Translate

Analitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Analitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

İsveç’te trafiğin akış yönünün soldan sağa geçirildikten sonraki ilk sabah, 1967 "Facebook yol ve macera"

Why do the British drive on the left?

11 Kasım 2023 Cumartesi

Sivil Atatürkçülük

Türkiye’de son yıllarda Atatürk’ün konumlandırıldığı yer değişiyor. “Sivil Atatürkçülük” yayılmaya başladı. Peki bu kavram ne anlama geliyor?

“Sivil Atatürkçülük” terimi, genellikle Türkiye’de laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri savunan bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşımın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri ve ilkeleri yer alsa da, sivil Atatürkçülük, siyasi bir parti veya hükümetin resmi ideolojisi olmayan, sivil toplumun ve bireylerin katkılarıyla şekillenen bir düşünce sistemini ifade eder.

Sivil Atatürkçülük, laiklik ilkesini koruma, demokrasiyi destekleme ve insan haklarına saygı gösterme konularında vurgu yapar. Ayrıca, bu yaklaşım, Atatürk’ün öğretilerini sadece tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda çağdaş toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yorumlama çabasını içerir.

Sivil Atatürkçülük, Türkiye’de siyasi tartışmalara ve toplumsal meselelere ilişkin farklı bakış açılarına sahip insanların ortak bir zeminde buluşmalarını amaçlar. Bu, laiklik ilkesinin korunması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi açısından önemli bir rol oynayabilir. Ancak, bu terim farklı kişiler ve gruplar arasında farklı şekillerde yorumlanabilir ve tartışılabilir.


3 Eylül 2023 Pazar

Cemal Süreya

Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

Yazın Yaşamı

Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)

Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)

Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)

Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

--

Antoloji.com

14 Haziran 2023 Çarşamba

Hegel'de Kalmak

Eşimin akademik felsefe kariyeri evliliğimizi mahvediyor.
Eşim (35) ve ben (33), ikimiz de akademisyeniz. 6 yıldır birlikteyiz ve 3 yıldır da evliyiz. O, felsefede akademisyen, ben ise bir fizikçiyim. Son zamanlarda bir rahatsızlığını dile getirdi, onun çalışmalarıyla yeterince ilgilenmediğimden şikayet ediyordu. Ben de biraz klasik felsefe okumuş biriyim ama eşimin çalışmalarının daha çok “kıta(*)” geleneğinden olduğunu biliyorum. Maalesef bana gösterdiği her şey, bana tamamen deli saçması gibi geliyor.

Sorun şu: Çalışmalarında, açıkça, tamamen hatalı bir fizikten bahsediyor. Hem de utanç verici şekilde hatalı! Kabul ediyorum, çok kötü bir insanım, eşimin tezini daha önce hiç okumadım. Okumayı denedim ama kütle sahibi olmak ile “uzam” sahibi olmak arasında zorunlu bir ilişkiden bahsedip duruyor. Ayrıca temel partiküllerin “şekilleri” hakkında konuşuyor. Bu açıkça anlamsız/hatalı: Elektronların bir kütlesi vardır ve nokta parçacıklarıdır (uzayda pek de yer kapmazlar). Tezinde ve bazı makalelerinde yazdıklarına bakarsak eşim kendini “bilimsel” ve “materyalist” olarak tanımlıyor. Ancak bu kelimelerin ne anlama geldiği hakkındaki fikirleri, sanki atomların küçük bilardo topları gibi uzayda süzüldüğünü söyleyen on dokuzuncu yüzyılın demode iddialarına saplanmış gibi. Kibarca ona yardımcı olmayı denedim ve çağdaş fizikle nasıl etkileşime girebileceğini anlatmaya çalıştım (bu konu üzerinde hiçbir kitap okumamış ve kendi tabiriyle “matematiği kötü”dür). Ama bana çok kızdı ve Hegel’in sisteminin varsayımsal ve tüm olası mantıksal düşüncenin temeli olduğunu, bu nedenle de diğer metinleri okumanın gereksiz olduğunu açıklamaya başladı (bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yok). “Spekülatif varsayımlar” gibi terimleri ortaya atıp duracaktı ama ben, bunların ne anlama geldiğini sordum ve örnekler vermesini istedim. O da – hiçbir anlam veremediğim – daha anlaşılmaz bir jargonla örnekler vermeye başladı. Her şeyden önce sürekli Almanca sözcükler ve terimler kullanıp duruyordu. Üstelik telaffuzu da (ve kullanım şekli de) hatalı ya da anlamsızdı (benim anadilim Almanca). Dili anladığını iddia ediyor (anlamıyor) ve bana Hegel’in yalnızca “orijinal Almancada” anlaşılabileceğini söylüyordu. Ancak belli ki bu dilde okuyamıyor. Ben Hegel’in metinlerini okumayı denediğimde ise daha da anlaşılmaz geldi.

Tüm bunların ötesinde, Hegel’e saplantısı korkunç bir seviyeye ulaştı. Bir noktada bana direkt şunu söyledi: Tüm diğer çalışmalar ya Hegel ile uyumlu ve doğrudur ya da Hegel’le ayrı düşer ve yanlıştır. Hegel’in çerçevelenmiş bir fotoğrafını yatak odamızda baş ucuna koydu. Aslında telefonunun arka plan görselinde benim fotoğrafım vardı. Onu da Hegel’in fotoğrafıyla değiştirmiş. Kocamın ilgisini çekmek için 200 yaşında bir filozofla yarıştığımı hissediyorum.

Yakın zamanda büyük bir kavga ettik çünkü “karşıtların birliği” kavramına bir örnek oluşturmaya çalışırken (artık ne demekse) sağ ve sol ellerin karşıt ancak özdeş olduğunu savunuyordu. Bunun basitçe yanlış olduğunu, sağ ve sol elin herhangi bir anlamda “özdeş” olmadığını söyledim (kiralite ya da ayna örtüşmezliği, geometride/grup teorisinde temel bir konsepttir: sol ve sağ el üst üste gelemez). Ellerini birleştirip bana ellerinin “özdeş” olduğunu ispatladığını sandı ama sürekli yanıldı (çünkü özdeş değiller) ve sinirlenmeye başladı, evin içinde fırtınalar estirdi. O zamandan beri eşimi görmüyorum (yaklaşık bir gün önce kavga ettik) ve mesajlarıma da yanıt vermiyor.

Ne yapmalıyım dostlar? Oluruna mı bırakayım? Kendi alanımdaki yetkinliğimin bu derece görmezden gelinmesi, ciddiye alınmamak, beni oldukça hüsrana uğrattı. Çalışmalarıyla ilgilenmemi istemişti, ben de öyle yaptım. Ancak bana kibarca bir tepki vermedi. Bana sürekli Hegel’in ampirik bilimi gereksiz kıldığı oldu. Çalışmalarımın yalnızca zaman kaybı olduğunu ima edip bunların yerine Alman idealizmi çalışmam gerektiğini söyledi. “Fichte” ve “Schellin” gibi kişileri okumalıymışım (herhalde Almanya’da çok popüler yazarlar ama ben daha önce adlarını bile duymadım). Onun benim alanıma saldırmasında sorun yok da ben ona hafifçe bir eleştiride bulununca neden kıyametler kopuyor?

Kısaca: Kocamın akademik çalışması yüz kızartıcı biçimde yanlış ve hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor.
(*)Kıta felsefesi, Avrupa'daki 19. ve 20. yüzyıl felsefe geleneklerini tanımlamakta kullanılan terim. 20. yüzyılın ikinci yarısında anadili İngilizce olan filozoflar tarafından, analitik felsefenin dışında kalan görüş ve düşünceler için kullanılmaya başlanmıştır.

©® Düşünbil (2021)

Çeviren: Cemre Yılmaz
Kaynak: reddit.com

Graz, Österreich tarafından ÖÖ 1:15 · 14 Haz 2023

25 Mayıs 2023 Perşembe

Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Başkanlık sistemini, tüm tür ve türevleriyle, birçok bakımdan makbul (demokratik) bir yönetim biçimi saymayanlardanım. Tek-tük istisnası olduğu zorlanılarak savlanılabilecek sanılsa da, bunun kuralı bozmayacağını, başkanlık sistemlerinin ait ya da akraba oldukları daha geniş kategoriler nedeniyle, demokrasiden sapma oluşturduğunu düşünenlerdenim. Türkiye özelinde ise, çeşitli tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı “açık ve yakın tehlike” yarattığını 1980’lerden beri yazanlardanım. Son 200-250 yılın ürünü olan ve son 80-100 yılda da hızlanarak üremeye devam eden bu türün ve terimin ardında çok ağır bir tarihsel sicilin ve kavramsal yükün bulunduğuna işaret etmeye çalışacağım.

Başkanlık sistemlerinin, çağdaş temsili demokrasilerin normu olan parlamenter sistemden değişen derecelerde sapmalar oluşturduğunu, özellikle yoz/yozlaşmış örneklerinin otokratik / monokratik, hatta monarşik yönelimlere/eğilimlere (daha doğrusu regresyonlara) en ziyade gebe yönetim biçim(ler)i olduğunu savlayacağım.

Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı / uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da, Walter Bagehot’un vaftiz babası olduğu prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.

Soğuk savaşla birlikte daha da yaygınlaşan ve çoğu Amerikan emperyalizminin bağlaşığı veya uydusu olan çeşitli başkanlıkçı rejimlerin aşağıda bir listesini vereceğim —Ortadoğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da, giderek de Avrupa’da.

Türkiye’nin sicili

Otoriter, otokratik ve monokratik yönetim biçimleri itibarıyla şişkin bir sicile sahip olan Türkiye için ise ders kitaplarına örnek olay olarak girebilecek bir “açık ve yakın tehlike” mevcuttur: “Eski Türk”te, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde bu kategorinin çeşitli biçim ve dozları, alt-türleri vardır: kağanlık, hanlık, başbuğluk, sultanlık, padişahlık, cumhurbaşkanlığı resmiyeti ardında fiilen ebedi ve milli şeflikler (tek-parti ve tek-adam döneminin “reel” anayasası 1924 değil, parti tüzük ve programlarıdır), faşizan askeri diktatörlükler vs., vb., vd. Tabii, Weber deyişiyle patrimonyalizm, sultanizm, karizmatik liderlik, Marksist deyişle oryantal despotizm, bonapartizm, bizim deyişimizle solidarist ve faşist alt-türleriyle korporatist rejimler, hep ilgili, bitişik, akraba olgular ve kavramlardır. Bunların karşılıkları elbette Batı’nın tarihinde de vardır, ama parlamenter ve temsili demokrasi de birkaç yüzyıldır ciddi mesafeler almıştır. Doğu’ya pek uğramamasının nedenlerinden biri, çeşitli biçim ve dozlarıyla askeri müdahalelerdir.

Yazının tamamı için tıklayınız

15 Aralık 2022 Perşembe

Kediler bize hayatın anlamını öğretebilir mi?

Filozof John Gray kitabında, eğer yapabilirlerse umursarlar mıydı diye soruyor. · ·

Filozof John Gray, 'Feline Philosophy'de' öz farkındalığın evrimin özü olmadığını ve acıya yol açtığını savunur. ·

Gray, insanların kendilerinden neden bu kadar rahatsız olduklarını anlamak için Pascal, Spinoza ve Lao Tzu'yu araştırır. ·

İnsanlar kedi gibi olmayı isteseler de istemeseler de Gray, doğanın bize kedigillerin doğası gereği bildiği dersleri öğrettiğini söylüyor.

Kediler bize hayatın anlamını öğretebilir mi?

Orada yatıyor, her sabah bu saatlerde mutfak penceresinden süzülen güneş ışığı şeridinin tadını çıkarıyor. Bir pençeyi yalamak için kıvrılırken ya da sokağın aşağısında duran çöp kamyonuna kulak çevirirken kedi beyninde hangi düşünceler akmalı? Karmanın karmaşıklıkları, bekleyen ölüm oranı, Bitcoin düşüşü?

Hepsi çöp. Zaman, karma, ölümlülük (ve kesinlikle bitcoin) bilincine girmiyor ya da İngiliz siyaset filozofu John Gray öyle iddia ediyor. Eski London School of Economics and Political Science profesörü, küresel kapitalizm (kötü) ve ateizm (iyi) üzerine etkili kitaplar yazmıştır. Şimdi gözlerini en derin öğretmenlerimiz üzerinde eğitiyor - o kadar derin ki onlardan bir şey öğrenip öğrenmememiz konusunda endişeleri yok.

Gray, 'Kedi Felsefesi: Kediler ve Yaşamın Anlamı' adlı kitabında şöyle yazıyor:
İnsanlar kedi olamazlar. Yine de üstün varlıklar olma fikrini bir kenara bırakırlarsa, nasıl yaşayacaklarını endişeyle sorgulamadan kedilerin nasıl gelişebileceğini anlayabilirler. '

Gray'in fantastik kitabının büyük kısmı kedileri ilgilendirmez. Elbette arzu uyandıran bir model sunuyorlar, yine de Gray insanlığın doyumsuz (ve ağırlıklı olarak sonuçsuz) mutluluk girişimlerine ve ahlak yanılsamasını hesaba katmadaki yetersizliğimiz üzerine odaklanıyor. Acı çekmek için bir merhem olarak doğu uygulamalarının modern yeniden markalaşmasının aksine, o, özellikle Taoizmin her zaman metafiziksel olmaktan çok pragmatik olduğuna işaret ediyor.

Lao Tzu'nun saman köpeği yorumuna atıfta bulunarak, insanların temel ilgisizliği hakkında - en iyi ihtimalle, biz özel değiliz - diye yazıyor Gray, Evrenin favorisi yoktur ve insan hayvanı onun amacı değildir. Amaçsız sonsuz bir değişim süreci, evrenin amacı yok. ' John Gray: Kediler, İnsanlar ve İyi Yaşam

İnsanlar ve diğer tüm hayvanlar gibi kedilerin de hedefleri vardır: yemek, seks, barınak. Kesinlikle varoluşsal sıkıntı değil. Gray, trans hümanistlerin bedensiz bilinç arayışlarında hayal ettikleri teknolojik coşkunun Teosofik bir ateş rüyasından başka bir şey olmadığını not eder. Kendi kendimize tayin ettiğimiz kredimizin iddia ettiği kadar ileriye gitmedik.
İnsanlar, evrenin karmaşıklığını, hatta kendi biyolojimizi bile anlayacak şekilde tasarlanmamıştır. Çoğu zaman dini gelenekler tarafından pazarlanan ahlak kavramı bile bir saçmadır, çünkü insanlar gerçekten sadece 'duygularını ifade ederler'. Duyguları tartışmak için sahip olduğumuz tek başvuru - homeostazı bozan ve açıklamayı gerektiren fizyolojik değişiklikler - dildir ve dil, gerçekliği tartışmak için güçlü ancak sınırlı bir mekanizmadır.

Ve yine gerçeklik nedir?

Karnını güneş ışığına maruz bırakmak için sırtına döner.
Taoistlerin deyimiyle, genellikle insanları sürünün üstüne yükselten büyük ilahi bir yükseltme olarak savunulan üstbiliş (diyelim ki, karşıt başparmaklar, grup zindeliği veya anlaşılmaz bir şiddet uygulama yeteneği yerine), aslında Taoistlerin deyimiyle `` iyi bir yaşamın önündeki başlıca engeldir ''. o.

Gray çok sayıda düşünürden (Aristoteles, Hume) dayanır, ancak Pascal ve Spinoza'nın zihinleri çoğu kediyi kanıtlar. Pascal bir odada sessizce oturmanın üzücü olduğunu biliyordu - akıllı telefon öncesi! Bizimki gibi çevresiyle uyumlu olmayan bir zihnin dikkatini dağıtmak için sonsuz eğlenceye ve eğlenceye ihtiyacımız olduğunu biliyordu.

Spinoza, Batılı düşünürlerin en Taocusudur. Gray, Lao Tzu ile ol 'Benedict arasında dayanışmayı ikincisinin nosyonunda bulur. çaba , 'canlıların dünyadaki faaliyetlerini koruma ve geliştirme eğilimi.' Ne yazık ki, geliştirmelerimiz dünyanın ağırlığına mal oldu. İnandığımıza rağmen, diğer hayvanlar daha insan gibi olmayı hedeflemiyor, evrim sürecini bizimle sonuçlandırmadı. Diğer türler, oldukları şey haline gelme konusunda çok az sorun yaşarlar. Bu benzersiz bir insani eksiklik.

Gray, insanlar, 'Spinozist-Taocu bir etik' uygulayarak gerçek tatmin buluyor. Biz Yapabilmek aslında kendimiz olduğumuz için mutlu olacağız.
İyi bir hayat onların duygularıyla şekillenmez. Duyguları, doğalarını ne kadar iyi anladıklarına göre şekillenir. '

Sonunda, kayıtsız bir dünya sayesinde kediler gibi oluruz. Sadece insanlar gerçeği yansıtmayan hikayeler icat eder. Beynimiz kronik olarak bilgi boşluklarını doldurur; bu boşluklar genellikle yanlış değerlendirmeler sunar. Varoluş, onu kendi lehimize nasıl manipüle etmeye çalıştığımıza bakılmaksızın çevremiz için şarttır. Bizim kurcalamamızdan sıkılmadan ya da öfkelenmeden önce doğayı yalnızca çok uzun süre sömürebilirsiniz - ama orada, kurallarımıza asla uymayacak bir sürece insan özellikleri atamaya gidiyoruz.
Bunu kedi bilir - hiç bilmeyerek veya önemsemeyerek.
Kalıcı efsaneye rağmen, kediler sevgi gösterir; insan oda arkadaşlarını sevmeyi öğrenebilirler. Üç kedimiz her gece karımla ve benimle birlikte rahat bir şekilde mi yoksa sadece ısınmak için mi yatağa mı giriyor? Alakasız. İnsanlar da şartlı hayvanlardır. En azından kediler pragmatizmi duygu ile karıştırmaz. Gelen şeyden memnunlar. Biz değiliz.

Kediler, insanın anlam arayışını anlayabilseler, onun saçmalığına sevinçle mırıldanıyorlardı. Kedi olarak hayat onlar için yeterince anlam ifade ediyor. Öte yandan insanlar, hayatlarının ötesinde anlam aramaktan kendini alamazlar. '

Gray, baskımız için bir reçete öneriyor. Onun on kedi emri nihayetinde bizim için; Fırsat verilirse kediler sayfaları çöp için kullanırdı. Endişeli hayvanlar olduğumuz için aşağıdaki üç uçurum notunu düşünün. İroni: Onlara ulaşmak için onları başarmaya çalışmayı bırakmanız gerekir - başka bir paradoks kedinin somutlaştırmakta hiçbir sorunu yoktur. ·

  • Istırabınıza bağlanmayın ve yapanlardan kaçının. ·
  • Mutluluğun peşinden gitmeyi unutun, onu bulabilirsiniz. ·
  • Sizi mutlu etmeyi teklif eden herkesten sakının.

    Can cats teach us the meaning of life?

  • 14 Ekim 2022 Cuma

    Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk

    Her insani faaliyet iki kısımdan oluşur: Liderin yaptığı “başlangıç” kısmı ve çok sayıda insanın katıldığı “icra” kısmı. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir lider, başka insanların yardımı olmadan başladığı işi iyi ya da kötü sonuna kadar götüremez. Tayin edici olan, liderin niyetlerini gerçekleştirmek için girdiği yolda ona itaat edenlerin olmasıdır.

    Diktatörlük döneminde kişisel sorumluluk
    Nazi döneminde milyonlarca insanın nasıl olup da rejimin insanlık dışı eylemlerinin bir parçası haline geldiği, sosyal bilimlerin cevabını aradığı en mühim sorulardan biridir. Hannah Arendt, bir çalışmasında* bu sorunun peşine düşer; bir insanın caniyane suçları işleyen bir düzeni hangi saiklerle desteklediğini ve gözünün önünde cereyan eden korkunç işleri nasıl meşrulaştırdığını izah etmeye çalışır.

    Arendt, evvela, modern devletlerde her bir bireyin bir “çarkın dişlisi” olarak iş gördüğünü belirtir. Dev gibi bir bürokrasisi ve muazzam bir emir-kumanda zinciri olan devletin içine giren her bir kişi, bu mekanizmayı harekete geçiren ve işleten bir dişli olarak görülür. Burada en hayati husus, her bir dişlinin yerinin doldurulabilir olmasıdır; sistemin yapısında bir değişikliğe gidilmez ama çalışmayan bir dişli sökülüp onun yerine yeni bir dişli takılabilir.

    “Soruna bu şekilde yaklaşıldığında, sistemi bir bütün olarak ayakta tutan insanların birey olarak sorumlulukları ancak ikincil dereceden bir önem taşır ve savaş sonrası davalarda sanıkların ‘Ben yapmasam başkası yapacaktı’ biçiminde ifade etmeye çalıştıkları mazeret haksız değildir.” (s. 173)

    Ancak Arendt, Kudüs’te izlediği Eichmann Davası’nın kendisini meseleye farklı bir açıdan bakmaya zorladığını söyler. Davaya bakan hâkimlerin “bir duruşma salonunda bir sistem, tarihsel bir eğilim, anti-Semitizm gibi herhangi bir ‘izm’ değil bir insan yargılanır” yaklaşımını paylaşır. İnsanın “bir çarkın dişlisi” olarak değerlendirilmesini safsata olarak niteler. Sanıkların “bunları yapan birey olarak ben değildim, ben çarkın yeri başkasıyla doldurulması mümkün olan basit bir dişlisiydim, benim yerimde kim olsa aynısını yapardı” şeklindeki savunmalarının mahkeme tarafından kabul edilmemesini doğru bulur.

    “Ehven-i şer denilerek bazı kötülüklerin sineye çekilmesi bilinçli olarak kötülüğün kendisinin kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılabiliyor. Verilebilecek birçok örnekten birisi, Yahudilere yönelik imha politikasıdır. Yahudilerin imhasına başlanmadan önce bir dizi anti-Yahudi önlem alınmıştır. Bu münferit önlemlere, her şeyin berbat olacağı endişesiyle rıza gösterilmiş ve böylelikle sonunda artık daha kötüsünün olamayacağı bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada, insanın kendi değerler sistemine tümüyle ters düşen gelişmeleri fark etmek konusunda basiretinin nasıl bağlandığını görüyoruz.”

    Yazının Tamamı

    19 Temmuz 2022 Salı

    Hubris sendromu ya da iyi bildiğimiz felaketler

    Ayşe Çavdar
    Tanganyika Gölü’nde yaşayan bir çiklit balığı ve bu balığın iki türlü erkeği varmış. Bu erkek türlerinden biri “T” biri “NT” diye kodlanmış. Alfa ve Beta gibi düşünün. Bu iki tip erkek çiklit arasında da tuhaf bir ilişki yaşanmaktaymış. Çekinik olan NT’ler, özel bir koşul gerçekleştiğinde T’ye dönüşebiliyormuş. Ian H. Robertson, “The Winner Effect: The neuropsychology of power” (Zafer Etkisi: Gücün nöropsikolojisi) başlıklı makalesine bu akıl çelen öyküyle başlıyor. Sonra kazanmanın ve güç kullanımının beynin kimyasını nasıl etkilediğini anlatıyor. Dopaminin bir tür antidepresan olduğunu, dozunda üretilmesi halinde insanı hayata bağlayıp makul ölçüde risk alarak kendini geliştirmesine yaradığını, fakat aşırı dopaminin kişinin kendinde süper haller vehmetmesine neden olabileceğini söylüyor. Çünkü bu güzelim hormonun fazlası insanda muhakeme ve duygu bozuklukları yaratabiliyor. Ayrıca Bertrand Russel’ın adını koyduğu “güç zehirlenmesi”nin nasıl örgütlendiğini de aktarıyor.
    Anlattıklarından yola çıkarak, birini bir zorbaya dönüştürmenin en kestirme yolunun onu yetkin olmadığı bir işte terfi ettirmek olduğunu anlıyorum. Çünkü bu “talihli” kişi, yetersizlik duygusunu astlarına, hayatları ya da zamanları üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olduğu insanlara türlü çeşit eziyet ederek telafi etmeye çalışacak. Şu halde “güç zehirlenmesi”nin yetersizlik duygusunun bir tezahürü olduğunu iddia edebiliriz.

    Etsek ne olur ki? Geçebilir miyiz güç zehirlenmesinin önüne? Robertson’un anlattığı balık öyküsüne göre pek mümkün değil. Makalenin sonunda bağlıyor hikâyeyi.
    Meğer T türü erkek çiklitler, sahip oldukları eril güç sayesinde kendilerine ait bir arazi de edinebiliyorlarmış. Tabii ki her güç beraberinde bir zaaf getirir. Aynı zamanda canlanan renkleriyle ışık da saçıyorlarmış etrafa. Dolayısıyla başka balıklar tarafından fark edilip ortadan kaldırılmaları da daha mümkün oluyormuş. Civardaki bir NT çiklit, dünya üzerinde arazi sahibi olmuş bir T çiklitin imha edildiğini görür görmez T’ye dönüşmeye başlıyormuş nagehan. Dönüşümü motive eden de canlı renkleri ve ışıltısı nedeniyle kolayca avlanan T’den arta kalan arazi oluyormuş.

    Adına kibir dediğimiz büyük günahı anlatan onlarca mitolojik öykü var ve fakat hiçbirinin bu öyküdeki isabet derecesini yakaladığını sanmıyorum. Böyle bir öyküyü okuyunca merak sarıyor insanı. Bakındım ben de biraz, NT’den T’ye dönüşen erkek çiklit ışıltılı bir renge bürünürken sperm sayısı da artıyor, dolayısıyla türün devamına katkıda bulunma ihtimali yükseliyormuş. Dahası var, T’ye dönüşemeyen NT erkekler bir müddet sonra kendilerini imha ediyorlarmış. Dışlanıyorlarmış çünkü. Güçlü ve göz önünde olana, onun arazisine konmak için dönüşmek, o dönüşme ihtimali bulunmadığında da dışlanıp silinmeye mahkûm olmak. Trajik bir hikâye. Kimse insan-olmayanlara ait alemlerin hikâyeden yoksun olduğunu söylemesin gayrı. Bir de sıradan fanileri bu konuların üzerinden tekrar tekrar geçmek zorunda bırakanlar utansınlar kendilerinden bir zahmet.

    Medyascope

    29 Ağustos 2021 Pazar

    Homo sapiens Nedir?

    Modern insanlar veya Homo sapiens, yaşayan tek Homo türüdür. Ancak bu gezegende her zaman yalnız değildik.

      Arjantin’de bulunan Eller Mağarası.


    Homo sapiens, genellikle Homo sapiens sapiens olarak anılan, tüm yaşayan insanları içeren oldukça zeki bir primat türüdür. Homo cinsinde bir zamanlar birçok tür vardı, ancak modern insanların yanı sıra tüm türler ve alt türler artık nesli tükenmiş durumda. 1758’de İsveçli bilim insanı Carl Linnaeus, insanlara Homo sapiens adını veren ilk kişiydi. Encyclopedia Britannica’ya göre, “homo sapiens” terimi Latince’den türemişti ve “bilge adam” anlamına gelir.

    Yaklaşık 6 milyon yıl önce, Afrika kıtasında insan atalarından bir tür, şempanze ve bonobo yaşıyordu. Duke Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Herman Pontzer, Doğa Eğitimi Bilgi Projesi için yazdığı makalesinde açıkladığı gibi, o sıralarda bir grup kendini farklılaştırmaya ve diğerlerinden ayrılmaya başladı ve homininler oldu.

    Avustralya Müzesi’ne göre, evrim ağacının bu hominin dalı, modern insanları, soyu tükenmiş insan türlerini ve Homo, Australopithecus, Paranthropus ve Ardipithecus cinslerinin üyeleri de dahil olmak üzere tüm atalarımızı içeriyor.

    (İnsanların Nesli Tükenecek mi?)

    Pontzer, “Homininleri diğer primatlardan ayıran, yaşayan ve nesli tükenmiş olan bazı özellikler, dik duruşları, iki ayaklı hareketleri, daha büyük beyinleri ve özel alet kullanımı ve bazı durumlarda dil yoluyla iletişim gibi davranışsal özelliklerdir.” diyor. Önemli olarak, bu özellikler, araştırmacıların Homo sapiens’i diğer tüm türlerden ayıran iki ana yol olan fiziksel ve davranışsal özelliklerin bir karışımı.

    Homininler diğer büyük maymunlardan ayrıldıktan sonra, herhangi bir Homo türünün ortaya çıkmaya başlaması için hala birkaç milyon yıl geçmesi gerekiyordu. William H.Kimbel ve Brian Villmoare’in 2016 yılında Royal Society B dergisinde yayınladıkları bir makalede şunu yazdılar: “Homo soyunun en eski popülasyonları, yaklaşık 3 ila yaklaşık 2 milyon yıl önce bir noktada Afrika’da hala bilinmeyen bir ata türünden ortaya çıktı.”

    Homo cinsinin kökenleri belirsizliğini koruyor. 2015 yılında Science dergisinde bildirilen şu ana kadar bulunan en eski Homo fosili, yaklaşık 2,8 milyon yıl öncesine ait olabilir, ancak bilim insanları hangi türe ait olduğundan emin değiller. Araştırmacılar tarafından Nature dergisindeki 2015 tarihli bir makalede incelenen bir sonraki en eski fosil, yaklaşık 2,3 milyon yıl önce yaşamış ve muhtemelen Homo habilis olan bir bireye aitti. Bu fosil ile ilişkili olarak bulunan taş aletler, bireyin onları nasıl kullanacağını bilmiş olabileceğini düşündürüyor.

    İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nden insan evrimi uzmanı Chris Stringer’e göre, son 15 yılda bilinen Homo türlerinin sayısı dörtten dokuza, iki kattan fazla arttı. Bilim insanları, 2019’da Nature’da yayınlanan bir makalede en son eklenen Homo luzonensis‘i tanımladılar.

    Stringer, “Etiyopya’dan yaklaşık 195.000 yıllık bir Homo sapiens fosili var ve modern insanların temel özelliklerine sahip.” diyor. “195.000 yıldan itibaren, makul bir şekilde Homo sapiens diyebileceğimiz fosiller buluyoruz.”

    Ancak muhtemelen Homo sapiens’in daha da eski bir örneği var: Nature dergisindeki 2017 tarihli bir makalede anlatıldığı gibi, Fas’taki bir mağarada taş aletlerle birlikte bulunan fosilleşmiş kalıntılar, “modern” insanların 315.000 yıl kadar erken bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor.

    İnsanlar ve yakın akrabalarımız arasında net bir çizgi yok ve araştırmacılar insan kalıntılarını diğerlerinden ayırmak için ya anatomiyi ya da davranışı kullanıyor. Anatomistler, Homo sapiens’in iskeletleriyle tanımlanabileceğini savunurken, bazı arkeologlar, davranışın modern insanları tanımlayan şey olduğunu söylüyor.

    Science’ta yayınlanan 2015 tarihli bir incelemeye göre, bilim insanları Homo cinsini neyin oluşturduğuna dair kesin bir tanım üzerinde hemfikir değiller. Bununla birlikte, Journal of Quaternary Science’ta yayınlanan 2019 tarihli bir incelemede açıklandığı gibi çoğu Homo türünün “uzun, düşük kafatası ve güçlü kaş kemeri” olduğu söyleniyor. Bununla birlikte, Homo sapiens’in kendine özgü “modern” fiziksel özellikleri vardı: Homo cinsindeki diğer türlere kıyasla büyük, yuvarlak bir kafatası, kaş çıkıntısının olmaması, çene (bebeklik döneminde bile) ve dar bir pelvis.

    Ancak Stringer, erken dönem Homo sapiens’in modern Homo sapiens ile aynı özelliklere sahip olmayabileceğini söylüyor. “İnsanlar her şeyi sınıflandırmayı ve basit tutmayı sever, ancak doğa bizim tanımlarımızı tanımaz.”

    Bazı bilim insanları, davranışın Homo sapiens’i diğer Homo türlerinden ve bu konuda dünyadaki diğer tüm türlerden ayıran şey olduğuna inanıyor. “İnsan” olarak kategorize edilen bir dizi davranış var. Current Anthropology dergisinde yayınlanan 2003 tarihli bir incelemede, araştırmacılar, tarihsel olarak Homo sapiens’i tanımlamak için kullanılmış olan özellikleri sıraladılar.

    Bunlar, ölülerin gömülmesi, ritüel sanatı, süslemeler, işlenmiş kemik ve boynuz malzemesi, bıçak teknolojisi ve balıkçılık gibi davranışların kanıtlarını içeriyordu. Bununla birlikte, bu incelemenin yazarları, bu davranışların çoğunun Avrupa merkezli olduğuna ve dünyanın diğer bölgelerinde bulunan Homo sapiens için geçerli olmayabileceğine de dikkat çekiyor.

    Norveç’teki Bergen Üniversitesi SapienCE proje yöneticisi Silje Bentsen ‘a verdiği demeçte, “Mevcut arkeolojik yaklaşım, becerilerin yanı sıra davranışsal sonuçlara bakmaktır.” Grubun web sitesine göre, Erken Sapiens Davranış Merkezi anlamına gelen SapienCE, “Homo sapiens’in nasıl ve ne zaman bugün kim olduğumuza dönüştüğü konusundaki anlayışımızı artırmayı” hedefliyor.

    Bentsen, “Modern bir insana ne isim verileceği konusunda uzun bir tartışma var ve tartışma hala devam ediyor.” diyor. Arkeologlar, bir özellikler listesi yerine, bilişle ilgili belirli özelliklerin neyi ima ettiğine bakıyorlar. Örneğin, mevsimleri veya hayvan göçlerini tasvir eden gravürler veya semboller, ilk insanların bu kavramları anlayacak kadar zeki olduğunu gösteriyor. Bentsen, “Planlama ve gelişmiş bilişi gösterir. Bu karmaşık bir davranış paketi.” diyor.

    Bununla birlikte, modern insanları ayırt etmenin davranışsal yöntemi, Neandertaller gibi diğer Homo türlerinin de benzer yetenekler sergilediğinin gösterildiğine dair kanıtlar nedeniyle karmaşık. Bu tıknaz mağara sakinleri aletler kullandılar, ölülerini gömdüler ve ateşi kontrol altına aldılar. Bunlar bir zamanlar açıkça modern insanlara atfedilen faaliyetlerdi. Aslında, Stringer, türleri ayırt etmenin bir yolu olarak davranışı reddediyor. “Davranış, bir türü tanımlamanın geçerli bir yolu değildir. Davranış, anatomiden çok daha kolay paylaşılır.” diyor.

    Encyclopedia Britannica’ya göre, türlerin bir tanımı: “Diğer gruplarla üreyemeyen, kendi içinde üreyebilen doğal popülasyon grupları”dır. Bununla birlikte, son araştırmalar Neandertaller, Homo sapiens ve Homo denisovalılar (Rusya’daki Denisova Mağarasında keşfedilen bir hominin türü) arasındaki melezleşmenin kanıtlarını tanımladığından, bu tanım Homo türleri için geçerli olmayabilir. Örneğin, Nature dergisinde yayınlanan 2018 tarihli bir makale, Neandertaller ve Homo sapiens arasındaki çok sayıda melezleşme olayının kanıtlarını bildirdi. Yine Nature’da yayınlanan bir başka 2018 makalesi, hem Neandertal hem de Denisovalı DNA’sına sahip olan eski bir insan melezinin kanıtlarını açıkladı.

    Stringer, bu, bazı bilim insanlarının bizimki de dahil olmak üzere birçok Homo türünün bir araya toplanması gerektiğini tartışmasına yol açtığını söylüyoi. Bu paradigmada, modern insanlar Homo sapiens sapiens iken, Neandertaller Homo sapiens neanderthalensis ve Denisovalılar ise Homo sapiens denisovalılardır.

    Ancak Stringer, insanların ve Neandertallerin ayrı türler olduğunu çünkü kemik yapılarının farklı olduğunu savunuyor. Londra’daki The Natural History Museum için yazdığı bir makalede “Neandertaller ve Homo sapiens böylesine belirgin farklı kafatası şekillerini, pelvisleri ve kulak kemiklerini evrimleştirecek kadar uzun süre ayrı kalmışlarsa, farklı türler olarak kabul edilebilirler, melezleşebilsinler ya da melezleşemesinler.”

    arkeofili.com

    16 Ağustos 2021 Pazartesi

    Kaybolan dereler ve sel felaketi

    Prof. Dr. Mustafa Öztürk
    Bir şehrin dereleri, o kentin doğal ve kültürel mirasıdır. Şehirleşmede doğaya öncelik vermeyen arazi kullanım kararları ve uygulamaları, derelerin doğal yapısını değiştirerek kaybolmasına, yaşam kalitesinin düşmesine neden olmakta; kent sağlığını tehdit etmektedir.

    Fiziki çevreyi kontrolde tutan en önemli faktör dere sistemleri ve havzalarıdır.

    Dere yataklarının ucuz arsa olarak düşünülmesi, buna karşılık su varlığının artı değer oluşturması, bu alanların diğer doğal yaşam alanlarına göre daha fazla kontrolsüz değişimin baskısında kalmalarına neden olmuştur.

    Peyzaj Mimarı Hülya Dinç, makalesinde şöyle demektedir:

    Derelerin denize açıldığı yerlerde oluşturduğu mansap bölgesi doğası gereği denize girilen kumsal alan ve küçük balıkçı teknelerin sığındığı koylardı. Geçmişte bu alanlar kentin denize girilen plaj alanlarıydı (Turşucu deresi-Suadiye plajını; İdealtepe deresi Süreyyapaşa plajı, Çamaşırcı deresi Bostancı Plajı, Florya deresi Florya plajı, Kurbağalı dere Kalamış plajı, Ayamama, Tavukçu dereleri Ataköy plajı gibi).

    Bugün mansap bölgeleri yerleşim alanlarında kalmış ve kıyıların doldurulmasıyla koy ve kumsal özelliğini kaybetmiştir. Kent içerisinde kalan derelerin çoğu denize, göle, Haliç’e, taş ve betonarme malzeme ile açık yada kapalı kanal kesit olarak bağlanmaktadır.

    Membaları ise geçmişte açık alan, orman alanı, tarım alanı, su havza alanında yer alırken günümüzde çoğu yerleşim dokusu içerisinde kalmıştır.

    Doğadaki denge yok sayıldıkça ve betonlaşmaya devam edildikçe; doğa 'Beni gör' dercesine her hatalı davranışa taşkın, kuraklık, hava kirliliği, vs. birçok afetler halinde yaşamın içerisinde dile gelecektir.

    Nehir/dere yataklarından çakılların taranarak çıkarılması balıkların yumurtlama alanlarının kaybına yol açar ve bazı türlerin kaybına neden olur.

    Nehir/dere kıyı topraklarının kaldırılması su faunasının habitatını bozar.  

    Yazının Tamamı

    31 Temmuz 2021 Cumartesi

    Ağaç dikme seferberliği ekolojik felaket getirir

    Doç. Dr. Tavşanoğlu
    Türkiye’de yaz aylarında hemen hemen her gün bir orman yangını haberi geliyor. En son İzmir Karabağlar’da başlayan yangının neredeyse 3 günde söndürülmesi, müdahaledeki eksiklikleri ve ihmal tartışmalarını beraberinde getirdi. Yangının ardından da siyasetçilerin öncülüğünde, sanatçıların, yurttaşların 2-3 bin fidan bağışında bulunduğu ‘ağaç dikme seferberliği’ kampanyaları başlatıldı.
    Kampanyalar sürerken Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde çalışmalarını sürdüren Doç. Dr. Çağatay Tavşanoğlu’ndan itiraz geldi. Yangının hemen ardından başlatılan ağaç seferberliğine dönük itirazlarını ilk olarak sosyal medya hesabından duyuran Tavşanoğlu, sorularımıza verdiği yanıtlarla da ağaç dikme seferberliğinin ekolojiyi nasıl olumsuz etkileyeceğini anlattı. Tavşanoğlu, “Yanan alanın büyüklüğü ve hemen söndürülememesi nedeniyle, büyük üzüntü ve kızgınlık duyulmakta, dolayısıyla bu da insanları radikal tepki vermeye yönlendirmekte. Ben tamamen iyi niyetle yapılmak istendiğine inandığım ağaç dikme seferberliğinin, eğer öne sürüldüğü gibi gerçekleşirse ekolojik bir felaketle sonuçlanacağını biliyorum” dedi.

    14 Temmuz 2021 Çarşamba

    Monarşi, otokrasi ve çürüme

    Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.
    “Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

    “Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?
    ≈≈
    Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

    Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.
    ≈≈
    “Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

    Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

    İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?
    ≈≈
    Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

    17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

    Sonra?

    Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

    Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.
    ≈≈
    Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.(1)

    Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.
    ≈≈
    “Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

    “Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

    Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.
    ≈≈
    Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

    Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.
    ≈≈
    “Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

    Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

    Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).
    ≈≈
    Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

    Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

    Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

    Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

    (1)Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.
    2K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.

    Taner Timur - Birgün

    16 Haziran 2021 Çarşamba

    Excerpt from John Steinbeck's

    Nobel Prize Acceptance Speech


          Literature is as old as speech. It grew out of human need for it and it has not changed except to become more needed. The skalds(*), the bards, the writers are not separate and exclusive. From the beginning, their functions, their duties, their responsibilities have been decreed by our species...the writer is delegated to declare and to celebrate man's proven capacity for greatness of heart and spirit - for gallantry in defeat, for courage, compassion and love. In the endless war against weakness and despair, these are the bright rally flags of hope and of emulation. I hold that a writer who does not passionately believe in the perfectibility of man has no dedication nor any membership in literature.
    1962

    Nobel Ödülü Kabul Konuşması
    Edebiyat, konuşma kadar eskidir. İnsan ihtiyacından doğdu ve daha fazla ihtiyaç duyulmak dışında değişmedi. Skalds(*), ozanlar, yazarlar ayrı ve dışlayıcı değildir. Başından beri, işlevleri, görevleri, sorumlulukları türümüz tarafından kararlaştırılmıştır ... Yazar, insanın kalp ve ruhun büyüklüğü için kanıtlanmış kapasitesini beyan etmek ve kutlamakla görevlendirilmiştir - yenilgide yiğitlik, cesaret, şefkat ve aşk. Zayıflığa ve çaresizliğe karşı bitmek bilmeyen savaşta bunlar parlak umut ve öykünme bayraklarıdır. İnsanın mükemmelliğine tutkuyla inanmayan bir yazarın ne adanmışlığı ne de edebiyat üyeliği olmadığını düşünüyorum. 1962

    (*)Skalds = "Norveç'te ortaya çıkan sözlü muhakeme şiiri, esas olarak 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İzlandalı şairler (skalds) tarafından geliştirilmiştir." (https://cevirsozluk.com/)

    25 Şubat 2019 Pazartesi

    Ölüm Fikrinin Öğrettikleri

    Roy Scanton
    Ölmek öğrenilebilir mi? İnsanlık için mutlak ve er ya da geç karşısına çıkacak olan ölüm, yaşam içerisinde nasıl barındırılmalı? Yaşamın içerisinde, yaşam için nasıl bir işlev yüklenmeli ya da herhangi bir işlev yüklenebilir mi?
    Bunlar, Edebi Şeyler’den çıkan Roy Scranton’ın Ölmeyi Öğrenmek kitabının bize sorduğu sorular. Dört sene boyunca ABD ordusunda görev yapıp, bunun bir kısmında Irak’ın işgaline katılan Scranton, askerliğinin ilk dönemlerinde ölümden ölesiye korktuğunu söylüyor. Bu korku cenderesinden, ancak, kendisinin ölümü fikriyle barıştığında, bir asker olarak kaçınılmaz sonunu her gün düşünüp, bunu sindirdiğinde çıkabiliyor.
    Askerlik sonrası lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamasının ardından, hayatında önemli bir yere sahip olan Irak deneyiminden çok da uzaklaşmıyor. Petrol kaynakları için açılan bir savaşın eski bir askeri olarak, karbon ve iklim krizi konularına eğiliyor, insanlığı bekleyen kaçınılmaz bir felaket olarak ekolojik çöküş üzerine düşünüyor ve sadece tek tek bireyler olarak değil, uygarlık olarak ölmeyi öğrenmemiz gerektiğini savunuyor.
    Scranton’a göre birey olarak ölmeyi öğrenmek korkularımızdan ve bayağı alışkanlıklarımızdan; uygarlık olarak ölmeyi öğrenmemiz ise tekdüze bir varoluştan, kanıksadığımız yaşam biçimlerinden ve bunların bizlere dayattığı kimlik, özgürlük, başarı ve ilerleme gibi kavramlardan kurtulmamızı sağlıyor. Tıpkı bir gün öleceğini bilerek yaşayan insanlar gibi, toplum olarak da uygarlığımızın sonunun er ya da geç geleceğini ve bu sondan kurtulmak için hiçbir şey yapamayacağımızı anlamamız elzem. Ancak, insanların, bir gün öleceği gerçeğini yaşamını daha nitelikli hale getirmek için kullanması gibi, uygarlık olarak da, bize tanınan süreyi daha nitelikli, insani ve yaşanabilir hale getirme gibi bir sorumluluğumuz var.
    “Yeni fikirler bulmamız gerek. Yeni efsaneler, yeni masallar ve yeni hakikat hikayeleri anlatmamız gerek. Kapitalizmin metalaştırarak ve asimile ederek iç ettiği çok dilli kültürle, yani insanlığın tarihi boyunca yarattığı derin, çeşitli ve zengin geleneklerle yeni bir akrabalık kurmamız gerek” (s. 14) diyor Scranton. Kapitalizmin ötesinde ve ona karşı, nasıl yeni birlikte yaşama biçimleri keşfedebileceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor. İnsanların insanlarla ve insanların doğayla olan şeyleşmiş ilişkilerinin uzağında yeni bir insanlık halini hayal etmeye davet ediyor bizi.
    İlerleyen sayfalarda, yine Irak coğrafyasına dönen Scranton, M.Ö. 2200 yılında değişen iklim şartları karşısında çaresiz kalan Sümerlerin, varlıklarını sürdürebilmek için çeşitli ilkel yöntemler keşfettiklerini ve bunda başarılı olduklarını aktarıyor. Üstelik insanlığın iklim şartları ile mücadelesi, değişen iklim şartlarına uyum sağlama kapasitesi tarih boyunca birçok kez sınanıyor. Değişen şartlar, insanlığın kültürünü de baştan sona değiştiriyor. Peki, Sümerler ile karşılaştırılamayacak günümüz teknolojik olanakları nasıl oluyor da güncel ekolojik sorunlara bir çözüm üretemiyor? Yanıtı çok basit: çünkü sorun tamamen politik. 
    Fredric Jameson’ın “kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor” diyerek özetlediği güncel politik ahval, iklim krizi üzerine konuşmak için toplanıp toplanıp dağılan egemenlerin ikiyüzlülüğünü ortaya seriyor sadece. Varlığını sürdürmek için (hep daha fazla) üretmek ve bunu gerçekleştirmek için de karbona dayalı kaynakları kullanmak zorunda olan kapitalizm, ekolojik krizin bizatihi sorumlusudur. Hal böyleyken, kapitalist işleyiş içerisinden herhangi bir çözüm beklemek, neoliberal popülizm ile birlikte ulusçuluğun ve rekabetin dozunu arttırdığı böyle bir dönemde büyük ülkelerin el ele vererek bu krize bir dur demesini ummak körlükten başka bir şey değil.
    Evet, ekolojik krizin doğmasında devasa şirketlerin payı, insanlığın geri kalanının payından daha fazla. Ama Scranton, bunu kolaycı bir açıklama olarak görüyor ve hepimizin bu krizdeki payını olabildiğince azaltması ve daha fazlası için mücadele içerisine girmesinin zorunlu olduğunu savunuyor. Bu sadece ekolojik mücadele ile sınırlı bir dönüşüm değil. İçerisinde debelendiğimiz sosyal medya çağında, bu teknolojilerin bize dayattığı ritimden kurtularak, “eleştirel düşünerek, felsefi tartışmalara girerek ve küstah sorular sorarak anlamların taşındığı elektrik hatlarındaki sosyal etkileşimleri askıya almalıyız. Yavaşlığı, detaylara önem vermeyi, düşüncede berraklığı, dikkatli okumayı ve derinlemesine düşünmeyi teşvik ederek yeni düşünce kapıları aralamalıyız” (s. 98).
    Ölmeyi öğrenmek, bizden sonra gelecekleri hesaba katarak yaşamak anlamına da geliyor. Scranton, James Baldwin’in sözleriyle, kitabının meramını oldukça net bir şekilde açıklıyor: “Yaşama karşı sorumluyuz. İçinden geldiğimiz ve bir gün geri döneceğimiz o ürkünç karanlıktaki tek küçük fenerdir yaşam. Arkamızdan geleceklerin hatırına, bu geçitten mümkün olduğunca soylu bir şekilde geçmeliyiz.”
    Emre Tansu Keten

    10 Aralık 2018 Pazartesi

    Kassandra Laneti ve İktisatçılar

    Yunan mitolojisinin en ilginç öykülerinden birisidir Kassandra’nın öyküsü.


    Kassandra, Troya kralı Priamos ve kraliçe Hekabe’nin kızı, Hektor ve Paris’in kız kardeşidir.
    Tek isteği geleceği görebilen bakire bir rahibe olmaktır.

    Zeus ile Leto’nun çocukları olan Apollon, mitoloji kaynaklarında tüm sanatların, müziğin,
    güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak geçer. Ayrıca kâhin özelliği taşıyan Apollon, 
    geleceği görme yetisine ve bu yetiyi insanlara geçirebilme gücüne sahiptir. Homeros’un 
    İlyada’sında Apollon, Troya’nın koruyucu tanrısı olarak yer alır ve Troya’da adına inşa edilmiş 
    bir tapınak vardır.

    Apollon, bir gün Kassandra’yı görür ve çok beğenir. Konuşurlarken kızın isteğini öğrenir
    ve kendisiyle birlikte olursa ona geleceği görme yeteneğini vereceğini söyler. Kassandra
    rahibe olmak istediği için bu teklifi kabul etmesi mümkün olmasa da Apollon’a bu yeteneği
    ona verirse onunla birlikte olacağı yalanını söyler. Apollon, Kassandra’nın ağzına tükürür ve
    geleceği görme yeteneği böylece kıza geçer. Kassandra, rahibe olmak istediği için verdiği
    sözü tutamayacağını öne sürerek Apollon’la birlikte olmaz. Buna çok kızan Apollon kızı
    lanetler, geleceği görse de buna kimseyi inandıramamasını ve bir kadın olarak aşağılanarak
    rahibe olamamasını diler.

    Troya savaşı öncesinde Kassandra bu savaşı ve savaşın varacağı sonuçları görür, babasını
    ve ağabeylerini buna inandırmaya çalışır ama Apollon’un laneti buna engel olduğu için kimseyi
    böyle bir şeye inandıramaz. Ve bir köşede geleceğin getireceği bütün kötülükleri bilerek,
    hissederek savaşın gidişini ve sonunu izlemek durumunda kalır.

    Troyalılar aslında savaşı kazanırlar, Sparta kralı ve Yunan ordusunun komutanı Agamemnon ve
    Akalılar geri çekilip gözden kaybolunca Kassandra yanılmış olabileceğini ve kehanetin tutmamış
    olabileceğini düşünür. Ama Achilleaus ve askerleri tahta bir atın içinde girdikleri Troya
    kentinin kapılarını gece açarak Yunanlıların Troya’yı ele geçirmesini sağlar ve kehanet gerçek
    olur. Aias adında bir Yunan askeri Kassandra’yı Athena tapınağında kıstırır ve tecavüz eder.
    Apollon’un bütün lanetleri bir bir tutar. Troya’nın bu duruma düşeceğini görmüş ama kimseyi
    inandıramamış olan Kassandra, kadın olarak aşağılanmış ve rahibe olma umudunu tamamen
    kaybetmiş olur. Troya savaşında Yunan güçlerine komuta eden Sparta kralı Agamemnon,
    Kassandra’yı savaş esiri olarak Sparta’ya götürür ve kendisine cariye yapar. İkisinin yakınlığını
    kıskanan Agamemnon’un karısı bir süre sonra Kassandra’yı öldürür.  

    Bazı gerçekler vardır ki kâhin olmayı gerektirmeyecek kadar açık ve seçik olarak ortadadır.
    Mesela yapısal reformları yapmadan Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin gelişmiş ülkeler arasına
    giremeyeceği gerçeği bunlardan birisidir. Güçler ayrımına dayalı bir hukuk sistemi
    kurulmadan, yargı bağımsızlığı sağlanmadan, tümüyle bilimsel bir eğitim düzeyine geçilmeden, 
    teşvik sistemi siyasal amaç yerine ekonomik amaçlı kullanılmaya başlanmadan, vergi sistemi
    düzeltilmeden ne orta gelir tuzağından çıkmak ne de gelişmiş ülkeler arasına girmek 
    mümkün. Ben bunları söylemeye başlayalı yirmi yıldan fazla olmuş. Ben yalnız değilim bu 
    konuda. Bunları söyleyen birçok iktisatçı, sosyal bilimci var. Ne söylersek söyleyelim siyasetçiler, 
    yapısal reformları yapmadan durumu devam ettireceklerini ve hatta iyiye götüreceklerine 
    inanmaya devam ediyorlar.

    Kassandra laneti, günümüzde iktisatçıların üzerine yapışmış gibi duruyor.


    Mahfi Eğilmez