Translate

23 Ekim 2017 Pazartesi

300 Ankara Bebesi: Gardaş Direnmeyek mi La?

"Bir Süryani, bir Kürt ve bir Türk bağ-bahçe arasında yürüyorlarmış. Suyun kenarındaki bağlardan birinde bir yemiş ağacı görüp, açlıktan zil çalan midelerini şenlendirmek için ağaca dadanışlar. Bahçenin sahibi olan efendinin kullarından biri de ağaçtaki üç kafadarı görünce hemen sopayı kaptığı gibi ağacın yanına varıvermiş. Haliyle ağaçtan yeni inmekte olan üç arkadaş birdenbire sopalıyı karşılarında bulup neye uğradıklarını şaşırmışlar. Sopalı adam önce Türk ile Kürt’ü arkalayıp Süryani’ye dönmüş ve “haydi bunlar benim din kardeşim de, ağaçtaki meyvelerden yiyorlar, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” demiş ve sopayla Süryani’yi ölümüne dövmüş. İşini bitirince sakinleşmemiş, bu sefer birden Kürt’ü gözüne kestirerek Türk’ü arkasına almış ve “haydi bu benim soydaşım da ağaçtaki meyvelerden yiyor, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” diyerek Kürt’ü de dövmeye başlamış. Onunla işini bitirdiğinde ise en sonunda yalnız kalan Türk’e dönmüş ve demiş ki; “ne dadanıyorsun lan ağacımıza”. Elbette ki Türk de ölümüne dayağı yemiş ve kan revan içinde yere serilmiş. Üçü de yerde uğunduğu vakit, Kürt kanlar içinde Türk’e dönerek demiş ki; “birader en başından Süryani’yi dövmesine izin vermeyecektik”.

Malum Gezi Parkı direnişinin başlangıcına doğru şöyle bir dönelim; Türkiye’deki insanlar ekran
başına geçtiğinde penguenleri görürken dünya
televizyonlarında başıbozuk polisin “edepsizce” gaza buladığı kırmızı elbiseli kadın izleniyor. Tahammülsüz başbakan, kendi ütopik kurgusuna zeval getirebilecek her türden itiraza karşı takınmış olduğu tavrı sürdürüyor; “üç beş çapulcu”. Polisler “fırsat bu fırsat” deyip göstericilere hunharca saldırıyor. Ahali sokağa dökülüyor, gözünü hırs bürümüş iktidara ve onun mümessillerine karşı çoluk-çocuk direnmeye başlıyor. Polis “bana mısın” demiyor. Müdahalelerin şiddetini arttırdıkça arttırıyor. Derken Çarşı grubunun ve bazı kolektiflerin üyeleri polise karşı kalkan olarak halkı korumaya çalışıyor. Barikatlar kuruyorlar, taşlarla-sapanlarla polisi püskürtüyorlar, bir dozeri ele geçirip TOMA’ları kovalıyorlar…

31 Mayıs akşamı Gezi Parkı’ndaki müdahaleleri ve başbakanın konuya (ve her konuya) ilişkin tahammülsüzlüğünü protesto etmek üzere Ankara ahalisi Kuğulu Park’ta toplandı. O gün Ankara, son derece heterojen kalabalığın omuz omuza attığı sloganlarla birlikte oldukça şenlikli ve heyecanlı bir şekilde direnişe katılmıştı. Fakat saatler süren haykırışların ardından gruplar parktan çekilmeye başladığında “polisin vakti” geldi çattı. Akay kavşağında başlayan sert müdahaleler, gece boyu tüm şehirde devam etti. Saçlarından çekiştirilen kadınlar, fütursuzca sağa sola saçılan biber gazı kapsülleri, coplanan delikanlılar ve o gece polisin şehirde yarattığı terör havasını soluyan “herkes”, iktidarın tahammülsüzlüğünü bilfiil kolluk şiddetine maruz kalmak yoluyla tecrübe etmiş, iktidar tarafından inatla göz ardı edilen, yok sayılan insanların “kabul görme tutkusu” böyle alevlenmişti…

Çocukluğumuzda yanına yaklaşanlara anlamsızca tüküren arkadaşlarımız olurdu. Tükürüp gülerlerdi hani. Büyüdük, psikoloji-pedagoji filan okuduk da dikkat çekmeye çalıştıkları için böyle yaptıklarını sonradan öğrendik. İşte 1 Haziran sabahı Kızılay’da dolaşan polis ekipleri aynı o çocuklar gibiydi. Kendilerince stratejik olduğunu düşündükleri noktalara konumlanan polisler, yan yana dolaşan üç beş kişiye bile sorgusuz sualsiz biber gazı savurmaya, “tipini beğenmediklerini” coplamaya, en iyi ihtimalle de taciz ve tehditlerle korkutarak müdahale başlamıştı. Derken olayları duyan Ankara ahalisi birdenbire hararetlenerek “dinamit patlamadan evvel fitili kesmek” için inisiyatifi ele almaya karar verdi: “Amir, çoluğun çocuğun üstüne gaz atmasana!”

Başta “anarşist” diye andığımız kara elbiseli çocuklar, yanı sıra İncesu-Seyran-Dikmen-Mamak “bebeleri”, üzerine Ankaragücü formasını giyinmiş gecekondu çocukları, Tunalı Hilmi Caddesi’nin bazı müdavimleri ve devlet terörüne karşı koyabilecek olan her bir Ankara genci ansızın sokağa döküldü. Halka zulmeden polislerin karşısına dikildiler, daha doğrusu kollukla kolluğun “anladığı dilden” konuşmaya başladılar. Ne biber gazı, ne portakal gazı, ne ses bombaları, ne de plastik mermiler onları durdurabildi. Güvenpark’a girişleri engellemek için Kızılay’ın dört bir yanını saran polis ekipleri, yüz binlerce kişilik kalabalığı geri püskürtmeyi başarsa dahi en ön saflarda mücadele eden, toplamda sayıları üç yüzü geçmeyen bu gençlerle başa çıkamıyordu. Başlangıçta Kızılay meydanına çıkmak şöyle dursun, protestocuların bir araya gelmelerini bile engelleyen polis ekipleri, bu Ankaralı “bebelerin” korkusuyla birdenbire geri çekilmeye başladılar. Meydana giren yollar açıldı ve polis ekipleri TBMM başta olmak üzere muhtelif devlet binalarını korumaya çekildi.

Halk Güvenpark’ı ve Kızılay Meydanı’nı zapt ettiğinde “bebeler” hala polisi uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar evvel Jansen Planı gereğince sırf “barikat kurulmasın” diye olabildiğince geniş tasarlanan Atatürk Bulvarı hatlarına bile onlarca barikat kurmayı başarmışlardı. Polis birbiri ardına gaz bombaları sallarken, “Ankara bebeleri” sıcak gaz kapsüllerini çıplak elleriyle tutarak bulvardaki küçük havuzlara atıyor, meydandaki ahalinin biraz olsun nefes almasını sağlıyordu. Aralarında yaralananları meydana koşuyor, tenceresiyle-tavasıyla bekleyen “teyzeleri” tarafından tedavi ediliyordu. “Bebeler”, yıllarca bilgisayar oyunlarında, fantastik düşlerinde verdikleri savaşları, bir günde deneyimler alemine aktarmışlardı. Arada sırada ön saflara, “onların” yanına gidenler, kısa süre sonra öksürükler içerisinde geri dönüyor, o gençlerin saatlerdir orada nasıl can havliyle mücadele etmeye devam edebildiklerine şaşıyordu. Hatta 300 Spartalı hikayesinin popüler Hollywood versiyonuna atıf yapan liseliler, “300 Ankara Bebesi” demişlerdi onlara. Kocaman bir orduyu dize getirmekle mükellef bir avuç cengâver misali, demokratik haklarını aradıkları için dövülen-sövülen insanlara kalkan oldular.

Erdoğan’ın Afrika seyahatinde olduğu günlerde, iktidarın sözde “selim aklının” prodüktörleri bir araya gelerek, nicedir toplumsal muhalefet karşısında uyguladıkları söylemsel bir taktiğe başvurmaya karar verdiler: Şeytanileştirme… Öncelikle “polisin orantısız güç kullanımının” cüzi bir eleştirisi yapılacak, sonra protestocuların bir kısmı “sivil” ve “masum” kabul edilerek, “kamu malına zarar verenler, polise mukavemet edenler, şiddeti bir direniş tarzı olarak kullananlar” suçlanacak, bunların “provokatör” oldukları ve “kutsal düzene” zarar verdikleri kadar “masum protestocular” ile “eylemlerin meşruiyetine” de zarar verdikleri deklare edilecekti.

Önceleri cılız bir tesire sahip olan bu “söylem”, kolluk kuvvetlerinin birkaç gün süren göstermelik tevazusuyla süslendiğinde hakimiyetini arttırmaya başladı. Protestocular arasına karışan sivil polisler de ahaliyle polis arasına barikat kurmaya yeltenen “bebeleri” tartaklama lüksünü böylelikle elde ettiler. Ahalinin yüreğine “provokatörlerin oyununa gelmemek” korkusu salındıkça protestocular arasındaki çatlaklar artıyordu. İktidar da bunun her aşamasını yakından takip ederek kendi lehine kullanmaya başlamıştı.

Daha sonra iktidar mümessillerinin itinayla şeytanileştirdiği “bebeler” artık alanlarda pek fazla yer bulamaz oldular. Hemen akabinde “bebeler dükkanlarımızı talan eder” korkusuyla protestocuları destekleyen, gaz maskesi, su, yiyecek dağıtan küçük burjuvalar da ansızın kepenklerini kapatarak protestoculara verdikleri desteği sona erdirdi. Kolluk bu sefer de sendikal örgütlenmeleri ve sol siyasi partileri hedef gösterdi. Polis ekipleri protestocuları dağıtmak için sürekli olarak flama taşıyanları işaret ederek “aranızda kötü niyetli gruplar var, bize saldıracaklar, dağılın” anonsları yapmaya başladılar.

Nihayet televizyon kanalları polisin “orantısız güç kullanımının” sözde eleştirisinden “marjinal grupların zavallı polislere neler ettiğinin” hikayelerini yazma aşamasına geçtiğinde, protestolarda ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak halen bu “marjinal gruplara” olanak tanıyan “eylemciler” işaret edilir oldu. Ankara’da Kızılay Meydanı çoktan polisin eline geçmiş, her bir toplanma, basın açıklaması, ahali reaksiyonu ve hatta Güvenpark’taki kitap okuma eylemleri dahi yine tahammülsüz ve sert müdahalelerle bertaraf edilmişti. Kızılay’daki hakimiyetini pekiştiren kolluk kuvvetleri, bu sefer Kennedy Caddesi’nde toplanan insanlara “trafiği kapatıyorsunuz, esnafı rahatsız ediyorsunuz” gibi gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya, sonra da canları her sıkıldığında Kuğulupark’a giderek afiş, poster, yazılama ve çadırların kaldırılması için tehditler savurmaya başlamıştı. “Orantısız güç” retoriği sona erdiğinde, başıbozukluklarının meşruiyetini yeniden tahsis eden polisler intikam operasyonlarını ahali üzerinde gerçekleştirirken, ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak da bizzat protestocular gösterilecekti.

Özetle, Ankara’da öncelikle polis şiddetine tepkisel olarak cevap veren “bebelerin”, sonrasında kim olduğunu bilmediğimiz “marjinal grupların”, sonra sol kolektifler ve siyasi partilerin, daha sonra protestocuların ve en son bizzat protesto fiiliyatının kendisinin, iktidar tarafından sırayla kriminalize edildiğini gördük. “Bebeler” aradan çekildiğinde, bir süre için “dinlenmiş olan” polis ekipleri, yeniden tüm enerjileriyle halka hunharca saldırmaya devam ettiler [1].



İstanbul’da Gezi Parkı’na yapılan insanlık dışı müdahalenin ertesi günü, Ankara’da polis kurşunuyla hayata gözlerini yuman Ethem Sarısülük’ün cenazesi için Kızılay Meydanı’nda toplanan insanlar olarak yine polisin tahammülsüz saldırılarına maruz kaldık. Çok sayıda insan gözaltına alındı, polisin hedef alarak on metre uzaklıktan sıktığı gaz kapsülü kafasına isabet eden yirmi yaşındaki bir öğrenci daha hayati tehlikeyle hastaneye kaldırıldı. Protestocular olarak ses bombaları ve tazyikli suya bir ölçüde dayanabilsek de, biber gazı ve copların yarattığı panikle dağıldık. Gözaltı tedirginliği içerisinde saklandığımız kuyulardan birinde, araştırma görevlisi bir arkadaşımla karşılaştım. Gömleği yırtılmış ve dudağı patlamıştı. Beni gördüğünde kafasını kaldırıp “hata ettik” dedi: “O ilk günlerdeki 300 bebe vardı ya, onları kriminalize etmelerine en başından izin vermeyecektik”.

[1]Nitekim Ankara üzerinde uygulanan tüm bu taktikler bilfiil İstanbul’da da tekrar edilmiştir: Başbakan sözde “alçakgönüllülüğünü” göstererek Gezi Parkı inisiyatifinden insanlarla görüştüğü günlerde, Taksim Meydanı’na çıkan barikatlar çoktan yıkılmış, AKM’ye asılan -başbakanın “paçavra” dediği- pankart ve levhalar kaldırılmış, çatışmalar ve müdahalelerin sorumluları olarak da yine kim olduğunu bilmediğimiz marjinaller hedef gösterilmiştir. Sonrasında Gezi Parkı son derece sert müdahalelerle boşaltılmış hatta Ankara’dakilere ek olarak bir de eli sopalı paramiliter gruplar “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarıyla sokağa salınmıştır.





Yasin Durak


Birikim


"

18 Ekim 2017 Çarşamba

Militarist Estetik - Hilalin Gölgesinde Ölmek

Bu ay ‘sahaf’ta bile zor bulunur bir kitaptan söz edeceğim. Altmışları yaşayanlar Faruk Güventürk adını hemen hatırlar; acar Atatürkçü, hızlı anti-komünist bir generaldi. Ama onların çoğu da Güventürk’ün “Kore’de Türk Yıldızı” (1954) adında bir roman yazdığını bilmez.
“... küçükten beri içimi yakan kitap yazmak arzusunu tahakkuk ettireceğim” demiş, “Giriş”inde.

Romanın bizim bildiğimiz estetikle herhangi bir ilişkisi yok. Ama bizimkinden bilinçli olarak farklı, ‘milliyetçi-militarist bir estetik’ kurmaya çalıştığı da söylenebilir. Böyle bir zihniyetin bütün öğeleri gözümüzün önünden sırayla geçiyor. İlginç olan da zihniyet.

Üsteğmen Şahin’in nişanlısı Semra’nın ağabeyi Yavuz, Kore’de şehit düşmüş. Bununla başlıyoruz. Semra’nın babası müstakbel damadına, “Semra’nın yanına git oğlum, çok ağlıyor” diyor; “Kadın olduğu için iradesi zayıf.” Daha sonra Japonya’yı da gören Şahin, ora kadınlarını şöyle övecek: “Bu bakımdan kocasına böyle huzur sağlamayan kadın da tereddütsüz vatan hainidir.” Bereket Japon kadını sorumluluğunu biliyor, ‘erkeğine hürmet’te hiç aksamıyor, kavga çıkarmıyor, “vazifesinin bütün dikkatiyle erkeğini mesut etmek, yuvasını tam bir saadet ocağı haline getirmek ve yavrusunu çok iyi yetiştirmek...” olduğunu bellemiş durumda.

İRADESİ ZAYIF KADIN
Güventürk bu ideolojisinin bir kısmını bugünkü koşullarda, revize etmek zorunda kalabilirdi. Kore’de “Avrupakâri giyinen kadınlar, hayatlarını kötü yoldan kazananlardır. Ondan gayrı bütün Koreli kadınlar milli geleneklerini aynen tatbik ederler.” Tabii Kore Müslüman olmadığı için bu ‘milli gelenekler’ arasında başörtüsü yok. Oradan kurtarıyor.
Semra kadın olduğu için ‘iradesi zayıf.’ Gene de bir celadet gösteriyor. Nişanlısına, “Ağabeyimin intikamını sen almalısın,” diyor, “Ben de hasta bakıcı olarak gelmeğe çalışacağım.”

Ama, ne olsa kadın, zayıf. Şahin’in tayini çıkınca “Gitmeni istemiyorum” diyor; sonunda kadere razı oluyor.

Militarizm, askerlikle ilgili klişeleri, kişisel hayatın tepesinde oturup ona hükmeden değerler haline getirmesiyle kendini belli eder. Bir kadın âşık olduğu adama “Git, savaşta öl,” diyorsa, (ya da bir anne oğluna “Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana” diyorsa) bunun adı militarizmdir. Herhalde Güventürk de bunu görüyor ki “Gitme” dedirtiyor. Ama kitabın gerisinde öbür teraneyi sık sık görüyoruz: “Bu Cevat nişanlıdır ve tabii bilirsin ki nişanlılık hayatında herkes âşıktır. Fakat son anda dudaklarından dökülen kelime ne Ayşe’dir ne de Fatma, sadece bayraktır.” Bundan Ayşe ile Fatma da kıvanç duymalı. “Fakat bil ki sevgilim, ne senin aşkın, ne anamın sevgisi, hiçbir şey milletime karşı duyduğum sevginin karşısında bir kıymet ifade etmiyor.”

Şahin’in sevgisi cömert olmakla birlikte nefreti de bundan aşağı kalmıyor. Önce komünizm: Mısır’da “motöre binmiş 15-20 komünist köpeği”... Ama komünizmin yanına ‘millet’ de eklenince nefret daha da somutlaşıyor: “...damarlarındaki aşağılığı ve kalleşliği meydana vuran Bulgarlar...”; Koreliler “...sureti umumiyede kısa boylu ve çirkin mahluklardır...” Çok zaman ırkçı bir tınıyla birlikte gidiyor bu nefret. NATO çerçevesinde İngilizler henüz iyi, Mısırlı Araplar berbat: Süveyş’te “Bir taraf İngiliz kamplariyle dolu, medeniyet ve refah. Diğer taraf çöl”... Yemen’in “halkı akıl alamıyacak kadar pis ve çok ahlaksız”... Seylan halkının “Renkleri zenciler gibi iğrenç değil”... Ne mutlu onlara!

SARMISAKTAN DÜŞMAN TEŞHİSİ
Üstelik komünist olan Ruslar ve Çinliler için söyleyecek laf yok. Çinliler “Adetleri olduğu veçhile birer köpek gibi dört ayak üstünde sürüne sürüne tepeye yaklaşıyorlar.” (Sürünmek, askerlikte evrensel olarak vardır ve iki ya da altı ayak üstünde yapılmaz.) Çinlilerin bu gece baskınını fark edip önlüyoruz. Anlayana yüzbaşı soruyor: “Nereden anladın?” “Sarmısak kokusundan, diyor ve telefonu kapatıyor.”
Yani Türkün koku alma yetisi de insan-ötesi gelişmiş...

Ya Türkler? Anlaşılıyor ki, bir Türk için ‘ölmek’ kadar büyük bir zevk bulunamaz: “Daha asırlarca yine milyonlarca Türk o hilalin gölgesinde ölecek ve onun için ölmekten mütevellit bir saadetle ve en büyük haşmetle Allah’ın huzuruna çıkacaklardır.”

“Haddizatında çok merhametli olan Türk, muharebe meydanında korkunç derecede atılgan ve o nisbette de öldürücüdür.” “Parçalanan cesetlerin üzerinden atlanarak baba oğlunun ölüsüne basarak, oğul babasının anasının yaralanmasına aldırış etmeden Allah Allah diyerek düşman üzerine saldırıyor.”

Böyle olduğu içindir ki “Ebediyetin mahiyeti nedir bilinmez, ama Türk ezelden evvel vardı ve ebediyetten sonra da olacaktır.” Amin.


Murat Belge
Milliyet Kitap, 14.5.2008

16 Ekim 2017 Pazartesi

Foucault’dan Ders Çıkarmak: Yeni Bir Politik Hayal Gücü

Fransa’da 1977’nin sonlarında, sosyalistler ve komünistler Mart 1978’de yapılacak genel seçimler için bir “ortak program” geliştirme fikrini tartışıyordu. Kimilerine göre, bir “Sol Birlik” sağlayarak, 68 Mayısı’nı kurumsallaştırıp bir seçim zaferine dönüştürmenin zamanı gelmişti. Zaman, “büyük harfle Politika”nın zamanıydı; özyönetimin, doğrudan demokrasinin ve kendi kendine örgütlenmenin, gerçekliği değiştirmek için uygun araçlar olmadığı anlaşıldığına göre, şimdi ciddiyet zamanıydı.
Aynı sıralarda, iki dergi, eğitim, sağlık, şehir planlama, çevre ve emek gibi özgül toplumsal alanlarda değişim yaratmaya çalışan kişilerin katıldığı bir toplantı örgütlüyordu. Dönemin entelektüel semalarındaki belki de en parlak yıldız olan Michel Foucault, toplantıya katıldı ve “mahalle hekimliği” atölyesine kaydoldu.
Le Nouvel Observateur (sayı 670), Foucault’nun atölye çalışmalarında edindiği izlenimlere, “Kültürel Bir Seferberlik” başlıklı söyleşiyle yer verdi:
Foucault orada şöyle diyordu:
Ben yazılarımı, o atölyeye katılan insanlar gibileri için yazıyor, onlar gibileri için çalışıyorum: yeni sorular soran, yeni insanlar. Entelektüelleri ilgilendirmesi gereken sorular, hemşirelerin veya gardiyanların soruları. Bunlar, Parisli profesyonel entelektüellerin birbirlerine savurdukları küfürlerden çok daha önemli.
İki gün süren yoğun politik konuşma ve tartışmalar sırasında (özellikle iktidar ilişkileri, bilgi ve para konuları tartışılırken), otuz kişiden oluşan “mahalle hekimliği” atölyesi katılımcılarının hiçbirinin ağzından “Mart 1978” ya da “seçimler” kelimeleri çıkmadı. Bu çok önemli ve anlamlı. Yenilik ve değişim, artık partiler, sendikalar, bürokrasiler ya da politikacılar üzerinden gerçekleşmiyor. Bireysel, manevi bir kaygıdan oluşuyor. Artık ne yapmamız gerektiğini siyaset kuramına sormuyoruz, akıl hocalarına gerek yok. Bu, ideolojik ve derin bir değişim.
Geçtiğimiz on beş yıl içinde büyük bir hareket ortaya çıktı. Anti-psikiyatri bunun modeli, 68 Mayısı da bir olayı idi. Vaktiyle toplumun esenliğini güvence altına alan tabakalarda (örneğin, hekimler), şimdi tamamen değişken, hareketli, alışıldık dil ve yapılardan başka şeyler arayan insanlar var. Buna kültürel devrim diyecek kadar ileri gidemem, ama kültürel bir seferberlik olduğu kesin. Bunu politik olarak ele geçirmek imkânsız: Hükümet değiştiği takdirde sorunlarının çözüleceğine kesinlikle inanmıyorlar. Ben de bundan çok memnunum.
Bu son derece provokatif bir hamledir. Büyük filozoflar için, mütevazı bir atölye, sosyalistlerle komünistlerin “ortak program”ı üzerine tartışmaktan daha anlamlıdır. 68 Mayısı’yla dolaysız bağı olan da, bu atölyedir, sol cephenin seçimlerdeki olası başarısı değil. Politik müdahale, hükümet değişikliğiyle ilgilenmeyen küçük bir grup insandan gelmiştir. “Taşın altına elini koymak”, insanların kendilerini aşağılarda konumlandırmalarıyla olmuştur, “büyük harfle Politika” gerçekte küçük harfle yazılırmış gibi…
Foucault’nun bu hamlesi, provokatif olmasına rağmen, hiç de gelgeç bir heves değildir. O sıralarda geliştirdiği kuramlarla tutarlıdır. Peki, Foucault için iktidar, bir politik iktidar meselesi değilse, kendisi iktidardan ne anlıyordu? Parti paradigması dışında direnişten ne anlıyordu? Entelektüellerin özgürlükçü pratiklere katkısı, bildiriler imzalamak veya mevcut durum üzerine demeçler vermek değilse, neydi ona göre?

Bir: İktidar Meselesi
“Politik düşüncede de, analizde de, kralın hâlâ giyotine gönderilmesi gerekiyor.” 1976’da böyle yazmıştı Foucault. Bundan kastı neydi? Foucault burada haşmetli bir iktidar figürüne göndermede bulunur: belirli bir yerde yoğunlaşmış, daima uzakta ve yüksekte olan, aşağıdaki tebaası/kurbanlarına dikey olarak iradesini dayatan bir figür. Kralın yerini devlet alabilir, hukuk düzeni ya da sınıf hâkimiyeti alabilir, ama iktidarla ilgili bu anlayış hep yeniden üretilir: toplumun tepesine dikilmiş bir “denetleme odası”. Foucault’nun eserlerinin tamamı, bu zihinsel ve kavramsal şemayı bozma derdindedir.
Büyük figürlerde (devlet, hukuk, sınıf) yoğunlaşan ya da onlardan türeyen bir iktidar anlayışı yerine, Foucault iktidarı “toplumsal kuvvetler alanı” olarak düşünmeyi önerir. İktidar, hükümran bir noktadan aşağı doğru yayılmaz, tüm taraflardan gelir: eğitim, sağlık, şehir, cinsellik ve emek gibi konulara dair anlayış biçimlerimizi (pratiklerimizi) kesen ve düzenleyen binlerce kuvvet ilişkisinden kaynaklanır.
Bu kuvvet ilişkileri sadece hukuki terimlerle (yasaya göre neyin yapılabilir neyin yapılamaz olduğu şeklinde) kodifiye edilmiş değildir. Bedenleri ve davranışları normlara uyduran sayısız hukuk dışı işlemden oluşurlar, ki bunlar yasalardan farklıdır. Hapishaneyi düşünelim: Hapishanenin açık hukuku, buranın mahkûmları topluma geri kazandırma amacı taşıyan bir mekân olduğunu söyler; ama bundan bambaşka bir şey üreten binlerce gündelik işlem vardır: suçlunun damgalanması, suçlu olarak sabitlenmesi ve böylece toplumdan dışlanması. İktidarın salt hukuk temelli analizi, bu belirleyici kuvvetleri göz ardı eder.
Bu toplumsal kuvvetler alanında kuşkusuz “özel yoğunluklu noktalar” vardır: devlet, hukuk, toplumsal hegemonyalar… Bunlar iktidar ağındaki ana düğüm noktalarıdır. Fakat Foucault bunları düşünürken, “nihai formlar” biçimindeki tipik bakış açısını tamamen ters çevirmeyi önerir. Yani, ona göre bunları, kuvvet ilişkileri arasındaki etkileşimin nedeni değil sonuçları olarak görmek gerekir – birincil ve üretici aşamalar değil, ikincil ve türemiş aşamalar olarak. Bunlar, kuvvet ilişkilerinin dış hatları, buzdağının görünen yüzleridir. Devlet aygıtları, hukuk, ve toplumsal hegemonya, daimi bir kaynama noktasındaki gündelik savaşların koyu zemini üzerinde belirginleşerek ortaya çıkan figürlerdir.
Foucault’nun, 1970’lerin hâkim Marksizmine karşı öne sürdüğü bir iddia, bu noktayı açık seçik ortaya koyuyor:
“Bana öyle geliyor ki, iktidar ilişkilerinin bütününü dayatan, burjuva sınıfı (veya onun bilmem hangi bileşeni) değil. Şunu söyleyebiliriz: Bu sınıf söz konusu ilişkileri kendi lehine kullanıyor, bunlardan faydalanıyor, bunları değiştiriyor, bazılarını pekiştirip bazılarını zayıflatmaya çalışıyor. O zaman, bütün bu ilişkilerin türediği tek bir odak noktası yok; toplamda bir toplumsal sınıfın diğeri üzerinde, bir grubun bir başka grup üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan, birbirine bağlanmış iktidar ilişkileri var.”
Katalan gazeteci Jordi Évole, Uruguay Devlet Başkanı Pepe Mujica’yla yaptığı meşhur söyleşide, seçim programını hayata geçirip geçiremediğini sormuştu. Mujica gülerek, “Tabii ki hayır.” demişti: “Siz Başkan’ı, her istediğini yapan bir kral mı sanıyorsunuz?” Mujica bu sözlerinde hafiften “Foucaultcu bir ders” veriyor, politik iktidarın neyi yapıp neyi yapamayacağının toplumsal kuvvet alanıyla koşullanmış olduğunu söylüyordu (bu kuvvetlere, neoliberalizmin amaçlarına ulaşmak için diktiği hukuki çerçeve, toplumdaki öznelerin arzuları ve beklentileri vs. de dahil).
İktidar, işgal edilebilecek veya ablukaya alınabilecek ayrıcalıklı bir yerde bulunmaz. 20. yüzyılın hegemonik devrimci paradigmasının krize girdiği nokta da burası. Toplumsal kuvvet alanıyla ilişki olmaksızın, bu yer boş, bu iktidar iktidarsızdır.

İki: Direniş Meselesi
“İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır” lafı Foucault’nun ünlü deyişlerinden biridir. İktidarın tek bir noktada (liderler, politik zümre vs.) yoğunlaşmaktan ziyade toplumun her köşesinde üretilip etrafa yayıldığı görüşü, tahakkümün kadir-i mutlaklığı hakkında kötümser bir tez değildir. Bilakis: İktidarı güç ilişkileri olarak tarif etmek, onu, bir eylemle diğer bir eylem arasındaki ilişki olarak tahayyül etmek anlamına gelir. Bir güç edimine cevaben bir başka edim. Güç, edilgin bir nesneye değil, her zaman eylemeye ve öngörülemez bir tepki vermeye muktedir bir başka özneye uygulanır.
Foucault, 1977 tarihli bir söyleşide her tür direnişi “plebler” olarak adlandırır. Plebler, somut, lokal ve yerleşik iktidar işlemlerine karşı bir o kadar somut, lokal ve yerleşik bir tepkidir. Gücünü tam da buradan alır: İktidara, tam da uygulandığı noktada tepki verir; bir başka yerde değil.
İkincisi, plebler sosyolojik bir gerçeklik değildir (bu tabir, ortak bir çıkara sahip olanlara ya da aynı sosyal koşulları paylaşanlara atıfta bulunmaz); tam tersine verili kimliklerin çökmesidir plebler. Pleblerden anlaşılması gereken, halk, fakirler ya da dışlanmışlar değildir: “bedenlerde, ruhlarda, bireylerde, proletaryada, ama aynı zamanda burjuvazide çeşitli formlarda, enerjilerde ve tekilliklerde dışarıya doğru genişleyen plebyen bir yan vardır”. İktidar bloğuyla direniş bloğu arasında ikili bir karşıtlık söz konusu değildir: İktidar da direniş de, her şeyin ve herkesin içinden geçer; hepsine nüfuz eder.
Son olarak, plebler bir töz* değil, eylemdir. “Plebler mevcut değildir, ama plebler vardır.” Dostluk mevcut değildir, ama dostluğun varlığını gösteren emareler vardır, demek gibi bir şeydir bu. Vuku bulduğu an dışında var olmayan bir şeydir plebler. Bir olgu, bir tezahür, bir olaydır.
Plebler gibi devingen, heterojen ve karmaşık bir gerçeklik örgütlenebilir mi? Tabii ki. Nasıl ki iktidar, birbirinden farklı somut ve münferit kuvvet ilişkilerini birbirine bağlayarak kapsamlı stratejiler üreten bir zincir meydana getirebiliyorsa, farklı direnişler de genel bir etki üretmek maksadıyla ‘stratejik bir şekilde düzenlenebilirler’. Bu genel etkiye devrim diyoruz.
Peki, nasıl? Öncelikle, örgütlenme hakkında düşünürken düşülmemesi gereken en az iki hata var: 1) Basitleştirme (yalnızca özdeş olanlar örgütlenebilir) ve 2) ayrılık (örgütlenebilmek için insanın, direnişlerin gerçekleştiği somut mekânlardan ‘dışarı çıkması’ gerekir). 20. yüzyıldan bildiğimiz ‘politik özneler’ (politik partiler ve silahlı gruplar) bu modeli takip eder: Kendilerini direnişlerin beyni ve eklemlenmesi olarak düşünür; gerçekte homojen, kapalı ve direnişlerin yaşandığı dünyalardan yalıtılmış mekânlar olarak kurarlar.
Dolayısıyla, plebleri stratejik olarak bir sisteme bağlayabilmek için, örgütlenmeyi, farklı direniş noktaları arasındaki ‘dolaşım’ üzerinden yeniden tahayyül etmek gerekiyor. Direnişlerin dağınık ve yerel karakterlerini üstesinden gelinecek bir engel olarak değil, potansiyel bir güç olarak düşünmek gerekiyor. Direnişleri, kendi dünyalarıyla hiçbir organik bağı olmayan merkezî formlar altında biraraya toplamaya çalışmaktansa, “bilgiden bilgiye, siyasallaşmanın belirli bir noktasından ötekine, kesişme ve mübadele noktaları şeklini alan yatay-geçişli bağları” nasıl kurabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz.
Plebler birbirleriyle iletişim kurarak ve direniş pratiklerini genişleterek örgütlenirler. Foucault’nun 1978’de gerçekleşen atölye çalışmalarından bu kadar keyif almasının sebebi hiç kuşkusuz bu atölyelerin, direnişlerin farklılıklarını ve kendilerine has dünyalarını terk etmeden biraraya gelip paylaşımda bulunabilecekleri bir alan açmış olmasıydı.
Üç: Bilgi Meselesi
Şöyle diyor Foucault: “Ne zaman teorik bir çalışma yürütmeye kalksam, kendi üzerimde serimlenmesine tanık olduğum süreçlere ilişkin olarak yaşadığım deneyimlerin unsurlarından yola çıkarım”. Foucault, yaşanan deneyime ışık tutabilmek için zamanda ve uzamda çok uzun yolculukları (geçmiş asırlara, gizemli şahıslara, kayıp metinlere yapılan yolculuklar) göze alabiliyordu. Fakat, tüm bu titiz çalışma şimdiki zamanın “sorunları, ıstırabı, yaraları ve dertleri” hakkında düşünebilmek için yapılıyordu.
Burada mevzubahis olan şey, gerçek hayat deneyimine dayalı düşünme ile kitabi düşünme arasındaki fark. Kitabi düşündüğünüzde, kitaplar sizi başka kitaplara yönlendirir. Gerçek hayat deneyimine dayalı düşündüğünüz zamansa, kitaplar kişisel ve kolektif meselelerle yankılanır.
İnsan Foucault okuduğunda kendini daha bir güçlenmiş, akıllanmış, neşelenmiş hisseder – gelin görün ki onun yaptığı aslında işleri daha da karmaşıklaştırmaktır. Peki, bu nasıl mümkün olabiliyor? Sezgilerim bana şöyle diyor: Düşünmekten gelen neşenin, vardığınız sonuçların rahatlatıcı olmasıyla bir alakası yok; bu neşe daha ziyade belirli bir noktaya kendi başımıza erişebileceğimizi keşfetmekle alakalı. İnsanda kalıcı bir tesir bırakan bir deneyim bu: Kendimiz adına (ne olursa olsun) düşünmeye muktedir olduğumuzu bir kez ispat ettiysek eğer, demek ki bunu tekrar yapabiliriz.
“Öyle hakikat etkileri yaratmak istiyorum ki, henüz icat edilmemiş biçimlerde, tarif edilmemiş örgütlerde, kim dilerse onun tarafından yürütülebilecek bir savaş için kullanılabilsinler. Konuşmamın sonunda bu özgürlüğü, her kim onunla bir şey yapmak istiyorsa ona bırakıyorum.”
Teoriyi alet çantası olarak gören bir entelektüel (ki bu herhangi biri olabilir), bir guru, kâhin ya da rehber değildir; Foucault’nun “özgül entelektüel” olarak adlandırdığı kişidir. Özgül entelektüel, evrensel değerlerden ziyade somut durumların sözcülüğünü yapar. Takip edilmesi gereken çizgiler çizen kişi değil, ortaya serbestçe kullanılabilecek aletler koyan kişidir özgül entelektüel. Her şeyi bilen dış ses değil; bir mücadelenin gücünün sürdürülmesidir.
Çoğul Halde Düşünmek
1978’deki atölye çalışmalarında gerçekleşen tartışmalar “son derece politik” ti. Yine de Foucault “kültürel bir seferberlik”ten bahsetmeyi tercih etti. Neden? Bence, insanların görme ve düşünme biçimlerinde bir değişim gözlemlemişti. Kültürel ya da paradigmatik bir değişim. Peşinde olduğu “yeni politik hayal gücünün” belirli unsurlarına rastlamıştı.
Günümüzde Foucault’dan alabileceğimiz derslerden biri de şu: Küçükten büyüğe geçmekle ya da sokaklardan kurumlara (veya kurumlardan sokaklara) ‘sıçramakla’ politik düşünce olgunlaşmayacak; bunun için, kralın kellesini bir kalemde alarak, çoğul (halde) bir değişimi mümkün kılacak bir dil ve haritalar icat etmek gerekir.

Amador Fernández-Savater, Çeviri: Ayşe Boren, Elçin Gen
Kaynak: http://e-skop.com/skopbulten/foucaultdan-ders-cikarmak-yeni-bir-politik-hayal-gucu/2486

Editör’ün notu:
*Töz, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefi kavram. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan.

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

5 Ekim 2017 Perşembe

Marx'ın AKP ve Erdoğan Eleştirisi

Xezal-Nizam Karaağar (28.09.2014)

24 Şubat 1848’de başlayıp 2 Aralık 1851’e kadar devam eden ve Louis Bonapart’ın “Hükümet Darbesi”yle yeni bir evreye giren olaylar dizisi, Fransız düşün ve siyasal gözlemcilerini, fena halde şaşırtmış ve şaşkınlık her zamanki gibi, öfke ve teslimiyet gibi iki ayrı semptomu köpürtmüştü.


Victor Hugo, “Küçük Napolyon” diyerek, darbeye keskin bir nükte ile sövüp sayıyor, Prudhon “Hükümet Darbesi” broşüründe darbeden halkı sorumlu görüyor, burjuvazi, köylüler, zanaatkarlardan oluşan geniş bir kesim ise Bonapart’ı “büyük bir devrimci” olarak, coşku ile selamlıyordu.

Marx açısından her üç tutum da “Fransa’daki sınıf mücadelesinin, garip ve vasat bir adamın kahraman rolü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri” anlaşılır kılmadığı için yanlıştı ve devrimci mücadele ve direniş açısından bir anlamı olamazdı. Çünkü bu tutumlar, öfkeli bir küfürbâzlık, suçlayıcı bir gerekçecilik ve garip bir teslimiyetin fasit dairesi içindeydi.

Marx, ilkin Fransız Tarihi’ni yeniden incelemeye girişir. Özellik 1789’dan Napolyon Bonapart’ın kendisini İmparator ilan ettiği 1804’e kadarki süreci didik didik eder. Marksistlerin aksine Marx’ın elinde hiç bir zaman her olayı şipşak çözen sihirli bir formül olmamıştır. Yöntemindeki eleştirellik, diyalektik süreklilikler ve kopuşlar biçiminde, kendisini sürekli yeniler.

Engels ile birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’ndeki “alt yapı/üst yapı” analizlerinde indirgemecilikten, “Komünist Manifesto”daki, coşku dolu devrim çağrısı ve polemiklerden kaçınmaya başlar. Marx’ın Bonapartizm eleştirilerini içeren “18. Brumaire” i, sadece Hugo ve Prondhon’a dönük değil kendisinin daha önceden yaptığı analizlere dönük eleştiriler de içerir. Bu nedenle “Louis Bonapart ve 18 Brumaire”, sosyalist siyasetin imkânlarını, ufuk, derinlik ve süreklilik açısından, büyüten, kilometre taşlarındandır.

1848 Devrimi’nin dramatik yenilgisinin ardından, Louis Bonapart 10 Kasım 1848’de 7.8 milyon oyun 5.5 milyonunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Ne var ki, Parlamento ve en yüksek temsil gücünü elinde bulunduran “Düzen Partisi”, İkinci Cumhuriyet’in sınırlayıcı eski statükosundan beslenen kanunlar, Bonapart ile bu güçler arasında bir çatışmaya yol açar. Anayasa gereği Cumhurbaşkanları dört yılda bir ve sadece bir kereliğine seçilebilirler. Cumhurbaşkanlığı’nın görev süresi azaldıkça gerilim yükselir ve 2 Aralık 1851’de bir darbe ile Bonapart rejime İmparator olarak el koyar. Haliyle, günümüzde “Bonapartizm” olarak bilinen siyasal yöntem, aynı anda; seçimi, temsili, darbeyi, anayasayı parlamentoyu, otoriterliği içeren bir bütünlüğe sahiptir.

Büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı olan Bonapart, darbe yaptığında da geniş bir kesim tarafından “düzenin (statükonun) gerici güçlerini tek başına alt eden” bir Devrimci olarak alkışlanır. Marx buna itiraz eder ve Bonapart’ın aslında bir Karşı-Devrimci statükonun sürdürücüsü olduğunu göstermeye koyulur. Marx açısından ilk sorun, sadece burjuvazinin değil, Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’da, iktisadi açıdan en alt katmanlar olarak, devrimci cephenin en ön saflarında konumlandırılan kesimlerin, nasıl bir despota bel bağladıklarını açıklamaktır. Haliyle, 18. Brumaire’de Marx’ın öncelikli amacı, yapısal üretim ilişkileri içerisindeki konumu itibariyle devrimci komünizmi desteklemesi gereken toplumsal kesimlerin bile nasıl bir despota bel bağlayabildiklerini göstermektir. Ayrıca Bonapart gibi despot bir diktatörün rejimine duyulan inanç biçimde ortaya çıkan siyasal istikrar arzusunun altında, kapitalist bir toplumda ekonomik istikrara duyulan ihtiyacı keşfeder. Burjuvazi kadar köylüler, küçük işletmeciler, orta boy üreticiler, zanaatkarlar, işsizler de Bonapart’ı çıkarlarına uygun bir model olarak selamlarlar. Başka deyişle, 18 Brumaire, siyasal bir rejim ile iktisadi bir rejimin, her biri diğerini koşullandırmak suretiyle, karşılıklı olarak kuruluşunu inceler. Bu inceleme, dogmatik mantığın konformist beklentilerini karşılayacak biçimde, “ezen-ezilen” politik kamplaşmasını, otomatik olarak ön plana çıkartmaz.

Bu, metafizik sırlar ve maddi araçlarla dolu politik tabloya “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını” itiraf etmekle sorun çözülmez diye itiraz eden Marx şöyle der:

Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır birşey değildir. Şeyleri bu biçimiyle sunmak sorunu çözmez, ancak başka bir biçimde ifade etmiş olur. 36 milyonluk bir ulusun nasıl olup da üç dolandırıcı tarafından gafil avlandığı ve direnç göstermeden tutsak alındığı, açıklanması gereken birşey olarak kalır.

Amca Napolyon’un durumu bir trajedi iken yeğen Bonapart’ınki ise komedidir. Marx Bonapart’ı “komedyen” ilan ederken, hicvin ciddiyetinden faydalanır, basitleştirmesinden değil. Bonapart, 20. yüzyılda ve günümüzdeki tüm despotların, diktatörlerin protipini oluşturuyordu. 18 Brumaire’de Marx, bu olaylar ile temsili parlementer sistem arasında doğrudan bir ilişki kurar.

Demokratik temsilcilerin hepsinin gerçekten de dükkân sahibi oldukları ya da dükkân sahiplerini ateşli bir şekilde destekledikleri de pek söylenemez. Gökyüzü yeryüzünden ne kadar uzaksa, bu temsilciler de eğilimleri ve bireysel korumları itibariyle onlardan o kadar uzak olabilirler... Burjuvazinin sözcüleri, yazar çizerleri, platformu ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ve burjuvazinin kendisi, temsil edilenler ile temsilciler birbirine yabancılaşmışlardı ve artık birbirilerini anlamıyorlardı.

Marx açısından Bonapart sorunu

Devasa bürokratik ve askeri örgütlenmesiyle, geniş ve suni devlet çarkıyla, sayıları yarım milyonu bulan bir sürü memuruyla ve yine yarım milyonluk ordusuyla bu yürütme gücü, Fransız toplumunun gövdesini bir ağ gibi sarıp onun tüm gözeneklerini tıkayan bu devlet verici asalak yapı”sıyla bir devlet iktidarı sorunuydu.

“Çünkü” diyordu Marx

Devlet kendini ancak ikinci Bonapart zamanında tamamen bağımsız kılmış gibi görünüyordu. Devlet çarkı, sivil topluma karşı olarak, kendini baştan aşağı sağlamlaştırmıştı.



Victor Hugo, Proudhon ve Saint Simoncular, Bonapart’ın meclise girişini ve temsili demokrasi ile cumhurbaşkanı olmasını desteklemiş, peşinde gelen “Bonapart’ın darbeci, diktatöryel” yönlerini görünce bu kez hayal kırıklığı içinde, nükteli küfürlere ve toplumu suçlayan garip tavırlara sürüklenmişlerdi. Marx açısından bu savrulmanın nedeni, devletin özellikle kriz aşamalarında, neleri başarma gücüne sahip olduğuna dair “gizemin” çözülmemiş olmasıdır.

18 Brumaire, Marx’ın Kapital’e zihinsel hazırlığı gibidir. 18 Brumaire’den Kapital’e Marx’ın eleştirel düşünce dünyası, kapitalizmin, heterodoks, kaotik, süreklilikler ve kopuşlara dayanan evrenine, yepyeni bir bakış açısı kazandıracaktır.

Marx’a göre (1850’lerden sonraki fikirlerinde) Kapitalizmin kökeninde bir üretim faliyeti olarak ekonomi değil, “tefeci ve tüccar sermayesine dayalı olan kamu kredi sistemi vardır ve manifaktür çağı boyunca bütün Avrupa’yı sarmıştır.” Kapitalizm henüz bir üretim sistemi olarak belirmeden önce, devlet aygıtına yerleşmiş ve hukukun yardımıyla manifaktür üzerinden peyderpey üretime nüfuz etmiştir. Marx’ın sosyalizme doğru ilk adımını Hegel’in Hukuk ve Devlet Felsefesinin Eleştirisi ile atması, bu perspektiften bakıldığında son derece anlaşılırdır.

Tefeci ve tüccar sermaye, devlet eliyle, sanayi ve banka sermayesine dönüşecek ve 1870’ler sonrasında betimlendiği şekliyle değil, her aşamada hem iç içe hem de çatışma halinde olacaktır. Bu iki sermaye türünün ilişkileri lokal değil diyalektiktir. Devlet eliyle banka ve sanayi sermayesi olarak meşruiyet ve resmiyet kazanan bu iki sermaye, siyasal yapıları ve bu siyasal yapıların sermaye ile ilişkilerini, dogmatik anlatılarla şablonların ötesine taşıyacaktır.

Marx’a göre ulusal zenginlik denilen modern verinin halkın mülkiyetinde olan yegane kısmı, devlet borçlarıdır. Bundan dolayı, bir halk ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur diyen modern doktrin zorunlu bir sonuçtur... Kamusal borçlanma, bir sihirbaz değneği gibi, başı boş duran paraya bir çoğalma gücü kazandırır ve onu sermayeye çevirir; hem de bunu sanayi ve hatta tefecilik alanına yatırılması halinde paranın katlanmak durumunda kalabileceği zahmet ve risklere maruz bırakmaksızın yapar. Devletin alacakları gerçekte hiçbir şey vermezler; çünkü borca dayalıdırlar. Devlet borçları, desteklerini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulduğu için, modern vergi sistemi, ulusal borçlanma sisteminin zorunlu tamamlayıcısı olmuştur... Marx, bu konuda Montesquieu'den bir alıntı yapar; "Moğollar Avrupa'yı bugün istila etselerdi, onlara, bizdeki finansçının ne olduğunu anlatmak güç olurdu"

Bu anlatı, iç pazarı, dünya pazarını, devleti, en milliyetçi olanının dahi neden küresel sermayeye bağımlı olduğunu, burjuvazinin nefret etse bile istikrar için mecburen Bonapartlara itaat ettiğini, toplumun "ulus ya da sınıf" formlarıyla sisteme entegre edildiğini, mit ile rasyonalizmin aynı şeyi birlikte yüceltip aynı anda lanetlediğini ya dinsel bir ideoloji ya da dinselleşmiş bir dünya dininin yaratıldığını... açıklar.

"Küçük Napolyon"

Sıradışı yönleri yok muydu Bonapart'ın? Vardı şüphesiz. Amcası Waterloo Savaşı sonrası St. Helena adasına gönderilince, Bonapart soyadı için Fransa, tekin bir yer olmaktan çıkmıştı. Bonapart önce İngiltere peşinden Amerika'ya sürgün edilmişti. 1848'in çalkantılarından uzakta kalmış ve bir prensten ziyade, bir yurttaş olarak dönmüştü Fransa'ya. İç savaşı dışardan izleyen birisi olarak, tüm kesimlerin arzularını ve zaaflarını gözlemleme fırsatı bulmuştu. Ve bunu kurnazca istismar edecekti. 10 Kasım 1848 seçimlerinde kayıtlı seçmenlerden (7,5 milyon) 5,5 milyonunun oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçildi. En yakınındaki aday 1.5 milyonda kalmıştı. Devrimcilerin barikat savaşlarında parçalanarak yıktığı statükonun üstünde, gerçek bir bedel ödemeden Cumhurbaşkanı olarak yükselmişti. Parlamento ve yasaları daha ilk andan itibaren önünde engel olarak görmeye başlamıştı. Anayasa'ya göre ikinci kez seçilmesi imkânsızdı. Yeni seçim tarihi yaklaştıkça, gerilim artıyordu. Nihayetinde, bu gerilim 2 Aralık 1859 darbesiyle son buldu ve Louis Bonapart, 3. Napolyon olarak Fransa'ya el koydu. Çokluğun Cumhuriyet'i bir imparatorun şahsında diktatörlüğe dönüşmüştü. "Küçük Napolyon"un tasfiye ettiği İkinci Cumhuriyet ise, 1848 Devrimi’nin yozlaşmış dönüşümüydü. Yeni bir Cumhuriyet’ten çok restorasyondu.

İmparator olur olmaz, kesenin ağzını açtı, kendini destekleyenlere yüksek sübvansiyonlar sağladı. Başta Paris olmak üzere, Fransa'nın belli başlı şehirlerini günümüzün diliyle "Kentsel Dönüşüm"e tabi tutarak, birer inşaat sahasına çevirdi. Amcasına göre epey uzun ve iri sayılırdı, Paris'i bu büyüklüğünü belirginleştirecek heykellerle doldurdu.

İmparatorluk Vizyonu ile Fransız Halkı'na eski günlerdeki gibi "şahlanma" ve "Avrupa’nın yeniden büyük gücü" olma vaadinde buunuyordu. Kendi rejiminin temel ekonomik direğini oluşturan Crédit Mobillerin aşırı spekülasyonlar sonucu yaşadığı krize rağmen, Mısır'daki Süveyş Kanal'ı için yüksek paralar harcamaktan geri durmuyordu.

Stratejik Dış Politika vizyonuyla amcasının hayallerini gerçekleştirmeye çalıştığında ise, Fransa'nın neredeyse başı belaya giriyordu. İtalya politikasından dolayı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla, Polonya Meselesi’nden dolayı Rusya ile, Meksika sorunundan dolayı ABD ile, Alsace-Lorraine'den dolayı Prusya ve Amcası'nı taklit girişimlerinden dolayı İngiltere ile karşı karşıya gelmişti. Çağdaşı Bismarck için politika "güç ile amaç arasındaki geometrik uyumdan" ibaretti, Napolyon için ise geçmişten gelen Büyük Fransa vizyonuydu. 1870'te Prusya karşısında ağır bir yenilgi aldığında, bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenecekti. Bismarck, Prusya Devleti'ni Paris'in Versailles Sarayı'nda Alman İmparatorluğu olarak ilan ettiğinde 3. Napolyon'un stratejik vizyonu, stratejik bir felç olarak, Fransa'nın felaketi olacaktı.



KAYNAKLAR

1 Marx, Louis Bonapart 18 Brumaire.

7 Marx-Kapital 1. çev: Mehmet Selik - Mail Saz.


Birikim