Translate

Çevre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2024 Perşembe

Balıklarımız!


Barbun Senegal'den geliyor.
Kalamar Hindistan'dan.
Ahtapot İspanya'dan.
Karides Endonezya'dan.
Lagos Mısır'dan.
Kalkan Romanya'dan.

Norveç'ten getirilen seyit balığını restoranlarda mezgit diye kakalıyorlar. Lüks otellerimizde yediğiniz kılıç şiş'ler aslında Çin'den ithal köpekbalığı… Mercan Gine'den. Sinarit Gana'dan. Her mevsim dilbalığı olmaz, bizde oluyor, çünkü mevsimine göre bazen Afrika'nın batısındaki Senegal'den, bazen Afrika'nın doğusundaki Somali'den geliyor. Yemek için değil, bakmak için olanları bile yurtdışından getiriliyor, mülteci ayaklarıyla sınırı geçen kamyon kasalarında süs balıkları yakalanıyor, Suriye Japonu deniyor. Karadeniz'de 26 balığın neslini tükettik, Marmara'da 125 balığın neslini kuruttuk. Midye Şili'den getiriliyor. Tekir Gabon'dan.

Üç tarafımız denizlerle çevrili, Türk havuzu denilen kendimize ait denizimiz var, denizi olmayan Konya'da Uşak'ta Diyarbakır'da tarla balıkçılığı yapıp, arazide levrek yetiştirmeye çalışıyoruz. Fas'tan Moritanya'dan orfoz getiriyorlar, Kızıldeniz'den karagöz getiriyorlar. İzlanda'da 2010 senesinde volkan patladı, kül ve lav yağmuru nedeniyle kıyıları zehirlendi, toplu balık ölümleri meydana geldi, balıkları analiz ettiler, ağır kurşun, radyoaktif madde ve insana zararlı kimyasallar tespit edildi, bütün dünya İzlanda'dan balık ithalatını durdurdu, aynı dönemde Türkiye'nin İzlanda'dan balık ithalatı yüzde 250 arttı! Elalemin almadığı kansere yol açan balıkları, ki, çoğunluğu somondu, afiyetle bize yedirdiler.

Istakoz ABD'den Kanada'dan.
Bataklıklarda yetiştirilen panga'yı, kılçıksız deniz balığı filetosu diye taaa Vietnam'dan getiriyorlar. Güya Sardalya festivali düzenliyoruz, o sardalya Yunanistan'dan geliyor.
Belediyeler balık festivali düzenler Norveç'ten ithal edilen uskumru dağıtılır.
Norveç'te sadece 6 bin 400 balıkçı teknesi var, 150 ülkeye balık ihracatı yapıyor.
Türkiye'de 16 bin 450 balıkçı teknesi var, 100 ülkeden balık ithal ediyor!
Norveç'in tüm dünyada en çok balık ihracatı yaptığı ikinci ülke, Türkiye… En büyük balıkçının Galata Köprüsü'nde yediğiniz balık ekmek bile Norveç uskumrusu.

Balıkçılık tarihimizin en önemli kitaplarından biri olan ve İstanbul balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan tarafından kaleme alınan “Türkiye'de Balık ve Balıkçılık” isimli eserde, 1920'li yıllarda sırf İstanbul'da sekiz milyon ton balığın işlem gördüğü anlatılıyor.
Bugün, tüm Türkiye'de bir milyon ton bile değil!
1920'li yıllarda İstanbul balık haline 2 milyon 200 bin çift torik geliyordu… Bugün torik gören var mı? Lakerda artık palamuttan yapılıyor.
İthal somondan bile lakerda var!
Bizim lüferi neredeyse kuruttuk… Atlantik ringası geliyor, Pasifik ringası geliyor, Avustralya uskumrusu geliyor, Japon kolyozu geliyor.

Avrupa Birliği ülkeleri kişi başına 26 kilogram balık yiyor, dünya ortalaması 19 kilogram… Türkiye ortalaması sadece 8 kilo!
Marmara Denizi tüm balıkların göç ve yumurtlama yeriydi. Tekirdağ, Şarköy, Marmara Adası arasındaki üçgen, orkinosların aşk üçgeniydi. Taaa Atlas Okyanusu'ndan gelirler, bu aşk üçgeninde ürerlerdi.<br>
Bu Marmara Denizi'ne en başta İstanbul, çevresindeki tüm şehirlerin kanalizasyonunu bağladık, aşk üçgenini lağım çukuru haline getirdik.

HES kurulmayan dere bırakılmadı.
Mersin balıkları artık Çoruh'a inmiyor.
Gediz'e Büyük Menderes'e Seyhan'a Ceyhan'a artık balık girmiyor.
Balık avlanan göllerimiz imha edildi.
Eber Gölü kurudu, geriye sadece kırık sandallar kaldı.
Nasreddin Hoca'nın maya çaldığı Akşehir Gölü bile kurudu.
E bu denizlerde balık kalır mı?

(Murat Demirocak sayfasindan.)

3 Eylül 2024 Salı

Definecilik!

Defineciliğin bir çeşit kumar hastalığı gibi kişiyi esir aldığı bilinen bir gerçek. Defineciler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor

Geçen günlerde çoğu kimsenin üzerinde durmadığı bir haber, oldukça trajikomik bir durumun mücessem bir örneğiydi.

Habere göre defineciler yaklaşık beş bin yıllık mezarları tahrip etmiş; binlerce yıllık insan kemiklerini ortalığa saçmışlardı.

Bu yağmadan nasibini alan yalnızca antik mezarlar değildi, Van'ın önemli halk ozanı Ercişli Emrah'ın mezarı da yağmalananlardandı.
Ozanın şiirinde dediği gibi 'kimi kazma kimi bel' alıp gitmişti. Üstelik Ercişli Emrah'ın mezarı ikinci kez yağmalanıyordu.

Toprak sıkıldığında tarihin fışkıracağı Anadolu'da neredeyse her şehirde, hatta köyde yasadışı şekilde define arayan kimselerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.

Bu kişiler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor.

Özellikle Van'ın bu denli yoğun şekilde definecilerin hedefi olmasının altında yatan en önemli neden ise İttihat ve Terakki döneminde meydana gelen büyük 'Ermeni Tehciri'dir. 

Konuyla alakalı Kübra Kurt Çalışkan'ın "Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği" isimli çalışması define hayali ile türlü maceralara atılan fukara Anadolu insanın hem yaşadığı hem de yaşattığı üzücü olaylar hakkında sahadan önemli bilgiler sunuyor. 
 

yağma Van.jpg
Fotoğraf: Twitter


"Ermeni Tehciri" ve arda kalanlar

Osmanlı'nın son döneminde Sultan Abdülhamid'i devirerek iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, imparatorluğu kısa bir süre içerisinde büyük bir maceranın içerisine sürükledi.

Osmanlı, 'Düvel-i Muazzama'nın büyük harbinde taraf oldu ve Almanya'nın yanında savaşa girdi.

Bu kritik süreçte İttihatçılar; milli bir ekonomi kurmak ve iç güvenliği sağlamak gerekçesiyle Osmanlı vatandaşı yüz binlerce Ermeni'yi başka bölgelere sevk etti.
 

ermeni tehciri.jpg
Fotoğraf: Wikipedia


Bu süreci idare eden komuta kademesinde Talat Paşa bulunuyordu; ama süreç asayişten daha da önemlisi bir iktisadi dönüşümü içermesi sebebiyle süreci idare eden akıl İttihat ve Terakki'nin kasası olarak bilinen Kara Kemal'den başkası değildi.

İttihatçılar, tehcirle iki kuşu birden vurmuş olacaklardı; hem milli bir burjuva sınıfı meydana getirilerek ekonomideki Ermeni hegemonyası ortadan kaldırılacaktı hem de savaş halindeki devlet, bir iç karışıklıktan sakınılmış olacaktı. 

Sonuç itibarıyla binlerce Ermeni, devlet eliyle apar topar ülkeden tehcir edildiğinde birçoğu, geri dönmek umuduyla özellikle ziynet eşyalarını yaşadıkları bölgelere ve mezarlık civarlarına gömdü. 

Bu facia, Van gibi, bir zamanlar Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları şehirlerde defineciliğin büyük umut kapısı olarak algılanmasına neden oldu.

Mezarlıklar, Tümülüsler, kilise ve manastırlar, nekropol alanları, höyükler, cami ve hatta türbeler bu soygunculardan nasibini fazlasıyla aldı.

 

*YAZININ TAMAMI

19 Temmuz 2024 Cuma

İklim Krizi ve Kuraklık

 Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen 17 Haziran Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü’nde, bu yıl kuraklık sorununa karşı hep birlikte eyleme geçilerek önlem alınması gerektiği vurgulanıyor. Gelecek dönemde en önemli iki sorunun iklim krizi ve buna bağlı olarak yaşanacak kuraklıkların olacağını vurgulayan TEMA Vakfı ise, kuraklığın doğal afet statüsüne alınması gerektiğinin altını çiziyor.

Birleşmiş Milletler, bu yıl Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü’nde kuraklık sorununa odaklanarak, bu soruna karşı hep birlikte eyleme geçilerek önlem alınması gerektiğini vurguluyor. İklim krizi ve buna bağlı olarak gelecekte yaşanacak kuraklıkların gelecek dönemin en önemli iki sorunu olduğunu ifade eden TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, kuraklıktan en çok etkilenen sektörün tarım olacağının altını çiziyor.

“Tarımsal üretimi etkileyen kuraklık son 20 yılda %29 arttı”

Kuraklığın dünyanın her yerinde iklim tipine bağlı olmaksızın görülen bir doğa olayı olduğunu hatırlatan Deniz Ataç; “1970-2019 yılları arasında oluşan doğal felaketlerin %50’sini kuraklık oluşturmaktadır. Kuraklık nedeniyle aynı dönemde 650 milyon insan yaşamını yitirmiştir ve bunun %90’ı iklimin kurak ve yarı kurak olduğu gelişmekte olan ülkelerdir. İklim krizi nedeniyle kuraklığın sayısı ve şiddeti artmaktadır. Kuraklıktaki artış oranı son 20 yılda %29 olmuştur. IPCC Raporlarına göre küresel ısınma 1.5°C’de dahi her 10 yılda bir kuraklık oluşma sıklığı %50, 2°C’ye ulaşması halinde ise %70 oranında artacaktır. Su sıkıntısı çeken insan sayısının 2040 yılında 5.7 milyara ulaşabileceği ve her dört çocuktan birinin çok kuvvetli derecede su sıkıntısı çeken bölgelerde yaşayacağı tahmin edilmektedir. Üretilen gıdanın %80’i yalnızca yağmur suyuna dayalı üretimin yapıldığı kuru tarım arazilerinden gelmektedir. Bu nedenle kuraklık tarımsal üretimi etkilemekte, kuraklığa bağlı olarak önemli ölçüde verim kayıpları oluşabilmektedir. Geçen yıl 65 ilimizde kuraklık nedeniyle verim kayıpları olduğu, bazı yerlerde ürün kayıplarının %70’e ulaştığı bildirilmiştir” dedi.

TEMA Vakfı tarafından Türkçeleştirilen IPPC İklim Değişikliği ve Arazi Raporu Yönetici Özeti’ne de atıfta bulunan Ataç; “Raporda ifade edildiği gibi iklim değişikliğinin sonucu yüksek hava sıcaklıklarının görülme sıklığı artmış, bu durum gıda güvenliği ve karasal ekosistemleri olumsuz yönde etkilemiş, birçok bölgede çölleşmeye ve arazi bozulumuna neden olmuştur. Türkiye’nin de içinde yer aldığı Akdeniz Çanağı, iklim krizinin en olumsuz etkilerinin görüleceği bölgeler arasında gösterilmektedir. Akdeniz Çanağı’nda yüksek hava sıcaklıklarının sıklığının, şiddetinin ve süresinin artmaya devam edeceği, yağışların azalacağı, orman yangınlarında %50 artış olacağı, tarımsal ürün ve hayvancılık verimliliğinin ve bitki biyolojik çeşitliliğinin azalacağı öngörülmektedir. Kısacası gelecekte en önemli sorunlarımız, yanan orman alanlarında artış, su kıtlığı ve tarımsal üretimde azalış, buna bağlı olarak kırsal alanların sosyo-ekonomik olarak etkilenmeleri olacaktır” dedi.

“Kuraklığın etkileri, alınacak aktif önlemlerle azaltılabilir”

Kuraklık oluştuktan sonra alınacak önlemlerin geç olacağını vurgulayan Ataç; “Böyle bir yaklaşım kuraklık yönetimi değil, ancak kriz yönetimi olur. Kuraklığın, daima karşılaşılma olasılığı yüksek, üstelik yaşanan iklim krizi ile daha da şiddetlenmesi beklenen doğal bir felaket olacağını kabul ederek, hazırlıklı olacak ve etkilerini azaltacak tedbirleri içeren planlar hazırlamak gerekir. Bu kapsamda 25 su havzamızın 13’ünde kuraklık yönetim planlarının hazırlanması önemli bir adımdır. Kalan havzalar için de bu çalışmalar tamamlanmalı, kuraklık riski yüksek ve etkilenebilir nüfusun yüksek olduğu bölgeler önceliklendirilerek hazırlanan planlar ivedilikle uygulamaya konulmalıdır. Kuraklık artışında ana nedenin insan olduğu dikkate alınarak tahrip olan arazilerde restorasyon çalışmaları yapılmalı, arazi tahribatı engellenmelidir. Vakıf olarak bizim de katılım sağladığımız Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi 15. Taraflar Toplantısı’nda, Arazi restorasyonlarıyla ilgili ‘2022-2024 için Hükümetlerarası Kuraklık Çalışma Grubu Oluşturma’ taahhüdü verilmesi bu konuda önemli bir adım olmuştur” diyerek 2030 yılına kadar 1 milyar hektar bozulmuş arazi restorasyonunu hızlandırma taahhüdünü mutlulukla karşıladıklarını ifade etti.

Su Kanunu’nun gerekliliğinin de altını çizen Ataç; “Kıt olan su varlığımızı koruyan, etkili bir su yönetimi sağlayan ve kurak dönemlerde su tahsisini düzenleyen bir kanun hazırlanarak yürürlüğe konulmalıdır. Türkiye’de kuraklık riski çok yüksek olmasına ve  tarımsal üretim ve gıda temini ile birlikte ekonomik, çevresel ve sosyolojik birçok etkisi olmasına rağmen, 7269 sayılı Umumi Afetler Kanunu’na göre afet sayılmamakta ve afet istatistiklerinde hiç yer almamaktadır. Oysa dünyada, etkili olan 31 çeşit doğal afet arasında ilk sırada yer almaktadır” diyerek kuraklığın doğal afet statüsüne alınması gerektiğini söyledi.

Umut Yeşertiyoruz!                                                                                      TEMA Vakfı

12 Haziran 2024 Çarşamba

Kıyamet buzulu daha hızlı eriyor

Antarktika Yarımadası’nın doğusundaki Thwaites Buzulu’nun erimesi durumunda oluşturabileceği tehdit nedeniyle ‘kıyamet buzulu’ olarak adlandırılıyor


Antarktika Yarımadası’nın doğusundaki Thwaites Buzulu’nun erimesi durumunda oluşturabileceği tehdit nedeniyle “kıyamet buzulu” olarak adlandırılıyor. 192 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile Antarktika’nın en büyük buzullarından biri olan ve küresel deniz seviyesi yükselişinin yüzde 4’ünden sorumlu tutulan Thwaites, iklim değişikliği etkilerinin hızlanmasıyla yılda yaklaşık 50 milyar ton buz kaybediyor. Buzulla ilgili ABD, Kanada ve Finlandiya’dan bilim insanlarınca yapılan bir araştırmanın sonucu, Proceedings of the National Academy of Sciences adlı dergide yayımlandı.

Ilık deniz suyu 6 km ilerledi

El Nino’nun yaşandığı 2023 yılı Mart ve Haziran ayları arasında alınan radar verilerinin de kullanıldığı araştırmada bilim insanları, deniz suyunun gelgitlerle birlikte buzulun içine ve dışına aktığını, sıcak okyanus suyunun bir kısmının da buz oluşumunun derinliklerine doğru ilerlediğini ve doğal kanallardan geçerek boşluklarda toplandığını buldu. Ilık deniz suyu girişlerinin ilkbahar gelgiti sırasında karadan 6 kilometre daha içeriye ulaştığını tespit eden araştırmacılar, buzulun altına doğru ilerleyen daha sıcak deniz suyunun, buz tabakasının kütlesindeki değişimleri açıklamaya yardımcı olabileceğini belirtti.

Denizler 65 cm yükselecek

Çalışmada, basınçlı deniz suyunun yoğun bir erimeye neden olarak buzulun geleceğini daha da tehlikeye atabileceği, bu durumun buzulun alt kısmını her yıl 20 metre eritebileceği vurgulandı. Thwaites Buzulu’nun 1979’dan 2017’ye kadar 634 groston kütle kaybı yaşadığı ve 1992’den 2011’e kadar merkezdeki toprak hattından yılda 1 kilometre hızla geri çekildiği hatırlatılan araştırmada, bunun Antarktika’daki en hızlı geri çekilmelerden biri olduğu bilgisine yer verildi. Thwaites Buzulu’nun erime hızına bağlı olarak deniz seviyesinde beklenen yükselmenin farklı tahminlere göre değişiklik gösterirken, mevcut erime hızı devam ederse, 2100 yılına kadar deniz seviyesinde 65 santimetre yükselme bekleniyor.

Yeni Yaşam Ekoloji 

2 Mayıs 2024 Perşembe

İklim krizinin gezegendeki yapısal etkileri

 

  • Earth.org tarafından yayınlanan bir makaleye göre, Dünya milyarlarca yıl boyunca evrildi, ancak iklim krizi bu süreçleri daha da ileri taşıyarak gezegenin yapısını değiştiriyor.




    Dünya'nın yüzeyi dört milyar yıldan fazla bir süredir sürekli bir değişim içindedir. Kıtalar birleşir, okyanuslar genişler ve türler ortaya çıkar ya da yok olur. Ancak iklim krizi, bu süreçleri tamamen yeni bir boyuta taşıyor ve gezegenin yapısal bütünlüğünü değiştiriyor. İklim değişikliği, yerkürenin hem karasal hem de denizel yapılarında derin izler bırakıyor. Earth.org’da yayınlanan bir makalede bu değişlikler şöyle özetleniyor:



    Kara üzerindeki etkiler

    İklim değişikliğinin en gözle görülür etkileri, karada meydana geliyor. Artan sıcaklıklar, buzulların ve donmuş toprakların (permafrost) erimesine, çöllerin genişlemesine ve deniz seviyelerinin yükselmesine neden oluyor. Permafrost, Dünya'nın yüzeyinin altında, en az iki yıldır hatta yüz binlerce yıldır donmuş olan toprak katmanını ifade eder ve genellikle Kuzey Yarımküre'de, Sibirya, Kanada, Grönland ve Alaska gibi Arktik bölgelerde bulunur. Küresel sıcaklıkların artmasıyla birlikte bu permafrost tabakaları erimeye başladı.

    Okyanuslardaki değişimler

    Okyanus yapısında ise belki de hiç olmadığı kadar düşmanca ve tahmin edilemez değişikler meydana geliyor. Karbondioksitin suya karışmasıyla pH değerinin düşmesi (asitleşme) bu değişikliklerin ilki ve en belirgini. Okyanuslar, atmosfere salınan karbonun yaklaşık %25'ini emerek doğal karbon yatakları işlevi görür. Ancak artan asitlik seviyeleri, deniz canlılarının popülasyonlarının azalmasına veya göç etmesine neden olur. Asitleşme, yükselen karbondioksit seviyeleri ve sıcaklık, mercanların beyazlaşmasına (bleaching) yol açar; bu da mercan resiflerinin dalga ve kasırgalara karşı koruyucu özelliğini azaltır.

    Atmosferin yapısındaki değişiklikler

  • İklim değişikliği, hem antropojenik (insan kaynaklı) hem de doğal faktörlerin bir kombinasyonudur. Örneğin, ulaşım ve enerji, sırasıyla karbon emisyonlarının %21 ve %34'ünü oluşturur. Seragazı etkisi, küresel ısınmanın en tanınmış ve en çok tartışılan nedenidir. Metan ve karbondioksit gibi gazlar, atmosferde su buharını ve ısıyı tuzağa düşürür, sıcaklıkların yükselmesine ve daha şiddetli hava olaylarının yaşanmasına neden olur.

    Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem bozulması

  • Dünya, üzerinde yaşayan vahşi yaşam olmadan bugünkü halini alamazdı. Nesli tükenen ve tehlike altındaki türler, bir zamanlar yaşadıkları habitatları kalıcı olarak değiştirir. Örneğin, polinatörlerin (tozlayıcıların) yok olması, ağaçların kötü büyümesine neden olabilirken, avcı türlerin azalması, istilacı türlerin ekosistemleri besinlerinden arındırmasına ve hâkim olmasına yol açar.

    İklim değişikliği, Dünya'nın kara, deniz ve gökyüzü yapılarını daha kaotik veya önceki verilere göre daha az stabil hale getiriyor. Bu değişiklikler, onarılamaz zararlara yol açıyor ve herkesi iyimser bir iklim eylemi için harekete geçirmeli. Gezegenin temel yapı taşlarını iyileştirmek mümkün, ancak bu kolay bir iş değil ve önemli yatırımlar, uluslararası iş birliği ve acil eylemler olmadan başarılamaz.

    http://cevreciyiz.com/

6 Şubat 2024 Salı

Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi

Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.

İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.

***

7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.

Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.

İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.

Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…

Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü

Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.

Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.

Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.

İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi

İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.

Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:

Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.

Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.

Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.

Bahadır Özgür/Birikim

30 Kasım 2023 Perşembe

Dünya 2023'te bilinmeyen bir iklim bölgesine girdi

Yeni bir rapora göre 2023'ün küresel ortalama sıcaklıklardaki her 0.1 derecelik artış milyonlarca insanın ölümüne yol açabilir.

  • Oregon Üniversitesi öğretim üyesi Dr. William J. Ripple, 2023'ün iklim değişikliğiyle bağlantılı aşırılıkların dünyanın çeşitli yerlerinde kayda geçtiği bir yıl olduğuna dikkat çekerek, küresel ortalama sıcaklıklardaki her 0.1 derecelik artışın milyonlarca insanın ölümüne yol açabileceği uyarısında bulundu. İklim değişikliği ve küresel ısınmanın geldiği boyut, ABD'deki Oregon Üniversitesi liderliğinde dünyanın çeşitli üniversitelerinden bilim insanlarının hazırladığı ‘2023’te İklim Değişikliğinin Durumu: Bilinmeyen Topraklara Giriş’ raporunda ele alındı. BioScience dergisinde yayımlanan çalışmayı yürüten uzmanlar, dünyanın iklim değişikliğinin ablukası altında olduğunu ve bilim insanlarının on yıllardır uyarılarda bulunduğu konuların artık gözle görülmeye başlandığını, yeni dönemde daha önce hiç kimsenin tecrübe etmediği koşullarla karşılaşılabileceğini vurguladı.

    2023 aşırılıkların kayda geçtiği bir yıl oldu
    Raporda 2023'ün, iklim değişikliğiyle bağlantılı aşırılıkların dünyanın çeşitli yerlerinde kayda geçtiği bir yıl olduğu belirtildi. Rekor sıcaklıklar, okyanusların ısınmaya devam etmesi, Kuzey Atlantik deniz suyu yüzeyinin sıcaklığındaki artış ve Antarktika’daki buzul seviyesinin eşi benzeri görülmemiş şekilde düşük oranlara gerilemesi bu aşırılıklardan bazıları olarak sıralandı. Raporda, Haziran-Ağustos 2023'ün şimdiye kadar kayda geçen en sıcak dönem olduğu, dünyanın temmuz ayı başlarında, şimdiye kadarki en yüksek küresel günlük ortalama yüzey sıcaklığını gördüğü ve 12 Eylül itibarıyla, sıcaklığın, sanayi öncesi döneme göre 1.5 derecenin üzerinde olduğu 38 günün yaşandığı bilgisine yer verildi. Bilim insanları, sıcaklıklardaki artışı dünyanın tehlikeli bir istikrarsızlığa doğru gitmesinin işareti olarak nitelendirirken insanlığın artık ‘bilinmeyen bir iklim bölgesine’ girdiği tespitinde bulundu.

    Yenilenebilir enerji kullanımı 15 kat daha düşük
    Antarktika'da 7 Temmuz'da yapılan ölçümlere göre, deniz buzullarının 1991-2023 ortalamasının 2.67 milyon kilometrekare altına gerileyerek bilinen en düşük seviyeye indiği ve Grönland'daki buzul kütlesinde rekor seviyelerde düşüş yaşandığı aktarılan raporda, bu yıl okyanuslardaki asitlenmenin de arttığı bildirildi. Raporda, okyanuslardaki ısınmanın deniz canlılarının ölümüne, mercan resiflerinin kaybına ve geniş çaplı tropik fırtınaların artmasına yol açtığı ifade edildi. Koronavirüs salgını sonrasında yaşanan iyileşmenin geride kaldığına ve karbon emisyonlarının yeniden arttığına dikkat çekilen raporda, yıllık küresel kömür tüketiminin 2022'de tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 161.5 exajoule'e ulaştığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımında 2021-2022 döneminde yüzde 17’lik artış yaşanmasına rağmen bu oranın, fosil yakıt kullanımıyla karşılaştırıldığında 15 kat daha düşük olduğu kaydedildi.

    Amazon’daki düşüş olumlu bir gelişme
    Raporda, küresel ağaç örtüsü kaybının yine 2021-2022 döneminde yüzde 9.7 düşüşle 22.8 milyon hektara, Brezilya'daki Amazon ormanlarındaki kaybın da yüzde 11.3 düşüşle 1.16 milyon hektara gerilemesinin olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi. Raporda, buna karşın insanlığın 2030'a kadar ormansızlaşmayı sona erdirecek veya tersine çevirecek bir yolda olmadığı görüşü paylaşıldı. Raporda, ABD'de orman yangınından etkilenen alan miktarının, 2022'de bir önceki yıla göre 2.88 milyon hektardan 3.07 milyon hektara yükselerek yüzde 6.3 arttığı belirtilerek, temmuz ayında Kentucky ve Missouri eyaletlerinde yaşanan sel felaketlerininse 1 milyar dolarlık yıkıma yol açtığı vurgulandı. Libya’da 2023'te yaşanan sel felaketinin binlerce kişinin ölümüne ve en az 2 milyar dolarlık hasara neden olduğu anımsatılan raporda, iklim değişikliği etkisiyle şiddetlenen muson yağmurları sonucu meydana gelen sel ve toprak kaymalarında Hindistan'ın kuzeyinde 100'den fazla kişinin hayatını kaybettiği hatırlatıldı. Çin'in başkenti Pekin'de 147 bin evin hasar gördüğü son 140 yılın en şiddetli yağışları sonucu yaşanan sel felaketi ve Myanmar'da 145 kişinin yaşamını yitirdiği Tropikal Mocha Kasırgası da iklim krizi kaynaklı afetlere örnek gösterildi.

    "İklim değişikliğinde kısa sürede iyileşme mümkün görünmüyor”
    Raporun başyazarı, Oregon Üniversitesi Orman Ekosistemleri ve Toplum Bölümü Öğretim Üyesi William J. Ripple çalışmayı değerlendirdi. Bilim insanı olarak insanlığı, yıkıcı tehditlere karşı uyarmanın görev olduğuna inandığı için bu çalışmayı gerçekleştirdiğini belirten Ripple çalışmanın, iklim değişikliğinin şiddeti konusunda toplumu ve karar vericileri eğiterek daha geniş çaplı aksiyonlar alınmasına katkı sağlamayı amaçladığını dile getirdi. İklim değişikliğinde ciddi bir noktaya gelindiğine ve kısa sürede iyileşmenin mümkün görünmediğine işaret eden Ripple, "Bununla birlikte her 0,1 derecelik ısınma milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanabilir. Bu nedenle gelecekte yaşanabilecek sıcaklık artışlarının önlenmesi çok önemli" diye konuştu.

    Kömür kullanımı ortadan kaldırılmalı
    William R. Ripple, iklim değişikliği konusunda atılması gereken en acil adımları ise şöyle sıraladı: "Fosil yakıtların kullanımının azaltılması en üst seviyede önceliğimiz olmalı. Bu nedenle fosil yakıt kullanımının kademe kademe azaltılarak durdurulması, kömür kullanımının ortadan kaldırılması ve fosil yakıtların yayılmasının önüne geçilmesi konularında dünya liderlerine çağrıda bulunuyoruz. Ayrıca ormanları koruyacak ve iyileştirecek politikalara ihtiyacımız var. Son olarak, şu anda gördüğümüz felaket niteliğindeki iklim etkileri göz önüne alındığında, zararları ve can kaybını en aza indirmek için adil iklim adaptasyonlarına yönelik finansmana ihtiyaç duyuluyor."

cevreciyiz.com/

25 Ekim 2023 Çarşamba

“Dünya enerji görünümü raporu” bize ne söylüyor?

Dünya Enerji Görünümü 2023 Raporu bu ay yayımlandı. Bu rapor, küresel enerji sisteminin her yönüne ilişkin derinlemesine analizler ve stratejik içgörüler sunuyor. Bu yılki rapor, spesifik olarak, jeopolitik gerilimler ve kırılgan enerji piyasaları zemininde ekonomilerdeki ve enerji kullanımındaki yapısal değişimlerin dünyanın artan enerji talebini karşılama şeklini nasıl değiştirdiğini araştırıyor.

“JEOPOLİTİK ORTAM VE KÜRESEL EKONOMİ TEDİRGİN”

Rapora göre, yakın geçmişte yaşanmış olan küresel enerji krizinden kaynaklanan bazı baskılar hafiflemiş olsa da, enerji piyasaları, jeopolitik ortam ve küresel ekonomi tedirgin ve daha fazla enerji kesintisi riski her zaman mevcut. 

Örneğin, petrol gibi fosil yakıt fiyatları 2022’deki zirve noktalarına göre gerilemiş olsa da, piyasalar gergin ve istikrarsız bir değişkenlik içinde. Çünkü Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş bir yıldan fazla bir süredir devam ediyor ve bu savaşa şimdi de İsrail-Filistin çatışması ile birlikte ortaya çıkan Orta Doğu’da uzun süreli ve yaygın bir savaş riski eşlik ediyor.

Küresel kapitalizmin makroekonomik durumu ise (başta IMF ve OECD raporlarında vurgulandığı gibi),  inatçı enflasyon düzeyleri, bazı ülkelerde yaşanan ekonomik daralma, yüksek faiz oranları, yüksek borçlanma maliyetleri ve yüksek borç seviyeleri nedeniyle iyimser bir görüntü sergilemiyor.

“KÜRESEL YÜZEY SICAKLIĞI 1,2 °C’NİN ÜZERİNDE SEYREDİYOR”

Bugün, küresel ortalama yüzey sıcaklığı, sıcak hava dalgalarına ve diğer aşırı hava olaylarına neden olan sanayi öncesi seviyelerin yaklaşık 1,2 °C üzerinde seyrediyor ve sera gazı emisyonları henüz zirveye ulaşmadı.

Enerji sektörü dünya nüfusunun yüzde 90’ından fazlasının solumak zorunda kaldığı ve yılda 6 milyondan fazla erken ölümle bağlantılı olan kirli havanın da başlıca nedeni olmasına rağmen, elektriğe ve temiz yemek pişirmeye erişimin iyileştirilmesi konusundaki olumlu eğilimler bazı ülkelerde yavaşladı, hatta tersine döndü.

“OLUMLU GELİŞMELER DE MEVCUT”

Raporda, bu olumsuz gelişmelere karşın, olumlu gelişmelerden de söz ediliyor. Örnek olarak, güneş enerjisi ve elektrikle çalışan otomobillerin öncülüğünde yeni bir temiz enerji ekonomisinin ortaya çıkması ileriye dönük umut veriyor. Temiz enerjiye yapılan yatırım 2020’den bu yana yüzde 40 arttı. Karbon emisyonlarını azaltma çabası bunun önemli bir nedeni, ancak tek nedeni değil. 

Olgun- temiz enerji teknolojileri için haklı ekonomik gerekçeler de mevcut. Enerji güvenliği de, özellikle yakıt ithal eden ülkelerde, endüstriyel stratejiler ve temiz enerji işleri yaratma arzusu gibi önemli bir faktör. Ancak tüm temiz enerji teknolojileri başarılı değil ve özellikle rüzgâr enerjisi için bazı tedarik zincirleri baskı altında.

2020’de satılan her 25 otomobilden biri elektrikliydi, 2023’te bu oran artık her 5 otomobilden biri olacak. 2023’te 500 gigavattan (GW) fazla yenilenebilir enerji üretim kapasitesi eklenecek (bu yeni bir rekor).

Güneş enerjisinin yaygınlaştırılması için günde 1 milyar dolardan fazla para harcanıyor. Güneş PV modülleri ve elektrikli araç bataryaları da dâhil olmak üzere temiz enerji sisteminin temel bileşenlerinin üretim kapasitesi hızla artıyor.

“KÜRESEL ISINMA 1,5 °C İLE SINIRLI TUTULAMAYACAK”

Ancak bu ivmenin küresel ısınmayı 1,5 °C ile sınırlı tutamayacağı konusunda raporun tespitleri de var. Buna rağmen bu yolun hala açık olduğu ve bu konuda neler yapılması gerektiği de raporda anlatılıyor. Bunun için aşağıdaki grafik hazırlanmış.

Yani küresel ısınmanın 1,5 °C’de tutulabilmesi için 2023 yılına kadar olmak üzere; yenilenebilir enerji kaynaklarının üç kat artırılması, enerji yoğunluğunda iki kat iyileştirme yapılması, fosil petrol yakıtına olan talebin yüzde 25, fosil metan gazı kullanımının yüzde 75 azaltılması ve azgelişmiş ve yükselen ekonomilerdeki temiz enerji yatırımlarının üç kat artırılması gerekiyor.

KÂR İÇİN ÜRETİM VE TÜKETİM VAR OLDUKÇA KURTULUŞ UMUDU YOK!

Diğer yandan, tüm bu önerilerin ve önlemlerin, kâr sürümlü, devasa çok uluslu petrol ve enerji şirketlerinin piyasalara hâkim olduğu ve bu şirketlere ulus devletlerce trilyonlarca dolarlık sübvansiyonun verildiği günümüz kapitalist dünyasında hayata geçirilebilmesi çok zor.

Ayrıca, Orta Doğu’daki gibi üçüncü bir paylaşım savaşına evrilebilecek yeni savaşların fosil yakıta olan talebi daha da artıracağı (bunun da küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önemli nedenlerinden biri olduğu) çok açık.

Kısaca kapitalist emperyalist sistem ortadan kaldırılmadığı sürece gezegenin ve insanlığın yok oluşu kaçınılmaz gibi görünüyor.

Son olarak, ithalatının ve dolayısıyla da cari açığının çok büyük bir kısmı petrol başta olmak üzere kirletici enerji kaynaklarına bağlı olan Türkiye’de bu raporun öngörüleri doğrultusunda Güneş enerjisi gibi temiz alternatif kaynaklara yönelimin (12’nci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedefleri ve 2024 Merkezi Yönetim Bütçesi’nden ayrılan kaynakların azlığından da görülebileceği gibi)  çok sınırlı olduğu açık.

Zira ülkeyi yöneten iktidar blokunun ve hâkim sınıfların uzun süreler beklemeye tahammülleri yok. İklim yıkımının güçlü belirtileri ve gerçekleşmiş etkileri ortada iken, doğayı tahrip eden maksimum kâr-rant ve bunu sağlamaya dönük yüksek ekonomik büyüme hedefleri ve bu yöndeki kabarık iştahları hala sürüyor.

Prof. Dr Mustafa Durmuş - EVRENSEL

14 Eylül 2023 Perşembe

Amerikan İç Savaşı ve Çukurova'ya okaliptus ağaçları

Anavatanı Avustralya olan bu ağaç nasıl olmuş da Çukurova’nın sıtma yüklü topraklarına gelmiştir? Bu sorunun cevabı Amerikan İç Savaşının başlangıç tarihi olan 12 Nisan 1861’de saklıdır.

Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarak eyalet birliğinden çıkmak isteyen 11 Güney Eyaleti ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında gerçekleşen iç savaş 4 yıl süresince ülkedeki tüm yaşamı sekteye uğratmıştır. Sekteye uğrayan alanlardan biri de Güney Eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı pamuk plantasyonlarındaki üretimdir. İç savaşın başlaması ile ABD’nin pamuk üretimindeki bu düşüş dönemin en büyük kumaş üreticisi konumundaki İngiltere’yi hızlıca yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Böylece İngiltere ABD’ye alternatif olabilecek yeni pamuk üretim alanları geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile temasları sonrasında Adana’nın İngiltere için gerekli pamuğu karşılayacak yerlerden biri olması planlanmıştır. Bu çerçevede Sultan Abdülaziz 1862 yılında Adana’da pamuk üretiminin teşviki amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapmıştır. Yasal düzenlemeler yapmıştır yapmasına da Adana’da ne pamuk yetiştirecek yeterli tarım alanı ne pamuk işçiliği yapacak yeterli sayıda insan gücü ne de üretilen pamuğun İngiltere’ye hızlı bir şekilde ulaştıracak nakliye ağı vardır.

Osmanlı İngiltere’nin “ricası” ile tez elden yola koyulmuştur. Öncelikle pamuk yetiştirilebilecek tarım alanları için kolları sıvamıştır. İşte Adana’nın okaliptus yani namı diğer gariptos ağaçları ile tanışması bu döneme rastlamıştır. Okaliptus ağaçları Adana’nın bataklık bölgelerine dikilerek yeni tarım alanları oluşturulmuştur. Bataklıkların kurumasıyla sıtma yüklü sivrisineklerin azalmasıyla muhtemelen Adana’da sıtma yaygınlığının da düşüşe geçmesi okaliptus ağaçlarını yeni kimliğiyle tanıştırmıştır, sıtma ağacı. Bölgede bataklık kurutma amacıyla okaliptus ağaçlarının kullanımı Osmanlı sonrasında Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye’deki ilk planlı okaliptus ormanı dikimine 1939 yılında Tarsus’un Karabucak bölgesinde başlanmıştır ve günümüzde bu bölgede 1200 hektarlık bir okaliptus ormanı bulunmaktadır.

İngiliz kumaş üreticilerine hammadde sağlanmasının ilk adımı tamamlandıktan sonra ucuz iş gücü sorununun çözümüne geçilmiştir.
Gerçi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanı sonrasında Adana yönetimini ele alan Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa 1833-1840 yılları arasında tarım alanında önemli adımlar atmıştır. İbrahim Paşa bu dönemde Mısır’dan Adana’ya nitelikli tarım işçilerini yani fellahları getirtmiştir. Arapça çiftçi anlamına gelen fellahların Çukurova’ya getirilmeleri Adana’nın yeniden Osmanlı yönetimine girdiği 1840 sonrasında da sürmüştür. Ancak bu işgücü İngiliz sanayicilerinin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Bu noktada Osmanlı gözünü göçerlere diker. Bölgede konargöçer olarak yaşayan Avşarlar, Ceritler, Tecirliler gibi aşiretleri yerleşik hayata geçirebilmek için zor kullanmaya karar vermiştir. Sultanın fermanıyla Derviş Paşa kumandasında bir ordu kurulmuş, ordunun halkla ilgili işlerini görmesi için de Ahmet Cevdet Paşa görevlendirilmiştir.
Fırka-i İslâhiye adı verilen bu ordunun görünürdeki amaçları arasında göçerlerden yeni asker kaynakları temin etmek, bölgeyi itaat altına alıp güvenliği sağlamak, eşkıyalığa son vermek, düzenli vergi toplamak sayılsa da muhtemelen en önemli gerekçesi göçerleri yerleşik hayata geçirip İngilizler için yeterli miktarda pamuk üretimini sağlamaktır.

1865-1866 yıllarında Çukurova, Gâvur Dağları ve Kozan Dağlarında göçerlere yönelik harekâtta çok kan dökülmüştür. Ne Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışı ne de göçerlerin Kirmani kılıçları ile taşı delen mızrakları Osmanlı ordusu ile baş edebilmiştir. Ölen ölmüş, kalan sağlar düze indirilmiştir.
Osmanlı zorla toprağa bağladığı göçerlerin yaşadığı yerlere öyle isimler vermiştir ki, adeta kuşaklar boyu bu acının unutulmamasını sağlamıştır. Osmaniye, İslâhiye, Dervişiye ve Cevdetiye göçerlerin yerleştirildiği köy ve kasabalara verilen isimlerden bazılarıdır desem sanırım ne demek istediği anlaşılmış olur.

İş gücü sorununu Fırka-i İslâhiye ordusu ile çözerken, Osmanlı eş zamanlı olarak da üretilen pamuğun nakliyesi konusunda adım atmıştır. Pamuğun İngiltere’ye ulaştırılmasının en hızlı yolunun önce demiryolu ile Mersin Limanına oradan da gemilerle güneş batmayan imparatorluğun kalbine doğru nakledilmesi olduğu kararlaştırılmıştır. Bu amaç için Osmanlı 20 Temmuz 1883 tarihinde Adana-Mersin demiryolu inşası için ilk kazmayı vurmuştur ancak hızlı ilerleme sağlayamaması üzerine topu bizzat İngilizler almış ve demiryolu inşasını kaldığı yerden üstlenmiştir. İşte bizim gariptos ağaçları burada da yardıma koşmuş ve bedenlerini demiryolu traverslerine yatırarak demiryolunun hızla ilerlemesine hizmet etmiştir.
Adana-Mersin demiryolu 2 Ağustos 1886 günü tamamlayarak hizmete girmiştir. Demiryolunun 1897 yılında Osmaniye’ye kadar uzatılması Mersin Limanına pamuk sevkiyatını artırmıştır.

Bu dönemde bir yandan demiryolu inşaatı sürerken diğer yandan da Mersin Limanına yanaşacak gemiler için iskele sayısının artırılması için çalışmalara başlanmıştır. 1850 yılında biri ahşap olmak üzere Mersin Limanında iki iskele varken 1874 yılında iskele sayısı beşe, 1892 yılına gelindiğinde da yediye çıkmıştır. Bu iskelelere yanaşan gemilerin en çok İngiliz bayrağı taşıması elbette tesadüf değildir. Örneğin Mart 1889-Şubat 1990 tarihleri arasında Mersin Limanına toplam 310 buharlı gemi yanaşmıştır. Bu gemilerden 96’sı İngiliz gemisiyken en yakın takipçisi 68 gemiyle Fransızlar olmuştur. Gemilerin yükü incelendiğinde de ilk sırayı pamuk balyalarının alması elbette tesadüf değildir.

Amerikan İç Savaşı'nın üzerinden çok sular aktı. O günden bugüne ABD sekteye uğrayan pamuk üretimini yeniden yoluna koyup dünya sıralamasında Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü, tekstil ihracatında da ikinci sıraya yerleşti. Oysa Adana’da işler pamuk üretimi açısından pek de iyi gitmedi. Pamuk üretimi günden güne azalarak ülkede üretilen toplam pamuğun %5’ine kadar geriledi. Adanaspor’un arması da olmasa Adana’da pamuk görmek pek mümkün olmayacak.

Evet Adana’da artık pamuğun esamesi okunmuyor ama o günlerden bize yadigâr bir Dadaloğlu’nun halen kulaklarımızda çınlayan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışı, bir de gariptos ağaçlarının hışırtısı kaldı.

Halis Ulaş - EVRENSEL Yazısından kısmen alıntı...

6 Eylül 2023 Çarşamba

İtalya’da akıllı bir ada

 İtalya’nın Toskana bölgesinde yer alan Capraia Adası, sürdürülebilir uygulamalarıyla Akdeniz’deki diğer adalara örnek oluyor. Adada, elektrik ihtiyacı, yüzde yüz yenilenebilir enerji ile sağlanıyor, tarım ve evde kullanılmak üzere  yağmur suyu hasadı yapılıyor, organik tarım ve balıkçılık faaliyetleri uygulanıyor.

Ana karaya 30 kilometre uzaklıktaki adada başlatılan Akıllı Ada Capraia (Capraia Smart İsland) projesi kapsamında, Ada halkı tarafından kurulan ve bölgede yürütülen uygulamaları bir çatı altında toplayarak yürüten Chimica Verde Bionet isimli derneğin başkanı Sofia Mannelli, Capraia’nın dönüşüm hikayesini AA’ya anlattı.

Projeye 2017’de başladıklarını ve yerel yöneticilerin yanı sıra çeşitli kurumlardan da destek aldıklarını belirten Mannelli, yerel halkın katılımıyla projenin, adayı bir sürdürülebilirlik laboratuvarına dönüştürdüğünü ve şu ana kadar 500’den fazla araştırmacının adayı ziyaret ettiğini bildirdi.

Bütün enerji ihtiyacı yenilenebilir kaynaklardan

Ada, ana karadan çok uzak olması nedeniyle, uzun yıllar mahkumların gönderildiği ve tarımda çalıştırıldığı bir açık cezaevi şeklinde kullanıldı. 1986’dan sonra ise bölge ziyarete açıldı.

Ancak hem mesafe sorunu hem de ziyarete geç açılması sebebiyle adaya ana karadan uzanan bir elektrik şebekesi bulunmadığını anlatan Mannelli, bu dezavantajlı durumu avantaja çevirerek adanın enerji ihtiyacını yenilenebilir kaynaklardan sağlamaya yöneldiklerini söyledi.

Mannelli, bu amaçla Kuzey Avrupa’dan temin edilen yağlı tohum bitkilerinden biyodizel elde ettiklerini ve bunu enerjiye çevirdiklerini, belediyenin adanın çeşitli bölgelerine güneş panelleri yerleştirdiğini, bazı vatandaşların kendi evlerine de bu panellerden kurduğunu, küçük ölçeklerde de olsa fotovoltaik teknolojisini deneyerek, deniz dalgalarından enerji elde ettiklerini anlattı.

Enerji ve su ihtiyacının en önemli sorunlardan biri olduğuna değinen Mannelli, şunları kaydetti:

“Belediye binasından kamusal alandaki ışıklandırmalara kadar tüm aydınlatma sistemlerimizi enerji verimliliğine hizmet eder şekilde oluşturduk. Hanelerde kullanılan su, denizden arıtılarak elde edilirken adadaki birçok evde yağmur suyu hasadı da yapılıyor. Floransa Üniversitesi tarafından finanse ve koordine edilen bir proje sayesinde adada bulunan ve toplam kapasitesi 126 bin metreküp olan tarihi iki su havzasını iyileştirerek yağmur suyu depolamada kullanıyoruz.”

Adalılar, mahkumların kaldığı dönemde oluşturulan tarım teraslarını yeniden canlandırarak 107 hektarlık alanda tarım faaliyetleri yürütmeye de başladı. Organik usullerle yapılan tarımdan elde edilen ürün, ada halkının gıda ihtiyacının büyük oranda karşılıyor. Tarım arazilerinden çıkan atıklar da kompost yöntemiyle gübreye dönüştürülüyormuş.

‘Akdeniz’deki diğer adaları yönlendiren bir fener olmak istiyoruz’

Balıkçılığın kendileri için hayati öneme sahip olduğunu ve ada halkının sürdürülebilir balıkçılık için bir kooperatif kurduklarını da belirten Mannelli, bu kooperatifin Avrupa Birliği’nden (AB) organik sertifikası aldığının, adanın, konumu itibarıyla sanayi yapılarından uzak olması ve balık yavrusu üretimlerinde antibiyotik kullanılmamasının bu sertifikayı almalarında önemli rol oynadığının altını çizdi.

Sophia Manelli, gerçekleştirdikleri uygulamalarla Akdeniz’deki diğer adalara örnek olmak istediklerini dile getirdi:

“Akıllı Ada Capraia Projesi, Avrupa Komisyonu tarafından sürdürülebilirlik ve döngüsel ekonomide model oluşturduğu için ödüle layık görüldü. Aldığımız ödül dolayısıyla çok gururluyuz. Bu ödülü Capraia yöneticileri, birçok prestijli enstitü, kurum ve üniversitenin adayı tanıma istekleri ve onu koruma çabaları sayesinde aldık. Adanın yerlileri 80’li 90lı yıllarda ada ziyarete açıldığında buraya yapılacak yatırımları reddederek adanın doğasını ve biyoçeşitliliğini korumuştu. Bizim de çabalarımız sayesinde yıllar içerisinde balık kartalları, Akdeniz fokları adaya geri döndü.”

6 Temmuz 2023 Perşembe

İklim Değişikliği Nedir?

İklim değişikliği, sıcaklıklarda ve hava modellerinde uzun vadeli değişimleri ifade eder. Bu tür kaymalar, güneşin etkinliğindeki değişiklikler veya büyük volkanik patlamalar nedeniyle doğal olabilir. Ancak 1800'lerden bu yana, öncelikle kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması nedeniyle insan faaliyetleri iklim değişikliğinin ana itici gücü olmuştur .

Fosil yakıtları yakmak, Dünya'nın etrafını saran bir battaniye gibi davranan, güneşin ısısını hapseden ve sıcaklıkları yükselten sera gazı emisyonları üretir.

İklim değişikliğine neden olan başlıca sera gazları arasında karbondioksit ve metan bulunmaktadır. Bunlar, örneğin bir arabayı sürmek için benzin veya bir binayı ısıtmak için kömür kullanmaktan gelir. Araziyi temizlemek ve ormanları kesmek de karbondioksit salabilir. Tarım, petrol ve gaz operasyonları metan emisyonlarının başlıca kaynaklarıdır.  Sera gazlarına neden olan başlıca sektörler arasında enerji, sanayi, ulaşım, binalar, tarım ve arazi kullanımı yer almaktadır .

Küresel ısınmadan insanlar sorumludur

İklim bilimcileri , son 200 yılda neredeyse tüm küresel ısınmadan insanların sorumlu olduğunu gösterdi . Yukarıda belirtilenler gibi insan faaliyetleri, dünyayı en az son iki bin yılda hiç olmadığı kadar hızlı ısıtan sera gazlarına neden oluyor.

Dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı şu anda 1800'lerin sonlarında (sanayi devriminden önce) olduğundan yaklaşık 1,1°C daha sıcak ve son 100.000 yılda herhangi bir zamandan daha sıcak. Son on yıl (2011-2020), kayıtlardaki en sıcak dönemdi ve son kırk yılın her biri, 1850'den bu yana önceki on yıllardan daha sıcak oldu.

Pek çok insan iklim değişikliğinin esas olarak daha yüksek sıcaklıklar anlamına geldiğini düşünüyor. Ancak sıcaklık artışı, hikayenin yalnızca başlangıcı. Dünya, her şeyin birbirine bağlı olduğu bir sistem olduğundan, bir alandaki değişiklikler diğer tüm alanlardaki değişiklikleri etkileyebilir.

İklim değişikliğinin sonuçları şimdi , diğerlerinin yanı sıra yoğun kuraklıkları, su kıtlığını, şiddetli yangınları, yükselen deniz seviyelerini, selleri, eriyen kutup buzlarını, feci fırtınaları ve azalan biyolojik çeşitliliği içeriyor.

İnsanlar iklim değişikliğini farklı şekillerde yaşıyor

İklim değişikliği sağlığımızı, gıda yetiştirme yeteneğimizi, barınmamızı, güvenliğimizi ve çalışmamızı etkileyebilir. Bazılarımız, örneğin küçük ada ülkelerinde ve diğer gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar gibi, iklim etkilerine karşı daha savunmasız durumdayız. Deniz seviyesinin yükselmesi ve tuzlu su girişi gibi koşullar, tüm toplulukların yer değiştirmek zorunda kalacağı bir noktaya geldi ve uzun süreli kuraklıklar insanları kıtlık riskiyle karşı karşıya getiriyor. Gelecekte, “iklim mültecilerinin” sayısının artması bekleniyor.

 

Küresel ısınmadaki her artış önemlidir

Bir dizi BM raporunda , binlerce bilim adamı ve hükümet eleştirmeni, küresel sıcaklık artışını 1,5°C'den fazla olmayacak şekilde sınırlamanın, en kötü iklim etkilerinden kaçınmamıza ve yaşanabilir bir iklimi korumamıza yardımcı olacağı konusunda hemfikirdi. Ancak şu anda yürürlükte olan politikalar, yüzyılın sonuna kadar 2,8°C'lik bir sıcaklık artışına işaret ediyor.

İklim değişikliğine neden olan emisyonlar dünyanın her yerinden geliyor ve herkesi etkiliyor, ancak bazı ülkeler diğerlerinden çok daha fazlasını üretiyor . Tek başına en büyük yedi ülke (Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Avrupa Birliği, Endonezya, Rusya Federasyon ve Brezilya) 2020'deki tüm küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yarısını oluşturdu.

Herkes iklim için harekete geçmeli, ancak sorunu daha fazla yaratan insanların ve ülkelerin önce harekete geçme sorumluluğu daha büyük.

Çok büyük bir zorlukla karşı karşıyayız ancak birçok çözümü zaten biliyoruz

Birçok iklim değişikliği çözümü, yaşamlarımızı iyileştirirken ve çevreyi korurken ekonomik faydalar sağlayabilir. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri , BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Paris Anlaşması gibi ilerlemeye rehberlik edecek küresel çerçevelerimiz ve anlaşmalarımız da var Üç geniş eylem kategorisi şunlardır: emisyonları azaltmak, iklim etkilerine uyum sağlamak ve gerekli düzenlemeleri finanse etmek.

Enerji sistemlerini fosil yakıtlardan güneş veya rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına geçirmek , iklim değişikliğine neden olan emisyonları azaltacaktır. Ama şimdi harekete geçmeliyiz. Artan sayıda ülke 2050 yılına kadar net sıfır emisyon taahhüdünde bulunurken , ısınmayı 1,5°C'nin altında tutmak için emisyonların 2030 yılına kadar yarıya indirilmesi gerekiyor . Bunu başarmak, kömür, petrol ve gaz kullanımında büyük düşüşler anlamına geliyor: Felakete varan iklim değişikliği düzeylerini önlemek için, bugünün kanıtlanmış fosil yakıt rezervlerinin üçte ikisinden fazlasının 2050 yılına kadar yer altında tutulması gerekiyor .

klim sonuçlarına uyum sağlamak insanları, evleri, işletmeleri, geçim kaynaklarını, altyapıyı ve doğal ekosistemleri korur. Mevcut etkileri ve gelecekte olması muhtemel etkileri kapsar. Uyum her yerde gerekli olacak, ancak iklim tehlikeleriyle başa çıkmak için en az kaynağa sahip en savunmasız insanlar için şimdi öncelik verilmelidir. Geri dönüş oranı yüksek olabilir. Örneğin afetler için erken uyarı sistemleri can ve mal kurtarır ve ilk maliyetin 10 katına kadar fayda sağlayabilir.


Faturayı şimdi ödeyebiliriz ya da gelecekte çok pahalıya ödeyebiliriz.

İklim eylemi , hükümetler ve işletmeler tarafından önemli finansal yatırımlar gerektirir. Ancak iklim eylemsizliği çok daha pahalı. Sanayileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar dolar sağlama taahhüdünü yerine getirmeleri kritik bir adımdır, böylece uyum sağlayabilirler ve daha yeşil ekonomilere doğru ilerleyebilirler.