Translate

Söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2023 Cumartesi

Deprem Gerçeği


Mücella Yapıcı ile İzmir Depremi sonrasında bir söyleşi:
"İstanbul Depremi Türkiye'nin beka sorunu olacaktır!"

Serdar Akinan'ın Hazırlayıp Sunduğu ''Ne Oldu?" Programının Bu Bölümünde Mücella Yapıcı İle Deprem Gerçeğini Masaya Yatırdık.

5 Şubat 2023 Pazar

90’lardaki Başörtüsü Söylemi ile Bugünkü Tamamen Zıt

 "Başörtüsü mücadelesi hiçbir zaman İslamcı düşüncelerin kamusal alanda temsili mücadelesi olmadı; Müslüman kadının da dünyadaki özgürlüklerden, haklardan yurttaş olarak yararlanabilmesinin mücadelesiydi. Şimdi o kamusal alanda başörtülü kadın var ama kamusal alan artık açık ve kapsayıcı bir alan değil. Aralarından kurtarılmış birtakım kadınlar var ve bu kadınlar aynı zamanda başka kadınlar daha az özgür olsun diye çalışabiliyorlar. Dolayısıyla başörtüsü davası tam da başörtülüler tarafından kaybedilmiş vaziyette."

Akademisyen Ayşe Çavdar ile 1990’lardaki başörtüsü yasaklarını ve 90’lardan bugüne başörtüsü mücadelesini konuştuk.

28 Şubat sürecine başörtülü bir öğrenci ve gazeteci olarak birebir tanıklık eden daha sonra ise örtüsünü çıkaran Çavdar, 90’larda kadınların başını örtmek için verdiği mücadelenin, bugün kadınların başını açmak için verdiği mücadeleyle benzerliklerini anlatıyor.

Başörtüsü gibi tamamen kadınları ilgilendiren bir konuda, erkeklerin bu tartışmalarda öne çıktığını görüyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu durum 28 Şubat Dönemi’nde nasıldı, şu an nasıl?

Bir kere başörtüsü kadınları ilgilendirmiyor sadece. Böyle bakarsak erkeklerle kavgamızın sebebini de anlamamış oluyoruz. Olması gerekene değil, olana bakarak söylüyorum ki, başörtüsü şu anda biz istesek de istemesek de bir sembol. Toplumda belli bir grup insanın yaşadığını gösteriyor. Bir grup insan yalnızca Müslüman olmakla kalmıyorlar aynı zamanda İslam'ın sembollerini üzerlerinde taşıyacak kadar inançlı ve politik demek bu. Çünkü başörtülü olmayan da bir sürü Müslüman kadın var, başörtüsü takmamaları onları daha az inançlı yapmıyor ama onlarla diğerleri arasında şöyle bir fark oluyor; bir kısmı bunu üzerinde taşıyacak kadar siyasallaştırmış durumda.

Yani bu sadece kadınları ilgilendirmiyor. Eğer böyle bir siyasal manası olmasaydı ben örterdim mesela ve çok da mutluluk duyardım örtmekten ya da örtüp arada açmayı isterdim. Çünkü başörtüsü yalnızca İslami bir şey değil. Başörtüsü senin söylediğin tarafıyla, yani yalnızca kadınları ilgilendiren tarafıyla aynı zamanda son derece kadınsı ve çok hoş da bir aksesuar, dolayısıyla böyle bir şeyden, bir aksesuardan bahsetmediğimiz için üzerine acayip bir siyasal literatür binmiş, siyasal mücadeleler binmiş bir şeyden bahsettiğimiz için başörtüsü dediğimizde yalnızca kadınları ilgilendiren bir şeyden bahsetmiyoruz. Gönül isterdi ki öyle olsun ama öyle değil.

Başörtüsü 28 Şubat'ta muhalefetteydi şimdi ise iktidarda, aradaki fark bu. 28 Şubat’ta bir talep olarak vardı, bir özgürleşme talebi olarak vardı, başörtülü kadınların kamusal alanda dolayısıyla modern dünyanın içerisinde hareket edebilir hale gelmeleri gibi bir özgürlük talebi üzerinden vardı; şimdi ise başörtüsü kamusal alanda bu özgürleşmiş kadınların bulunması dolayısıyla birtakım sınırlandırmalar yapmaları söylemi ile geliyor. Bir kere en başta böyle bir farklılık var.

Yani 1990'larda, 28 Şubat öncesinde bir özgürlük söylemi, özgürleşme talebi olarak gelen başörtüsü bugün, o dönemde talip olunan özgürlüklerden vazgeçme, onları başka birtakım davalar ya da idealler adına bir tarafa itme, unutma gibi referanslarla kamusal alana taşıyor. Dolayısıyla 1990'lardaki başörtüsü söylemi ile bugünkü başörtüsü söylemi arasında 180 derece bir zıtlık var.

Söyleşinin Tamamı>>

Büşra Cebeci /m.bianet.org

6 Haziran 2021 Pazar

Paris Komünü’nün anlamı üzerine

Kristin Ross ile söyleşi:
18 Mart 1871’de, zanaatkârlar ve komünistler, emekçiler ve anarşistler Paris şehrinin yönetimini ele geçirdi ve Komün’ü kurdular. Bu radikal sosyalist öz yönetim deneyimi, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kuran gaddar bir katliamla ezilmeden önce 72 gün sürdü. Ancak sosyalistler, anarşistler ve Marksistler anlamını tartışmayı o zamandan beri sürdürüyorlar.

Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı muhteşem kitabında Komün’e ilişkin birikmiş polemikleri kolay anlaşılır bir biçimde ele alıyor. Kendisine göre bu polemikler anarşizme karşı Marksizm, köylülere karşı işçiler, Jakoben devrimci teröre karşı anarko-sendikalizm gibi suni kutuplaşmalar şeklinde kemikleşmiş vaziyette.

Ross, Soğuk Savaş’ın bittiği ve Fransız Cumhuriyetçiliğinin yorulduğu günümüzde, Komün’ü bu tür bir kemikleşmeden özgürleştirebileceğimizi ileri sürüyor. Bu tür bir kurtuluş, böylece, günümüz solunu eyleme geçme ve bugünün zorluklarını düşünme konusunda yeniden canlandırabilir. Hiçbir çalışma, Marx’ın Paris Komünü’nün en büyük başarısının “kendi işleyen varoluşu” olduğu iddiasını daha iyi belirtemez.

Bu kitap Paris Komünü’nü günümüz için yeniden sahneliyor. Komün neden günümüzün taleplerini düşünmek için bir kaynaktır?

“Ders” kelimesi yerine “kaynak” kelimesini seçtiğin için mutluyum. Çoğunlukla insanlar geçmişin bize dersler verdiği veya kaçınmamız gereken hataları öğrettiğinde ısrarcıdırlar. Komün’ü kuşatan literatür, yapılmış olanları sorgulamakla, gereksiz yere önerilerle ve hataları listeleme zevkiyle doludur: Şayet Komünarlar şunu ve bunu yapsalardı, bankadaki parayı alsalardı, Versay’a yürüselerdi, Versay ile barış yapsalardı, daha iyi örgütlenselerdi… O zaman belki başarılı olurlardı!

Bana göre, bu tür bir olay sonrası kuramsal üstünlük hem beyhude hem de son derece tarihdışıdır. Komünarların yaşadığı dünyada yaşamıyoruz. Bir kez durumun bu olduğunu gerçekten anladığımızda, onların yaşadığı dünyanın hangi açılardan bizim yaşadığımıza aslında ne kadar yakın, belki de ebeveynlerimizin dünyasından çok daha yakın, olduğunu görmek kolaylaşacaktır.

Günümüzde insanların, özellikle de gençlerin yaşama biçimlerinin ekonomik istikrarsızlığı, Komün’ü gerçekleştiren, çoğunluğu zamanını çalışarak değil de çalışacak bir iş arayarak geçiren 19. yüzyıl işçi ve zanaatkârlarının koşullarını andırıyor.

2011 sonrası, meydan işgallerini, mekânları ve alanları ele geçirmeyi, (İstanbul’dan Madrid’e, Montreal’den Oakland’a) şehirleri stratejik operasyonların sahnesine dönüştürmeyi temel alan siyasal bir stratejinin neredeyse her yerde geri gelişiyle birlikte, Paris Komünü yeniden aydınlandı veya görünür hale geldi, günümüzün şekillenişinde bir kez daha rol üstleniyor.

Komün’ün siyasal buluş biçimleri, bizim için derslerden ziyade kaynaklar veya Andrew Ross’un kitabımdan söz ederken söylediği gibi “kullanılabilir bir arşiv” haline yeni geldiler. Komün bir tarihin ve belki de bir geleceğin, bir taraftan kapitalist modernleşmenin, bir taraftan da faydacı devlet sosyalizminin rotasından farklı bir rol üstleniyor.

Bu, bugün pek çok insanın paylaştığını düşündüğüm bir tasarı ve Ortak tahayyül bu tasarının tam da merkezinde. Bu yüzden kitapta Komün’ü hem geride bıraktığımız, geçmişe ait olarak, hem de mevcut mücadelelerimizin ortasında olası gelecekler alanında bir çeşit açılım olarak düşünmeye çalıştım.

“Ortak Lüks” komünün sanatçılar şubesinin şiarıydı ve çalışmanızın da başlığını oluşturuyor. Bu ifadenin başlangıcı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

“Evrensel cumhuriyet”ten farklı olarak “ortak lüks”, Komün’ün ses getiren bir sloganı değildi. İfadeyi, sanatçılar ve zanaatçılar kendilerini bir Federasyon olarak örgütlerken, Komün altında ürettikleri manifestonun son cümlesinde saklanmış bir şekilde buldum. Benim için Komün’ün kimi kilit buluş ve fikirlerini yansıtan bir tür prizma haline geldi.

İfadenin yazarı, dekoratif sanatçı Eugène Pottier, bugün bizim tarafımızdan, katliamların kanı kurumadan, Kanlı Haftanın sonunda bestelenen başka bir metnin, Enternasyonal’in yazarı olarak biliniyor. “Ortak lüks” ile kendisinin ve diğer sanatçıların tasavvur ettiği, “kamusal güzellik” programı gibi bir şeydi: köylerin ve kentlerin iyileştirilmesi, her kişinin hoşnutluk duyacağı bir ortamda yaşama ve çalışma hakkı.

Bu küçük, hatta “dekoratif” bir talep olarak görülebilir. Ancak aslında sadece sanatla ilişkimizin tamamen yeniden yapılandırılması değil, ayrıca emekle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve yaşanılan ortamla ilişkimizin de yeniden yapılandırılmasıydı. Komün’ün iki düsturunun tamamen harekete geçmesiydi: merkezsizleşme ve katılım. Bu, sanat ve güzelliğin kamusallaştığı, gündelik yaşamla tamamen bütünleştiği, özel salonlarda gizlenmediği veya yakışıksız ulusal anıtsallık şeklinde merkezileşmediği anlamına gelir.

Bir toplumun estetik kaynakları ve başarıları, Komünarların eylemle açıkça gösterdiği gibi, William Morris’in “Napolyoncu döşemeciliğin ana parçası” olarak adlandırdığı Vendôme Sütunu biçimini almayacaktı. Komünün ölümünden sonra, Reclus, Morris ve diğerlerinin çalışmalarında, bu sanat ve güzelliğin gündelik yaşamda gelişme talebinin nasıl da bugün “ekolojik” olarak adlandırabileceğimiz, örneğin Morris’in “eleştirel güzellik mefhumu”nda veya Kropotkin’in bölgesel öz yeterliliğin önemine ilişkin ısrarında izi sürülebilecek, bir fikirler kümesinin ana hatlarını içerdiğini gösteriyorum.

En spekülatif kavrayışlarında “ortak lüks”, toplumsal değerlerin ne olduğuna, neyin kıymetli olarak sayılacağına karar vermek için piyasa tarafından sağlanandan farklı bir ölçütler kümesine veya değerleme sistemine işaret eder. Doğa bir kaynaklar deposu olarak değil de kendi içinde bir amaç olarak kıymetlendirilir.

Kitabınız, Komün’ün yaşamını diğerleriyle birlikte Kropotkin’in ve İngiliz sosyalist William Morris’in çalışmalarına genişletiyor.

Flaubert’in Komün’ün “gotikliği” olarak adlandırdığıyla dehşete düşmüş bir şekilde büyülenmek oldukça kolay. Umarım ki bununla, sonundaki Kanlı Haftanın katıksız dehşetlerini ve binlerce kişinin katledilmesini kastediyordur. Hiçbir şekilde katliamın önemini azaltmıyorum. Dahası, devlet tarafından kendi sınıf düşmanlarını tek tek ve topluca kökünün kazınmasına yönelik olağanüstü çabayı Üçüncü Cumhuriyet’in kurucu edimi olarak görüyorum.

Ancak ben Komün’ün, hayatta kalan ve sürgün olan Komünarların, sözünü ettiğin destekçilerle buluşması ve birlikte çalışmasıyla, Kanlı Hafta bittikten sonra da genişlemeyi sürdüren Komünar düşüncesi şeklindeki sürdürülmesi olarak düşündüğüm şeyi belgelemekle daha çok ilgileniyordum. Bu dost gezginler için, Jacques Rancière’nin “duyulurun paylaşımı” olarak adlandırdığı şeyi Komün olayı derin bir şekilde değiştirmişti.

Komün’ün bir olay olarak şok dalgasının yanı sıra sağ kalanlarından çıkmış tartışmaların ve sosyalleşebilirliklerin, bu düşünürlerin yöntemini, ele aldıkları konuları, seçtikleri malzemeleri, kendileri için saptadıkları entelektüel ve siyasal manzarayı, yani kısaca izleklerini nasıl da değiştirdiğini anlatıyorum. Bu hemen ardından gelen artçı sarsıntılar, mücadelenin başka yollarla sürmesiydi. Olayın aşkınlığının bir parçasıydılar ve sokaklardaki başlangıç eylemleri olarak bir olayın mantığı açısından tamamıyla yaşamsaldılar.

Belki de en büyük değişim, Marx’ın Komün’den sonraki gidişatında tespit edilebilir. Hem kuramını güçlendirme hem de tam da kuram kavramından tümüyle bir kopuş olan paradoksal bir biçim alan bir değişim. Komün, kitlelerin tarihi biçimlendirmesinin yanında, bunu yaparken salt hakikati değil kuramın kendisini de yeniden biçimlendirmesini Marx için apaçık kıldı. Bu, aslında, Henri Lefebvre’nin “yaşananın ve tasarlananın diyalektiği” hakkında konuşurken kastettiğiydi.

Bir hareketin tasavvuru ve kuramı ancak hareketin kendisiyle birlikte ve hareketin kendisinden sonra serbest kalır. Eylemler düşleri yaratır, düşler eylemleri değil.

Peter Kropotkin, Élisée Reclus ve William Morris’in, ortaya çıkan pratiklerin radikal potansiyeliyle, kapitalizm öncesi ve kapitalist olmayan biçimlerle ilişkili “modası geçmiş enerjileri” bir araya getirmeye çok kafa yorduklarını öne sürüyorsunuz.

Salt Kropotkin, Reclus ve Morris değil, Marx da kapitalizm öncesi biçimlerle yaşam tarzlarının kendi zamanlarındaki “anakronistik” varoluşuna çok kafa yoruyordu.

Yüzyıllar boyunca var olan Rus tarımsal komünist biçimleri olan obshchina’nın[1] kaderi batılı sosyalistlerin ana odak noktasıydı. Komün sonrası biçim alan kuramsal zorluk, yeniden canlandırılan bir komün biçimi sorunu etrafında dönüyordu: Büyük bir Avrupa başkentinde gerçekleşen çarpıcı bir ayaklanmayı, kırsal kesimdeki daha eski komünist biçimlerin kalıcılığıyla birlikte nasıl düşünebiliriz?

Bu düşünürlerin hepsi “zamanın kıvrımları” olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist modernliğin kusursuzluğunun, tıpkı bir yumurta gibi çatlıyor gözüktüğü uğraklara karşı oldukça dikkatliydi. Tarihçiler genel olarak anakronizmden mümkün olan en büyük hata olarak korkarlar. Morris’in zamanının İzlanda’sına ve onun orta çağ geçmişine ilgisini, kafası karışık bir nostalji olarak önemsememişlerdir. Morris aslında mükemmel bir algıyla, orta çağ İzlanda’sında gelişen örnekler gibi kapitalizm öncesi biçimleri ve yaşam tarzlarını hem gitmiş, geçmiş, tarihin bir parçası hem de olası bir geleceğin temsili olarak görebiliyordu.

Bana göre bu nostaljinin değil, derinlemesine bir tarihselleştirici düşünüş tarzının işaretiydi. Bu olmadan değişimin olabilirliğini düşünmemizin veya bugünü olumsal ve açık uçlu olarak yaşamamızın bir yolu yok.

Dipnot: [1] Obshchina: Başka anlamların yanında Rusça’da topluluk anlamına gelen kelime. 19. ve 20. yüzyılda bireysel çiftliklerin aksine ortak mülkiyete dayalı çiftliklerde kolektif bir şekilde tarım yapan köylü toplulukları (ç.n.).

Manu Goswami

[Jacobinmag’deki İngilizce orjinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Sendika.Org

11 Eylül 2020 Cuma

Ankara Gar Katliamı 10 Ekim 2015

"Bu Katliam, Neredeyse Her Türlü Koşulu/İklimi Sağlanmış Bir Katliam"
10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu Üyesi İlke Işık ile Söyleşi

10 Ekim’de siz de miting alanındaydınız. Yaşananlara tanık olmak, olayın kendisine, iddianameye ve dava sürecine bakışınızı da etkilemiş olmalı. Ama önce bir “barış” mitingine neden gerek duyuldu diye sorayım.

Unutuyoruz aslında! 2015’te ne oldu bu memlekette? Biz neler yaşadık? Neyin içinden geçiyorduk? Çözüm süreci olarak adlandırılan ve bir süredir insanların ölmediği dönem sona erdirilmiş, bitirilmişti. Yeniden silahların ve savaşın konuşulduğu, insanların öldüğü bir yere doğru gidiyorduk. Temmuz’da Suruç Katliamı yaşanmıştı. Memleketin dört yanında IŞİD denilen tehlike dolaşıyordu. İşte o noktada, kitle örgütleri ve sendikalar bir miting yaparak “barış talebini” tekrar dillendirmek istedi.

Gelelim o güne.

On binlerce, belki yüz binlerce insan, hayatını “10 Ekim’den Önce” ve “10 Ekim’den Sonra” diye ayırıyor. Sadece orada olanlar değil, gelemeyenler, yetişemeyenler, televizyonlarını açıp bir mitingde katliam olduğunu öğrenenler için de durum bu. Korkunç bir şey!

Patlamalar, on binlerce insanın bir arada olduğu mitingin başında gerçekleşti. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştığımız kısa bir ânın ardından herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama yapamadık! Yaralılara yardım etmek yerine gaz bombalarıyla, çevik kuvvetle, TOMA, akrep denen araçlarla alana girmek gibi akıl almaz şeyler yapanları gördük, dehşetin devamını yaşadık. Ama çok kıymetli ve hâlâ devam eden bir şeye de tanıklık ettik: O gün orada başlayan dayanışma! Bir patlama olduğunu anlıyorsunuz. Tahmin ettiğinizden çok daha vahim bir tablo… İnsanların öldüğünü, yerde ağır yaralılar olduğunu fark ediyorsunuz. Bir iki dakika bile geçmeden sağ kalanlar, yaralananlara yardım etmeye çalıştı. Bu, kolay tarif edilebilecek bir şey değil! Daha kendinize bile gelemeden yardıma koşuyorsunuz. Benim unutmadığım şeylerden biridir: pankartlar sedye yapıldı. En acil durumdakiler, ses araçları ile hastaneye yetiştirildi. Alandaki sağlıkçılar insanüstü bir çabayla yaralılara müdahale etti. Onlar olmasaydı, belki çok daha fazla arkadaşımızı kaybedecektik. Çok hızlı örgütlenmiş bir dayanışmaydı ve halen devam ediyor. Hukuk alanını takip etmek için de, birbirimizle dayanışarak yaralarımızı sarmak, “yola devam edeceğiz ve hesabını soracağız” demek için de devam ediyor.

Davayı konuşmaya iddianameden başlayalım. Nasıl bir iddianame ile karşı karşıyayız?

Katliamın hemen ardından bir soruşturma başlattılar ama çok kötü bir olay yeri inceleme yaptılar, delilleri toplamadılar. Hatta kararttılar, şüphelilerin kaçmasına izin verdiler.

Savcılık sekiz ay boyunca, “gizlilik kararı verdim bakamazsınız. Siz benim hazırlığımı bekleyin” dedi. Sekiz ay sonra çıkan iddianame, felaket bir iddianameydi. Oysa dava açıldığında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi “ülkenin en büyük katliamı” diye ifade etti.

Ülkenin en büyük katliamının iddianamesi, çok kötü hazırlanmış bir soruşturmanın sonucu. Her açıdan baştan savma, yetersiz ve eksik. Çünkü, sadece sanıklarla ilgili kurulmuş bir iddianame: 36 sanığı buluyor, katliamı “bunlar gerçekleştirdi” diyor. Sanıklardan dördü yargılama sırasında tutuklandı, toplam on dokuz kişi tutuklu. Geri kalanlar ise firari!

Yunus Durmaz isimli katliam planlayıcısının evinde ele geçen dijital materyallerle oluşturulmuş, tamamen Yunus Durmaz’ın belgelerine dayanan iddianame, “hangi sanık hangi işi yapmıştır, bu sanıklar arasındaki ilişki nedir, Gaziantep yapılanması kimlerden oluşmaktadır, en tepesindeki kimdir, IŞİD’in Türkiye yapılanması neyin nesidir?” gibi basit sorulara bile yanıt vermiyor. Buna cevap vermediği gibi, “peki bu katliam nasıl gerçekleşti, başka sorumlu var mıdır?” sorularını da içermiyor. Bu kadar ağır sonuçları olan bir katliam için siz sadece “bu sanıkları buldum, bunlardan ibaret bir dava açtım” diyemezsiniz. Bu işi, bu kadar baştan savma yapamazsınız!

Ama yaptılar ve iddianameye, gaz kullanan çevik kuvvet polisi, sağlık önlemlerini yerine getirmeyen il sağlık müdürlüğü yetkilileri dahil, hiçbir kamu görevlisini dahil etmediler. Bize söyledikleri; hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu olmadığı idi. Biz ise yargılama boyunca, gerçeğin iddianamedekilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık. Avukat dayanışması olarak şu soruları sorduk: Bu sanıkların başka dosyaları var mı? Daha önce suç işlemişler mi? IŞİD ile ne zaman ilişkilenmişler? Bütün bunları bilmemiz lazım! Kim bu Yunus Durmaz? Kim bu Halil İbrahim Durgun? Kim bu bombacıları getiren araca eskortluk eden Yakup Şahin? Bütün bu soruları sormamız gerekiyordu. Savcı hiçbirini sormamıştı.

Sordukça, bu adamların haklarında defalarca dava açıldığını, takip edilen, bilinen kişiler olduklarını görmeye başladık. İlgili dosyaları getirtmek için ciddi bir mücadele yürüttük. Mücadele diyorum, çünkü bu dosyaların çoğunluğu Gaziantep’teydi ve Gaziantep Ağır Ceza Mahkemeleri, dosyaları ısrarla göndermedi. Biz gidip aldık, araştırdık. Çıkan sonuç vahimdi!

Ne vardı dosyaların içinde?

Dosyalar, sanıkların hemen hepsinin 2012’den beri izlendiğini gösteriyor. Daha ortada IŞİD yok, El Kaide var. Yani ta El Kaide döneminden beri izlendikleri, takip edildikleri ve bu örgütlenmeyi ısrarla ve aralıksız sürdürdükleri anlaşılıyor.

IŞİD dosyalarının en önemli isimlerinden biri Yunus Durmaz 2009’da Afganistan’a gidiyor, El Kaide kamplarında eğitim alıyor. Türkiye’ye döndükten sonra hep teknik takip altındaymış demek ki!

Dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yakalanıyor. Fakat birkaç soru sorup bırakıyorlar. Yunus Durmaz, bir kere bile gözaltına alınmamış. Sürekli izlenmiş, varlığı bilinmiş fakat hakkında tek bir gözaltı kararı verilmemiş. Emniyete girmişliği yok. Kimse -usulen de olsa- ifadesini almayı düşünmemiş.

Dosyaya intikal etmeyen bir Mülkiye Müfettişleri Raporu var. İddianameden çok daha fazla şey söyleyen ama dava dosyasına dahil edilmeyen rapor. 

Katliamın hemen arkasından İçişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü hakkında bir soruşturma başlatıyor. Soruşturma için görevlendirilen üç müfettiş, polis yetkililerinin tek tek ifadesini alıyor. İfadesi alınanlar arasında Ankara emniyet müdürü var, müdür yardımcıları var, güvenlik şube müdürleri var, istihbarat şube müdürleri var, TEM amirleri var. Ayrıca başka sorular da soruyor müfettişler; delilleri istiyor, toplu tabloyu anlatmalarını talep ediyorlar. Bu mitingle ilgili nasıl bir hazırlık ve planlama yaptıklarını, aldıkları ve almadıkları önlemleri öğrenmek istiyorlar. Dokuz klasörlük bir rapor hazırlıyorlar ve sonuç kısmında da “Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır çünkü gereken önlemleri almamışlardır” diyorlar.

Sonra…

Rapor Ankara Valiliği’nin önüne geliyor ve valilik, soruşturma açılmasına gerek görmüyor. Kararın usulen Savcılığa da gitmesi gerekiyor. Dosya Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor. Savcı aynı gün Ankara Valiliği’nin kararına katıldığını ifade ediyor. İşte tablo bu!

Sadece Ankara emniyet müdürü, güvenlik şube müdürü, müdür yardımcıları, emniyet müdür yardımcıları, TEM amirlerinin bir kısmı görevlerinden alınıyor. Ama haklarında açılmış tek bir soruşturma ya da dava yok.

Raporda kritik başlıklar neler?

Rapor hızla sonuçlandırılmış ve çok kapsamlı bir rapor. Birkaç noktayı vurguluyor ki, bunlar önemli: 10 Ekim gününe kadar, hatta 10 Ekim günü bile Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiş altmıştan fazla istihbarat var. Bu istihbarat, ülkenin dört bir yanından geliyor ve ısrarla diyor ki; “bazı kişiler var, bunlar canlı bomba olabilir”. İçlerinde Ankara katliamının bombacısı Yunus Emre Alagöz de var.

IŞİD’in eylem yapabileceği, bir hazırlık içinde olduğuna dair sürekli istihbarat geliyor. Hepsi bir silsile halinde Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşıyor. Ama asıl çok çarpıcı bir istihbarat var. Son derece net! Katliamın sadece gününü ve saatini vermemiş ama demiş ki, IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapabileceğine dair güçlü istihbarat almış bulunuyoruz. Bunun için gereğinin yapılmasını iletiyoruz.

Tarih, 14 Eylül 2015! Yani 10 Ekim’den -neredeyse- bir ay önce. Bu istihbarat neden önemli? Çünkü, kısa bir süre sonra 10 Ekim Barış Mitingi Düzenleme Komitesi, Ankara Valiliği’ne başvuru yapıyor. Düşünün, elinizde böyle bir istihbarat var ve önünüze bir miting başvurusu geliyor. Ama siz bu istihbaratı hiçbir şekilde değerlendirmiyor, tertip komitesine bilgi vermiyorsunuz! Sadece şöyle görüşmeler var; rahat olun biz her şeyi planlıyoruz.

Yanlış anımsamıyorsam, 10 Ekim Mitingi’nden bir ay kadar önce Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü yapılıyor. O dönemin hükümetine yakın sendikaların ve kitle örgütlerinin düzenlediği bir yürüyüş bu. Orada görevlendirilmiş polis sayısı ile 10 Ekim Barış Mitingi için görevlendirilmiş polis sayısını karşılaştırma şansınız oldu mu?

Oldu. Mülkiye müfettişleri, miting planlamasını istemişler ve sormuşlar; kaç polis görevlendirdiniz, nerede görevlendirdiniz, bunların pozisyonu nedir? Ankara Emniyeti de bütün görevli polislerin sayısını vermiş: 2.044… Müfettişler bunun üzerine kıyaslama yapabilmek için diğer mitinglerde görevlendirilen polis sayısını öğrenmek istemişler. Ellerine, Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü’nde görevlendirilen polis sayısı gelmiş. Küsuratı belki yanlış anımsıyorumdur ama 4.046 polis görevlendirilmiş o yürüyüş için.

10 Ekim’dekinin iki katı.

Evet… Bu bize şunu söylüyor; bir ay önce yapılan mitinge göre daha az önlem almışsın! Üstelik 10 Ekim Barış Mitingi, daha önce saydığımız tehditlerin olduğu, olası bir IŞİD saldırısının hedefindeki miting. Bunun tek bir açıklaması olabilir; önlem almak yerine, o canlı bombaların alana girebilmesi için gerekli her koşulu sağlamışsınız.

Bu kadar tehdit altında, bu kadar çok yurttaşın gar meydanına akmasını göze alıyorsanız, hiç kimseyi uyarmıyorsanız, bu mitingin yapılmasına engel olmuyorsanız, devlet olarak gereğini yapmak zorundasınız! Kitleyi, gar noktasında arayabilirlerdi. Daha önceki mitinglerde yapmamışlar, ısrarla bunu söylüyorlar. Ama bu sefer elinizde istihbarat var. Dolayısıyla, IŞİD’in bu mitingde bir şey yapabileceğini öngörmeli ve gar meydanında da arama yapmalıydınız. Kaldı ki, 13 Eylül’deki mitingde toplanma noktasında yapılmış arama! Sadece bu da değil. Bir gece önce yol araması da yapmıyor Ankara Emniyeti. Bunun da hiçbir açıklaması yok. Daha önce yapıyorsun, daha sonra yapıyorsun, ama 9 Ekim gecesini 10 Ekim’e bağlayan aralıkta yol araması yapmıyorsun!

Canlı bombalar Ankara’ya Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araba ile geliyor. Yakup Şahin’in kullandığı araç ise önden gidip eskortluk yapıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasında iki canlı bomba var; biri Suriyeli, diğeri ise Suruç bombacısının kardeşi Yunus Emre Alagöz. Bu kişi terör nitelikli kayıp şahıs olarak aranmakta ve kardeşi Suruç’ta kendisini patlatmış. Üstelik Ankara Emniyeti’ne gelmiş bir istihbarat var, Yunus Emre Alagöz’ün de canlı bomba olabileceğine dair. Arabaları kullananlar, yani Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin çok büyük olasılıkla teknik takipteler. İlaveten Yakup Şahin, yola çıktıktan sonra iki kez polis çevirmesine yakalanıyor. Arabasında uyuşturucu var. Buna rağmen gözaltı yapılmıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasının camları ise -yasak olmasına rağmen- siyah filmle kaplı. O da durdurulmuyor. Bu iki araç hiçbir engelle karşılaşmadan Ankara’ya geliyor. Bombacılar önce bir taksiye, sonra ondan inip bir başkasına binerek Gar’a geliyor. Hiç mi bir MOBESE görüntüsü yok bütün bu olan bitene dair?

Var; olmayan, arama… Tek bir arama yok, tek bir takılma, tek bir engelleme… Sözünü ettiğiniz Ceyhan’daki aramayı, biz mahkemeye sordurduk. “Yakup Şahin böyle bir ifade veriyor, bunu araştırmanız gerek,” dedik. Ceyhan Emniyeti arama yaptığını reddetti. Oysa Yakup Şahin’in ifadesi var. Hatta Halil İbrahim Durgun’a “Çevirmeden nasıl geçtin?” diye soruyor. Durgun’un yanıtı, “Karıştırma o işleri, geçtik bir şekilde,” oluyor.

Savcılığın hiç üzerinde durmadığı önemli noktalardan biri bu! Mahkeme -bizim ısrarımızla- bir kez sordu ama üzerine gitmedi. Koca bir muamma! Biliyoruz ki; Yakup Şahin’in oradaki görevi, olası bir çevirmeye karşı Halil İbrahim Durgun’a haber vermek.

Ceyhan’dan sonra bir daha hiçbir çevirme ile karşılaşmıyorlar. İki araç da Ankara’ya, sabaha karşı Gölbaşı tarafından giriyor. Yakup Şahin kent merkezine kadar gidiyor. Tekrar Gölbaşı’na dönüyor ve Halil İbrahim Durgun’a çevirme olmadığını söylüyor.

Duruşmada ifade veren yaralılar, aileler ve mitinge katılmak üzere Ankara dışından gelenler de tek bir kez bile çevirme ile karşılaşmadıklarını ısrarla vurguladılar. Oysa biliriz, Emniyet, miting katılımcılarını yolda defalarca kez durdurur. Neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulamadır bu. Ancak o gün mitinge katılmaya gelen kimsede “üst baş araması, araç araması, kimlik kontrolü yapıldı öyküsü” yok. İnanılmaz bir rahatlıkla Kızılay Meydanı’nı geçerek gelen otobüsler var. Ankara’da Kızılay Meydanı’na otobüs giremez! Zaten bunun dosyada somut belgesi de var. Ankara Emniyet Müdürlüğü yol aramasını 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece durduruyor. Yol aramalarını neden durdurduklarını sorduk.

Yanıt verildi mi?

Hayır, hiçbir yanıt verilmedi. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koymadılar. Mahkemeye -ısrarla- bu polisleri çağırıp dinlemek zorunda olduğunu söyledik. 14 Eylül tarihli istihbaratı gizlediğini söyleyen polis var, “Ben ilgili yerlere iletmedim, gerek duymadım,” diye itiraf ediyor zaten! İstihbaratı gizliyor, yol aramasına engel oluyor. Ankara İstihbarat Şube Müdürü Cihangir Ulusoy’un “Biz IŞİD’in bu mitingde eylem yapacağını hiç düşünmedik,” diye beyanı var. İstihbarat Şube’nin başındasınız ve bunu söylüyorsunuz: “IŞİD bugüne kadar hep HDP kitlesini hedef aldı. Hep HDP’lilerin olduğu yerlere saldırdı. Bu mitingin tertip komitesinde HDP olmadığı için IŞİD’in saldırmayacağını düşündük.” Bu, insan aklıyla alay etmektir!

Diyelim kabul ettik. HDP’nin bu mitinge katılacağına dair beyanatı var. Mahkemede 10 Ekim Barış Mitingi Tertip Komitesi’ni dinlettik. Komite, heyet önünde, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mitinge katılmasını beklediklerini söyledi. Yani Tertip Komitesi toplantılarda bu duruma ilişkin özel önlem alınması gereğini de hatırlatıyor. Kaldı ki, İstihbarat şube müdürü olarak sen böyle bir şey diyemezsin. IŞİD bu mitinge saldırmayacak diye kefil olmuşsan, o zaman korkunç bir suçla karşı karşıyayız demektir!

Türkiye’deki en kıyıcı eylemleri örgütlemiş olan IŞİD hücresi Gaziantep’te. Peki Gaziantep Emniyeti ne yapmış?

IŞİD Gaziantep hücresi bu ülkede beş katliam yaptı. HDP Diyarbakır Mitingi ile başlayan, ne yazık ki Ankara Katliamı’ndan sonra da Gaziantep Düğün Katliamı ile süren tam beş katliamda bu hücrenin imzası var.

Bu işin Gaziantep ayağını konuşmadan, dosyadaki sanıklardan nasıl bahsedebiliriz? Bunların nasıl örgütlendiği sorusuna birilerinin cevap vermesi gerekiyor. Tonlarca amonyum nitrat nasıl temin edilebilir? Bombaların içine yerleştirilen binlerce demir bilye nasıl bu kadar kolay bulunabilir? Katliamdan sonra basılan hücre evlerinden gördük ki, evler birer cephanelik; silah, mermi, canlı bomba yeleği dikmek için kumaşlar, terzi malzemeleri… Belli ki illegal bir hayat sürmüyorlar. Gaziantep’te kimse onlara ne yaptıklarını sormuyor. Son derece rahatlar, serbestçe dolaşıyorlar. Gaziantep onların yeri, onların şehri.

Telefonları dinlenmiyor mu?

Dinleniyor. Emniyet, bu adamların kim olduğunu gayet iyi biliyor. Bizim sanıklardan yola çıkarak bulduğumuz çok şey oldu: Mesela Gaziantep’teki Genç Ensar Derneği… Polisler, derneğe operasyon düzenliyor. “Dernek El Kaide’yi, IŞİD’i örgütlüyor” diyor. Derneğin önünde fizikî takip, fotoğraf çekimleri, telefon dinlemeler… hepsini yapıyorlar.

Genç Ensar Derneği’ne gelenler zaten Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Erman Ekici, Nusret Yılmaz. Bunlar bizim dosyamızdaki isimler; bir kısmı hükümlü, bir kısmı firari ya da ölmüş. Dahası dosyada, bir kroki var; Yunus Durmaz’ın evinin işaretlendiği kroki. Şöyle bilgiler gördük dosyada; “Nusret Yılmaz, şimdi Yunus Durmaz’ın evine örgütsel görüşme yapmak için gidiyor.” Yunus Durmaz’ın evini biliyorsun, bir buçuk yıl boyunca izliyorsun, dinliyorsun… Gözaltına almıyorsun.

O halde biz de şu soruyu sorarız: Bu katliamı Yunus Durmaz örgütlediyse ve sen onu 2014 yılına kadar izlediysen, örgütsel faaliyetini tespit etmiş olmana rağmen yakalamadıysan, aksine katliam planlayıcısının gezmesine izin verdiysen, o zaman buna izin veren Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyeti, TEM şube müdürleri; hepsi katliamlardan sorumludur.

Mahkeme aşamasında başka bilgilere de ulaştınız mı?

Yargılama 7 Kasım 2016’da başladı. İlk duruşmada sanık ifadeleri alındı. Sanıkların neredeyse hepsi birbirini Genç Ensar’dan tanıyordu. Bu çıktı ortaya. On dokuz tutuklu sanıktan ancak dördü ya da beşi bunu dememiş. Dikkatimizi çekti: Nedir bu Genç Ensar Derneği? Ne zaman kurulmuş, hâlâ faaliyette mi diye soralım, öğrenelim istedik. Dernekler Masası bir soruşturma yürütmüş mü? Dernek kapatılmış mı? Sanıkların sorgularını yapalım, başka suçları da var mı, aranmışlar mı? Haklarında iletişim tespiti kararı var mıdır? Mahkemeler iletişim tespit kararı almışsa, onları isteyelim. Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çevirme tutanaklarını, hücre evlerinin, depoların civarındaki MOBESE kayıtlarını isteyelim. Bunlar gibi pek çok talep… Savcının araştırma yapmadığı hususlar. İlk taleplerimizden biri, dernekler oldu. Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Emniyeti ısrarla bu derneklerin faaliyetlerine ilişkin sorularımıza cevap vermedi. Oysa son derece somut ve kolay bir talepti: Dernek kayıtlarına bakacaksın ve iki tane belge göndereceksin. Sonunda Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile bize dedi ki; Genç Ensar Derneği ile ilgili yapılmış hiçbir idari/adli işlem yoktur.

Hiçbir inceleme, hiçbir soruşturma yapılmamış. Bir noktayı daha bildirdiler; dernek bir genel kurul yapmış ve kendisini feshetmiş. Genel kurul tarihi ne? 10 Ekim 2015! İnsan gerçekten dehşete kapılıyor. Katliamı yaptıkları gün, genel kurul düzenleyip “dernek amacına ulaşmıştır, kapatalım” diye mi düşündüler acaba? Büyük final!

Hazırunda imzası olanlardan Ahmet Güneş, bizim dosyamızın firari sanığı. Ahmet Güneş’in orada imzasının olduğunu görünce, mahkemeye bu şahsın o tarihte yakalanıp yakalanmadığını bir kez daha sorduk. Çünkü Ahmet Güneş, Gaziantep örgütlenmesinde Yunus Durmaz kadar önemli bir isim. Lakabı “hoca” ve çok uzun bir süredir IŞİD örgütlenmesinde çalışıyor, Genç Ensar Derneği’nde eğitim veriyor. Ayrıca Suriye’de verdiği silahlı eğitimler de var. İşte bu Ahmet Güneş, Gaziantep’te bir trafik çevirmesine takılıyor. Aracında yapılan aramada, birçok IŞİD malzemesi bulununca gözaltına alınıyor, nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanıyor. Yargılama başlıyor. Yargılama devam ederken, çevirme sırasında bulunan dijital materyaller çözümleniyor ve Ahmet Güneş’in bizzat yaptığı bir infazın görüntüsüne ulaşılıyor. O kadar net ki görüntüler! Ama hakkında böylesine önemli belge/delil olan biri, sadece altı ay tutuklu kalıyor ve tahliye ediliyor. Şimdi birilerinin bunu sorması gerekiyor; Ahmet Güneş, neden tahliye edildi? Bizim dosyamızda neden hâlâ firari sanık?

Siz Ahmet Güneş’i yakaladınız ve tahliye ettiniz. Ahmet Güneş tahliye edilmeseydi, muhtemelen bu katliam olmayacaktı. Çünkü Ahmet Güneş bu katliamı planlayan Gaziantep hücresinin beyin takımı içinde olan biri. Bitmedi. Ahmet Güneş’le ilgili ulaştığımız bir başka dosya daha var. 2017’de Hatay’da ele geçirilen canlı bomba yeleklerindeki parmak izleri gibi.   

Bütün bunları öğrenince ne düşüneceğiz?

Bütün bunlar, “öfkeli genç çocuklar” söyleminin sonucu! Hükümetin o dönemki politikasını düşündüğünüzde, hiç kimsenin IŞİD’e terör örgütü demediğini anımsayacaksınız. Özellikle Gaziantep ve Adıyaman’da, IŞİD’e ne bir hâkim dokunabilmiş ne bir savcı iddianame yazabilmiş, ne bir emniyet müdürü üzerine gidebilmiş ne sınırdaki polis mücadele edebilmiş. Çünkü siz IŞİD’e sonsuz müsamaha göstermişsiniz. Sonunda da Gaziantep’ten muazzam bir IŞİD örgütlenmesi çıkmış. Kent IŞİD’lilerin at oynattığı bir yer haline gelmiş.

Kilis’ten İlhami Balı ile ilgili tapeler geldi. Biliyorsunuz ona “bir numara” deniyordu. Oysa bir numara filan değil, sınır sorumlusu. Sınırdaki subaylarla, komutanlarla görüşüyor, “geçemezsin, kafana sıkarım” diyor, kaçakçıları tehdit ediyor, kaçakçılık yapmalarını yasaklıyor. Açık ki, sınırları IŞİD kontrol ediyor.

Canlı bombalar, IŞİD’e katılanlar, mühimmatlar o sınırlardan geçti. Eğer siz sınırların kontrolünü IŞİD’e bıraktıysanız, biz de bu canlı bombaların sınırdan nasıl geçtiğinin hesabını sorarız.

Siz bütün bunları sordukça dava dosyası kaç klasör oldu?

Çok! Elimizde daha günlerce anlatabileceğim kadar belge var. Tablo da hemen hemen ortada iken mahkeme ne yaptı biliyor musunuz? Duruşmayı bitirme eğilimi göstermeye başladı.  

Esas hakkındaki mütalaa da iddianamenin neredeyse aynısı… Farkı; bir sanık -Erman Ekici- için daha fazla ceza istendi. Mahkeme heyeti, karar duruşması için, alelacele 2018 Temmuz sonuna gün verdi ve celseyi Sincan’a gönderdi. Yani 50 duruşma yaptığımız Ankara Adliyesi’nden davayı aldı, Sincan’a götürdü. “Yapmayın, adalet bunu göstermiyor, dosyanın kapsamı bu değil” dememize rağmen…

Karar duruşması yapıldı. Şubat 2019’da da mahkeme gerekçeli kararı açıkladı. Nasıl bir karar yazılmış?

10 Ekim Ankara Katliamı Davası gerekçeli kararı, 872 sayfalık bir metin. İddianame ve savcı mütalaası kopyalanarak hazırlanmış, katliamdaki sorumluluklara, toplanan delillere hiç değinmemiş, kılı kırk yararak bulduğumuz yeni delilleri es geçmiş bir karar… Yetmemiş, sanki hedef de şaşırtılmak istenmiş.

Nasıl?

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında; katliamın, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda toplanan emek demokrasi güçlerine değil, devlete ve hatta siyasal iktidara karşı işlenmiş olduğunu söylemiş. Oysa biz başından beri IŞİD’in insanlığa karşı suç işleyen cihatçı barbar bir örgüt olduğunu vurguluyoruz. Ayrıca, yine başından beri devletin, siyasal iktidarın sorumluluğundan söz ediyoruz. Siyasal iktidarın örgüte dair her açıdan sergilediği müsamahalı tutum, sempati dolu açıklamalar, katliamların yarattığı kaos nedeniyle 2015 Kasım seçimlerini kazandıklarını bizzat kendilerinin ilan etmiş olması ve bundan sağlanan fayda… hepsi bilerek es geçilmiş. Devletin sorumluluğu âdeta örtülmek istenmiş kararda. Hüküm, başından beri ısrarla vurguladığımız “insanlığa karşı suç” yerine “anayasal düzeni ihlal” maddesi üzerinden kurulmuş. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in, IŞİD’lilerin, bu dosyadaki sanıkların anayasal düzen ve siyasal iktidarla bir sorunu yok. Tersine bu katliam, barış mitingi için toplanmış ülke muhalefetine karşı gerçekleştirilmiş ve neredeyse her türlü koşulu/iklimi sağlanmış bir katliam!

Şu anda mahkeme firariler yönünden devam ediyor. Dolayısıyla Avukat Dayanışması olarak siz de iz sürmeye devam ediyorsunuz. Bu fasıldan ne umuyorsunuz peki?

Dosyada 16 firari sanık var. Dosya onlar açısından tefrik edildi. Biz firariler açısından devam eden mahkeme sürecinde, devlet yetkililerinin sorumluluğunu daha da yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz. Ahmet Güneş’in şu an firari olmasının sorumlusu Gaziantep’tir. İlhami Balı’nın, Edremit Türe’nin firari olmasının nedeni, zamanında gözaltına alınmamış olmalarıdır. Bu adamlar, yarın Türkiye’de yeniden bir işe giriştiklerinde, bunun sorumluluğu, zamanında bunu görmezden gelip önlem almayanlarda olacaktır. Örgütçü olanları belki bilerek yakalamadılar, belki de bilerek ellerinden kaçırdılar.

Firariler açısından dava sürmekteyken hayli tuhaf bir şey oldu; Ankara Adliye'sinde asıl dosyaya ait 9 klasör bulundu.

Doğru, oldukça tuhaf! Bir yıl önce 9 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Terör Suçları Soruşturma Bürosu Soruşturma Savcısı Fatih Şimşek imzasıyla adli yazışma usulüne aykırı olan ilginç bir yazı yazmış. Demiş ki; “09/10/2019 tarihinde Terör Suçları Ön Bürosu’na kimseye haber verilmeden bırakıldığı tespit edilen 9 klasör, 10/10/2015 tarihli GAR Patlaması Olayına ilişkin evraklar olduğu anlaşıldığından yazımız ekinde gönderilmiştir”. Bu 9 klasör katliamın üzerinden dört yıl sonra ortaya çıkıyor; içlerinde mahkemeden, müştekilerden, katılanlardan gizlenen belgeler var.

Evrakın tamamına yakını soruşturmanın ilk dönemine ait. Katliama yol açan bombaların nasıl temin edildiğine ilişkin çok önemli deliller var. Bu önemli! Yakup Şahin, 30 Eylül 2015’te, kendisi gibi katliam sanığı olan Hüseyin Tunç ile Nizip’te tarım ürünleri satan bir işyerine gidiyor. İki bin lira karşılığında “Amonyum Nitrat 33” tanımlı gübreyi satın almak istiyor. Ancak satıcı, alıcıların tedirgin hallerinden şüpheleniyor. Belge düzenlemek gerekçesiyle kimliklerini istiyor. Bunun üzerine, alıcılar acele bir şekilde dükkândan ayrılıyor. Satıcı aynı gün Nizip Emniyeti’ne ihbarda bulunuyor. Nizip Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada, şüpheli bir şekilde gübre satın almaya çalışan kişinin Yakup Şahin olduğu tespit ediliyor. Nizip Emniyeti TEM Bürosu, 2 Ekim’de tanık ifadelerini alıyor. Aynı gün Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Büro Amirliği ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bir yazı yazıyor. Yazıda, durumun önemi açıklanıyor, Yakup Şahin hakkında örgütsel bir ilişkisinin olup olmadığına ilişkin araştırmanın yapılarak bilgi verilmesi talep ediliyor. Buraya kadar gayet güzel! Ancak bu yazıdan sonra süreç, bıçak gibi kesiliyor. Mevcut evraktan, bu yazı ile ilgili nasıl bir işlem yapıldığı ya da herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyor. Soruşturma derinleştirilmiş miydi, nasıl sonuçlandırılmıştı gibi sorular, aradan dört yıl geçmesine rağmen halen cevaplandırılmış değil. Aynı Yakup Şahin birkaç gün sonra, yine Hüseyin Tunç ile Birecik’ten gübreyi temin ediyor ve Nizip’te kiraladığı örgüt deposuna koyuyor. Eğer en başta soruşturma derinleştirilse, Şahin’in örgütsel ilişkisi açığa çıkarılıp yakalansa ve ifadesine başvurulsaydı; gübre temin edilemeyecek, katliam planı açığa çıkabilecek ve önlenebilecekti. Ama hiçbir şey yapılmamış, Nizip Emniyet Müdürlüğü’nün bu konudaki çabalarına yanıt verilmemiş.

Yakup Şahin Ankara Katliamı’nın kilit ismidir. Bomba yapımında kullanılan amonyum nitratı temin etmiş, canlı bombaların Ankara'ya gelmesini sağlamıştır. Yakup Şahin durdurulabilirdi. Üstelik katliamdan sekiz gün önce durdurulabilirdi. Ama Gaziantep Emniyeti bunu yapmamıştır. Yapmadığı için de Şahin lazım olan gübreyi Birecik'ten temin etmiş, bomba hazırlanmış ve katliam planı hiç aksamadan uygulanmıştır. Katliama nasıl yol verildiği ve sorumlular, somut bir şekilde ortada aslında!  

Siz Gaziantep Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını ısrarla talep ederken ve mahkeme de bunları reddederken firari sanıkların bazılarının eşleri Türkiye'ye getirildi.

Evet, sanıkların eşleri ya da çatışmalı dönemde IŞİD kamplarında, bölgelerinde kalan kadınlar ülkeye dönüyor bir bir. Hiçbir sorun yaşamadan geliyorlar. Etkin pişmanlıktan yararlanacağız diyorlar. Bir süre tutuklu kalıp sonra tahliye ediliyorlar. Hatta bazılarının hiç tutuklanmamış olması bile muhtemel.

Bilgi saklayan, samimi hiçbir itirafta bulunmayan, IŞİD’e aktif katılımı olduğu gayet açık olan kadınlar bunlar. Haklarında ceza kararı bile verilmemiş. Öğrendik. Yani IŞİD’lilerin ödüllendirilmeleri bir şekilde devam ediyor. IŞİD tüm dünyada lanetleniyor, insanlığa karşı suçtan, savaş suçundan yargılanıyorken, Türkiye hâlâ onları korumaya, kollamaya devam ediyor.

Kimisinin eşi Türkiye’ye geldi ve bazı firarilerin izi de açığa çıktı. Hangi sanıklar bunlar ve neredelermiş? Türkiye'ye getirilme olasılıkları var mı?

Bu süreçte sık sık sanıkların nerede olduğunu, yakalanmaları konusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını sorduk. Çünkü bu konuda bize bilgi veren hiçbir kurum yoktu. Israrlı taleplerimiz neticesinde, Mustafa Delibaşlar ve Cebrail Kaya’nın SDG, Fadile Delibaşlar’ın Roj kamplarında, İlhami Balı’nın ise adı bildirilmeyen bir kampta olduğu tespit edildi.

Bu bilgiler neden şimdiye kadar verilmedi? Biz sormasaydık gönderilecek miydi gibi soruları Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sorduk tabii. İlhami Balı’nın bulunduğu kampın neden gizlendiği, hangi kampta bulunduğu konusunda açıklama yapılması gerektiğini de…

İlhami Balı ilginç bir isim. Sınırları uzun süre kontrol etmiş, giriş çıkışları denetlemiş biri. 2016 yılında Ankara’da bir otelde MİT’le bir görüşme yaptığına ilişkin haberler çıktı. O açıdan baktığımızda, bulunduğu kampın adının gizlenmesini manidar buluyoruz.

Hakikat dosyalarda yok! Peki ya adalet? O nasıl sağlanacak?

Şu andaki tutuklulara yüz milyonlarca yıl ceza verseler ya da yirmi kişiyi daha tutuklasalar da buna adalet denemez. Yaşadığımız katliam sadece tutuklu sanıkların becerebileceği türden bir katliam değil. Gaziantep örgütlenmesi olmasa, sınırlar teslim edilmese, Ankara’ya girişte ve alandaki polis önlemi bu kadar yetersiz olmasa, bu katliam kesinlikle gerçekleşmezdi! O yüzden bu katliamda payı/sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadeleye devam edeceğiz.

Biz kalabalık bir avukat ekibiyiz. Söyleşiye başladığım gibi bitireyim; böyle bir katliamı hem yaşayıp hem izini sürüp hem de hukuki anlamda mücadeleyi sürdürmek zor bir iş! Sadece birkaç kişi olsak, aileler bunca yıldır her duruşmaya ısrarla gelmese, yaşananları kamuoyunun gündeminde tutmak için ısrarla çaba sürdürülmese, yani bu dayanışma olmasa -avukatlar ne yaparsa yapsın- dava süreci çok eksik olurdu. 10 Ekim’in kamuoyu gündeminde hâlâ tartışılmasını sağlayan, bu dayanışma!

İnsan neden adalet ister, neden adalet için uğraşır? Çünkü yola devam etmek istiyorsun. Hayat bir yerinden kırıldı, bir daha asla düzelmeyecek, asla eskisi gibi olmayacak, biliyorsun. Ama ayakta durmak zorundasın. İşte orada adalet arayışı devreye giriyor. Adalet yerine geldiğinde, “evet uğraştım ama değdi” diyebileceksin. Ben ailelerimizin adli tıptaki hallerini hatırlıyorum. Bir de bu günlerine bakıyorum. İnanılmaz direnişleri, birbirlerinden aldıkları güç çok kıymetli ve hepimize örnek olması gereken bir şey! Bu büyük ve muazzam bir güç! Onlar devam ettiği sürece, biz de avukatlar olarak devam edeceğiz.

BİRİKİM

5 Nisan 2020 Pazar

Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı; ama yerine ne konacak?

Prof. Dr. Sencer Ayata:

Söyleşi Metin Kaan Kurtuluş

Ufukta 21. yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor… Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma görünüyor.”
Bu sözler, dünya akademilerinde de tanınan Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata’ya ait.
Yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) kısa süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme getirerek tartışılmasına da yol açtı.
Dünya düzeni, Koronavirüs salgınından sonra değişebilir mi?
Bu soruya ilişkin olası yanıtlar da tartışma gündemine giriyor.
Türkiye ve dünyadaki bu tartışmalar eşliğinde, geçen yasama döneminde parlamentoya ve CHP yönetimine giren, bir dönem Harvard Üniversitesi’nde ders veren ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata ile mevcut krizde ve dünyada sosyal demokrasinin konumu ve durumu hakkında konuştuk. (Metin Kaan Kurtuluş)

*New Deal (Yeni Görüş), ABD'de 'Büyük Buhran' sebebiyle 1933-1939 yılları arasında Franklin D. Roosevelt tarafından yürürlüğe sokulan ekonomi, sosyal ve siyasi önlemler içeren programdır. Program kamu yatırımlarını arttırmaya ve istihdam sağlamaya odaklanıyordu, hedefi 'Büyük Buhran' sonrası ekonomik düzelmeyi hedefliyordu. Program kapsamında ekonominin tekrar benzer bir krizle karşı karşıya kaldığında çökmemesi için finansal reform da yapıldı. ABD'de program '3R' kavramıyla da özetleniyor: Relief, Recovery ve Reform (rahatlama, iyileşme, reform)


19 Kasım 2019 Salı

Her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor

Emine Ebru ile söyleşi:

-Son Gemi okurlarına kendinizden ve “La Frida” adlı biyografik romanınızdan bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
-Çocukluğu hayaller kurarak geçen biriyim öncelikle; akranlarımdan farklı değildim ama farklı düşünürdüm. Bunu kimseye belli etmezdim. Daha çok okur, daha çok oynar, daha çok gezerdim. Her şeyin normali bana az gelirdi, yorulana kadar, bayılana kadar, gücümün son damlasına kadar yaşardım her şeyi. Küçüklüğüm pek çok şehirde geçti, okuma alışkanlığını ailemden kazandım, özellikle babamdan. Kütüphanede çalıştım, buğday ambarına düşen aç tavuk gibiydim orada. Okumak yetmiyordu artık, yazmalıydım. Çok okudum, çok yazdım ama hala istediğim gibi yazamıyorum.
La Frida, Freud ve Thoreau’dan sonraki üçüncü biyografi kitabım. Fakat bu daha farklı, okurun kendini Frida Kahlo’nun hayatının içine yerleştiren, onun acılarına ortak eden bir yapısı var, derleme, araştırma ve belgelere dayanan bilgilerden öte empati yapabileceğiniz duygulara ve anlatıya sahip.
-Aşk, acı ve resim üçgeni ile duyguları arasında gidip gelen bir kadın aslında Frida. Peki Frida, sanatı, acısı ve sonsuz aşkı Diego olmasaydı yine de Frida olabilir miydi?
Bence Frida doğuştan isyankar, aşık, duygusal bir yapıya sahipti. Bu onun genlerinde var, öğrenmeye duyduğu açlığı fark eden ve bunu destekleyen babasıyla, annesinin katı tutumu arasında kalması, hayatının geri kalanında onu derinden etkiledi. Acıyla altı yaşındayken tanıştı, ilk gençlik yıllarında geçirdiği kaza sonucunda uzun süre yatağa bağlı kalması onu resim yapmaya itti. Yataktan çıkacak kadar kendini güçlü hissettiğinde ise resimlerini alıp daha önce okulunda görerek hayranlık duyduğu Diego’ya koştu. Diego, onun yeteneğine hayran kalarak o kadar yüreklendirdi ki, sanırım Diego olmasaydı Frida bu kadar ünlü bir ressam olmazdı, belki de devrimci yanı öne geçerdi ve onu günümüzde yine biliyor, konuşuyor olurduk.
-“Bir kadın ardı sıra gelen büyük acılarla nasıl baş edebilir?”i yaşamıyla anlatan nadir örneklerden sadece biridir Frida. Onda öne çıkan bu özellikler üzerinden kadın söylemi ve acılara, engellere Frida gibi büyük bir direnişle göğüs geren günümüz kadınları için neler söylemek istersiniz?
Kadın güçlü bir varlıktır, her şeyden önce duygularıyla hareket etmeleri onları güçlü kılar. Acılarıyla başa çıkmasını bilir, her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı varsayarsak kadın olmanın zorluklarını anlayabiliriz. Kendisiyle yüzleşen ve kendi değerini bilen bir kadının bu zorlukları çoktan aştığını da görebiliriz.
Frida’nın kendine duyduğu öz saygısından yola çıkarak tüm kadınların bilmesi gereken şeylerden biri de kendilerine acımaktan vazgeçmeleridir. Bu, gücün ve gururun yansıması gibidir. Frida, resimlerinde ideal ölçülere sahip çekici ve güzel kadın tipi yaratmamıştır. Aksine kalın kaşlarını, yüz kıllarını ve bazı resimlerinde ise erkeksi duruşunu öne çıkarmıştır. Tek dostunun yine kendisi olduğu gerçeğini resmetmiştir. İç dünyasında fırtınalar koptuğu halde metanet havasının sezildiği tablolarıyla tüm dünya kadınlarına örnek olmuştır.
-Frida’nın biyografisi bana acımızı ve öfkemizi yazarak yahut çizerek dışa vurmayı öğretti. Bence Frida, bir kadının eğer isterse her şeyin üstesinden gelebileceğinin en büyük örneklerinden biri. Böyle güçlü bir kadının biyografisini yazmış olmak size neler hissettiriyor?
Frida hakkında yazılmış, çizilmiş, konuşulmuş bunca şey varken neden Frida diye sormadan, sorgulamadan, büyük bir heyecanla yazdığım bir biyografiydi. Hakkında kitaplar okudum, belgesel ve filmini izledim, araştırmalar yaptım, pek çok makale taradım. Resimlerini uzun uzun inceledim, fotoğraflarına bakmaktan kendimi alamadım. Onun yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm, o kadar acıya dayanabilir miydim? Sadece bedeninin acımadığı, ruhunun da sürekli kanadığı bu kadın tüm olumsuzluklara rağmen kendine nefes alma alanları yaratıyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlanıyordu. En ufacık bir sıkıntıda kendimizi düşmekten alıkoyamadığımız anları düşünerek utandım. Eksik ve yetersiz hissettim, neden Frida olduğunu, neden bu kadar hayran olunduğunu anladım. Onunla çıktığım bu yolculuktan hem çok şey öğrendim hem büyük keyif aldım.
-Şimdilerde bir moda ikonu olarak da karşımıza çıkan Kahlo’nun popülerliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Popüler oluşu hayatının önüne geçebilir mi? Ondan bize neler getirip neler götürmektedir?
Frida Kahlo’nun metalaştırılması hızlı ve acımasız oldu. Ölümünden sonra popülerlik kazanan sanatçılar arasına girdi. Çoraplardan çantalara kadar her yerde yüzünün basılı olduğu eşyalar üretildi. Kapitalist rejimin dayattığı bir pazarlama aracı olarak kullanıldı. Halbuki o kapitalizmden nefret eden ateşli bir devrimciydi. Frida’yı sadece imajı, görüntüsü üzerinden konuşmak ona yapılan en büyük haksızlık gibi geliyor bana. Onu, o yapan her şeyi zayıflatıyor. Frida’yı ikon yapan şey sıradışı giyimi, kalın kaşları, cinsel tercihleri olmamalı, onun kırılganlığı, cesareti ve sağlam ahlakının yanında hafif kalıyor çünkü.
-Büyük aşık Frida’yı önemli kılan birçok nitelik sıralanabilir. Peki sizin gözünüzde Frida’da öne çıkan ve onu Frida yapan özelliği nedir?
Frida, hayatımızı aşkın acısıyla yaşamanın mümkün olduğunu öğretmiştir. Diego ile olan alışılmadık ve tutkulu ilişkisi tüm çalkantılara rağmen ölene kadar devam etmiştir. Çektiği acıya karşılık sevmekten vazgeçmemiştir, ne kendini ne Diego’yu. Onu Frida yapan özelliklerden biri budur; çok sevmesi. Dünyayı sevgi kurtaracak sözünün en güzel örneğidir.
-Frida bence öncesiz ve sonrasız bir sanatçı. Onun sanatının karşılık bulmadığı bir dönemin olmadığını düşünüyorum. Zira Frida, yaşadığı dönemle beraber geçmişin de geleceğin de aşkını, sancısını, duygu yüklerini sanatıyla kapsamıştır. Dolayısıyla sanatının zamansız olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu bağlamda günümüz dünyasında yaşayan biri olarak siz Frida’nın hangi eserinde kendinizden bir parça buldunuz?
Frida, yaptığı resimlerin sürrealist olmadığını, kendi gerçekliğini resmettiğini söylemiştir. Yaptığı resimlerde kendi biyografisine, anı defterine rastlayabiliriz aslında. Onun eserlerini anlamak için hayatına bakmamız gerekir. Frida, büyük aşkı Diego ile boşandıktan sonra yaptığı “İki Frida” adlı tablosunda iki yönünü birbirine bağlı olarak çizmiştir. Biri Diego’nun en sevdiği hali, diğeri ise elinde yarılmış bir kalp tutarak Diego’nun terk ettiği hali. Arka plana yaptığı bulutlu hava görünümü insana huzursuzluk veren bir duruma sahip. Bu karmaşayı, bu ikilemi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sürreal özelliklere sahip bu tablonun aslında onun yaşadıklarından ortaya çıktığını bildiğinizde ise hayranlığınız daha da artıyor. Ben en çok bu tablosunu seviyorum. Sanırım benim de iki tarafımdan özellikler taşıdığı için.
-Sizi Frida’nın biyografisini yazmaya iten şey nedir? Neden Frida?
Bundan önce yazdığım biyografilerin ilkinde Freud’la psikanalizin etrafında dolanmış, Henry David Thoreau ile Walden Gölü’nde inzivaya çekilerek sistemin zulmettiği acılar karşısında özgürlük arayışına girmiştik. Frida bambaşkaydı. Son derece güçlü, ilham verici bu kadının yaşamının içine girmek onu anlayabilmek adına çıktığım bu yol öncelikle yayıncımın düşüncesiydi. Zaten kendisi bana yolu gösterir, o yolu ben tek başıma göğüslerim, yolun sonunda ortaya çıkan şeyin de içimize sinmesi gerekir.
Beni heyecanlandıran tarafı ise Frida’nın yol boyunca neler öğrettiğiyle ilgiliydi. Yaşadığı hayatın zorluğuna rağmen her şeyin üstesinden cesurca gelmesi, bu arada aşkına, sanatına sahip çıkması, kuralları yıkan zevkleri ve sıradışılığıyla etrafında bu kadar hayran biriktirmesi oldukça doğaldır. Zira böylesi tarihte nadir görülür.
-Frida Kahlo kitaplarına baktığımızda sizin yazdığınız kitabın diğerlerinden farkı nedir?
Bir kadın olarak Frida’yı anlamak ve onun duyguları üzerinden giderek yazmaya çalıştım öncelikle. Yaşamına dair teorik bilgilerden öte neler hissettiğini, nasıl mücadele ettiğini, aşkını, acısını, sanatını vermeye çabaladım; yaptığı resimleri inceleyerek anlatmak istediklerini yazmam gerektiğini düşündüm. Düşünmeye, üretmeye, ayakta durmaya, ilham almaya, başarmaya, acılarla baş etmeye, yaşama bağlı kalmaya iten bu kadının hayatını bir kez daha gözler önüne sermek istedim naçizane. Fakat ne yazılırsa yazılsın Frida için az olacaktır. Onu her haliyle anlamaya yetmeyecektir.
-Sayenizde Frida Kahlo’yu her yönüyle bir kez daha yaşatmanın sevincini yaşıyoruz. Bu güzel sohbetimiz adına teşekkürlerimizi sunarız.   

Söyleşi: Kübra Yüca    (songemidergisi.com)