namaz kılmayı. Oruç tutmaya ise daha bu yıl son vermiş. Ailesi hala bu yaşadıklarını bilmiyor.

'Bir erkeğin karşısına ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahathem çok tuhaf hissettim'

Merve'yle evinde yeniden buluştuğumuzda bizi başı açık bir şekilde karşılıyor. Aramızda "namahrem" tabir edilebilecek bir erkek de var. Artık evde başörtüsü takmamaya karar vermiş. O süreci de şöyle anlatıyor:

"Dedim ki ben Tanrı'yı, dini inkar edeceksem bu örtüyü de çıkarmam lazım. Ama bunu yapamayacağımı fark ettim. Din kültürü öğretmeniyim. Bu yapılabilir belki ama ben yapamam. Ya öğretmenliği bırak ya da bu konuyu hallet. Şu an başımı açamayacağım dedim.

"Sonra dedim benim evime sucu geliyor, tamirci geliyor, yemek siparişini getiren adam geliyor ve ben onların karşısına çıkarken de başıma ufacık da olsa bir şey alıyorum. Niye bunu yapıyorum? Artık bunu yapmamaya karar verdim.

"Bir erkeğin karşısına bilinçli bir şekilde ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahat hissettim, hem de çok tuhaf. Ama şimdi çok rahatım. Çünkü ben kendimi artık böyle tanımlıyorum.

"Ders verirken bazen çocuklar sorular soruyorlar. Öğretmenim başörtüsü takmak gerçekten gerekir mi, ben büyüdüğümde saçım görünürse günah olur mu? Şu an ona karar vereceğiniz bir durum yok, 18 yaşına gelin ne isterseniz yaparsınız diyorum. Böyle cevap vermek beni rahatlatıyor."

Bahçeli 'Utansınlar', Erbaş 'Sapık' demişti
Türkiye son birkaç haftadır muhafazakar gençliğin dinden uzaklaşıp uzaklaşmadığını, deizme ya da ateizme bir yöneliş olup olmadığını tartışıyor.

Tartışma, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. İhsan Fazlıoğlu'nun bir panelde yaptığı konuşma üzerine alevlenmişti.

Fazlıoğlu, "15 Temmuz'dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü, deist bile değil tanrı tanımaz (ateist) öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular" demişti.

Bunun üzerine Mart ayında Konya'da yapılan bir çalıştay haberi yeniden gündeme gelmişti.

Haberde, Konya Milli Eğitim Müdürlüğü'nün "Gençlik ve İnanç" konulu bir çalıştay düzenlediği, imam hatip öğrencilerinin dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle deizme kaydığı ve ders materyallerinin çocuklara uygun olmadığı sonucuna ulaşıldığı yazılmıştı.

MHP lideri Devlet Bahçeli bu tespiti eleştirmiş, "Türk gençliğine ateizmin bir önceki istasyonu olan deizm karası çalanlar, yüzleri varsa utansınlar" diye konuşmuştu.

Ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, partisinin grup toplantısındaki konuşmasının sonunda Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz'ı kürsüye çağırdığı görülmüş ve burada bu haberlere yönelik tepkisini dile getirdiği ileri sürülmüştü.

Bakan Yılmaz, daha sonra söz konusu çalıştayın bilimsel olmadığını belirtmiş, bakanlık da çalıştayın kendi bünyelerinde değil İKDAM Eğitim Derneği ve Uluslararası Öncü Eğitimciler Derneği tarafından gerçekleştirildiğini belirtmişti.

İKDAM'ın internet sitesinde yapılan açıklamada ise çalıştay sonrası hazırlanan bildiride iddia edildiği gibi gerek İmam Hatip Liseleri'nde gerek diğer liselerde deizmin yayıldığı ifadesinin yer almadığı savunulmuştu.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da gençlerde deizm ve ateizmin yaygınlaştığı iddialarına ilişkin, "Bizim milletimizin hiçbir ferdi böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın," diye konuşmuştu.


İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Hidayet Aydar: Diyanet İşleri Başkanı ne desin?

"'Allah var ama etkisizdir' anlayışı İslam kültüründe de ortaya çıktı"
BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Hidayet Aydar, deizmin bir felsefi akım olduğunu, ön plana çıkışının 17'inci yüzyıla denk gelmesine karşın kökenlerinin Yunan felsefesine dayandığını söylüyor.

"Deizmde şöyle bir Tanrı anlayışı var: Tanrı var ama hayata karışmaz. Yaratan biri var, her şeyi yaratmıştır ama yarattıklarına karışmaz. İnsanlar kendi hayatlarını kendileri düzenlerler.

"Mesela İslam kültüründe de şunlar tartışılmış: Tanrı var ama Tanrı'nın durumu nedir? Tanrı neye benzer, bir varlığa benzer mi? Kuran-ı Kerim diyor ki Allah hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de Allah'a benzemez.

"Ancak 'Allah var ama etkisiz bir varlıktır, her şeyi insan kendisi yapar,' düşüncesi İslam kültüründe de ortaya çıkmış. Bunların ortaya çıkışı da hicri ikinci asra kadar, yani miladi sekizinci asra kadar gidebiliyor."

Aydar, Diyanet İşleri Başkanı'nın deizmle ilgili yaptığı açıklamanın da yanlış anlaşıldığı görüşünde:

"Deizm İslam'ın pek çok değerini reddediyor. Kitabı, peygamberi reddediyor. Ölümden sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi, meleği reddediyor. Bunlar imanın esasları. İmanın altı esası var. Deizm sadece birini kabul ediyor. O da Allah'ın varlığı. Geri kalan esasların tamamını inkar ediyor. Diyanet İşleri Başkanı ne desin?

"Sapkınlık derken, İslam'ın çizgisinden sapma anlamında. Yani kast ettiği şey İslam bir çizgiyse, deizm, ateizm ve benzeri bazı düşünceler o çizgiden sapmadır, o anlamda. Yoksa hakaret anlamında sapkınlık veya sapıklık diye değerlendirmek doğru olmaz."

Prof. Aydar, muhafazakar gençlik nezdinde deizme kayış olduğu yönündeki değerlendirmelere ise kendi gözlemlerine dayanarak katılmadığını söylüyor:

"Bugün dünya eski dünya değil. ABD'de biri öksürse sesini biz burada duyuyoruz. Avrupa'nın uzak bir beldesinde bir kuş uçsa biz bunu hissediyoruz. Tabii ki küresel bir etkileşim var. Ama emin olun ki bizim gençliğimizde, ilahiyat gençliğinde, en azından ben kendi üniversitemi söyleyebilirim, öyle bir şey asla söz konusu değildir."

Ateizm Derneği'nden Atik: Ateist imamlar ve müezzinler var
Ancak Türkiye'nin ilk ve tek ateizm derneği, bu tespite katılmıyor. Ateizm Derneği'nin yönetim kurulu üyelerinden Şaner Atik, ateistler arasında imamlar ve müezzinler de olduğunu söylüyor. Ancak bu insanların farklı nedenlerle açıkça ateist olduklarını söyleyemediklerini savunuyor:

"Türkiye'de bugün 'ateistleri ne yapmak lazım' diye bazı televizyon kanallarında programlar yapılıyor. Hemen keseceksin bunları falan diyorlar. İzleseniz kanınız donar. 'Yaşatmayacaksın bunları, bunlar insan değil' diyorlar. 'Çocuğum ateist olsa evlatlıktan reddederim, doktora götürürüm' diyenler var. Hal böyleyken ben ateistim demek cesaret isteyen bir şey.

"Bizim görüştüğümüz ateist imamlar, müezzinler var. Kara çarşaflı olan insanlar var ateist, deist türbanlılar var. Neden böyle olmak zorundasın, neden takmak zorundasın türbanı, diye soruyoruz. Mahalle baskısı, aile baskısı diyorlar. İfade edemiyorum ben kendimi diyorlar.

"Ateist imamlar, 'Ben işimi değiştirmeliyim ama bunu nasıl yapacağım bilmiyorum,' diyorlar. Ben her gün acı çekiyorum, ıstırap çekiyorum diyorlar. Ama bir yandan da para kazanmaları, ailelerini geçindirmeleri gerek. Çok büyük sıkıntılar yaşayan insanlar var."


Ateizm Derneği üyesi Okan Akyüz de internet ve sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla, kendi tabiriyle "aydınlanan" insanların sayısının da arttığını söylüyor.

"Bizim kuşağımız yeterince kaynaklara ulaşabiliyor. Ne kadar yasaklansa da, kitaplardan kaldırılsa da Darwinizm'i gidip internetten okuyabilirsiniz. Kişisel aydınlanmanız önünde bir engel yok.

"Zaten sadece Türkiye'de değil, dünya genelinde de açıkça ateist olduğunu söyleyen insanların sayısı düşük. Ateist cemaatlerde bir araya gelen arkadaşlar dünya genelinde yüzde 5 gibi bir oranda."

Bugün Türkiye'de ateizm derneğinin 200-210 civarında kayıtlı üyesi bulunuyor. Ancak Şaner Atik, tanrı tanımazlığın çok daha büyük kitlelere yayıldığı kanaatinde.

Atik, bunda 16 yıldır iktidarda olan hükümetin yüzlerce imam-hatip okulu açarak, bu şekilde kendi dindar gençliğini yaratma çabasının da etkili olduğunu savunuyor.

"İnsanları neye zorlarsanız, insanlar ondan kaçar. Ondan soğur. O baskı gençleri bana neyi dayatıyorlar, neymiş bu diye sorgulamaya itiyor. Bunun etkisi çok büyük.

"Önce Tevrat deşifre oldu, sonra İncil deşifre oldu. Şimdi de Kuran deşifre oluyor. Deşifre oluyor dinler. Bunların masal, hikaye, rivayetten oluştuğu, tarihsel olduğu, sadece kendi dönemine hitap ettiği, belli bir bölgeye hitap ettiği, o bölgede bir yönetim oluşturma çabasıyla ortaya atılan fikirler olduğu artık iyice deşifre oldu."

IŞİD sempatizanlığından ateizme giden yol
Anadolu'da bir kentte bulunan Bekir, muhafazakar yapıdaki bir üniversitede bir ilahiyat fakültesi öğrencisi.

20'li yaşlarının başındaki Bekir, imam-hatip lisesi mezunu ve aynı zamanda medrese eğitimi diye tabir edilen dini eğitimi de almış. Yakın bir tarihe kadar radikal İslamcı akımları, IŞİD ve El Kaide benzeri örgütleri sempatiyle izliyormuş.


Pakistan'da bir medresede eğitim gören çocuklar

Bekir bugün kendisini ateist olarak tanımlıyor.
"Lise 3'te medrese eğitimi de alıyorduk ve medresede olan bir arkadaşım vasıtasıyla girdim ben deizm ve ateizm muhabbetine. O da aynı şekilde radikal İslam'dan yana olan bir insandı, kendi çabalarıyla, yabancı kitapları okumaya başladı.

"Deizmi ilk o anlattı bize. İslam Peygamberinin insanlara davranışlarını, kendisine salavat getirtmesini, çok sayıda kadınla evliliklerini, Yahudileri öldürmesini, bir sürü konuyu daha eleştirmeye başladı arkadaş. Yavaş yavaş benim de kafama takılmaya başladı.

"Önce İslamiyet'i mantığa dayandırmak istiyorduk. İttire kaktıra baktık olmuyor. Sonra mantık olarak yorumlamaktan çıkarttık, Tanrı'ya inanmaya başladık sadece, deist olduk yani."

Bekir, ilahiyat fakültesine geldiğinde hala deist olduğunu, namazı, orucu bıraktığını, ancak daha sonra Tanrı'nın varlığını da sorgulamaya başladığını ve ateizme yöneldiğini söylüyor. Bekir'in ailesi halen bu düşüncelerini bilmiyor:

"Aileme ben ateist olduğumu söyleyemem. Babam başında takkeyle gezen bir adam. Annem günde yedi vakit namaz kılar. Beş vakit, üzerine kuşluk namazı, bir de gece namazı. Gerçekten muhafazakar bir aile yapımız var. Söyleyemem. Söylesem soğuma olur.

"Dinden uzaklaşmaya başlayınca depresyona sürüklendim. Çünkü çevreye karşı yabancılaşma duygusu oluşuyor. Ben medrese ortamındaydım. Namaz kılarken ya da her Muhammed'in ismi anıldığında salavat getirilirken kendi kendime şüphe duymaya başladım. Ne oluyor bana diyordum ben bazen, nereye gidiyoruz?"

Bekir, dine yüz çevirmesinde mevcut hükümetin ve icraatlarının da etkisi olduğunu söylüyor.

"Ben bu hükümete destek veren bir insandım. Hükümete desteğimin nedeni biraz daha hümanist davranmasıydı o zaman. Ama her baskı kendi isyancısını doğurur. Bizim üzerimizde baskı kurmaya çalıştıkları zaman biz de ister istemez tepki veriyoruz.

"Bugünkü dünya sisteminde çoğunlukla sağ partiler iktidarda. Daha çok dini savunan, din kisvesi altında insanları yolan sistemler var. Türkiye için değil başka ülkeler için de geçerli. Hükümetler dini sömürüyor. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı geçen sene en çok bütçe ayrılan ikinci kurumdu sanırım."


Çocukları başlarını örtmeye zorlamak tartışmalara yol açan bir konu. Fotoğraf 2004 yılında, Saddam sonra Bağdat'tan

'Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu'
Leyla, 20'li yaşlarının sonunda. Muhafazakar ailesini geride bırakmak ve 11 yaşındaki kızına kendi yaşadıklarını yaşatmamak için Avrupa'da bir ülkeye yerleşmiş. Leyla hiçbir dine inanmadığını, kendisini deist olarak ifade ettiğini söylüyor.

Leyla'nın ailesi o beş yaşındayken keskin bir dönüşüm geçirmiş. Liberal bir aileyken, radikal bir dönüşle İslamcı bir aileye evrilmişler. Ailesi, 11 yaşındayken başını kapamasını istemiş. Bu Leyla'da yıllar sürecek bir travmaya yol açmış.

"Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu. Sokakta öyle davranıyorlar, hanımefendi diyorlardı. Ama ben daha bir çocuğum ve bana çocuk diye seslenmelerini istiyorum.

"Bir gün dışarı çıkmak istemiyorum çünkü paten kayacağız. Paten kaymaktan utanıyorum, tuhaf görünüyorum çünkü. Küçük bir çocuğa büyük bir elbise giydirilmiş gibi, cüce gibi hissediyorum kendimi.

"Sadece başörtüsü takmamı da istemiyorlar. Uzun ceket giydiriyorlar. Ben karşı çıkmıştım. Babam da 'Sen örtünden utanıyor musun, kimliğinden utanıyor musun?' diye feci bir kavga etmişti benimle."

Leyla, 17-18 yaşına geldiğinde dini yumuşatarak yaşamaya başlamış. Özellikle kadınlara yüklenen sorumluluk ile erkeklere yüklenen sorumluluğun farklı olması kafasını çok kurcalamış. "Bir yaratıcı varsa nasıl olur da yarattığı her canlıya eşit hak tanımaz?" diye sorgulamaya başlamış.

Önce pardesüyü çıkarmış, sonra kot pantolon giyip başını örtmüş, sona örtü biraz biraz arkaya kaymaya başlamış ve nihayetinde de üniversite okumak için gittiği Avrupa'da bir gün bakkala giderken başını açıvermiş. Ondan sonra da bir daha başörtüsü takmamış.

Leyla'nın babası halen kendisinin deizme kaydığını bilmiyor. Babası öğrenirse, "Ablan üniversiteye gitti de açıldı, sen de açılırsın" diyerek kız kardeşini üniversiteye yollamamasından endişe ediyor. "Ben kendi yoluma gittim diye kardeşime baskı yapmasını istemem" diyor.

Leyla bugünkü düşüncelerini şöyle açıklıyor:

"Bence dünya deizme kayıyor. Semavi dinler yürürlüğünü benim neslimde kaybettiler. Ne Hristiyanlık ne Yahudilik ne Müslümanlık götüremiyor kendini artık. İnsanlar bir dine bağlı olmak istemiyorlar.

"Ama Tanrı'yla da bir kavgaları yok. Tanrının varlığı ya da yokluğu onları rahatsız etmiyor. Bir yaratanın olması beni rahatsız etmiyor. Birçok arkadaşım için de durum böyle. Ama dinin varlığı sana bir sorumluluk yüklüyor. İbadet etmeni istiyor. Bazı şeyleri yapmamanı istiyor. Senin doğru insan anlayışının dışında bir kimlik sunuyor sana. Ama Tanrı'nın varlığı sana bunu sunmuyor.

"Bence deizme kaymanın asıl sebebi bu: İnsanlar artık bireysel. Toplum adına şekillenmiyor, kendi bireyselliğiyle şekilleniyorlar. Deizm sana bireyselliğini veriyor, ama din bireyselliğini alıyor.

"Ben Tanrı'dan beni yaratmasını talep etmedim. Tanrı da benden varlığımın karşılığında hiçbir şey talep edemez. Kuşlar ağaçlar gibi yaşama hakkım var. Tek sorumluluğum diğer hiçbir canlıyı taciz etmemek."

'Sartre'nın Bulantı romanı gibi'
Ömer, 30'lu yaşlarının başında. 15 Temmuz'dan birkaç ay sonra KHK'yla görevinden ihraç edilen bir kamu çalışanı. Evli ve çocuklu. Halen çalışmıyor.

Ömer Sünni, dindar, muhafazakar ve siyasi olarak da önceleri Milli Görüş, sonra AKP çizgisinde konumlanan bir ailede büyümüş.

Kendisini birkaç yıl öncesine kadar dindar olarak tanımladığını, dini cemaatlerle bir ilişkisi olmamasına karşın onlara sempatiyle baktığını, şu an ise hepsinden nefret ettiğini söylüyor.

Kendisini deist olarak tanımlamıyor, ama inancını kademeli olarak yitirmeye başladığını anlatıyor.

Kendisinden dinleyelim:

"Okumayı seven bir çocuktum; evde bulunan ve kimsenin okumadığı 'Peygamberler Tarihi', 'İslam Tarihi', 'Peygamberimizin Şemaili' gibi pek çok koca koca ciltli kitapları ortaokul döneminde okuduğumu hatırlıyorum.

"Bu atmosferde namaz, oruç gibi ibadetlerini aksatmayan, günahlardan uzak durmaya çalışan, eğitim hayatında da başarılı olan bir genç olarak büyüdüm.

"Birkaç yıl önce dindar siyasi iktidarın bazı uygulamalarının doğru olmadığını düşünmeye, olaylara eleştirel yaklaşmaya başladım. Bu eleştirel tutumumun dozajı sürekli arttı. Zamanla kendiliğimden İslamcı yaklaşımla arama mesafe koymuş oldum.

"Yanlış hatırlamıyorsam namaz kılmayı 2014 ya da 2015'te, pek de üzerinde düşünmeden bıraktım. Oruç ya da Cuma namazı gibi ibadetlerimi bir süre daha devam ettirdim.

"15 Temmuz'un ardından görevimden ihraç edilmem ve çevremdeki dindar bildiğim insanların umursamazlığı ise benim için tam bir kırılma noktası oldu.

"Tanrı'yla ilgili, hareket tarzıyla ilgili düşünmeye başladım. Ciddi bir yabancılaşma yaşadım. Aslında Jean Paul Sartre'nın Bulantı romanında yaşananlara benzetiyorum yaşadığım süreci.

"Son bir yıldır, eskiden ezberlerime uygun olarak peşinen reddettiğim evrim teorisi gibi hususlar üzerine okumalar yapıyorum ve büyük bir pişmanlıkla bu içi boş dindarlığımı terk ediyorum.

"Kendimi deist olarak tanımlamıyorum. Böyle demek istemiyorum. Bir Müslümanım. Gelecekte, Allah ile olan ilişkimi İslam'ın özü temelinde doğru bir şekilde inşa etmeyi planlıyorum; tabii mümkün olursa.

"Arkadaş çevrem benimle çok benzer süreçler yaşıyor. Kayınpederim, ateist olmadan hayatını tamamlamak istemediğini ifade ediyor ki kendisi halen beş vakit namazlarını kılan bir hacıdır."

Bu haber için görüştüğümüz tüm deist, ateist ya da agnostiklerin isimleri kişisel tercihleri ya da güvenlik gerekçeleriyle değiştirilmiştir.

13 Mart 2019 Çarşamba

Fragile (Kırılgan)



kan akacaksa eğer, buluştuğunda et ve çelik,
akşam güneşinin ışıkları altında kuruyarak,
yarın yağmur yıkayacaktır tüm bu lekeleri,
aklımızda bir iz sonsuza dek kalacak
bu son sahne belki de perçinlemek içindir
bir ömür boyu süren bu kargaşada
şiddetin hiç bir şey kazandırmadığını
ve asla kazandırmayacağını
öfkeli bir yıldızın altında doğan biz insanlar
ne denli kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye