Translate

Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2023 Çarşamba

Hegel'de Kalmak

Eşimin akademik felsefe kariyeri evliliğimizi mahvediyor.
Eşim (35) ve ben (33), ikimiz de akademisyeniz. 6 yıldır birlikteyiz ve 3 yıldır da evliyiz. O, felsefede akademisyen, ben ise bir fizikçiyim. Son zamanlarda bir rahatsızlığını dile getirdi, onun çalışmalarıyla yeterince ilgilenmediğimden şikayet ediyordu. Ben de biraz klasik felsefe okumuş biriyim ama eşimin çalışmalarının daha çok “kıta(*)” geleneğinden olduğunu biliyorum. Maalesef bana gösterdiği her şey, bana tamamen deli saçması gibi geliyor.

Sorun şu: Çalışmalarında, açıkça, tamamen hatalı bir fizikten bahsediyor. Hem de utanç verici şekilde hatalı! Kabul ediyorum, çok kötü bir insanım, eşimin tezini daha önce hiç okumadım. Okumayı denedim ama kütle sahibi olmak ile “uzam” sahibi olmak arasında zorunlu bir ilişkiden bahsedip duruyor. Ayrıca temel partiküllerin “şekilleri” hakkında konuşuyor. Bu açıkça anlamsız/hatalı: Elektronların bir kütlesi vardır ve nokta parçacıklarıdır (uzayda pek de yer kapmazlar). Tezinde ve bazı makalelerinde yazdıklarına bakarsak eşim kendini “bilimsel” ve “materyalist” olarak tanımlıyor. Ancak bu kelimelerin ne anlama geldiği hakkındaki fikirleri, sanki atomların küçük bilardo topları gibi uzayda süzüldüğünü söyleyen on dokuzuncu yüzyılın demode iddialarına saplanmış gibi. Kibarca ona yardımcı olmayı denedim ve çağdaş fizikle nasıl etkileşime girebileceğini anlatmaya çalıştım (bu konu üzerinde hiçbir kitap okumamış ve kendi tabiriyle “matematiği kötü”dür). Ama bana çok kızdı ve Hegel’in sisteminin varsayımsal ve tüm olası mantıksal düşüncenin temeli olduğunu, bu nedenle de diğer metinleri okumanın gereksiz olduğunu açıklamaya başladı (bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yok). “Spekülatif varsayımlar” gibi terimleri ortaya atıp duracaktı ama ben, bunların ne anlama geldiğini sordum ve örnekler vermesini istedim. O da – hiçbir anlam veremediğim – daha anlaşılmaz bir jargonla örnekler vermeye başladı. Her şeyden önce sürekli Almanca sözcükler ve terimler kullanıp duruyordu. Üstelik telaffuzu da (ve kullanım şekli de) hatalı ya da anlamsızdı (benim anadilim Almanca). Dili anladığını iddia ediyor (anlamıyor) ve bana Hegel’in yalnızca “orijinal Almancada” anlaşılabileceğini söylüyordu. Ancak belli ki bu dilde okuyamıyor. Ben Hegel’in metinlerini okumayı denediğimde ise daha da anlaşılmaz geldi.

Tüm bunların ötesinde, Hegel’e saplantısı korkunç bir seviyeye ulaştı. Bir noktada bana direkt şunu söyledi: Tüm diğer çalışmalar ya Hegel ile uyumlu ve doğrudur ya da Hegel’le ayrı düşer ve yanlıştır. Hegel’in çerçevelenmiş bir fotoğrafını yatak odamızda baş ucuna koydu. Aslında telefonunun arka plan görselinde benim fotoğrafım vardı. Onu da Hegel’in fotoğrafıyla değiştirmiş. Kocamın ilgisini çekmek için 200 yaşında bir filozofla yarıştığımı hissediyorum.

Yakın zamanda büyük bir kavga ettik çünkü “karşıtların birliği” kavramına bir örnek oluşturmaya çalışırken (artık ne demekse) sağ ve sol ellerin karşıt ancak özdeş olduğunu savunuyordu. Bunun basitçe yanlış olduğunu, sağ ve sol elin herhangi bir anlamda “özdeş” olmadığını söyledim (kiralite ya da ayna örtüşmezliği, geometride/grup teorisinde temel bir konsepttir: sol ve sağ el üst üste gelemez). Ellerini birleştirip bana ellerinin “özdeş” olduğunu ispatladığını sandı ama sürekli yanıldı (çünkü özdeş değiller) ve sinirlenmeye başladı, evin içinde fırtınalar estirdi. O zamandan beri eşimi görmüyorum (yaklaşık bir gün önce kavga ettik) ve mesajlarıma da yanıt vermiyor.

Ne yapmalıyım dostlar? Oluruna mı bırakayım? Kendi alanımdaki yetkinliğimin bu derece görmezden gelinmesi, ciddiye alınmamak, beni oldukça hüsrana uğrattı. Çalışmalarıyla ilgilenmemi istemişti, ben de öyle yaptım. Ancak bana kibarca bir tepki vermedi. Bana sürekli Hegel’in ampirik bilimi gereksiz kıldığı oldu. Çalışmalarımın yalnızca zaman kaybı olduğunu ima edip bunların yerine Alman idealizmi çalışmam gerektiğini söyledi. “Fichte” ve “Schellin” gibi kişileri okumalıymışım (herhalde Almanya’da çok popüler yazarlar ama ben daha önce adlarını bile duymadım). Onun benim alanıma saldırmasında sorun yok da ben ona hafifçe bir eleştiride bulununca neden kıyametler kopuyor?

Kısaca: Kocamın akademik çalışması yüz kızartıcı biçimde yanlış ve hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor.
(*)Kıta felsefesi, Avrupa'daki 19. ve 20. yüzyıl felsefe geleneklerini tanımlamakta kullanılan terim. 20. yüzyılın ikinci yarısında anadili İngilizce olan filozoflar tarafından, analitik felsefenin dışında kalan görüş ve düşünceler için kullanılmaya başlanmıştır.

©® Düşünbil (2021)

Çeviren: Cemre Yılmaz
Kaynak: reddit.com

Graz, Österreich tarafından ÖÖ 1:15 · 14 Haz 2023

15 Aralık 2022 Perşembe

Enerjide devrim, nükleer füzyon?

Nükleer füzyon teknolojisi enerji ihtiyacını fosil yakıtlı kaynaklar yerine daha çevreci ve daha az riskli yollardan karşılanmasına kapı aralayabilir.
Bilim insanları bu enerji kaynağından verimli bir şekilde faydalanmanın yollarını keşfedememişti. Fakat şimdi bu değişmek üzere olabilir.

Nükleer füzyon nasıl çalışır?
Nükleer füzyon reaksiyonlarına aslında her gün şahit oluyoruz. Yıldızlar ve güneşin enerji kaynağını nükleer füzyon reaksiyonları oluşturuyor.

Bu reaksiyon iki hafif atom çekirdeğinin birleşerek daha ağır bir çekirdek oluşturmasıyla meydana geliyor. Oluşan tek bir çekirdeğin kütlesi iki orijinal çekirdeğin toplam kütlesinden daha küçük olduğu için geriye kalan kısım enerji olarak açığa çıkıyor.

Güneş örneğinde de milyonlarca dereceye ulaşan sıcaklığı ve dev kütlesinden kaynaklanan yerçekiminin sebep olduğu basınç, normalde birbirini itmesi beklenen atomların birleşmesine sebep oluyor.

Aslında bilim insanları uzun süredir nükleer reaksiyonların meydana gelme prensibini çözmüş durumda ve 1930'lu yıllardan beri bunu kontrollü bir şekilde taklit etmeye çalışıyor.

Fakat bu reaksiyonu tetiklemek için harcanan enerji, reaksiyon sonucu elde edilen enerjiden daha fazla olduğu için verimli bir kaynak haline dönüştürülemedi.

Amerikan Enerji Bakanlığı'nın açıkladığı yeni teknik, deuterium ve tritium olarak adlandırılan iki hidrojen izotopun birleştirilmesi prensibine dayanıyor ve daha az ısıyla tetiklenen reaksiyondan diğer birçok füzyondan daha fazla enerji ortaya çıkıyor.

Yeni buluş neden çok önemli?
Berkeley Üniversitesi profesörlerinden Daniel Kammen ticari olarak uygulanabilir bir teknoloji geliştirilmesi halinde nükleer füzyonun temelde sınırsız bir enerji kaynağı olabileceğini belirtiyor.

Reaksiyon için gerekli maddeler deniz suyunda bulunuyor. Ayrıca bu reaksiyon sonucunda nükleer füzyon reaksiyonlarında olduğu gidi radyoaktif atıklar da oluşmuyor.

Bilim insanları ne üzerinde çalışıyor?
Bilim insanlarının nükleer füzyonu oluşturmak içi kullandığı yöntemlerden birinde tokamak adı verilen cihaz kullanılıyor.

Simit şeklinde vakumlu bir odadan oluşan sistemde süper mıknatıslar kullanılarak 150 ila 300 milyon derece sıcaklığa ulaşılarak kullanılan yakıtta nükleer füzyon reaksiyonları başlatılıyor.

Yeni bir yöntem kullanan Livermore laboratuvarı ise içi deuterium ve tritium izotopları ile dolu küçük bir kapsüle 192 lazer ışını gönderiyor.

Laboratuar 2021 yılının ağustos ayındaki bir testte 1,35 megajul enerji ürettiğini açıklamıştı. Bu reaksiyonu başlatmak için harcanan enerjinin yüzde 70'ine denk gelen bir seviyeydi. Ama araştırmacılar kapsülün ve lazer ışınlarının kalitesini artırmanın yollarını bulduklarını açıklamışlardı.

Kammen de nükleer füzyonun teoriden pratiğe geçirilmesinin önündeki en büyük engelin enerji çıktısının girdisinden daha fazla olamaması olduğunu belirtiyor.

Euronews

19 Temmuz 2022 Salı

Sivrisinekler neden bazı insanları daha çok ısırıyor?

Sivrisinekler ve yaydıkları hastalıklar, tarihteki tüm savaşların toplamından daha fazla insanın ölümüne yol açtı. Peki, sivrisinekler neden bazı insanları daha çok ısırıyor ve hastalıkların yayılmasında nasıl bu kadar etkili oluyor?
Aslında, istatistiklere göre sivrisinek, insanlar için açık ara dünyadaki en ölümcül canlı. Sadece 2018 yılında yaklaşık 725 bin ölüme neden oldu.
Aynı yıl, en çok can kaybına yol açan ikinci faktör, 437 bin kişiyi öldüren insanın ta kendisiydi. Bunu yılanlar, köpekler, zehirli salyangozlar, timsahlar, su aygırları, filler, aslanlar, kurtlar ve köpekbalıklarının saldırıları izledi.
Bu endişe verici durum nedeniyle, Dünya Sağlık Örgütü 2017'de, ülkelerin sivrisinek kaynaklı vektörlerle bulaşan hastalıkların kontrolü için yönlendirilmesi amacıyla "Küresel Vektör Kontrol Yanıtı (GVCR) 2017–2030" kılavuzunu onayladı.
Bu, hastalıkları önlemek ve ortaya çıkabilecek salgınlara hemen müdahale etmek için kritik bir öneme sahip.

Sivrisinekler; Batı Nil virüsü, Zika virüsü, dang humması, sarı humma, chikungunya, St. Louis ensefaliti, lenfatik filaryaz, La Crosse ensefaliti, Pogosta hastalığı, Oropouche ateşi, Tahyna virüsü, Rift Vadisi ateşi, Semliki Ormanı virüsü, Sindbis ateşi, Japon ensefaliti, Ross Nehri ateşi, Barmah Orman virüsü veya sıtma gibi çeşitli hastalıkları bulaştırabilir.
Bu şekilde yalnızca 2020'de 627 bin ölüm oldu.

Peki, sivrisinekler neden insanları ısırıyor ve bazıları neden daha fazla hedef oluyor?

Karbondioksit ve vücut kokuları
Hem erkek hem de dişi sivrisinekler aslında diğer hayvanları ısırmadan da yaşayabilir. Ancak dişiler üreme döngüsünü tamamlamak için kana ihtiyaç duyar.
Yaklaşık 100 yıl önce, karbondioksitin (CO₂) sivrisinekleri cezbettiği ortaya çıktı. Ancak, karbondioksitin çekiciliği sivrisineklerin neden sistematik olarak bir kişiyi diğerine tercih ettiğini açıklamıyor.
Sivrisineklerin belirli insanlara daha fazla ilgi duymasını sağlayan başka fiziksel ve kimyasal işaretler var. Bunlar arasında ısı, su buharı, nem, görsel sebepler ve en önemlisi deriden yayılan kokular bulunuyor.
Hangi aromaların sivrisinekleri daha çok çektiği henüz tam olarak anlaşılmamış olsa da, birçok çalışmada indol, nonanol, oktenol ve laktik asit gibi moleküller öne çıkıyor.
ABD'deki Uluslararası Florida Üniversitesi'nden Matthew DeGennaro liderliğindeki bir araştırma ekibi; IR8a olarak bilinen ve pek çok hastalığı taşıyan Aedes aegypti sivrisineklerinin laktik asidi tespit etmesini sağlayan benzersiz bir koku reseptörü olduğunu keşfetti. Bilim insanları, böcek antenlerinde bulunan IR8a reseptörünü mutasyona uğrattığında, sivrisineklerin laktik asit ve insanlar tarafından yayılan diğer asidik kokuları tespit edemediğini gördü.

Sivrisinekleri çeken koku
Öte yandan, son araştırmalara göre, dang ve Zika virüsleri, farelerin ve enfekte ettikleri insanların kokularını değiştiriyor ve onları sivrisinekler için daha çekici hale getiriyor. Bu durum da hasta kişiyi ısırarak enfekte kanını almaları ve ardından virüsü başkalarına taşımaları durumunu destekliyor.
Normalde, insan ve kemirgenlerin derisi, bakteri popülasyonlarını sınırlayan bir antimikrobiyal peptit üretiyor. Ancak, dang veya Zika ile enfekte olmuş farelerde, bu peptidin yoğunluğu azalıyor ve bazı bakteriler çoğalarak asetofenon (en basit aromatik bileşik) üretimini tetikliyor.
İnsanlarda da benzer bir durum söz konusu. Dang humması hastalarının koltuk altlarından toplanan kokular, sağlıklı insanlarınkinden daha fazla asetofenon içeriyor.
İlginç olansa, bunun düzeltilebilir olması. Dang humması ile enfekte olmuş farelerin bazıları, daha az asetofenon salımına yol açan ve böylece sivrisineklerin çekiciliğini azaltan izotretinoin ile tedavi edildi. Böylece sivrisinek ısırmalarının önüne geçildi.

Sivrisineklerin bir insanı ısırmayı neden tercih ettiğine yönelik bu tespitler, vektörler tarafından bulaşan hastalıkların azaltılmasına yardımcı olabilir.

Prof. Raúl Rivas González
Salamanca Üniversitesi
www.bbc.com/turkce

25 Mart 2022 Cuma

Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir

Yeni bilgiler karşısında fikrinizi değiştirecek kadar zihinsel esnekliğe sahipseniz, onu yenilikçi şekillerde kullanırsanız ve onunla zorlu sorunları çözerseniz, zekisinizdir. Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir Fikrinizi değiştirmek bir zeka göstergesi ve düzenli olarak yapmanız gereken bir uygulamadır. Ancak, bunu yapmanın bir inanç ve hatta karakter eksikliğini ortaya çıkardığını düşünenler var. Önemli olanın gururlarını korumak olduğuna ve hatalarını kabul etmek için kendilerini aşağılamamak olduğuna inanırlar.


İnsan zekası ve yaratıcılığı alanındaki uzmanlar, sabah uyandığınızda kendinize bugün hangi fikri, yaklaşımı veya inancı değiştireceğinizi sormanız gerektiğini öne sürüyor. Bunu yapmanın, bilgelik, bilişsel açıklık ve mutluluk kazanmanıza izin veren bir zihinsel esneklik egzersizi olduğunu iddia ediyorlar.
Hayatın akışı, tıpkı zihniniz gibi değişim ve hareket gerektirir. Bu nedenle, zaman zaman herhangi bir fikrinizi değiştirmenize izin vermezseniz, doğru olmayan şeylere inanmaya başlarsınız. Ayrıca belirsizliğin üstesinden gelemeyecek ve hatalarınızı düzeltemeyeceksiniz. Ayrıca, birlikte yaşamanız oldukça zor olacak.

Zeka, kuantum fiziğinde bir dahi olmanın veya matematikte iki doktora sahibi olmanın çok ötesine geçer. Parlak zihin esnek bir zihindir.
Aklınızdan geçen ilk fikirlere sonsuza kadar takılırsanız, hayatın en karmaşık zorluklarıyla yüzleşemezsiniz.

Arkadaşlarınız, partneriniz, iş arkadaşlarınız ve aileniz tarafından paylaşılan aynı fikirleri savunmaktan daha kolay çok az şey vardır. Referans grubunuzla aynı inançlara, ideolojilere ve tutumlara sahip olmak size memnuniyet ve uyum sağlar. Ancak, aniden diğerleriyle aynı fikirde olmadığınızda ve kendi karşıt görüşünüzü savunduğunuzda ne olur?
Olan şey, etrafınızdakilerin zorlandığını hissetmesidir. Ne zaman böyle düşünmeye başladığınızı ve neden birdenbire bu kadar farklı görüşlere sahip olduğunuzu soruyorlar. Birisinin sizin beyninizi yıkamış olabileceğini iddia ediyorlar. Çünkü fikrinizi değiştirmek herkesin anlamadığı veya saygı duymadığı bir şeydir.

Aslında, genellikle çelişkili buluyorlar.
Başkalarının düşündükleriyle tutarlı, alışılmış öngörülebilir yaklaşımlarınızda yerleşik, odaklanmış fikirlerinizle sizi tercih ederler. Yine de, daha önce reddettiğiniz bir fikri savunmanız, sahte, satılmış veya daha az dürüst olduğunuz anlamına gelmez. Aslında diğer yaklaşımlara açık olmak ve onların faydasını görmek, kaçınılmaz bir bilgelik işaretidir.
Bilişsel inatçılık ve yanlış olduğunu bildiğiniz fikirleri kabul etmek sizi daha güçlü yapmaz. Sizi bilgisiz yapar.

İyi liderler fikirlerini değiştirmenin önemini bilir
Daha önce de belirttiğimiz gibi, fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak birçoğu bunu yapmanın otoritelerini baltaladığını düşünüyor. Harvard Business School uzmanları Martha Jeong, Leslie K. John, Francesca Gino ve Laura Huang’ın keşfettiği tam da budur. Araştırma çalışmalarında, birçok liderin ve girişimcinin odaklarını değiştirmeye veya fikirlerini reddetmeye isteksiz olduklarını keşfettiler.
Görünüşe göre gerçeklerinden vazgeçmenin veya hataları kabul etmenin bir yanılabilirlik eylemi olduğuna inanıyorlar. Gerçekten de bazıları için ilk konumlarında sağlam durmak, bir güç ve inanç gösterisidir. Ancak, gerçek liderler ve son derece başarılı insanlar, palavracıların fazla uzağa gitmediğini bilirler. Sadece esnek olmalarına izin veren ve zaman zaman bakış açılarını değiştirenler gerçek parlaklığı ortaya çıkarır.

Bazen haklı olmak için yaklaşımınızı değiştirmeniz gerekir.
Aniden, önceden olduğu gibi kabul ettiğiniz bir şeyin acı verici olabileceğini keşfetmek. Egonuzu, ahlakınızı, özgüveninizi ve hatta kimliğinizi etkileyebilir. Yeni bilgilerin daha önce savunduklarınızla nasıl çeliştiğini görme gerçeği, bilişsel uyumsuzluk olarak bilinen şeyi üretir.
Bu terim, içsel fikir, inanç ve tutum sisteminiz çatıştığında yaşadığınız uyumsuzluğu tanımlar. Fikrinizi değiştirmenin bir zeka işareti olduğunu biliyorsunuz çünkü faydasız fikirleri atmanıza izin veriyor, ancak bunu yapmak ne kolay ne de hızlı. İşin ilginç yanı, bu psikolojik rahatsızlıktan kurtulmak için çoğu zaman inanılmaz bir entelektüel hokkabazlığa başvuruyorsunuz.

İnançlarınızın ötesinde esneklik var
Miguel Servetus, Giordiano Bruno, Copernicus, Galileo Galilei… Tarihimiz, bilim ve din hiçbir zaman pek iyi geçinemediğinden, yeni fikirlerin inanç dogmasına saldırı olarak görüldüğü bir zamanda dünyaya meydan okuyan kişilerle doludur. Gerçekten de, bugün bile , Engizisyon’un inançlarıyla yaptığı gibi inançlarına bağlı kalan pek çok kişi var.
Toplum, açık fikirli olmadan ilerlemez. Bununla birlikte, bugün bile fikirlerinin kum üzerine kurulduğunu fark etmeden fikirlerini şiddetle savunan pek çok kişi var.
Fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak aynı zamanda entelektüel tevazu göstermeyi de gerektirir. Sizi siz yapan şeyin inançlarınız olduğu ve onları canınız pahasına savunmanız gerektiği öğretildiğinde, bunu gerçekleştirmeniz kolay değil.

Ne yazık ki, değişimin ilerlemeyi kolaylaştırdığı, gerçeğin ilerlemede saklı olduğu ve bunu kolaylaştırmak için daha iyi argümanlar ve yeni bakış açıları benimsemek için eski fikirlerin atılması gerektiği sıklıkla unutulur. Aklınızda bulundurun. Kendinize bugün hangi fikrinizin veya inancınızın değişmeye değer olduğunu sorun.

www.aklinizikesfedin.com

29 Ağustos 2021 Pazar

Homo sapiens Nedir?

Modern insanlar veya Homo sapiens, yaşayan tek Homo türüdür. Ancak bu gezegende her zaman yalnız değildik.

  Arjantin’de bulunan Eller Mağarası.


Homo sapiens, genellikle Homo sapiens sapiens olarak anılan, tüm yaşayan insanları içeren oldukça zeki bir primat türüdür. Homo cinsinde bir zamanlar birçok tür vardı, ancak modern insanların yanı sıra tüm türler ve alt türler artık nesli tükenmiş durumda. 1758’de İsveçli bilim insanı Carl Linnaeus, insanlara Homo sapiens adını veren ilk kişiydi. Encyclopedia Britannica’ya göre, “homo sapiens” terimi Latince’den türemişti ve “bilge adam” anlamına gelir.

Yaklaşık 6 milyon yıl önce, Afrika kıtasında insan atalarından bir tür, şempanze ve bonobo yaşıyordu. Duke Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Herman Pontzer, Doğa Eğitimi Bilgi Projesi için yazdığı makalesinde açıkladığı gibi, o sıralarda bir grup kendini farklılaştırmaya ve diğerlerinden ayrılmaya başladı ve homininler oldu.

Avustralya Müzesi’ne göre, evrim ağacının bu hominin dalı, modern insanları, soyu tükenmiş insan türlerini ve Homo, Australopithecus, Paranthropus ve Ardipithecus cinslerinin üyeleri de dahil olmak üzere tüm atalarımızı içeriyor.

(İnsanların Nesli Tükenecek mi?)

Pontzer, “Homininleri diğer primatlardan ayıran, yaşayan ve nesli tükenmiş olan bazı özellikler, dik duruşları, iki ayaklı hareketleri, daha büyük beyinleri ve özel alet kullanımı ve bazı durumlarda dil yoluyla iletişim gibi davranışsal özelliklerdir.” diyor. Önemli olarak, bu özellikler, araştırmacıların Homo sapiens’i diğer tüm türlerden ayıran iki ana yol olan fiziksel ve davranışsal özelliklerin bir karışımı.

Homininler diğer büyük maymunlardan ayrıldıktan sonra, herhangi bir Homo türünün ortaya çıkmaya başlaması için hala birkaç milyon yıl geçmesi gerekiyordu. William H.Kimbel ve Brian Villmoare’in 2016 yılında Royal Society B dergisinde yayınladıkları bir makalede şunu yazdılar: “Homo soyunun en eski popülasyonları, yaklaşık 3 ila yaklaşık 2 milyon yıl önce bir noktada Afrika’da hala bilinmeyen bir ata türünden ortaya çıktı.”

Homo cinsinin kökenleri belirsizliğini koruyor. 2015 yılında Science dergisinde bildirilen şu ana kadar bulunan en eski Homo fosili, yaklaşık 2,8 milyon yıl öncesine ait olabilir, ancak bilim insanları hangi türe ait olduğundan emin değiller. Araştırmacılar tarafından Nature dergisindeki 2015 tarihli bir makalede incelenen bir sonraki en eski fosil, yaklaşık 2,3 milyon yıl önce yaşamış ve muhtemelen Homo habilis olan bir bireye aitti. Bu fosil ile ilişkili olarak bulunan taş aletler, bireyin onları nasıl kullanacağını bilmiş olabileceğini düşündürüyor.

İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nden insan evrimi uzmanı Chris Stringer’e göre, son 15 yılda bilinen Homo türlerinin sayısı dörtten dokuza, iki kattan fazla arttı. Bilim insanları, 2019’da Nature’da yayınlanan bir makalede en son eklenen Homo luzonensis‘i tanımladılar.

Stringer, “Etiyopya’dan yaklaşık 195.000 yıllık bir Homo sapiens fosili var ve modern insanların temel özelliklerine sahip.” diyor. “195.000 yıldan itibaren, makul bir şekilde Homo sapiens diyebileceğimiz fosiller buluyoruz.”

Ancak muhtemelen Homo sapiens’in daha da eski bir örneği var: Nature dergisindeki 2017 tarihli bir makalede anlatıldığı gibi, Fas’taki bir mağarada taş aletlerle birlikte bulunan fosilleşmiş kalıntılar, “modern” insanların 315.000 yıl kadar erken bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor.

İnsanlar ve yakın akrabalarımız arasında net bir çizgi yok ve araştırmacılar insan kalıntılarını diğerlerinden ayırmak için ya anatomiyi ya da davranışı kullanıyor. Anatomistler, Homo sapiens’in iskeletleriyle tanımlanabileceğini savunurken, bazı arkeologlar, davranışın modern insanları tanımlayan şey olduğunu söylüyor.

Science’ta yayınlanan 2015 tarihli bir incelemeye göre, bilim insanları Homo cinsini neyin oluşturduğuna dair kesin bir tanım üzerinde hemfikir değiller. Bununla birlikte, Journal of Quaternary Science’ta yayınlanan 2019 tarihli bir incelemede açıklandığı gibi çoğu Homo türünün “uzun, düşük kafatası ve güçlü kaş kemeri” olduğu söyleniyor. Bununla birlikte, Homo sapiens’in kendine özgü “modern” fiziksel özellikleri vardı: Homo cinsindeki diğer türlere kıyasla büyük, yuvarlak bir kafatası, kaş çıkıntısının olmaması, çene (bebeklik döneminde bile) ve dar bir pelvis.

Ancak Stringer, erken dönem Homo sapiens’in modern Homo sapiens ile aynı özelliklere sahip olmayabileceğini söylüyor. “İnsanlar her şeyi sınıflandırmayı ve basit tutmayı sever, ancak doğa bizim tanımlarımızı tanımaz.”

Bazı bilim insanları, davranışın Homo sapiens’i diğer Homo türlerinden ve bu konuda dünyadaki diğer tüm türlerden ayıran şey olduğuna inanıyor. “İnsan” olarak kategorize edilen bir dizi davranış var. Current Anthropology dergisinde yayınlanan 2003 tarihli bir incelemede, araştırmacılar, tarihsel olarak Homo sapiens’i tanımlamak için kullanılmış olan özellikleri sıraladılar.

Bunlar, ölülerin gömülmesi, ritüel sanatı, süslemeler, işlenmiş kemik ve boynuz malzemesi, bıçak teknolojisi ve balıkçılık gibi davranışların kanıtlarını içeriyordu. Bununla birlikte, bu incelemenin yazarları, bu davranışların çoğunun Avrupa merkezli olduğuna ve dünyanın diğer bölgelerinde bulunan Homo sapiens için geçerli olmayabileceğine de dikkat çekiyor.

Norveç’teki Bergen Üniversitesi SapienCE proje yöneticisi Silje Bentsen ‘a verdiği demeçte, “Mevcut arkeolojik yaklaşım, becerilerin yanı sıra davranışsal sonuçlara bakmaktır.” Grubun web sitesine göre, Erken Sapiens Davranış Merkezi anlamına gelen SapienCE, “Homo sapiens’in nasıl ve ne zaman bugün kim olduğumuza dönüştüğü konusundaki anlayışımızı artırmayı” hedefliyor.

Bentsen, “Modern bir insana ne isim verileceği konusunda uzun bir tartışma var ve tartışma hala devam ediyor.” diyor. Arkeologlar, bir özellikler listesi yerine, bilişle ilgili belirli özelliklerin neyi ima ettiğine bakıyorlar. Örneğin, mevsimleri veya hayvan göçlerini tasvir eden gravürler veya semboller, ilk insanların bu kavramları anlayacak kadar zeki olduğunu gösteriyor. Bentsen, “Planlama ve gelişmiş bilişi gösterir. Bu karmaşık bir davranış paketi.” diyor.

Bununla birlikte, modern insanları ayırt etmenin davranışsal yöntemi, Neandertaller gibi diğer Homo türlerinin de benzer yetenekler sergilediğinin gösterildiğine dair kanıtlar nedeniyle karmaşık. Bu tıknaz mağara sakinleri aletler kullandılar, ölülerini gömdüler ve ateşi kontrol altına aldılar. Bunlar bir zamanlar açıkça modern insanlara atfedilen faaliyetlerdi. Aslında, Stringer, türleri ayırt etmenin bir yolu olarak davranışı reddediyor. “Davranış, bir türü tanımlamanın geçerli bir yolu değildir. Davranış, anatomiden çok daha kolay paylaşılır.” diyor.

Encyclopedia Britannica’ya göre, türlerin bir tanımı: “Diğer gruplarla üreyemeyen, kendi içinde üreyebilen doğal popülasyon grupları”dır. Bununla birlikte, son araştırmalar Neandertaller, Homo sapiens ve Homo denisovalılar (Rusya’daki Denisova Mağarasında keşfedilen bir hominin türü) arasındaki melezleşmenin kanıtlarını tanımladığından, bu tanım Homo türleri için geçerli olmayabilir. Örneğin, Nature dergisinde yayınlanan 2018 tarihli bir makale, Neandertaller ve Homo sapiens arasındaki çok sayıda melezleşme olayının kanıtlarını bildirdi. Yine Nature’da yayınlanan bir başka 2018 makalesi, hem Neandertal hem de Denisovalı DNA’sına sahip olan eski bir insan melezinin kanıtlarını açıkladı.

Stringer, bu, bazı bilim insanlarının bizimki de dahil olmak üzere birçok Homo türünün bir araya toplanması gerektiğini tartışmasına yol açtığını söylüyoi. Bu paradigmada, modern insanlar Homo sapiens sapiens iken, Neandertaller Homo sapiens neanderthalensis ve Denisovalılar ise Homo sapiens denisovalılardır.

Ancak Stringer, insanların ve Neandertallerin ayrı türler olduğunu çünkü kemik yapılarının farklı olduğunu savunuyor. Londra’daki The Natural History Museum için yazdığı bir makalede “Neandertaller ve Homo sapiens böylesine belirgin farklı kafatası şekillerini, pelvisleri ve kulak kemiklerini evrimleştirecek kadar uzun süre ayrı kalmışlarsa, farklı türler olarak kabul edilebilirler, melezleşebilsinler ya da melezleşemesinler.”

arkeofili.com

16 Haziran 2021 Çarşamba

Bakteriler plastik krizine lezzetli bir çözüm sunuyor

 Dünyanın önde gelen üniversitelerinden Edinburgh Üniversitesi’nden bilim insanları plastik atıkları vanilya aromasına çevirerek her geçen gün büyüyen soruna yeni bir çözüm geliştirdiler.

İklim Gazetesi’nden İrem Karakaş tarafından haberleştirilen yeni bir araştırma, yaygın E. coli bakterisinin, kullanılmış plastiği vaniline dönüştürmekte sürdürülebilir bir şekilde kullanılabileceğini ortaya çıkardı.

Vanilin

Vanilin, özütlenmiş vanilya çekirdeklerinin birincil bileşeni ve vanilyanın karakteristik tadı ve kokusundan sorumlu.

Uzmanlar, dönüşümün atıkları ortadan kaldırmayı, ürün ve malzemeleri kullanımda tutmayı ve sentetik biyoloji için olumlu etkileri olan döngüsel ekonomiyi destekleyebileceğini söylüyor.

Plastik krizi

Dünyanın plastik krizi, polietilen tereftalatı (PET) – petrol ve gaz gibi malzemelerden elde edilen ve meyve suları ve su gibi gıdaları ambalajlamak için yaygın olarak kullanılan güçlü, hafif plastik – geri dönüştürmek için yeni yöntemler geliştirmeye acil bir ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor.

Yılda yaklaşık 50 milyon ton PET atığı üretilerek ciddi ekonomik ve çevresel etkilere neden olunuyor. PET geri dönüşümü mümkün, ancak mevcut süreçler, dünya çapında plastik kirliliğine katkıda bulunmaya devam eden ürünler yaratıyor.

Lezzetli bir çözüm

Bu sorunu çözmek için Edinburgh Üniversitesi’nden bilim insanları, PET’ten türetilen bir molekül olan tereftalik asidi bir dizi kimyasal reaksiyon yoluyla yüksek değerli bileşik vaniline dönüştürmek için laboratuvarda tasarlanmış E. coli’yi kullandılar.

Ekip ayrıca, bozulmuş plastik atıklara E. coli ekleyerek kullanılmış bir plastik şişeyi vaniline dönüştürerek tekniğin nasıl çalıştığını da gösterdi. Araştırmacılar üretilen vanilinin insan tüketimine uygun olacağını ancak daha ileri deneysel testlerin gerekli olduğunu söylüyorlar.

‘İlk örnek’

Çalışmanın yazarı Edinburgh Üniversitesi Biyolojik Bilimler Okulu’ndan Joanna Sadler “Vanilin, gıda ve kozmetik endüstrilerinin yanı sıra herbisitlerin, köpük önleyici maddelerin ve temizlik ürünlerinin formülasyonunda yaygın olarak kullanılıyor. Vanilin için küresel talep 2018’de 37 bin tonu aştı” dedi. Sadler şu ifadeleri kullandı:

Bu, plastik atıkları değerli bir endüstriyel kimyasala dönüştürmek için biyolojik bir sistem kullanmanın ilk örneği ve bunun döngüsel ekonomi için çok heyecan verici etkileri var. Araştırmamızdan elde edilen sonuçların plastiğin sürdürülebilirliği alanı için önemli etkileri var ve sentetik biyolojinin gerçek dünyadaki zorlukları ele alma gücünü gösteriyor.

Edinburgh Üniversitesi Biyolojik Bilimler Okulu’ndan Dr. Stephan Wallace ise “Çalışmamız, plastiğin sorunlu bir atık olduğu algısına meydan okuyor ve bunun yerine yüksek değerli ürünlerin elde edilebileceği yeni bir karbon kaynağı olarak kullanımını gösteriyor” ifadelerini kullandı.

 

Yeşil Gazete

27 Nisan 2020 Pazartesi

Güneş paneli kurma maliyeti yüzde 99,3 azaldı

Güneş paneli maliyeti yüzde 99,3 azaldı
1976’da watt başına 100 dolardan fazla olan güneş paneli maliyeti, geçtiğimiz yıl yüzde 99,3 azalarak 0,23 dolara düştü. (Nisan 24, 2020)

Nathaniel Bullard, Bloomberg Green’de yer alan yazısında güneş panellerinin 1970’ten günümüze maliyetlerini ele aldı.

BloombergNEF verilerine göre, 1976’da panel maliyetinin watt başına 100 dolardan fazla olduğu bilgisini veren Bullard, “Geçen sene ise fotovoltaik (FV) panellerin watt başına maliyeti 0,23 dolara düştü. Yani yüzde 99,3’lük bir azalma yaşandı. Şu anda ise tüm sistem, tek bir FV modülünün yedi yıl önceki maliyetinden daha ucuza kurulabiliyor.” dedi.


Paneller daha verimli ve dayanıklı hale geldi

Panellerin önceki yıllara göre çok daha verimli, güvenilir, dayanıklı ve hafif hale geldiği bilgisini veren Bullard,

“Çatımda, gün içindeki enerji talebimi fazlasıyla karşılayacak bir güneş enerjisi sistemi var. Bu şimdi küçük bir şey, ama 1970’te hayal bile edilemeyecek kadar büyük bir anlaşma olurdu. İlk çıktığında, yavaş ve düşük olan bu enerji kaynağı şimdi dünyayı değiştiriyor.” ifadelerini kullandı.

Bileşen ve yıla göre şebeke ölçeğinde sistem maliyetlerini de analiz eden BloombergNEF’e göre, 2010 yılında 3,75 dolar olan fotovoltaik sistem maliyeti, 2020 yılında 0,75 dolara düştü.

Pazartesi günü Amerika Birleşik Devletleri’nde petrol varil fiyatının -37,63 dolara düştüğünü dile getiren Bullard, “Petrol piyasasındaki bu durum, güneş enerjisi ile ilgili yeni uygulamaların olduğu bir dünyaya işaret ediyor.” dedi.

Bullard ayrıca önümüzdeki dönemlerde, yenilenebilir hidrojen ile birlikte çelik, çimento ve cam üretimi gibi sektörlerde emisyonların azaltılabileceğini ön görüyor.

Temiz Enerji


26 Nisan 2020 Pazar

Pandemiden sonra dünyayı ne bekliyor

Toplumlar koronavirüs pandemisi nedeniyle değişiyor, yeniliklere ve kısıtlamalara uyum sağlıyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor? Prof. Yuval Noah Harari, DW'nin sorularını yanıtladı. 26.4.2020



Dünyanın neredeyse tamamını kontrolü altına alan koronavirüs krizi, dünya toplumları açısından bir dönüm noktası olma özelliği taşıyor. Yaşam, çalışma, beslenme ve eğlence biçimlerimiz pandeminin dayattığı koşullar nedeniyle değişiyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor?

Kurduğu Sapienship organizasyonu aracılığıyla Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) 1 milyon dolarlık bağışta bulunan Prof. Yuval Noah Harari, COVID-19'e ilişkin alacağımız kararların geleceğimizi nasıl etkileyeceğini anlattı.

DW: Sayın Harari, küresel bir salgının ortasındayız. Dünyanın değişimine dair sizi en çok ne endişelendiriyor?

Yuval Noah Harari: En büyük tehlikenin virüs olmadığını düşünüyorum. İnsanlık, bu virüsün üstesinden gelmek için yeterli bilimsel altyapıya ve teknolojik araca sahip. Bizim en büyük problemimiz doğamızda yer alan nefret, açgözlülük ve cehalet. Maalesef insanlar bu krize küresel dayanışma ile değil, diğer ülkeleri, dini ve etnik azınlıkları suçlayarak, nefret dili kullanarak karşılık veriyor. Umuyorum ki nefret değil, şefkat ve cömertlik ile yardıma muhtaç insanlara, küresel dayanışma ruhuyla yardım edebiliriz. Bir de komplo teorileri ve gerçekler arasındaki farkı ayırt edebilmeliyiz. Eğer bunu yaparsak, bu krizi kolayca atlatacağımızdan şüphem yok.

Sizin de ifade ettiğiniz gibi, totaliter gözetleme sistemleri ve bireylerin güçlendirilmesi arasında bir seçim yapmak gerekecek. Eğer dikkatli olmazsak, bu salgın gözetleme mekanizmalarında bir dönüm noktasına yol açabilir. Peki kontrolümüzde olmayan bir duruma karşı nasıl dikkatli olunabilir?

Yazının tamamı >>

15 Mart 2020 Pazar

Buzullarda saklı hastalıklar yeniden canlanıyor

Jasmin Fox-Skelly 

 10 Mayıs 2017
buzullarda saklı mikroplarTelif hakkıNPL
Yüzyıllardır buzullar ve donmuş toprak tabakası içinde etkisiz duran bakteri ve virüsler, iklim değişikliği ile ısınan yeryüzünde yeniden tehdit oluşturabilir.
Tarih boyunca insanlar bakteri ve virüslerle yan yana yaşadı. Biz bazı hastalıklara yol açanlarına karşı direnç geliştirirken, onlar da yeni bulaşma yöntemleri geliştirdi.
Yüz yıl kadar önce Alexander Fleming penisilini bulduğundan beri antibiyotik kullanıyoruz. Buna karşılık bakteriler de antibiyotiğe karşı direnç geliştirecek şekilde evrildi. Aradaki mücadele devam ediyor.
Peki yüzlerce, hatta binlerce yıldır ortalıkta olmayan veya daha önce hiç karşılaşmadığımız ölümcül bir bakteri ya da virüsle karşılaşsak ne olur?
İklim değişikliği sonucu binlerce yıldır donmuş topraklar ve buzullar erimeye başladığı için bugün eski virüs ve bakterilerin yeniden canlanması ihtimali oldukça yüksek.
Göç eden ren geyikleriTelif hakkıNPL
Image captionGöç eden ren geyikleri
Ağustos 2016'da Sibirya'daki Yamal Yarımadası'nda 12 yaşında bir çocuk ölmüş, en az 20 kişi de şarbon nedeniyle hastanelik olmuştu.
Bu durum, 75 yıl önce şarbondan ölen bir geyik cesedinin çözülen buzlar nedeniyle yüzeye çıkmasına bağlandı. Şarbon bakterisi toprağa ve suya karışmış, bölgedeki iki bin geyiğe hastalık bulaşmıştı.
Normal koşullarda, her yaz 50 cm derinliğe ulaşan yüzeysel donmuş topraklar çözülür. Fakat dünya giderek ısındığı için daha derin tabakalarda da çözülme gözleniyor. Dolayısıyla bu tür vakalarda artış olabilir.
Zira donmuş topraklar bakterilerin uzun süre, belki de milyonlarca yıl canlı kalması için ideal ortam sağlıyor. Bu durumda bazı hastalıkların yeniden gündeme gelmesi söz konusu olabilir.
Şarbon sporlarıTelif hakkıALAMY
Image captionŞarbon (anthrax) sporları
Kuzey Kutup Dairesi'nde ısı artışı diğer bölgelerden üç kat daha hızlı.
Soğuk, karanlık ve oksijensiz ortamdan dolayı donmuş topraklar mikrop ve virüsler için iyi bir koruyucu. İnsanlara ve hayvanlara hastalık bulaştırabilecek virüsler, geçmişte salgın hastalıklara yol açmış olanlar da dahil, bu tabakada canlı kalmış olabilir.
20. yüzyılda bir milyonu aşkın geyik şarbondan öldü. Bunlara derin mezarlar kazmak mümkün olmadığından cesetleri yüzeye yakın. Rusya'nın kuzeyinde bu şekilde 7 bin toplu gömüt bulunuyor.
Ancak donmuş toprak altında başka nelerin bizi beklediği bilinmiyor. Örneğin araştırmacılar Alaska'nın tundralarında 1918 İspanyol gribi virüsünün kalıntılarını buldu. Bubonik veba ve çiçek virüslerinin de Sibirya'da gömülü olma ihtimali var.
Antarktika buzullarıTelif hakkıALAMY
Image captionAntarktika buzullarında saklı çok eski bakterileriler bulundu
2011'de yapılan bir araştırmada, donmuş toprakların erimesi sonucu, 18. ve 19. yüzyılda kol gezen ölümcül hastalıklara yol açan virüs ve bakteriler, özellikle bu mezarlıkarın yakınındaki insanlar bakımından yeniden tehlike teşkil edebilir.
Örneğin 1890'da Sibirya'da büyük bir çiçek salgını olmuş, bir kasabanın nüfusunun yüzde 40'ı hayatını kaybetmişti. Bu insanlar Kolyma Nehri'nin kenarında donmuş toprakların üst tabakasına gömülmüştü. 120 yıl sonra nehirden taşan sular kıyıları aşındırıp erozyonu hızlandırdı.
1990'larda yapılan araştırmalarda, Sibirya'nın güneyinde Taş Devri'nden kalma insan kalıntıları bulunmuş, bunların vücudunda çiçek hastalığına özgü yaralar tespit edilmişti. Araştırmacılar çiçek virüsü görmeseler de bu virüsün DNA kalıntılarına rastlandı.
Neandertal kalıntılarıTelif hakkıALAMY
Image captionSibirya'da Neandertal kalıntılarına rastlandı
Bu, buzda donmuş halde duran bakterilerin hayata dönmesinin ilk örneği değildi.
NASA araştırmacıları 2005'te Alaska'da 32 bin yıldır donmuş olan bir bakteriyi canlandırmayı başarmıştı. Mamutlar döneminde hayatta olan bu bakteriler buzlar çözülünce yeniden hareket etmeye başlamıştı.
Bundan iki yıl sonra ise Antarktika'da buzulların altında donmuş, 8 milyon yıllık bir bakteri yeniden hayata döndürüldü. Aynı çalışmada 100 bin yıllık bakteri de canlandırıldı.
Ancak donmuş haldeki her bakteri canlandırılamaz. Şarbon bakterisi spor ürettiği için ve bunlar çok dayanıklı olduğundan 100 yıldan fazla donmuş halde kalabilir.
Aynı şekilde tetanoz bakterisi, felce ve ölüme yol açan botulizm bakterisi ve bazı mantarlar da uzun süre buzda donmuş halde canlılığını koruyabilir.
Naica mağarasındaki kristaller
Image captionMeksika'daki Naica mağarasındaki kristaller
Virüsler de uzun süre dayanabilir. Araştırmacılar 2014'te, Sibirya'da 30 metre derinlikte 30 bin yıllık iki büyük virüsü (Pithovirus sibericum and Mollivirus sibericum) yeniden canlandırmıştı.
Virüsler canlandıkları andan itibaren hastalığa yol açabiliyor. Bu iki virüs sadece tek hücreli amipleri etkiliyor. Fakat bu durum, insana bulaşan virüslerin de canlanması ihtimaline işaret ediyor.
Bu riski yaratan şey sadece küresel ısınma ile donmuş toprakların çözülmesi değildir. Kuzey Buz Denizi'ndeki buzlar eridiği için Sibirya'nın kuzey kıyılarında maden ve mineral arama çalışmaları, petrol ve doğal gaz için sondaj çalışmaları kârlı hale geliyor.
Bu çalışmalar, eski bakteri ve virüslerin yeryüzüne çıkıp canlanması riskini arttırıyor. Bunlar yeni salgın hastalıklara yol açabilir. Bunların DNA'ları hasar görmüşse canlanması mümkün değil. Ancak çok daha dayanıklı olan büyük virüsler için aynı şey geçerli değil.
Lechuguilla mağarasındaki selenit kristalleriTelif hakkıNPL
Image captionLechuguilla mağarasındaki selenit kristalleri
Uzmanlar bu nedenle Arktik bölgesine gelen ilk insanlara ait virüslerin, hatta nesli çoktan tükenmiş Neanderthal ve Denisovan gibi insan türlerinin taşıdıkları hastalıkların yeniden gündeme gelmesi riskine dikkat çekiyor. Rusya'da 30-40 bin yıl öncesine ait Neandertal kalıntılarına daha önce rastlanmıştı.
Bazıları, belli hastalık virüslerinin yeryüzünden silinmiş olması gibi sahte bir güven duygusuna kapılmamak ve bu riske karşı tedbir olarak aşı stoklarının bulundurulması gerektiğine inanıyor.
Eskiden kalma bakteri ve virüslerin bulunduğu yer sadece buzullar değil. Şubat 2017'de NASA araştırmacıları Meksika'da bir madendeki kristaller içerisinde 10-50 bin yıllık mikroplara rastladıklarını açıkladı.
Bunlar, kristalin sıvı kısımlarında sıkışmış ve çıkarıldıklarında çoğalmaya başlamış yeni bir mikrop türüydü.
New Mexico'daki bir mağarada ise 300 metre kadar derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulundu.
Tibet platosundaki donmuş toprak tabakasıTelif hakkıNPL
Image captionTibet platosundaki donmuş toprak tabakası
Bu bakterinin insanlara hastalık bulaştırmadığı, ancak 18 doğal antibiyotiğe karşı dirençli olduğu görüldü. Antibiyotikle daha önce karşı karşıya gelmemiş bu bakterinin direnç göstermesi, bakterilerin direncinin milyonlarca, belki de milyarlarca yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bakterinin bu özelliği, zor koşullarda rakip organizmalara karşı üstünlük kazanmak için geliştirdiği sanılıyor.
Rusya ile Kanada arasındaki Bering bölgesinde 30 bin yıldır donmuş topraklarda bulunan bakterilerin genleri 2011'de incelendiğinde de bunların bazı antibiyotiklere karşı direnç gösterdiği görülmüştü.
Peki bütün bunlardan kaygı duymak gerekir mi?
Yer altında ne kadar tehlike olduğunu bilmediğimiz için bazıları boşuna kaygı duyulmaması, asıl dikkatlerin iklim değişikliğine yöneltilmesi gerektiğini söylüyor. Örneğin dünya giderek ısındığı için kuzey ülkeleri de sıtma, kolera, dang humması gibi daha sıcak iklimlerde görülen hastalıklara maruz kalabilir.
Bazıları ise eski bakterilerin teşkil ettiği riski tam olarak bilmesek de bunları göz ardı edemeyeceğimize inanıyor. Zira bağışıklık sistemimiz için yabancı olan bu canlılarla karşılaşma halinde hastalık bulaşması riski, bunların antibiyotik direnci de göz önünde bulundurulduğunda göz ardı edilecek gibi görünmüyor.
BBC Earth
Bu makalenin İngilizce aslını BBC Earth sayfasında okuyabilirsiniz.


12 Mart 2020 Perşembe

"Türkiye'de Corona Testi Yaygın Yapılmadığı İçin Yeni Saptandı"



İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Pınar Saip, corona virüsünün Türkiye’de yeni saptanmasının sebebinin, testin yaygın yapılmamasından kaynaklandığını söyledi. Saip, ayrıca halkın salgına karşı gerçekten hazırlıklı olup olmadığını Türk Tabipler Birliği gibi bağımsız kurumlar aracılığıyla teyit etmek istediğini, bu durumun Türkiye’nin kritik zamanlarda iyi sınav verememesinden kaynaklandığını ifade etti.

Prof. Dr. Saip, “Büyük bir ihtimalle yaşlıların çok ortada olmaması ve daha çok evlerde günlerini geçiriyor olmaları, onlara hastalığın bulaşmamasını sağladı. Hafif seyreden vakaları da çok saptayamadık. Türkiye’de testin yaygın yapılışı da söz konusu değil. Bu nedenlerle Türkiye’de virüs, beklenenden daha geç saptanmış oldu” diye konuştu.

“Havaların ısınmasıyla virüsün etkisi azalacaktır”

Corona virüslerinin sıcağa dayanıksız virüsler olduğunu ifade eden Prof. Dr. Pınar Saip, “Havalar ısındıkça mutlaka etkinliği azalacaktır. Sadece COVID-19 denilen yeni tip corona virüsle ilgili seyirin nasıl olacağı konusunda henüz net bilgilerimiz yok. Virüs kendi içinde mutasyonlar geçirebiliyor. Bu nedenle ancak bütün süreç tamamlandıktan sonra her şeyi çok net ve kesin konuşabilir bilim dünyası. Ama şu an için havaların ısınmasıyla etkisinin azalacağını öngörebiliriz” diye konuştu.

“Sosyal Medya Paylaşımlarına soruşturma açılması bir şeyler saklanıyormuş imajı yaratıyor”

Sosyal medyada yapılan paylaşımlarla ilgili soruşturmaların başlatılmış olmasının çok gereksiz bir uygulama olduğunu belirten Saip, “Siz doğrusunu verirsiniz ama birtakım şeylere soruşturma açmaya başladığınızda sanki bazı bilgiler gizleniyormuş imajı yaratıyor. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipler Birliği olarak bizimle de iletişim içinde olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü emir komuta zincirindeki açıklamalar, ast-üst ilişkisi içindeki açıklamalar millete güven telkin etmiyor. O yüzden de halktan, bizim gibi bağımsız bakabilen kurumlara çok fazla sorular geliyor. Gerçekten vaka var mı yok mu? Hakikaten hazırlıklı mıyız diye teyit etmek istiyorlar. Bunlar şüpheyle karşılanıyor. Bu durum, ülkemizin şimdiye kadar iyi sınav verememesinden kaynaklanıyor. Domuz gribi olayında, Çernobil faciası sonrası televizyonlarda içilen çaylar sanki bize bir şey olmaz gibi bir izlenim verilmesi halkta bir birikim yapmış durumda. Bu yüzden Türk Tabipler Birliği’yle sağlık bakanlığının iletişim halinde olması ve süreci insanları da bilgilendirerek yürütmesi gerekli ki toplumdaki bu panik havası azalsın” dedi.

“Hastanelere aşırı yığılma var. Bu durum gerçek hastaların erişiminde sıkıntı yaratabilir”

Türkiye’nin sağlık alt yapısı olan bir ülke olduğunu belirten İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof.Dr. Saip, yaşanabilecek olası sıkıntıları da sıraladı.
Prof. Dr. Saip, “Hastanelere genel olarak aşırı bir yığılma var. Biz de çok kışkırtılmış bir sağlık talebi olduğu için günde 3 milyona yakın poliklinik yapılmakta. Hekimlerin baktığı hasta sayısı çok fazla. Bütün bunlar gerçek hastaların erişimine de engel teşkil edebilir. Bu yüzden çok gerekli olmadıkça bu dönemde hastanelere başvuruların fazla olmamasına dikkat etmek lazım. En yoğun ve iç içe olunacak yerler hastane koridorları olacağı için kişilerin korunmak adına da oralara gitmemesi lazım. Başkalarına yaymama adına da yoğun yerlerde bulunulmamasında yarar var” diye konuştu.

“Devletin birinci basamak hizmetlere yeterli materyalleri göndermesi gerekiyor”

Prof. Dr. Saip, “Birinci basamak çok önemli. Aslında devletin birinci basamağa büyük yatırım yapması gerekiyor. Aile hekimi arkadaşlar şu anda maske ve edevat dağıtımının çok yeterli olmadığını söylüyor. Buralara bir an önce yeterli materyallerin gönderilmesi gerekiyor” dedi.

VOA


12 Ekim 2019 Cumartesi

Da Vinci Köprüsü



🌉Da Vinci Köprüsü sadece uzun tahtalar ve ahşap çubuklar kullanarak, çekiç ve çiviye ihtiyaç duymadan inşa edebileceğiniz bir köprü örneğidir.

👷‍♂️Kullanılan teknikte köprüye paralel olarak yerleştirilen her tahta, köprüye çıkan ağırlık arttıkça birbirine kenetlenmesini sağlıyor.
                                                                 izleyin ;)





28 Ağustos 2019 Çarşamba

"İstanbul, İzmir, New York sular altında kalacak; açlıktan kırılacağız"



Rosa Lüksemburg'dan Greta Thunberg'e

Dünya'nın oksijeninin yüzde 20'sini üreten Amazon Ormanları yanıyor. İzmir'deki orman yangını üç gün sürdü. Avrupa, bu yaz tarihinin en sıcak gününü yaşadı.
Eriyen buzullar, yanan ormanlar, seller, iklim krizine bağlı göçler... "Asıl beka sorunu iklim krizidir" diyen Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra, Küresel İklim Grevi'ni Şirin Payzın'a anlattı.