Translate

28 Aralık 2020 Pazartesi

Enflasyon Nasıl Düşürülür?

Mahfi Eğilmez - Enflasyon Sorunu ve Kökenleri

Son günlerde ‘Türkiye’nin en önemli sorunu enflasyondur onu çözersek her şey çözülür’ şeklinde bir söylem aldı yürüdü. Enflasyon gerçekten önemli bir sorundur ve mutlaka çözülmesi gereklidir. Özellikle de dünyada enflasyonun, yalnızca sorunlu ülkelerde kaldığı bu dönemde düşürülememesi kabul edilebilir bir mesele değil. Bunların hepsi doğru ama nasıl ki yüksek faiz yüksek enflasyonun sonucuysa enflasyon da başka şeylerin sonucudur.

Enflasyon sorununu çözebilmek için önce enflasyonun nereden kaynaklandığına bakmak gerekir. Enflasyonun iki kaynağı vardır: Talep kökenli enflasyon ve arz (ya da maliyet) kökenli enflasyon.

Eğer bir ekonomide arz miktarı değişmediği halde talep miktarı artıyorsa o zaman ekonomide talep kökenli enflasyon oluşur. Talep kökenli enflasyon çeşitli nedenlerle ortaya çıkar. Örneğin nüfus artmışsa talep de artar. Ya da her şey sabitken merkez bankası piyasaya daha fazla para sürmüş ve bu para tüketicinin eline geçmişse talep yine artar. Talep enflasyonunu önlemenin yollarından birisi piyasadaki para arzını düşürmek ve/veya faizleri enflasyonun üzerine yükselterek pozitif reel faiz vermek ve bu yolla insanları daha fazla tüketimden vazgeçirip tasarrufa yönlendirmekten geçer.

Eğer bir ekonomide arzda daralma ya da maliyetlerde artış oluşmuşsa o ekonomide arz yönlü enflasyonist baskıdan söz edilebilir. Arzda daralma, talep düşmediği halde üretim miktarında düşüş olması halidir. Ki bu fiyatların yükselişe geçerek enflasyon oluşumuna yol açabilir. Maliyetlerde artış üç şekilde ortaya çıkabilir: (1) Üretim faktörlerine ödenen bedellerde artış olabilir (ücret artışı, kira artışları, finansman maliyetleri ve dolayısıyla faizlerde artış.) (2) Girdi fiyatlarında artış olabilir (üretimde kullanılan hammadde, ara malı, sermaye malı fiyatları artabilir.) (3) Kurlarda artış ortaya çıkabilir. Bu durumda üretimde kullanılan ithal girdilerin fiyatları artabilir. Petrol, doğalgaz fiyatlarında artışın etkilediği enerji fiyat artışlarına ek olarak kurda ortaya çıkan artışlar bu tür girdilerin ithal fiyatlarını dolayısıyla firmaların üretim maliyetini artırır.     

Türkiye’de durum

Türkiye’de Kasım 2020 itibarıyla yıllık manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 14,03 olarak açıklandı. Bu enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her ikisinin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.

YAZININ TAMAMI - www.mahfiegilmez.com/2020/12/enflasyon-nasl-dusurulur.html

24 Aralık 2020 Perşembe

‘Şahsım’ emperyalizmi ve bazı gerçekler

Figen Yüksekdağ Son zamanlarda elde avuçta satacak bir şeyi kalmayan iktidar, “Türk tipi antiemperyalizm” satıyor. Bu da “Türk tipi başkanlık” gibi bir şey. Aslında benzemek şurda dursun, tahrip edip köküne kibrit suyu dökmeyi tarif ediyor. Hitler’in dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği, halk ve emek hareketlerinin sermaye iktidarları karşısında büyük tehdit oluşturduğu bir dönemde, Nasyonal-sosyalist adını taşıyan partiyle sahneye çıkması en bilinen örneklerdendir. Ardından sadece sosyalizm değil, cüzi insan hak ve değerlerinin canına okumaya yeminli bir savaşa gömülmüştü dünya. Yani, egemenlerin büyük insanlık mücadelesinin ürettiği müspet kavram ve değerleri “işgal ederek” yürüttüğü siyaset, o kavramların en uç karşıtına denk düşüyor. Çünkü en kaba, ırkçı milliyetçilikle mühürlenmiş zihniyet ve pratikten başka bir şey çıkmaz. Olsa olsa böyle akla zarar “akıl oyunları” çıkar.

Şimdilerde Türkiye’de benzer oyunları sergileyen bir iktidar hüküm sürüyor. AKP’si, MHP’si, Susurluk-derin devlet çeteleri “milli çıkarlar” adı altında savaş ve şiddet politikalarını tırmandırırken, bunu büyük emperyalist devletlere karşı bağımsızlık ve diklenme gösterisine dönüştürüyor. İşin bir yanı gösteri, bir yanı gerçek. Kendini cihan fatihi sayma cakaları ne kadar gösteriyse, bu hayalle yatıp-kalkıp bulduğu her fırsatta oraya buraya yayılmacı tırnakları atma pratiği de o kadar gerçek. Ama eski emperyal Osmanlı ruhunu çağıran, ümmetin liderliği hayaliyle, büyük Turan düşlerini harmanlayan dönemin egemenleri, ne yaparsa yapsın ruh çağırmaktan öteye gidemiyor. En azından sözünü ettiğimiz eğilimlerce desteklenen ve şişirilen, Erdoğan’da simgeleşmiş bir “şahsım emperyalizmi” seviyesine gelebiliyorlar.

Bu tür emperyalizmin bazı özellikleri var. Güçlü olana diş geçiremeyip, kaos ve istikrarsızlık üreterek kendine alan açma, ulaşabildiği her yere savaş ihraç etme ve esas olarak büyük emperyalist devletlerle en üst düzeyde işbirliği… Bitti mi? Tabii ki hayır. Gücü sadece mazlum halklara yeter bu türün, Kuzey Suriye’de halkın ağır bedellere ve ölçüsüz zulme rağmen bir avuç statü kazanma ihtimali karşısında kaplan kesilenler, ABD’nin “kafası gidik” başkanının elinde yıllarca yedikleri tokat ve aşağılanmayı yutarlar. Kürtlere düşmanlığa hizmet eden bu çeşit uşaklığa gönüllü koşarlar. Bugün ABD’yle birlikte bölgede kapsamlı bir anti-Kürt operasyonunda ortaklaştıkları gibi.

“Van minüt”la başlayan tribünleri coşturup, bu arada cüzdanları yürütme taktiği hala en canlı yönetme tarzıdır. Milliyetçilik ile hipnotize edilen kitlelerle, “hem aklınızı hem nafakanızı alırım” gibisinden alay eden bir tarzdır bu. Ama alay edilerek yönetilme taktiğinden en ağır payını alan HDP ve sol partiler harici muhalefettir. “Türkiye’nin oradaki buradaki çıkarları” borusu çalınca hemen iktidarın ardında hizalanan, muhalefet ayarları bozulan bir siyasi zaafiyet hali var oldukça, bu iktidar da var olma gücü bulacaktır. Siyaseti “gösteri sanatlarıyla” algı hokkabazlığıyla harmanlayıp, kendilerine biricik bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hikayesi yazanlar, muhalefetin boş bıraktığı alanda at koşturmayı, ayrıcalık haline getirecektir elbette. Muhalefeti 5. kol faaliyeti yürütmekle, düşman devletlerin ajanı olmakla karalayanlar, ABD’de lobilere yedirdikleri paranın, Avrupa kurumlarına verdikleri rüşvetin ve kapıların-kameraların ardında rica-minnet sergiledikleri kalitesizliğin hesabını vermedikleri için rahattırlar. Nasıl olsa kirli siyaset toprağında ürettikleri yalan mahsüllerinin hazır alıcısı vardır.

İktidarlara gelişlerini ve hala kalışlarını emperyalizme borçlu olanların, yalan ve manipülasyona da dayansa söylem üstünlüğü edinmesi, Türkiye siyasetinin arızalı tarafı. En son 2018 genel seçimlerini, başta Londra’daki faiz lobisi gelmek üzere uluslararası finans tekellerinin ve emperyalist devletlerinin “Henüz AKP ve Erdoğan ile işinin bitmemesi” nedeniyle şaibeli biçimde kazananlar, şimdi canhıraş halde kendilerine verilen ödevi yapıyorlar. Türkiye-Kürdistan coğrafyasının kaynak ve birikimi, tarihte görülmemiş düzeyde satışa getiriliyor. Önceden sadece Batı merkezli emperyalizme olan bağımlılık, şimdi Avrasyacı çizginin ağırlık kazanmasıyla, Doğu merkezli emperyalizme de bağımlılığa dönüştü. Çift dikiş, katmerli bağımlılık ve hizmet hali yani. Böyle olunca Amerika’yla Rusya, NATO’yla Avrasya arasında savrulup duran, büyük devletlerin birbirine karşı, oyun tahtasına dönen, kafası duman olmuş bir acayip “Güçlü Türkiye” manzarası çıkıyor ortaya.

Görünürde sergilenen bol hot-zotlu ve gerilimli ilişkinin aksine, hakim devletler zayıf halkayı yakalamış bırakmıyor. İktidar ömrünü uzatmak için her türlü pazarlığı yapacak, her çeşit “al gülüm-ver gülüm” ilişkisine girebilecek bir iktidardan daha zayıf halka olabilir mi, emperyalistler için? Haliyle AB’den ABD’sine, Rusya’sından Çin’ine, yıllardır idare ediyorlar bu iktidarı. Onlara rağmen değil, onların her türlü desteği, açık-gizli anlaşmalarıyla AKP-Saray-MHP rejimi kendini sürdürüyor.

Türkiye’deki rejimin, bilhassa da son 18 yılın emperyalizmle yapısal ilişki tarihinin ve güncel örneklerin, alternatif demokratik siyaset tarafından ele alınması, halkları aydınlatmanın, gerçeği ifşa etmenin başlıca gündemlerinden olması önemlidir. İktidarın yalandan yazdığı hikayenin kendisinin inanması, inanmayanı da sopa sallayarak kabule zorlaması karşısında demokratik muhalefet etkin bir söylem geliştirebilmeli.

Emperyalizme ilk günkü kadar bağlı, mazlum haklara ise acımasız ve emperyal iktidar siyasetine kim “milli çıkar” hamasetiyle doğrudan-dolaylı destek veriyorsa, tarihsel suçların ortağıdır; bunu da unutmamak gerekir. Küresel emperyalizme benzemeyen ama bölgesel-yerel anlamda en az onun kadar yıkıcı, sömürücü karakter taşıyan “Şahsım” emperyalizmi çizgisi etrafında kümelenenler, az-buçuk muhalefet pozisyonlarını da yitirirler. Zaten tam da bu nedenle iktidar karşısında gerçek bir başarı kazanamıyorlar; çünkü demokratik fark taşımıyorlar.

Açık ki, siyasi iktidar ve paydaşlarının sözünü ettiğimiz bu mutant emperyalizm, antifaşist halk hareketiyle aşılabilir. Bu bilinç ve hareket etrafında birleşen halklar, bölgesel ve küresel barış, kardeşlik, dayanışma eksenine dayanan alternatif bir düzeni var edebilir. Ortadoğu’nun bağrında yeşeren “Demokratik ulus” program ve deneyimi, bu hedefin uzak bir hayal olmadığını gösteriyor.
Figen Yüksekdağ'ın Özgür Politika'da yayınlanan yazısı

19 Aralık 2020 Cumartesi

Bir özsavunma öyküsü

40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI: BİR DİRENİŞÇİNİN TANIKLIĞI



22.12.2018
Söyleşi: Orhan Gazi Ertekin
Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi.
Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı.

Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet.

Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı.
23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi.

Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]

Söyleşi>>> https://birartibir.org/ sayfasından alınmıştır.


17 Aralık 2020 Perşembe

Pandemi ve ölümün normalleştirilmesi

Amerika Birleşik Devletleri, ülke tarihinin en yoğun toplu ölüm dönemlerinden birinin ortasında bulunuyor. Sadece bir hafta içinde 16 binden fazla insan —günde ortalama 2.300 insan— koronavirüsten öldü.

1918 “İspanyol gribi” pandemisi sırasında ise, ABD’de iki yılda yaklaşık 675 bin kişi —günde ortalama binden daha az insan– hayatını kaybetmişti. 1995’te, korkunç AIDS salgınının doruğunda, bir yılda 41 bin kişi –günde yaklaşık 112 insan (bugünkü oranın 20’de 1’i)— öldü.


İspanya’nın Barselona kentinde bulunan Collserola morgunda, içlerinde gömülmeyi veya yakılmayı bekleyen koronavirüs kurbanlarının bulunduğu tabutlar. (Fotoğraf Kaynağı: AP/Creator: Emilio Morenatti)

Önümüzdeki birkaç gün içinde, koronavirüsten toplam ölüm sayısı, 300 bini geçecek. Başka bir ifadeyle, tüm ülkedeki her bin kişiden biri koronavirüsten ölmüş olacak. Kalp hastalığını ve kanseri geride bırakan koronavirüs, artık ABD’deki başlıca ölüm sebebidir.
Bu ölüm seviyesinin her gün, her hafta, her ay meydana geldiği koşullarda verilen resmi yanıt, ortaya çıkan felaketi önemsememek biçimindedir. Ölüm “normalleştirilmiştir.”
Medyada ölü sayısı her gün bildiriliyor. Hatta zaman zaman, her iki ebeveynin de ölmesi veya bir ailenin yok olması gibi özellikle korkunç olaylar aktarılıyor. Fakat sonra konu bırakılıyor ve haber bülteni bir sonraki maddeye geçiyor. Bu dinmeyen felaketin büyük ve acil bir müdahale gerektirdiğine dair hiçbir kabul söz konusu değil. Kimin, nerede ve hangi koşullarda öldüğünü inceleme girişiminde bulunulmuyor.

Beyaz Saray’daki faşizan diktatör bozuntusu Trump, ölümler önemsizmiş gibi davranıyor. Daha önce de “hemen hemen hiç kimse” etkilenmedi, demişti. Trump yönetiminin tüm politikası, hastalığın yayılmasını ve ölümleri durduracak koordine bir müdahaleyi engelleme üzerine kurulmuştur.

Başkan seçilen Joe Biden ise, geçtiğimiz hafta, gelişigüzel bir biçimde, “Ocak ayına kadar 250.000 kişinin daha ölmesi muhtemel,” diyordu. Bu devasa ölü sayısını, acil bir eylem gerektirmeyen kaçınılmaz bir kozmik olaymış gibi sundu. Bu tahminin gerçekleşmesini önlemek için herhangi bir acil müdahale talebi olmadı. Salı günü Biden, okulların açık kalması gerektiği talebine odaklanan koronavirüs politikasını özetledi. Egemen sınıf, okulların açık kalmasını, işçileri işyerinde tutma bakımından olmazsa olmaz olarak görüyor.

Ölümün normalleştirilmesi, kökleri sınıf çıkarlarına dayanan, “ekonomik sağlık” ile “insan yaşamı”nı kıyaslanabilir olgular olarak ele alma ve ikincisi karşısında ilkine öncelik verme kararından doğmaktadır. Bu kıyaslama ve önceliklendirme, siyaset kurumunun, oligarkların ve medyanın yaptığı gibi kabul edildiğinde, toplu ölümler kaçınılmaz görünür.
Bu berbat hesaplama yönteminden şu slogan ortaya çıkar: “Çare hastalıktan daha kötü olamaz.”

Kapitalizm altında, “ekonomi”, işçi sınıfının sömürülmesi demektir. “Çare” —yani hayat kurtarmak için alınacak en temel tedbirler —kâr birikimi sürecini etkilediği ölçüde, kabul edilemezdir. İşçi sınıfından artık değer çıkarılmasını baltalayan veya bu artık değeri acil durum önlemleri ve sosyal hizmetler aracılığıyla kapitalistlerden başka tarafa yönlendiren her şey reddedilmelidir.

Buradan şu sonuç çıkar: İşçiler ölmelidir. Marx, kapitalizmin “ölçü tanımayan hırsı”ndan, “artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlık”tan söz ettiğinde, bunlar sadece edebi ifadeler değildir; bunlar, dehşet verici toplumsal gerçekliği ifade ederler.

Egemen sınıfın ABD’de ve dünya genelinde pandemiye verdiği yanıt, pandemiden önceki koşullardan kaynaklanmaktadır. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın göreve gelip, “toplum diye bir şey yok” (Thatcher) diye ilan etmelerinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Thatcher ve Reagan tarafından pazarlanan sağcı liberteryen “serbest piyasa” ideolojisi, Bill Clinton gibi Demokratlar ve Tony Blair gibi İşçi Partililer tarafından benimsenerek siyaset kurumunun bütün parçalarının temeli haline geldi. Onların gerici “serbest piyasa” çareleri, her ülkedeki kapitalist politikaların temelidir.

Onlarca yıldır, hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, sosyal harcamalarda ve programlarda kesinti yaparak giderek daha büyük meblağları mali piyasalara akıttılar. Bu süreçte, şirketlerin sadece insan haklarına sahip olduğu, şirketlerin —ve mali oligarşinin— çıkarlarının insanlardan üstün olduğu ilan edildi.

İnsan hayatının yalnızca soyut bir ekonomik öneme sahip olduğu finansallaşmış bir dünyada, artık değer üretmekle meşgul olmayanlar —ve bakım maliyetleri, emek gücünün harcanmasıyla üretilen artık değer kitlesinden çıkarılanlar— “değersizdir.” Kâr-zarar hesapları nerede yapılırsa yapılsın, Malthus’un hayaleti her zaman oradadır.

Bu temel sınıfsal mantıktan, uygulanan şu politika çıkar: virüs tehdidinin önemsiz gibi gösterilmesi, zenginler için devasa kurtarma paketi, fabrikaları ve okulları geri açma kampanyası. Bu politikanın öngörülebilir sonuçları şu anda gözler önüne seriliyor.

Egemen seçkinlerin umursamazlığını şiddetlendiren başka faktörler de var. Koronavirüs pandemisi, öncelikle yaşlıları ve işçi sınıfını etkileyen bir hastalıktır. COVID-19; fabrikalarda ve yüz yüze çalışmanın olduğu işyerlerinde hızla yayılıyor, birçok kuşağın aynı haneyi paylaştığı ve genellikle sosyal mesafe olanağının bulunmadığı evlerde yaşayan işçi sınıfını orantısız şekilde etkiliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastalıktan hayatını kaybedenlerin yüzde 80’i, emeklilik yaşı olan 66’dan yaşlıydı. Ülkedeki COVID-19 vakalarının sadece yüzde 5’i bakım evlerinde görüldü ancak bu tesislerdeki ölümler, toplam ölümlerin yüzde 40’ına (100 binden fazla insana) denk düşüyor.

Fakat virüsün egemen sınıfa ve bizzat Beyaz Saray’a kadar yayılması bile, izlenen politikayı etkilemedi.

Pandeminin durdurulması ve hayatların kurtarılması, bu felaketi yaratan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktan ayrılamaz. Ölümler önlenebilecek olmasına rağmen yüz binlerce insanın hayatının anlamsızca kurban edilmesi, kapitalist düzenin gerici ve insanlık dışı karakterinin ve yerini sosyalizme bırakması gerektiğinin en büyük kanıtıdır.

Andre Damon, David North
10 Aralık 2020
https://www.wsws.org/tr

15 Aralık 2020 Salı

Neden sosyalizm enternasyonalist olmalı

... ve Rosa Luxemburg'dan bu konuda ne öğrenebiliriz

Michael Löwy

Rosa Luxemburg kadar enternasyonalist sosyalizm gündemine bağlı hisseden çok az Marksist düşünce lideri vardır. Yahudi, Polonyalı ve Alman'dı, ancak tek "anavatanı" Sosyalist Enternasyonal'di. Bununla birlikte, radikal enternasyonalizmleri, onları ulusal sorun üzerinde tartışmalı konumlara da götürdü. Örneğin, memleketi Polonya'ya gelince, yalnızca Polonya Sosyalist Partisi von Piłsudski'nin "sosyal yurtseverleri" tarafından yapılan ulusal bağımsızlık talebine karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda Polonya'nın kendi kaderini tayin hakkını (ve Rusya'dan ayrılma) desteklemeyi de reddetti. . 1914'e kadar, bu duruşu öncelikle "ekonomik" bir şekilde haklı çıkardı: Polonya ekonomisi Rus ekonomisine iyi entegre edilmişti. bağımsızlık, gerici aristokratik ve küçük-burjuva sınıflardan tamamen ütopik bir talep. Ona göre uluslar esasen "kültürel" fenomenlerdi, bu yüzden "kültürel özerkliği" milliyetçi özlemlere uygun yanıt olarak gördü. Ancak yaklaşımlarında görünmeyen şey, Lenin'in vurguladığı ulusal sorunun siyasi boyutudur: halkların demokratik kendi kaderini tayin hakkı.

Luxemburg, soruna metinlerinden en az birinde çok daha açık ve diyalektik bir şekilde yaklaşıyor: 1905'te yayınlanan “Enternasyonalizm ve Sınıf Mücadelesi” adlı makale koleksiyonunun girişinde. Lehçe Kutsal Yazılar ». Bununla, her ulusun "sosyalizmin en temel ilkelerinden doğan" (1905, 192) meşru bağımsızlık hakkı ile Polonya örneğinde reddettiği, böyle bir bağımsızlığın çabalamaya değer olup olmadığı sorusunu birbirinden ayırır. Ayrıca ulusal baskının, "fanatik, ateşli isyan ve nefreti" kışkırtan "barbarlığında en dayanılmaz şey" olduğunu vurgulamaktadır (ibid., 217).

Lüksemburg'un enternasyonalizmini ele alan analizlerin çoğu - benimki de dahil - uluslar sorunu üzerine gerçekte sorunlu tezlerine odaklanıyor. Eksik kalan, pozisyonlarının olumlu yönleri, yani Marksist proleter enternasyonalizm kavramına olağanüstü katkıları ve milliyetçi ve şovenist ideolojilere boyun eğmeyi inatla reddetmeleridir.

"Bütün ülkelerin işçileri birleşin!"

Georg Lukács History and Class Consciousness (1923) adlı kitabında Lüksemburg'un Marksizmine ayrı bir bölüm ayırdı. Burada, diyalektik bütünlük kategorisinin "kuralı" nın "bilimdeki devrimci ilkenin taşıyıcısı" olduğunu ileri sürer (Lukács 1923, 39). Ona göre, Luxemburg'un yazıları, özellikle de ana eseri "The Accumulation of Capital" (1913), bu diyalektik yaklaşımın mükemmel bir örneğiydi. Aynı şey enternasyonalizmi için de söylenebilir: bütün toplumsal ve politik sorunları bütünlük açısından, örneğin uluslararası işçi hareketinin çıkarları perspektifinden yargıladı. Bu diyalektik bütünlük ne bir soyutlama ne de boş bir evrenselcilikti: Luxemburg çok iyi farkındaydı uluslararası proletaryanın kültürü, dili ve tarihi ile yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösteren insanlardan oluştuğunu. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük ölçüde farklılık gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar.

Bu nedenle, Sosyal Demokratların saflarına yükseldikten sonra bile, Alman militarizmine herhangi bir taviz vermeyi ve savaş kredileri veya seferleri için parlamento onayını reddetti. Partinin sağ kanadının müzakere etmeye istekli olduğunu açıkça kınadı: silahlanmada yaratılan "gerekli işlere" atıfta bulunarak haklı gösterilemeyecek bir sosyal demokrasiden teslim olarak. Peter Nettl, bir dereceye kadar akademik de olsa Luxemburg biyografisinde, tamamen yanlış bir şekilde, SPD'nin duruşuna direnişinin, yüksek işsizliğin sınıf mücadelesi için iyi olduğu inancıyla beslenen, tamamen resmi bir “kuru çalışma” olduğunu iddia ediyor (Nettl 1969).

Sınırsız dayanışma

Lüksemburg, zamanının birçok sosyalistin aksine, konu Avrupa'ya geldiğinde enternasyonalizmin ilkelerini savunmakla kalmadı. Avrupa devletlerinin sömürgeciliğine erkenden karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların mücadelelerine sempatisini açıkça ifade etti. Ayrıca, 1904'te Güney Batı Afrika'daki Herero ayaklanmasının acımasızca bastırılması gibi, Afrika'daki Alman Reich'ının sömürge savaşlarına da yönelikti. Haziran 1911'de yaptığı bir konuşmada, Herero hakkında şunları söyledi:

«[…] 'Suçları', sömürü için açgözlü endüstriyel şövalyelere ve beyaz köle sahiplerine teslim olma ve anavatanlarını yabancı işgalcilere karşı savunma konusundaki isteksizlikleriydi. [...] Bu savaşta da Alman silahları kendilerini bolca şöhretle kapladı. […] Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yüzlercesi tarafından yanan çölde kovalandı […] »(1913a, 537).

İmparatorluğun 1911'de "Fas krizinde" Agadir'e silahlı botlar gönderdiği Kuzey Afrika'da Almanya'nın (Fransa'ya) emperyalist küstahlığını kınadı ve Cezayir'deki Fransız sömürgeciliğini, geleneksel Arap klanına karşı burjuva özel mülkiyetine zorla karşı koyma girişimi olarak yorumladı. Komünizmi zorla. Sosyal Demokratların Parti Okulunda 1907'den 1908'e kadar siyasal ekonomi üzerine verdiği derslerde, gelişmiş ülkelerdeki sanayi proletaryasının modern komünizmi ile sömürgelerdeki emperyal, kâr güdümlü egemenliğin ilerlemesine direnen erken komünist güçler ve yapılar arasındaki bağlantıları vurguladı. En önemli ekonomik analizi "Sermayenin Birikimi" nde açıklıyor

«Sermaye, soruna şiddetten başka bir çözüm bilmez, bu da tarihsel bir süreç olarak sermaye birikiminin değişmez bir yöntemi olan, yalnızca Genesis'te değil, günümüzde de. Oysa ilkel toplumlar için, böyle bir durumda var olma ya da olmama sorunu olduğu için, tam bir tükenme ya da yok olma noktasına kadar yaşam ve ölüm için direniş ve mücadeleden başka bir davranış yoktur. Kolonilerin sürekli askeri işgali, yerli ayaklanmaları ve sömürge rejiminin gündemindeki kalıcı fenomenler olarak onları devirmek için yapılan kolonyal seferlerin nedeni budur. " (1913b, 319)

O zamanlar, yalnızca sömürge haçlı seferlerini kınayan değil, aynı zamanda sömürgeleştirilenlerin direnişini destekleyen çok az sosyalist vardı. Bu tutum, Avrupa ilgi odağı olsa bile, Lüksemburg enternasyonalizminin gerçekten evrensel karakterini ortaya çıkarmaktadır.

Tutarlı savaş rakibi

Lüksemburg, Avrupa'da artan savaş tehlikesinin farkındaydı ve Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını kınamaktan asla yorulmadı. 26 Eylül 1913'te Frankfurt yakınlarındaki Bockenheim'da bir konuşma yaptı ve öfkeli bir enternasyonalist itirafla sona erdi: "Eğer biz Fransızlara ve diğer kardeşlerimize karşı öldürücü silahları kullanmamız bekleniyorsa, o zaman bağırıyoruz: Bunu yapmayacağız!" (27 Eylül 1913 Halk oylaması). Daha sonra "kamuya itaatsizlik çağrısı" ile suçlandı. Şubat 1914'te mahkeme salonunda tekrar militarizme ve savaş politikasına saldırdığı bir savunma konuşması yaptı ve Birinci Enternasyonal'in savaş durumunda genel grev çağrısı yapan 1868 tarihli bir kararından alıntı yaptı. Konuşma sosyalist basında basıldı ve savaş karşıtı edebiyatın bir klasiği haline geldi (Luxemburg 1914). Lüksemburg bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, ancak imparatorluk yetkilileri onu tutuklamaya cesaret edemediği 1915'te savaşın başlangıcına kadar değildi.

Avrupa'daki pek çok sosyalist, Birinci Dünya Savaşı'nın başında “anavatanı savunmak” için hükümetlerinin arkasında dururken, Lüksemburg hemen emperyalist savaşa direniş örgütledi. Ağustos 1914'te savaşın ilk haftalarında bile resmi "vatanseverlik" ve onun saldırgan dilinin yankısı yoktu. Aksine, SPD liderliğinin enternasyonalizm ilkelerine ihanetinin önde gelen eleştirmenlerinden biri haline geldi. Nettl, Lüksemburg'un SPD'nin gidişatına yönelik "artan nefretini" anlama girişiminde "çok kişisel bir güdüye" atıfta bulunuyor: "" resmi "Almanların beceriksizliği karşısında Lüksemburg gibi göçmenlerin ebedi ve zar zor bastırılmış sabırsızlığı ve hayal kırıklığı" Nettl 1969, 422). Bu tür bir açıklamanın yararlı olduğunu düşünmüyorum, savaşa muhalefet yabancı "göçmenler" ile sınırlı olmadığı ve aynı zamanda Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi şahsiyetleri de içerdiği için. Luxemburg'un öfkesi “göçmenlere özgü sabırsızlıktan” değil (aynı eserde), ama ömür boyu sürecek bir enternasyonalist inançtan kaynaklanıyordu.

Luxemburg, anti-militarist ve anti-milliyetçi propaganda faaliyetlerinden dolayı birkaç kez hapse atıldıktan sonra, şu pozisyona saplandı: "Savunması her şeye tabi olması gereken proleterlerin anavatanı, Sosyalist Enternasyonal'dir." (1916a, 47) İkinci Enternasyonal, "sosyal şovenizm" dediği şeyin etkisiyle parçalandı. Lüksemburg, açık bir yol gösterici ilkeye göre bir arada tutulan Yeni Enternasyonal'in kurulmasını istedi:

“Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm yoktur ve sınıf mücadelesinin dışında da sosyalizm yoktur. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne barışta ne de savaşta sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez. " (Aynı eser, 46)

Bu şüphesiz, Karl Kautsky'nin Enternasyonal'in barış zamanında bir araç olduğu ve bir savaş durumu için uygun olmadığı şeklindeki ikiyüzlü argümanına bir tepkiydi. Luxemburg'un "Sosyal Demokrat Azınlığın Siyaseti" ndeki kişisel beyanı da onun etik ve siyasi değerlerinin hareketli bir beyanıdır:

«İşçilerin dünya kardeşliği benim için yeryüzündeki en kutsal ve en yüksek şey, yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; Bu ideale sadakatsiz kalmaktansa hayatımdan vazgeçmeyi tercih ederim. " (1916b, 178).

Milliyetçiliğe karşı uyarı

Rosa Luxemburg'un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin yıkıcı sonuçları hakkındaki uyarıları, geleceğe dair mucizevi bir öngörü anlamında değil, ama birlikte önlenmesi gereken yaklaşan felaketler konusunda insanları uyaran İncil peygamberleri Amos ve Yeşaya açısından peygamberlik niteliğinde bir şeyler içeriyordu. . Luxemburg, emperyalizm ve kapitalizm devam ettiği sürece her zaman yeni savaşlara karşı uyarıda bulundu:

“Dünya barışı, kapitalist diplomatların uluslararası tahkim mahkemeleri, 'silahsızlanma' üzerine diplomatik anlaşmalar […], 'Avrupa ittifakları', 'Orta Avrupa gümrük birlikleri', ulusal tampon devletler ve benzeri gibi ütopik veya temelde gerici planlarla sağlanamaz. Kapitalist sınıflar tartışmasız kendi sınıf egemenliklerini uyguladıkları sürece emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılamaz. " (1916a, 44f)

Milliyetçilikte işçi hareketi için ölümcül bir düşman ve militarizm ve savaş için üreme alanı olarak görüyordu: "Sosyalizmin bir sonraki görevi, proletaryanın milliyetçi ideolojinin etkisiyle ifade edilen burjuvazinin koruyuculuğundan entelektüel kurtuluşudur." (Aynı eser, 47). “Fragment über Krieg. Ulusal sorun ve devrim ”(1918), savaşın son yılında milliyetçi hareketlerin hızlı yükselişinden endişe duyuyor:“ Bugün milliyetçi Blocksberg'de Walpurgis Gecesi ”(1918b, 368). Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahipti: bazıları az gelişmiş bir burjuva sınıfının (Balkanlar'daki gibi), diğerleri (İtalyan milliyetçiliği gibi) emperyalist-kolonyal yönelimin ifadeleriydi. Luxemburg'a göre, milliyetçiliğin dünya çapında yayılması, ortak bir çıkarla birleştirilen çok sayıda bireysel çıkarı ortaya çıkardı: Ekim Devrimi olayından bu yana büyüyen bir dünya proleter devriminden gelen tehdit duygusu. Milliyetçilikle Lüksemburg, ulusal kültürü veya kimliği tanımlamadı, ancak diğer her şeyi ulusa tabi kılan bir ideoloji (“her şeyin üstünde Almanya”) tanımladı.

20. yüzyılda milliyetçilik, milli savunma ya da bazı halk yaşam felsefesi adına işlenen suçlar dikkate alındığında uyarıları son derece ileri görüşlü idi. Stalinizm de, "tek ülkede sosyalizm" doktrininde somutlaşan Sovyet devletinin milliyetçi yozlaşmasının sonucuydu. Lüksemburg, ulus-devlete dayalı bir politikanın bu tehlikelerini erkenden fark etti: bölgesel çatışmalar, "etnik temizlik" ve azınlıklara yönelik baskı. O sırada öngöremediği tek şey soykırımdı.

Küreselleşmiş bir sol için pusula

Rosa Luxemburg'un enternasyonalizminin bugün bizim için önemi nedir? Bugünkü koşullar, 20. yüzyılın başındakilerden kesinlikle tamamen farklıdır. Yine de, enternasyonalist mesajları iki yönden alakalı, belki de o zaman olduğundan daha alakalı.

21. yüzyılda kapitalist küreselleşme, tarihsel olarak eşi görülmemiş boyutlara ulaştı. Müstehcen eşitsizlik biçimlerini hızlandırır ve çevre üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Toplamda sekiz milyarder ve çokuluslu şirketlerin sahipleri, insanlığın en yoksul yarısınınkine eşdeğer bir servete sahipler (Oxfam 2017). Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve G-7 devletleri gibi uluslarüstü dernekler gibi kurumlarla, neoliberalleşmeye odaklanan bir yönetici sınıf bloğu ortaya çıktı. Çeşitli emperyalist çıkarlar arasında çelişkiler olduğuna dair hiçbir şüphe yoktur, ancak bunlar işçi hareketinin geri kalan kazanımlarını yok etme, kamu hizmetlerini ortadan kaldırma gündemiyle birleşmişlerdir. Kârları özelleştirmek ve kayıpları toplumsallaştırmak ve sömürü yoğunlaştırmak. Bu dünya çapındaki sürece, görünüşte tarafsız ve şeyleşmiş finansal piyasalar mekanizmaları yoluyla gücünü genişletebilen bir finans kapital hakimdir.

Bu küresel güce karşı yerel ve ulusal direniş biçimleri gereklidir, ancak yeterli değildir. Gezegensel düzeyde sapkın bir gezegen sisteminin üstesinden gelinmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, anti-kapitalist direniş küreselleştirilmelidir. Lüksemburg günlerinden komünist ve sosyalist enternasyonalistler artık bu formda neredeyse yok. Avrupa Solu Partisi veya Latin Amerika São Paulo Konferansı gibi bazı bölgesel örgütler var, ancak bunlara karşılık gelen uluslararası ittifaklar yok. 1938'de Leon Troçki tarafından kurulan Dördüncü Enternasyonal, hala dört kıtada faaldir, ancak çok az etkisi vardır.

En büyük umut, yeni bir enternasyonalizm kültürü yeşeren küresel adalet hareketidir. Kapitalist küreselleşmeye karşı direniş, 2001'den beri dünya sosyal forumlarında ağ kuran çeşitli aktörlerin gevşek bir birlikteliği, bir "hareket hareketi" olarak oluştu. Sürecin pek çok umudu yerine getiremediği ve sınırlarına ulaştığı gerçeğine rağmen: yakınlaşma ve sendikacıların, feministlerin, çevre aktivistlerinin, işçilerin, küçük çiftçilerin, yerli halkların, gençlik örgütlerinin ve aynı zamanda sosyalist grupların düzenli bir araya gelmesi. kapitalist küreselleşmeye karşı mücadele önemli bir adım olmaya devam ediyor. Şimdiye kadar, ana odak noktası deneyim alışverişi ve bireysel ortak kampanyalar olmuştur.

Luxemburg'un mirası bu hareket (ler) için çeşitli şekillerde öğretici olabilir: Düşmanın sadece "küreselleşme" veya "neoliberalizm" değil, bir bütün olarak kapitalist dünya sistemi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi, “ulusal egemenliğin” güçlendirilmesi veya ulusalın savunulması olamaz, yalnızca uluslararasılaşmış bir direniş olabilir. "İmparatorluk" un alternatifi, kapitalizmin daha düzenlenmiş veya daha insani bir biçimi değil, yeni bir sosyalist ve demokratik dünya medeniyetidir. Ulusal sınır tanımayan iklim değişikliği gibi yeni ekolojik zorluklar açısından bu daha doğrudur. Küreselleşmiş kapitalizmin yıkıcı dinamiğinin sonucudur, bu sınırsız genişlemeye ve büyümeye bağlıdır. Yalnızca küresel olarak karşılanabilirler:

Rosa Luxemburg'un milliyetçilik zehri uyarısı bugün her zamankinden daha gerekli. Milliyetçilik ve ırkçılık, çeşitli "vatansever", gerici ve (yarı) faşist varyantlarda dünya çapında ilerlemektedir. İslamofobi, anti-Semitizm ve Roman karşıtı ırkçılık genellikle hükümetlerin gizli veya açık desteğiyle öfkelenir. Neo-faşist partiler ve otoriter hükümetler göçmenlere karşı nefret çağrısı yapıyor. Orbán, Salvini ve Trump, göçmenleri günah keçisi yapan ve onları kendi ulusal, etnik veya dini kimliklerine tehdit olarak gösteren bir politikanın en iğrenç temsilcileridir. Avrupa sınırlarının giderek daha acımasızca tecrit edilmesinin bir sonucu olarak, Akdeniz'de binlerce mülteci öldü. Bu izolasyon ve ırkçı seferberlikte, Luxemburg'un şiddetle eleştirdiği yeni bir vahşi sömürgecilik biçimi görülebilir. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor.

Fakat gerici yabancı düşmanlığı bugün milliyetçiliğin tek mevcut biçimi mi? Açıktır ki, ulusal kendi kaderini tayin hakkı için meşru bir hak iddia eden - ki bildiğimiz gibi, Lüksemburg pek düşünmeyen - özgürlük hareketleri hala var. Bunlar Filistin ve Kürt hareketlerini içerir. Bununla birlikte, Kürtlerin en önemli sol milliyetçi gücü olan PKK'nın kendi ulus devleti talebinden vazgeçmesi ve millet üzerindeki katı odaklanmayı kısıtlayıcı ve baskıcı olmakla eleştirmesi dikkat çekicidir. Murray Bookchin'in anarşizminden etkilenerek demokratik konfederalizm kavramını benimsedi.

Yalnızca Lüksemburg'un enternasyonalist fikirleri değil, aynı zamanda Marx, Engels, Lenin, Troçki, Gramsci, José Carlos Mariátegui, WEB Du Bois, Frantz Fanon ve diğerlerinin fikirleri de gerçekliğimizi anlamak ve dönüştürmek için çok önemlidir. Bugün mücadelemizin vazgeçilmez silahları bunlar. Marksizmi her zaman hareket halinde olan ve zamanımızın zorluklarına yeni cevaplar geliştirdiğimiz açık bir yöntem olarak anlamalıyız.


Michael Löwy bir sosyolog ve filozof olmanın yanı sıra Centre national de la recherche scienceifique'de (CNRS) emekli bir araştırmacı ve Paris'teki École des hautes études en bilimler sosyallerinde (EHESS) öğretim görevlisidir. Odak noktası Latin Amerika'daki sosyal hareketler ve Marksizmdir. Bu makale ilk olarak 3/2018 «LuXemburg» ' ta yayınlandı. İngilizceden Britta Grell tarafından (Almanca'ya) çevrilmiştir.

24 Kasım 2020 Salı

Marmara Denizi içinde bir değil dört veya beş deprem olabilir

 

Tarihsel deprem çalışmalarının önemi her geçen gün biraz daha artıyor. “Tarih tekerrür mü eder?”, sorusuna deprem açısından çok net bir ifade ile “evet/hayır” demek zor! Ancak, bilimsel bilgilerin bir sistematik içinde işlendiği düşüncesiyle; varsayılan bir model üzerinden elde edilen bilginin aksi belirtilmediği sürece, doğrudur demek, yanlış olmayacaktır.

Son birkaç haftada Marmara Denizi içinde beklenen deprem(ler) ile ilgili iki makale yayınlandı. Birincisi Durand ve ark. tarafından yayınlanan ve Silivri depremlerinin (Mw: 4.7 ve 5.8) davranışını bir sistematik içinde inceleyen yayın ve diğeri ise Kuzey Anadolu fayının doğudan batıya deprem üretme sürecinde gelecek Marmara Denizi Deprem(ler)inin zamanı ve/veya bizi kaç depremin beklediğini inceleyen çalışmalar.

Büyük depremler önceden bilinebilir mi? sorusuna günümüzde “evet” demek ancak öncesinde meydana gelebilecek öncü depremlerin karakterlerinin doğru tanımlanması ve mikrodeprem etkinliğinin iyi gözlemlenmesi ile mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Durand ve arkadaşlarının Seismological Research Letters dergisinde yayınladıkları “A two-scale preparation phase preceded and Mw:5.8 earthquake in the sea of Marmara offshore İstanbul, Turkey” başlıklı çalışmasında Silivri depremlerinden saatler öncesinde yerkabuğunda kırılan parçanın her iki yanında meydana gelen çatırdamaların (mikrodepremlerin); bu iki depremi yaratmaya hazırladığı sonucuna varıldı. Aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi Mw: 4.7’lik depreme (yeşil yıldız) hazırlık süreci (yani kırılma zamanı) yavaş ilerlerken, Mw:5.8’lik depremde mikrodeprem aktivitesinin kırılan fay çevresinde etkin ve ivmelenerek bu depremi (Mw:5.8;kırmızı yıldız) oluşturmak için hareketlendiği gösterilmiştir. Bu bilgi oldukça önemlidir. Ancak fay çevresinde meydana gelen deformasyonun/kaymanın daha doğru bir şekilde gözlemlenerek gelecekte meydana gelecek bir depremin, hava tahmini gibi gelecekte verilebileceği de unutulmamalıdır. Aşağıdaki şekilde gri noktalar depremleri göstermektedir. Mw:4.7 ve 5.8’li deprem öncesinde 21 Eylül 2019 akşam saatlerinde başlayan deprem etkinliği ve 24 Eylül’de başlayıp 25 ve 26 Eylül günleri artan deprem etkinliği, Mw: 5.8’lik depremin oluşmasında bir belirteç olarak görülebilir.

Bulut ve Doğru (2020) tarafından Turkish Journal of Earth Science dergisinde yayınlanan diğer bir çalışmada ise Marmara Denizi içinde 4-5 tane Mw>7’den büyük depremler olabileceği bilgisi paylaşıldı. Kuzey Anadolu Fayı üzerinde 1250-2000 yılları arasında meydana gelen M>7’den büyük depremlerin kırılma davranışlarını inceleyen araştırmacılar, bu kırılmanın bir paterni olup olmadığını anlamaya çalıştıklarında bu sonuca ulaştıklarını gördüklerini belirtmişler. Kuzey Anadolu fay zonu üzerinde meydana gelen her bir kırılma döngüsü içinde toplam kayma miktarını ve depremlerin ortalama derinliğini baz alarak yaptıkları modellemeye göre; Marmara Denizi içinde gerçekleşen son iki döngü içinde (birincisi; 1490, 1509, 1556, 1569 ve 1659 depremlerini ve ikinci döngü; 1719, 1766a, 1766b ve 1912) birincisinin tamamlandığını ancak ikincisinin tamamlanması için Marmara Denizi içinde 4-5 deprem olması gerektiği hesaplanmıştır.  Kuzey Anadolu fayının ortalama her 243 yılda bir kırılmasını tamamladığını ve 1766 yılında Marmara denizi için meydana gelen son iki depremden sonra bir daha aynı alanda bir kırılmanın olmadığını (1894 depremini inceleme aralığında tutmayarak) ve bu fayların tekrar kırılmasında Mw:7.4-7.5 büyüklüklerinde ve yer yüzeyinde ortalama 6.25 metrelik bir yer değiştirme olabileceğini belirtmişlerdir. Kuzey Anadolu fayının ilk kırılmaya başladığı Erzincan’dan İzmit’e kadar kırılmasının hızlı olduğunu ancak Marmara Denizi içine gelindiğinde ise bu sürecin yavaşladığını da yaptıkları yayında belirtmişlerdir.

Sonuç olarak deprem konusunda bilim insanlarının Marmara Denizi içinde meydana gelecek depremin ilerleme süreci anlamak için verdikleri emek kadar, yönetenlerin de bu bilgileri dikkate alıp, kapımızda bekleyen depreme hazırlık sürecini “fayın kendisini ağıra alıp deprem üretmemesi gibi” yavaşa almamaları ve bu durumu fırsata çevirmeleri gerekmektedir. Ülkenin ekonomik buhranı içinde kasıp kavrulan ve evlerinin durumunu bildikleri halde çaresizlik içinde bekleyen emekçi kent sakinleri için güvenilir konutlar inşa etmek üzere kendilerine görev biçmeleri dışında başka bir çözüm yolu yoktur.

22 Kasım 2020 Pazar

Ahbaplar, Çavuşlar ve 2020 Türkiye’sinde Neoliberalizm

Türkiye'nin ekonomi politik rejiminin ne olduğuyla, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir tartışma yeniden alevlendi. Günümüz Türkiye’sini neoliberalizm üzerinden okumak hâlâ mümkün mü? Yoksa AKP ve özellikle Erdoğan özelinde yoğunlaşan güç, ekonominin siyasetten özerkliğini tamamen eritip, “kroni kapitalizm” ya da ahbap çavuş kapitalizmi diyebileceğimiz yeni bir modeli mi ortaya çıkardı? Twitter’da bir atışma şeklinde başlayıp çeşitli internet programlarında bir fikir alışverişine dönüşen bu tartışma, Türkiye’nin bazı temel güç ilişkilerini nasıl yorumlamamız gerektiği konusunda önemli ipuçları veriyor.



Neoliberalizm konusunun hâlâ tartışmaya açık yönlerinin olması dahi şaşkınlık yaratabilir. 24 Ocak kararlarından başlayıp Özal döneminde kristalleşen, Kemal Derviş önderliğindeki reform hareketiyle kurumsal düzene oturan ve ilk Erdoğan hükümetinin derinleştirdiği bu ekonomi politik rejim siyasete ilgi duyan hemen herkesin öğrendiği ilk on terimden biridir. Bazı alanlarda kapsayıcı bir aşağılama niteliği taşır. Diğerlerine, tarihi geçmiş bir etiket, ne dediğini tam da bilmeyenlerin kolaycı bir yakıştırması gibi gelir. Özellikle birçok neoklasik iktisatçının bu kavramdan bezdiğini, kendi akademik donanımlarına yapılan haksız bir küçümseme olarak algıladıklarını da görüyoruz. Peki, neoliberalizm kavramında sıkılacak su kaldı mı? Bize fayda sağlayacak, dünyayı ve Türkiye'yi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak kadar kullanışlı ve kesin bir anlamı var mı?

Tartışmanın ana taraflarından Berk Esen için cevap hayır. Esen, 2008 krizinden sonra, en çok da son beş-altı yıldır, Türkiye'deki kaynak dağılımının piyasa değil, devlet tarafından AKP’nin bekası adına yapıldığını savunuyor. Siyasi kaygılarla yandaş iş insanlarının zenginleştirilmesi, Merkez Bankası'nın ve denetleyici kurumların özerkliklerinin tamamen yok edilmesi ve cumhurbaşkanının ağzından çıkacak kelimelerin herhangi bir piyasa dengesinden çok daha önemli iktisadi sonuçlar veriyor olması içinde bulunduğumuz rejimin neoliberal olamayacağını gösteriyor. Esen’e göre bu sistemin adı ancak ahbap çavuş kapitalizmi olabilir. Burak Bilgehan Özpek de Erdoğan özelinde tekelleşen siyasi gücün popülist amaçlar doğrultusunda kaynak dağıttığını savunuyor. İnsanları “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran bu görüş, sınıfı ne olursa olsun, kendisine yakın gördüklerine yeri geldikçe ihale, memuriyet, iş güvencesi ve daha birçok iktisadi avantaj sağlıyor. Bu düzen, güçlü, öngörülebilir ve rasyonel bir devlet gerektiren neoliberalizmden uzak, ancak yine ahbap çavuş kapitalizmi olarak adlandırabileceğimiz bir yapı. Özpek ve Esen, kroni kapitalizm eleştirisine dayalı bir muhalefetin doğrudan Erdoğan ve AK Parti’yi hedef alacağı, diğer neoliberal aktörlerle de işbirliği olanağı yaratacağı için daha verimli olacağını savunuyorlar.

Tartışmanın karşı tarafındakilerin argümanları daha farklı. Üzerinde anlaşılan en önemli nokta günümüzdeki ahbap çavuş ilişkilerinin neoliberalizmden bir kopuşu değil, onun içindeki bir dönemi ifade ettiği. Sinan Erensu neoliberal özne oluşumunun devamlılığını, insanların kendilerini birer “mini şirket” olarak gördüklerini vurguluyor. Pınar Bedirhanoğlu neoliberal düzeni kapitalizmin en son aşaması, demokratik vatandaşlık ilkesini yok eden bir sınıf projesi olarak tanımlıyor. Ali Rıza Güngen, finansal bağımlılığa dayalı büyüme politikalarının Türkiye’yi küresel sermaye piyasalarına endekslediğini, uluslararası düzeyde büyük bir dönüşümle ortaya çıkmış olan neoliberalizmden tekil ülkelerin kolay bir kopuş sağlayamayacaklarını vurguluyor. Mustafa Kutlay ise, AKP’nin ilk dönemine düzenleyici neoliberalizm, son dönemine devlet kapitalizmi adını veriyor. Kutlay’a göre neoliberalizm sonrası devlet kapitalizmini işletmeye çalışan ülkeler deneme yanılma yöntemiyle ilerliyorlar ve sıklıkla yanılıyorlar. Ahbap çavuş kapitalizmi gibi görünen şey aslında devlet kapitalizmi denemelerinin dejenere olmasıyla ortaya çıkan bir eksiklik.

Bu tartışmada en çok dikkat çeken unsur, tarafların pratik politikalar konusunda anlaşıyor olmaları. Herkes 2020 Türkiye’sinde AKP’nin piyasaları nasıl şekillendirdiği, hangi şirketlere devlet eliyle nasıl kaynaklar dağıttığı konusunda hemfikir. Anlaşma sağlanamayan konu neoliberalizm kavramının mevcut durumu açıklamadaki işlevselliği ve bu kavramın sınırlarının ne olması gerektiği. Dar anlamıyla, Washington görüş birliği politikaları artık Washington’da dahi pek uygulanmadığından, 2020 Türkiye’sine neoliberal demek güç. Daha geniş anlamıyla ise, ABD’den Almanya’ya, Türkiye’den Endonezya’ya kadar, içinde sayısız farklılıklar barındıran birçok rejimi ayni isimle anmamız bu kavramı fazlaca esnetiyor.

Bence bu tartışmada analitik olarak farklı, fakat hem teoride hem pratikte birbiriyle çeşitli şekillerde ilintilenen bazı kavramlar birbirine karışıyor. Değişik düzeylerde yer alan, birbirlerine karşıt oluşturmayan kavramlar karşılaştırılıyor. En önemli karmaşa ise şurada ortaya çıkıyor: Neoliberalizm ile kroni kapitalizm birbirlerinin zıttı, ya da birinin varlığı diğerini hükümsüz kılacak değişkenler değil. Neoliberal bir düzen pekâlâ kroni kapitalist özellikler göstermeye başlayabilir. Ahbap çavuş kapitalizmi hem neoliberalizmde hem kalkınmacı devlet biçimlerinde ortaya çıkabilir. Yandaşlarını kollayıp, piyasayı partinin bekasına kurban eden AKP hükümeti, bu patrimonyal düzeni genel neoliberal yapılar altında kurdu ve devam ettiriyor.

Bu kavramsal kargaşayı bir düzene oturtmak için Erik Olin Wright’in oyun metaforundan faydalanabiliriz. Wright’a göre bir oyun üç seviyede incelenebilir: (1) hangi oyunun oynanacağı, (2) oyunun kuralları ve (3) oyun içindeki hareketler. İlk seviye kalıcı yapıları, ikinci seviye kural ve düzenlemeleri, üçüncü seviye ise aktörlerin değişken ve duyumsallık gösteren hamlelerini kapsıyor. Politik ekonomi rejimlerini bu modele göre tasnif edersek değişik alternatifler ortaya çıkıyor:

  • Hangi oyunun oynanacağı (üretim biçimi): kapitalizm. Günümüzde, en azından öngörülebilir gelecekte, bu oyun sabit.
  • Oyunun kuralları (birikim rejimleri): refah devleti, kalkınmacı devlet modeli ve neoliberalizm. Yakın tarihte bu kuralların her biri dünyanın birçok ülkesinde uygulandı.
  • Oyun içindeki hareketler (parti stratejileri, pratikteki hükümet-sermaye ilişkileri): gayri şahsi ve kurallara dayalı, şahsi ve patrimonyal.

    2005 Türkiye'sinde AKP’nin oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları neoliberal, AKP’nin oyun içi stratejisi ise kurallara dayalı ve gayri şahsiydi. 2020 Türkiye’sinde oyun ve kuralları genel olarak aynı kalmakla birlikte, AKP’nin oyun içi stratejisi şahsi ve patrimonyal. AKP ve özellikle Erdoğan, bu oyunda egemenleştikçe, oyunun kurallarını da esnetiyorlar. Erdoğan, ahbap çavuş kapitalizmi dediğimiz patrimonyal hamlelerini derinleştirdikçe, kurumlara ve öngörülebilirliğe dayanan neoliberal ideal tipinden uzaklaşıyoruz. Fakat kuralların değiştiğini, artık neoliberal düzenden çıktığımızı iddia edebilmek için değişimin köklü ve devamlı olması, yeni bir birikim rejiminin yerine oturması gerekiyor. Bu da şu anda Türkiye özelinde mümkün gözükmüyor.

    Oyun metaforunun ne denli kullanışlı olduğunu başka örneklerle kanıtlamaya çalışayım. Güney Kore’nin 1970 civarında oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları (Asya tipi) kalkınmacı devlet, Park Chung-hee rejiminin oyun içi hareketleri ise kurallara dayalı idi. Endonezya’nın 1980’de oynadığı oyunun kuralları kalkınmacı devlet, Suharto rejiminin oyun içi hareketleri ise patrimonyaldi. Kroni kapitalizm eleştirisinin 1997 Asya krizi sırasında popülerlik kazanması rastlantı değil. Bu eleştiri kalkınmacı devlet adı altında Asya kaplanlarında yapılanların aslında kroni kapitalist politikalar olduğunu, yani chaebol tipi holdinglerinin devletten aldıkları rantlarla büyüdükleri yönündeydi. Yani neoliberalizmdeki ahbaplar, yandaşlar ve çavuşlardan önce, piyasaları plancı kurumlar vasıtasıyla kısıtlayan kalkınmacı devletler kroni kapitalist olmakla itham edildiler.

    Yukarıda bahsettiğim oyun metaforunda birikim rejimini ikinci, pratikteki hükûmet-sermaye ilişkilerini üçüncü seviyeye yerleştirdim. Bu yüzden ahbap çavuş kapitalizminin (üçüncü seviye) neoliberalizme (ikinci seviye) alternatif olmadığını iddia ettim. Birikim rejimi olarak adlandırdığım refah devleti, kalkınmacı devlet ve neoliberalizm ideal tipleri, uluslararası köken ve bağlantılarının olması yanı sıra, özellikle ulus-devletlerdeki sermaye birikim altyapılarına denk geliyor. Her kapitalist devlet vergilerle kamu maliyesini işlettiği, devamlılığını canlı bir ekonomiyle sağladığı için ülkesindeki sermayenin bekasını kollamak zorunda. Büyüyen nüfusa yeni iş olanakları sağlamak ve az da olsa gelir büyümesi ile toplumsal istikrarı korumayı ister. Bu yüzden de sermaye birikimini arzu eder, bunun önünü açar. Sermaye birikiminin hangi koşullarda ve hangi altyapısal varsayımlar ile sağlayacağının adı birikim rejimidir. Örneğin, küresel güneydeki kalkınmacı devlet modeli, devletin mali gücüyle özel ve kamusal yatırımları desteklemeye ve bunun karşılığında disiplin ve performans çıkarımına dayalıdır. Neoliberal birikim rejimiyse sermayenin özel mülkiyet haklarının vurgulandığı, kurum ve kurallar aracılığıyla sermaye haklarının isçi ve diğer halk katmanlarına karşı korunduğu, bu yöntemle büyüme ve verimli kaynak dağıtımının hedeflendiği bir birikim rejimidir.

    Kalkınmacı devlet modeli ya da neoliberalizmin yerelde uygulanışı ise ideal tipe her zaman yakınsamıyor. Kurallara dayalı, gayri şahsi devlet-sermaye ilişkilerine dayanması beklenen bu birikim modelleri dejenere olabiliyor ve yolsuzluk ya da rantçılığa kayabiliyor. Ahbap çavuş kapitalizmi de ister kalkınmacı devlet modelinde olsun ister neoliberalizmde, şahsi çıkar ilişkilerine dayanan bir yolsuzlaşmanın sonucu. Tabii, yolsuzluk ya da rüşvetin ne kadar muğlak, hassas kantitatif ölçümlere direnen kavramlar olduğunu biliyoruz. Tam da bu yüzden kroni kapitalizm kavramı da kaygan ve müphem. Rant ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yerleşik bir birikim rejiminden çok, bir dizi pratikten ibaret. Bu pratikler oyunun kurallarını esnetebilir, fakat bu pratiklerin oyunun kurallarını değiştirmesi için daha köklü dönüşümler gerekir. Erdoğan, yandaşçı politikaları ile oynanan oyunda diğer aktörlere oranla dominantlaştıkça, Türkiye de kurallı bir neoliberalizmden uzaklaşıyor.

    Bu tartışmada gözden kaçırılan başka bir nokta ise neoliberalizm çalışmalarındaki bazı yeni gelişmeler. Bu kavramın hem destekçileri hem karşıtları David Harvey’in çerçevelediği bir düzlemden hareket ediyorlar. Sermayenin özgürleşmesi ya da devlet düzenlemeleri gibi ayak bağlarından kurtularak piyasa mekanizmalarına tabi olması üzerinde yoğunlaşan bu anlatım, yanlış olmamakla birlikte, eksik. Quinn Slobodian’in 2018 basımlı kitabı Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism, daha yeni ve faydalı bir yaklaşım içeriyor. Kendilerini neoliberal olarak tanımlayan, Avusturya, İsviçre ve Alman ekolü kökenli iktisatçı ve uluslararası hukuk düşünürlerini önceleyen bu kitap, Türkiye üzerine yapılan tartışmalara da faydalı olabilecek nitelikte.

    Slobodian’a göre neoliberalizm, sermayenin serbestleştirilmesi ya da ayak bağlarından kurtarılması projesi değil, demokratik taleplerden sakınabilmek için zarflanması ilkesine dayalı bir sistem. Mont Pelerin cemiyetiyle özdeşleşmiş bu epistemik topluluğu ciddiye alırsak, neoliberal düşünürlerin ilk ve en önemli endişelerinin imparatorluk sonrası dünyasında sermayenin bütünlük ve imtiyazlarını nasıl koruyacakları olduğunu görüyoruz. Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Avusturya sermayesinin Doğu Avrupa’da dolaşım serbestisinin kalmamasını dert eden von Mises ve Hayek gibi yazarlar, sermayeyi özgürlüklerine yeni kavuşmuş devlet ve insanların demokratik taleplerinden korumanın derdindeydiler. Sermayeyi uluslararası hukuk ve kurumlar arayıcılığıyla zarflayıp, egemenlik (imperium) ve iyelik (dominium) arasındaki farkı yeni oluşan ulus-devletler düzeyinde korumak istiyorlardı. İmparatorluklarla eşleşmiş klasik liberal dönemin bitiminden hemen sonra ortaya çıkan bu entelektüel hareketin liderleri de projelerini “neoliberal” olarak adlandırdılar.

    Bu argüman neoliberalizmin düşünsel tarihini 1973 Şili darbesinden çok daha öncelere, Kızıl Viyana’ya çekiyor. Neoliberalizmin bir tepki olarak ortaya çıktığı tarihsel bağlam dekolonizasyon süreci, yeni devlet ve milletler ve onların yeni özgürleşmiş vatandaşlarının sermayeye karşı yaptıkları demokratik talepler. 19. yüzyıl liberalizminin demokrasiye duyduğu güvensizliğin yeniden üretildiği bir proje bu. Gerçekten de 20. yüzyıl boyunca, Keynesyçi görüş birliği ve sosyal demokrasinin de etkileriyle, birçok bölgede vatandaşlar kaynak dağılımını vatandaş olarak da etkileyebildiler. İnsanların yalnızca işçi, tüketici ya da piyasa aktörleri olarak değil, vatandaşlık üzerinden siyasi özneler olarak da kaynak dağılımını etkileyebilmeleri, bu yeni demokratik düzende sermayenin bazı sosyal sorumluluklar almasına neden oldu; küresel kuzeyde tam istihdam, yerel camialara yatırım ve görece yüksek şirket vergileriyle ulusal refahı destekleme gibi sorumluluklar yüklendi. Küresel güneydeki sermaye ise ulusal kalkınmadan sorumlu “milli servet” olma yükümlülüğünü kazandı. Bu sorumluluklar devlet desteği getirdiği gibi, performans beklentileri de doğuruyordu. Neoliberal hareketin çıkışından itibaren ana hedefi sermayeyi bu tür demokratik taleplerden korumak, egemenliğini yeni kazanmış toplumların mülkiyet haklarına da müdahale edebilmeleri küstahlığını kollamaktı.

    1980’ler ile ivme kazanan neoliberal dönüşüm işçilerin, vatandaşların, kısacası kapitalist olmayan her toplum katmanının kaynak dağılımı üzerindeki söz hakkını bertaraf ederek işe başladı. Bu aynı zamanda sermayenin devlet yetkisiyle belirlenmiş sosyal sorumluluklarını da aşındırdı. Milton Friedman’ın 1970 tarihli “İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu Kârlarını Artırmalarıdır” adlı makalesi, şirketlerin asıl görevlerinin hissedarların yatırımlarına değer katmaktan ibaret olduğu anlayışına yapılan vurgular, bu dönemde egemenleştiler. Şirketler küreselleşmeyle birlikte yerel bağlarını büyük ölçüde koparmaya başladılar. Kısacası, sermayenin özel mülkiyet hakları topluma karşı olan zorunlu sosyal sorumluluklarından ayrıştı. Demokratik taleplere karşı bağışıklık kazanmış bir sermaye var önümüzde. Neoliberalizmin başarısı budur ve bu bağışıklık kırılmadığı sürece birikim rejimi neoliberal kalacaktır.

    Yukarıdaki çerçeve Türkiye gerçekliğini de açıklıyor. Türk sermayesi ithal ikameci dönemde sahip olduğu ulusal misyondan çok uzakta. AKP hükümeti yandaş bir inşaat ya da enerji şirketine ihaleler verdiğinde, halkın vergisi ve rakip şirketlerin piyasa payı pahasına ahbaplarını beslediğinde, bunu herhangi bir kalkınma projesi hedefiyle yapmıyor. “Yerli ve milli” olma ideolojisinin tam bir incir yaprağı, bu söyleme katılanların dahi inanmakta zorlanacakları bir anlatı olduğunu belirtmeye gerek bile olmayabilir. Özünde, AKP-yandaş sermaye ilişkisinin iş insanını zenginleştirip AKP’nin gücünü pekiştirmekten ibaret olduğu açık. Bu durum da sermayenin ulusal sorumluluklarından arınıp, yalnızca özel mülkiyet ve onun serpilmesini mümkün kılan partiye olan borçluluk düzleminde gerçekleşen bir birikim rejimine işaret ediyor. Sermayedar partinin yönlendirmesiyle sosyal yardımda bulunduğunda da bunu genel geçer bir yükümlülükten ötürü değil, AKP’li belediyeler yoluyla ve partinin seçmenine yönelik yapıyor. Yani AKP, geniş demokratik taleplere karşı korunmuş, neoliberal düzenin takıntısız sermayesinin içindeki bazı yandaş hizipleri besliyor, yandaş olmayanları yeri geldiğinde harcıyor. Bunu yaparken de dejenere olmuş bir neoliberal düzen içinde hareket ediyor.

    Peki AKP rejimine muhalefeti neoliberalizm karşıtlığı üzerinden kurarsak ne kazanıyor ve ne kaybediyoruz? “AKP neoliberal olduğu için kötü” söylemine dayalı bir eleştiri başarılı olamaz. Bugünküne hiç benzemeyen neoliberal düzenler mümkün. Bu birikim rejimi kurallı, düzenli ve tahmin edilebilir olabilir. Hukukun üstünlüğünü ve hukuk önünde eşitliği sağlayabilir. Ekonomik büyümeyle birlikte belli bir zenginleşme gerçekleştirebilir. Tabii bu neoliberalizmin günahsızlığı anlamına gelmez. Yaygın bir eşitsizliğe, piyasa dışı müdahaleler yapılmazsa varlık içinde yokluğa yol açabilir. Demokratik vatandaşlık anlayışını aşındırır. Fakat, 2020 Türkiye’sinde AKP’nin ahbap çavuş ilişkileri vasıtasıyla yürüttüğü çürük düzen, birikim rejiminin neoliberal olmasından öte, AKP’nin neoliberalizmi bile dejenere etmesinden kaynaklanıyor.

    Son söz olarak neoliberalizmin sınırlarından ve sonrasından bahsetmek istiyorum. Bunun sebebi hem daha adil bir gelecek hayal etmek hem de kullandığım şekliyle bu kavramın yanlışlanabilir olduğunu, belli sınırlar aşıldığında neoliberalizmden çıkılabileceğini göstermek. Neoliberalizmin alternatifleri yalnızca geçmişte kalan refah devleti ya da kalkınmacı devlet kavramları değil. Gelecekte de alternatifler yaratmak mümkün. Bir potansiyel dönüşüm iklim değişimi nedeniyle gelebilir. Küresel ısınma arttıkça, günümüzde sık sık görülmeye başlanan iklim felaketleri sistemik bir hal aldıkça, devletler oyunun kurallarını değiştirmeye başlayabilirler. İklim felaketlerine karşı verilecek mecburi savaş, sermayeye yeni toplumsal görevler yükleyebilir. 20. yüzyılın aksine bu görevler ekonomik büyüme ve refah yönelimli değil, iklim değişiminin zararlı sonuçlarını sınırlama ya da vatandaşlara asgari geçim ve tüketim malzemeleri sağlamak yönünde olabilir. Bu dönüşüm, devletlerin veya eşdeğer siyasi kurumların önemli planlama yetkileri kazanmasıyla mümkün olacaktır.

    Benzer bir şekilde, uzun zamandır vaat edilen yapay zekâ devrimi çalışma ilişkilerini altüst ederse, ortaya çıkabilecek muazzam işsizlik neoliberalizmden çıkışı mümkün kılabilir. Eğer toplumlar bu dönüşüme sol bir yanıt verirlerse, ücretli emek bağımlılığını azaltacak ya da yok edecek düzeyde bir evrensel temel gelir oluşturulabilir. İşçinin sermayeden bağımsızlığını ilan ettiği bu düzen neoliberal olmaktan, hatta belki, başka koşullar da sağlanırsa, kapitalist olmaktan dahi çıkabilir. Ne yazık ki yanıtın sağdan gelmesi muhtemel. Bu durumda işçiler ve vatandaşlar ekonomik toplumdan yığınlar halinde dışlanabilir ve prekaryaya dönüşebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin 3 Kasım 2020’deki seçim sürecinde Kaliforniya eyaletindeki referandumda kabul edilen 22 numaralı öneri bu yönde bir örnek sunuyor. Ülkenin en liberal eyaletindeki seçmenler, uygulama tabanlı ulaşım şirketlerinin sürücülerine özlük hakları sağlamaktan muaf tutulmasını onayladı. Gig ekonomisi işçilerinin özlük haklarının reddi, prekaryalaşma sürecinin sancılı geçeceğini gösteriyor. Bu süreç ilerledikçe neoliberalizmin derinleşeceğinden bahsedebiliriz.

    Tabii başka gelecekler de mümkün. Sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinden ümidi kesmemek gerek.



    Feryaz Ocaklı
    Birikim