Translate

30 Haziran 2021 Çarşamba

Popülist sağın neoliberal kökleri

Medyada büyük çoğunluk, popülist sağı neoliberalizme karşı bir tepki olarak tanımladı fakat her ikisi de eşitlik tehdidine karşı toplumsal hiyerarşileri savunma projesinin ortak köklerini paylaşırlarSon on yılın ikinci yarısı hakkında, sağ popülizmi neoliberalizm denilen şeye karşı bir taban tepkisi olarak açıklayan inatçı bir hikâye var. Neoliberalizm sıklıkla piyasa köktenciliği olarak tarif ediliyor, ya da gezegenin üzerindeki her şeyin bir fiyat etiketi olduğu, sınırların eskidiği, dünya ekonomisinin ulus devletlerin yerini alması gerektiği ve insan yaşamının bir kazanmak, harcamak, borç almak ve ölmek çevrimine indirgenebileceği inancı olarak.

‘Yeni’ sağ ise tersine, halka, ulusal egemenliğe ve kültürün önemine inandığını iddia ediyor. Ana akım partiler desteklerini kaybederken, kendi çıkarları için neoliberalizmi teşvik eden elitler ektikleri eşitsizlik ve demokratik güçsüzleştirmenin meyvelerini topluyor gözüküyorlar.

Ama bu hikâye yanlış. Daha yakından bakarsak görürüz ki yükselen sağın önemli fraksiyonları, aslında, neoliberalizmin mutasyona uğramış nesilleridir. Nihayetinde, Birleşik Devletler’den Britanya’ya ve Avusturya’ya kadar ‘sağ popülist’ adı verilen partiler, ekonomik küreselleşmenin canına okumak için gönderilmiş intikam melekleri gibi davranmadılar. Maliyeyi dizginlemek, iş güvenliğinin altını çağını restore etmek veya dünya ticaretini sonlandırmak için planlar sunmadılar.

Genel olarak, popülist adı verilenlerin özelleştirme, deregülasyon ve vergileri kırpma çağrıları son otuz beş yıldır dünya liderleri tarafından paylaşılan kitaptan alınmadır.

Ama daha da temelli olarak, neoliberalizmi her şeyin cehennemî bir hiper-piyasalaştırması olarak anlamak hem muğlak hem de aldatıcıdır.


Pek çok ülke tarihinin şimdi gösterdiği gibi, devletleri olmayan bir kapitalizm vizyonu hayalinden çok uzakta, (‘neoliberalizm’ terimini 1950’lerin tarifi olarak kullanan) Friedrich Hayek’in kurduğu Mont Pelerin Derneği etrafında toplanan neoliberaller son yüz yılda, demokrasiyi yok etmeden kısıtlamak için devletin nasıl yeniden tahayyül edilmesi gerektiği ve ulusal ve uluslar-üstü kurumların rekabeti ve değişimi korumak için nasıl kullanılabileceği üzerine düşündüler.

Neoliberalizmi kapitalizmi kurtarmak için devletin takımlarını yenileme projesi olarak görmeye başladığımız zaman, sağın popülizme karşı olduğu varsayımı dağılmaya başlar.

Hem neoliberaller hem de yeni sağ eşitlikçilikle, küresel ekonomik eşitlikle ve ulus-ötesi dayanışmayla alay ederler. Her ikisi de kapitalizmi kaçınılmaz görür ve yurttaşları üretkenlik ve verimlilik standartları açısından yargılarlar. Belki de en dikkat çekici olan, her ikisinin de aynı kahramanlar tapınağından beslenmeleridir. Neoliberal-popülist bölünmesinin her iki cenahının da ikonu olan Hayek bunun en iyi örneğidir.

2018’de Marine Le Pen’le birlikte Fransız Front National’in (Ulusal Cephe) parti kongresinde konuşan, kendisini popülist olarak tarif eden Steve Bannon ‘kurulu düzen’i ve ‘küreselleşmeciler’i mahkûm ederken, konuşmasını Hayek’in köleliğe giden yol metaforu üzerine kurdu ve böylece efendisinin isminin otoritesini çağrıştırmış oldu.

Bannon ondan bir hafta önce Zürih’te yine Hayek’ten bahsederek onu yardımına çağırdı. İsviçreli sağcı Halk Partisi politikacısı, gazete sahibi ve Friedrich Hayek Derneği üyesi Roger Köppel’in davetinde yapmıştı bunu. Köppel, Bannon’u gazetesi Wirtcschaftswoche’nin ilk sayısında tanıtmış, gazetenin adının ‘1933’ten’ -o zaman gazete Nazilerin iktidarı ele geçirmesini desteklemişti- alındığını fısıldamıştı (sotto voce).

Bannon cüretkâr konuşmasında, “Bırakın size ırkçı desinler, bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın sizin için yerli halkın çıkarlarını koruyor desinler. Onu bir şeref madalyası olarak taşıyın” dedi. Popülistlerin amacının, hisse sahiplerinin değerini maksimize etmek değil “yurttaşlık değerini maksimize etmek” olduğunu söyleyerek devam etti. Bu neoliberalizmin reddinden çok ekonomik mantığın kolektif kimliğin kalbinde derinleşmesiydi. Popülistler insan sermayesinin neoliberal fikrini bir kenara itmekten çok onu ulusal kimlikle birleştiriyorlardı: Volk (halk) sermayesi diskuru.

Bannon Avrupa’dayken, daha önce Goldman Sachs’ta danışman olan, sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) iki başkanından biri ve 2021’e kadar Hayek Derneği’nin üyesi olan Alice Weidel ile de tanıştı. Bir diğer AfD üyesi, daha önce bir liberteryen blogcu, altın danışmanı ve Bavyera’daki Amberg’in Bundestag’taki (Alman parlamentosu) temsilcisi ve bütçe komisyonunun başkanı Peter Boehringer de yine bir Hayek Derneği üyesidir.

Eylül 2017’de, Bannon eski yayın organı Breitbart’ta, AfD’nin lider yardımcısı ve bir diğer Hayek Derneği üyesi Beatrix von Srorch ile bir mülakat yayımladı. Beatrix von Storch, Hayek’in, onun ‘aileyi rehabilite etmek’ taahhüdüne ilham verdiğini anlattı. Komşu Avusturya’da, sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin Avusturya Halk Partisi ile kısa süren koalisyon ortaklığının müzakerecisi olan Barbara Kolm, hem Honduras’ta resmi devlet kontrolünün dışında regülasyonsuz özel bir bölge yaratma girişiminin yönetim kurulunda olan Viyana’daki Hayek Enstitüsü’nün direktörü hem de Mont Pelerin Derneği’nin üyesiydi.

Son birkaç yıldır şahit olduğumuz şey, zıtların çarpışmasından çok, kapitalist kampta serbest piyasayı canlı tutmak için ne yapmak gerektiği hakkındaki uzun zamandan beri içten içe kaynamakta olan anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasıdır. İroniye bakın ki, küreselci denilenlerle popülistler arasındaki bölünme ilk önce 1990’ların başında patlak verdi -tam da pek çok kişinin neoliberal fikirlerin dünyayı fethettiğini iddia ettiği bir anda.


Neoliberalizm nedir?

Neoliberalizm sıklıkla bir dizi çözüm önerisi olarak anlaşılır, maddeler halinde hazırlanmış, sosyal dayanışma ve refah devletini yok etme planı.

Naomi Klein, felaket zamanlarında dalıp baskın yaparak kamu hizmetlerinin bağırsaklarını deşip satan ve kontrolü devletlerden alıp büyük şirketlere veren bir ‘şok doktrini’ olarak tarif ediyor.

1989’da ekonomist John Williamson’ın tarif ettiği Washington Konsensüsü neoliberal çözümcülüğün en meşhur örneğidir: gelişmekte olan ülkelerde vergi reformundan ticaretin liberalleştirilmesine, özelleştirmelere kadar on maddelik yapılması gerekenler listesi.

Bu perspektiften bakılınca neoliberalizm bir tarifler kitabı, her derde deva bir ilaç, bütün bedenlere uyan cinsinden bir koca karı ilacı olarak görünebilir.

Ancak, neoliberallerin kendilerinin yazdıkları, farklı bir resim sunmaktadır; ve sağın siyasal görünümlerinde açığa çıkan çelişkilere anlam verebilmek için tam da buraya bakmalıyız. O zaman keşfediyoruz ki neoliberal düşünce çözümlerle değil problemlerle doludur.

Yargıçlar, diktatörler, bankerler veya iş insanları ekonomik düzenin vasileri olabilirler mi? Kurumlar inşa edilebilirler mi veya büyümeli midirler? Sıklıkla görülen zulümlerine rağmen piyasalar halk tarafından nasıl kabul görebilir?

Son yetmiş yıldır neoliberalleri en çok kaygılandıran problem kapitalizm ve demokrasi arasındaki dengedir. Evrensel oy hakkı ile cesaretlenen kitle hareketlerinin oylarını daha fazla talebe cevap vermeleri için politikacılara ‘şantaj yapmak’ için kullanması, böylece devlet bütçesinin boşalması ve işleyen piyasa ekonomisini yolundan çıkarmakla tehdit etmesi demekti. Pek çok neoliberal demokraside, tevarüs edilmiş, sosyalizm lehine bir önyargı olduğundan korkuyorlardı.

Hangi kurumların kapitalizmi demokrasiden koruyacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bazıları altın standardına dönüşü savunurken, diğerleri paranın serbestçe dalgalanmasını ileri sürdü. Bazıları kuvvetli anti-tröst politikalar için mücadele etti, diğerleri tekellerin bazı biçimlerini kabul ettiler. Bazıları fikirlerin özgürce dolaşımını düşündü, diğerleri kuvvetli entelektüel mülkiyet haklarını savundu. Bazıları dini liberal bir toplumun gerekli koşulu olarak düşünürken, diğerleri onu vazgeçilebilir olarak gördü.

Pek çoğu geleneksel aileyi temel ekonomik ve sosyal birim olarak gördü. Bazıları neoliberalizmi doğru anayasa meselesi olarak görürken, diğerleri anayasayı demokrasi içinde [mümkün] gördüler -hafızalardaki cinsiyete dair bir metaforu kullanırsak- ‘anahtarının taşıyıcısının ulaşabileceği yerde olduğu bir bekaret kemeri’.

Tek önemli iç çatışma, erken 1960’larda, hareketin öncü düşünürlerinden birinin, sosyal piyasa ekonomisinin babası denilen Alman ekonomist Wilhelm Röpke’nin [harekete] yabancılaşmasıyla meydana geldi.

Röpke’nin ortak Batı kültürünü ve mirasını işlevsel bir kapitalist toplum için ön koşul sayan diğer neoliberallerle ayrılığı, onun Güney Afrika’daki Apartheid’ı kuvvetle savunduğu ve biyolojik ırkçılığı kabul ettiği bir zamana rastladı ve daha sonraki çatışmaların habercisi oldu.

1960’larda beyaz olmanın açıkça kucaklanması uç pozisyonken, daha sonraki onyıllarda neoliberalleri bölmek için geri dönecekti.

Bazıları yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını neoliberalizm -açık sınırlar felsefesi- ile birleştirmeyi bir çelişki olarak görebilir, ama bir erken neoliberal çıkışın mekânında durum böyle değildi: Thatcher’ın Britanya’sı.

Faşist Avusturya’dan gelmiş bir göçmen olarak Britanya yurttaşlığı almış olan Hayek, 1978’de başbakan olacağı seçimlerden önce, Thatcher’in ‘göçe son’ çağrısını destekleyen bir dizi başyazı yazdı.Argümanını sunmak için, 1899’da dünyaya geldiği Viyana’ya geri gitti ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’dan gelen “yüksek sayıdaki Galiçyalı ve Polonyalı Yahudinin” yarattığı zorlukları ve kolaylıkla entegre olmayı başaramadıklarını anlattı.

“Acı ama gerçek ki” diye yazdı Hayek, “modern insan ilke olarak aynı kuralların herkese uygulanması gerektiği idealini ne kadar çok benimsese de aslında sadece kendisine benzer olanlar için [geçerli] olduğunu kabullenir ve yavaş yavaş sadece kendisi gibi olduklarını kabul ettiklerinin sınırını genişletmeyi öğrenir.”

Henüz mutlak olmamakla beraber, bu Hayek’in 1970’lerdeki işleyen bir piyasa düzeni için ortak bir kültür ve grup kimliğinin gerekliliği önerisinden, daha önce neoliberal bir toplum için düşünülen -hukukun üstünlüğü altındaki her yerde evrenselci insan nosyonuna dayalı-şablondan bir dönüştü.

Bu yeni kısıtlamacı tutum, özellikle, Amerikalılardaki liberteryen eğilimlerle kıyaslandığında her zaman Muhafazakârlara meyleden, Britanyalı neoliberallerle rezonans halindeydi. Beyaz olmayan göçmenlere daha muhalif birini bulamayacağınız Enoch Powell’ın* Mont Pelerin Derneği’nin üyesi olduğunu ve bazı toplantılarında konuşma yaptığını unutmayalım.

1970’lerin yeniliklerinden biri, Hayek’in muhafazakâr değerler retoriğinin yeni bir felsefenin -kendisinin daha önce ilgi duyduğu sibernetik, etoloji ve sistem teorisi ile karışmış sosyo-biyolojinin- etkileri ile birleştirilmesiydi. Sosyo-biyoloji 1975 yılında Harvard’lı biyolog E.O.Wilson’ın yazdığı bir kitabın başlığında anılmıştı. Buna göre bireysel insan davranışı hayvanlar ve diğer organizmalarınkiyle aynı olan evrimsel mantıklara göre anlaşılabilirdi. Hepimiz kendi genetik malzememizin yeniden üretimini maksimize etmek peşindeyiz. İnsanlardaki özelliklerin kaderi de aynı yolla anlaşılabilir: seçilim baskıları daha az yarayışlı özellikleri ayıklarken daha yarayışlı olanlar çoğalır.

Hayek’in dikkati sosyo-biyolojinin içgörülerine takılmıştı ama genlere aşırı vurgusunu sorguladı. İnsandaki değişimin “kültürel evrim” adını verdiği süreçlerle daha iyi anlaşılabileceğini önerdi. Amerikan muhafazakarları 1950’ler ve 1960’larda, William F. Buckley’in dergisi National Review’un etrafında, piyasa liberteryenliği ve kültürel muhafazakarlığın bir “birleşimciliğini” teşvik ederken, Hayek’in bilime açılması nihayetinde evrimci biyoloji, kültürel antropoloji ve hatta yeniden canlandırılan ırk biliminden gelişigüzel ödünç almalar için kavramsal mekân sunan yeni bir birleşimcilik yaratacaktı. Gelecek onyıllarda, neoliberalizmin özellikleri defalarca neo-natüralizmin özellikleriyle birleştirileceklerdi.

Hayek 1980’lerin başında, gelenekten “iyi toplum”un gerekli bir malzemesi olarak bahsetmeye başlamıştı. 1982’de, Heritage Foundation’un önünde, sağlıklı piyasa toplumlarının temeli olarak “bizim ahlaki mirasımız”dan bahsetti. 1984’te, “içinde sadece aklın değil, ama akıl ve ahlakın eşit ortaklar olarak yaşamlarımızı yönettiği, ahlaklara dair hakikatin sadece modern medeniyetin ahlaklarını yaratan Hıristiyan Batı’daki tek ahlak geleneği olduğu bir dünyaya geri dönmeliyiz” diye yazdı.

İma edilen şey açıktı. Bazı toplumlar kişisel sorumluluk, maharet, akılcı eylem, uzun süreçler yerine kısa zaman tercihi gibi kültürel özellikler geliştirmişlerdi, diğerleri bunu yapamamıştı.

Bu özellikler kolaylıkla ithal edilemeyecekleri ve nakledilemiyecekleri için, kültürel olarak daha az gelişmiş olan toplumların -diğer bir deyişle, gelişmekte olan dünyanın- Batı’yı yakalayabilmek için uzun bir dağılma süreci deneyimlemesi gerekecekti, sonuca ulaşılabileceğine dair bir garanti de vermiyordu.


Irk ve ulus

1989’da tarih müdahale etti ve Berlin Duvarı çöktü. Önceden görülmeyen bu olayın devamında, kapitalizmin kültürlerinin nakledilip nakledilemeyeceği veya organik olarak büyüyüp büyüyemeyeceği sorusu da bağlantılı olarak ortaya çıktı. Geçiş bilimi (Transitionology), sosyal bilimciler eski komünist toplumları kapitalist yapma problemini kendilerine görev edinirken yeni bir alan haline geldi.

1991’de, George H. Bush tarafından fikirleri “dünyanın gözleri önünde doğru çıkan” bir vizyoner olduğu için Hayek’e Başkanlık Özgürlük Madalyası verildi. Aklınıza neoliberallerin 1990’ların geri kalan zamanını kendilerini kutlayarak, Doğu Avrupa’nın üniversiteleri ve kütüphanelerinde gösterime çıkacak olan Mises† heykellerini parlatarak geçirdikleri gelebilir. Ama doğrusu tam tersiydi. Hatırlatalım ki, 1930’lardan beri neoliberallerin baş düşmanı Sovyetler Birliği değil Batı’daki sosyal demokrasiydi. Komünizmin çöküşüyle gerçek düşmanın yeni alanlara yayılabilme potansiyeli var demekti. Mont Pelerin Derneği başkanı James M. Buchanan’ın 1990’da söylediği gibi, “sosyalizm öldü ama Leviathan‡ yaşıyor”.

Neoliberaller için 1990’lar üç büyük endişe getirdi. Birincisi, yeni özgürleşmiş komünist blokun bir gecede sorumlu piyasaya dönüşmesi beklenebilir miydi ve bunu yapmaları için ne gerekiyordu? İkincisi, Avrupa’nın giderek sıkılaşan entegrasyonu neoliberal bir kıtanın müjdecisi miydi yoksa refah politikalarının, işçi haklarının ve yeniden dağılımın süper devletinin ölçeği mi büyüyecekti? Ve nihayet, değişen demografi -yaşlanan beyaz nüfus ve onunla eşleşen büyüyen beyaz olmayan nüfus. Belki bazı kültürler -ve hatta bazı ırklar- piyasanın başarısına daha yatkınken diğerleri değil midir acaba?

1990’lı yıllar neoliberal kampta AB ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulus üstü kurumlar ve uluslararası yatırım yasasına inananlarla -bunlara küreselciler diyebiliriz- neoliberal sonuçlara en iyi şekilde ulusal egemenliğin ulusa geri dönmesiyle -hatta ayrılmış daha küçük birimlere- ulaşılabileceğini düşünenler arasındaki çatlakla başladı. Böyle bir yan yana duruşun Brexit kampanyasını yürüten popülistlerle liberteryenlerin uzun zamanlar süren birlikteliğinin temelini sağladığı söylenebilir.

Hayek’in kültürel evrime dair fikirlerinin etkisinin giderek büyümesi ve sinirbilimiyle evrimci psikolojinin artan ana akım popülaritesi ayrılıkçı kamptaki pek çok kişinin daha katı (kesin sonuçlu) olan bilimlere dönmelerine yol açtı. Bazılarına göre, piyasa düzeninin temellerini aramak “beynin daha derinlerine gitmeyi” gerektiriyordu, Mont Pelerin Derneği üyesi Charles Murray’nin 2000’deki bir makalesine verdiği başlıktaki gibi.

2008’i takip eden krizler neoliberallerin iki kampı arasındaki gerilimleri kafa kafaya getirdi. 2015 yılında bir milyonun üstünde sığınmacının Avrupa’ya gelişi, kazanma şansı yüksek, yabancı düşmanlığı ile serbest piyasa değerlerinin birleşimi olan yeni bir politik hibrit için fırsat yarattı. Ama, sağda neyin yeni olduğu ve neyin geçmişten miras alındığı konusunda gözü açık olmak gerekiyor.

Sağcı Brexit kampanyası, örneğin, Thatcher’ın kendisinin attığı temeller üzerinde yükseliyordu. 1988’de Bruges şehrindeki ünlü bir konuşmada Thatcher, şöyle demişti: “Britanya’da devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa süper devletinin Brüksel’de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir.”

Konuşmadan (ve kendisine asalet unvanı veren kadından) ilham alan Mont Pelerin Derneği’nin eski başkanı, Ekonomik İşler Enstitüsü’nden Lord Ralph Harris ertesi yıl Bruges Grubu’nu kurdu.

Bugün, Bruges Grubu’nun web sitesi gururla, “Avrupa Birliği’nden ayrılmayı sağlayacak oyları kazanmak için entelektüel savaşın başını çekmiş olduğunu” iddia ediyor. Bu olayda, popülist denilenler doğrudan neoliberal saflardan geldiler.


Brexitçiler ulusu överken, Almanya ve Avusturya’da doğaya çağrı bariz bir şekilde görünüyor. Belki de yeni birleşimcilik hakkında en çarpıcı olan şey piyasa hakkındaki neoliberal inançları sosyal psikolojiye dair şüpheli iddialarla harmanlama biçimi. Zekâ takıntısı özellikle dikkate değer. “Kognitif sermaye” terimi genellikle Fransız ve İtalyan Marksist teorisyenler ile ilişkilendirilirse de, Charles Murray gibi neoliberaller, zekâdaki kısmen kalıtsal olan, IQ olarak niceliklendirilebilecek grup farklılıklarını tarif etmek için 1994’teki The Bell’e kadar geriye gidecek bir zamandan beri kullanmaktalar.

Hayek Derneği’nin kurucusu olan (ve 2012’de Hayek Madalyası’nı alan) Alman sosyolog Erich Weede ekonomik büyümenin ilk belirleyicisi olarak zekâyı anlamak için ırk teorisyeni Richard Lynn’i takip ediyor. Alman Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’e göre ulusların servetleri ve yoksullukları tarih ile değil nüfuslarının inatçı nitelikleriyle açıklanır; Sarrazin’in Germany Does Itself In (Almanya Kendini Tüketiyor) başlıklı kitabı Almanya’da 1,5 milyon sattı ve AfD gibi İslamofobik partilerin başarısına payanda oldu. Almanya’ya Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçe IQ temelinde karşı çıkarken Sarrazin de Lynn ve diğer zekâ araştırmacılarına referans veriyor.

Sağcı neoliberaller Volk Capital (Halk Sermaye) nosyonuyla ülkelere averaj zekâlar atfederler ve bunu öyle bir yolla yaparlar ki, ‘insan sermaye’ kavramını kolektifleştirir ve kalıtsal kılarlar. İstatistiksel olarak yakalanamayan değerler ve geleneklere dair imalar eklerler ve bir ulusal öz, ulusal karakter dilinin gölgeli alanına girerler.

Neoliberalizmin yeni birleşimciliği ve neo-doğalcılığının sunduğu dil piyasanın pan-hümanist evrenselciliğini değil, kültür ve biyolojiye dayalı parçalara ayrılmış bir dünya görüşünü sunar.


İnsan doğasının bu yeni vizyonunun sonuçları popülist partilerin ötesine, alt-right (internette örgütlenen, ırkçı, cinsiyetçi, antisemitik, beyaz üstünlükçü hareket; -ç.n.) ayrılıkçılığına, kimlikçilik (pan-Avrupacı aşırı sağ ideoloji, Avrupalıların ve onların soyundan gelenlerin sahip olduğu iddia edilen kültür ve topraklara aidiyetini savunmak; ç.n.) ve beyaz milliyetçiliğine kadar uzanıyor.


Daha az kırılma daha çok devamlılık

Neoliberallerin hepsi kültür ve ırk gibi dışlayıcı kavramlara doğru dönüş yapmadılar. Bazıları Hayek ve Mises’in kozmopolitan mirasının hoşgörüsü olmayan yabancı düşmanları tarafından ele geçirilmesi olarak gördükleri bu duruma karşı harekete geçiyorlar. Ama bazen protestolarının hiddeti kapıyı tutmuş popülist barbarların aslında kalenin içindekiler tarafından beslendiği gerçeğini örtüyor.

Çarpıcı bir örnek 1990’larda, komünizm sonrası Çek Cumhuriyeti’nde maliye bakanı, başbakan ve başkan olarak neoliberal hareketin sevgilisi olmuş olan Vaclav Klaus’tur. Klaus geçiş döneminde şok terapisinin savunucusu, Mont Pelerin Derneği üyesi ve toplantılarının konuşmacısıydı. Hayek’i kişisel bilgesi olarak gördüğünü söylemişti. 2013’te, Klaus Cato Enstitüsü’nde kıdemli hoca oldu, F.A.Hayek Amfisi olan Enstitü kozmopolitan liberteryanizmin kalesiydi.

Ama Klaus’un siyasal yolculuğuna bakın. 1990’larda, geçiş momentumunda, kuvvetli devletin ordoliberal (istenilen sonuçları elde etmek için ekonomide devletin düzenleyici rolüne inanan akım; -ç.n.) rolü çağrısı ile piyasanın bilinemezliği Hayekçi beyanını birleştirerek başladı. Daha sonraki onyılda, Avrupa Birliği’nin çevresel politikalarını giderek daha sesli bir şekilde hedefe koyan bir pozisyona vardı. Erken 2000’li yıllarda, tam-gelişmiş bir iklim inkârcısı olmuş, 2008’de ise Blue Planet in Green Shackels (Yeşil Zincirlerle Sarılmış Mavi Gezegen) kitabını yazıyordu.

2010’larda, Klaus popülist hareketin iyilikçi gücünü keşfederek Avrupa Birliği’ni sonlandırma, ulus devlete dönüş ve sınırları göçmenlere kapatma çağrısı yaptı. Ama sağa savrulması örgütlü neoliberal hareketle ilişkisini kesmeye yol açmadı.

Mont Pelerin Derneği “iyi toplumun karşısındaki popülist tehdit” konferansıyla poz yaparken, Klaus aynı yıl kendi konferanslarında, “Avrupa’ya kitlevi göç… Avrupa’yı yok etmekle ve hem geçmişten hem de Mont Pelerin Derneği’nin düşündüğünden çok farklı olacak bir Avrupa yaratmakla tehdit etmektedir” dedi. Klaus Avrupa Parlamentosu’nda birlikte çalıştığı aşırı sağcı partilerle beraber malların ve sermayenin serbest dolaşımını savunurken bazı insanlara çizgiyi çekmektedir.


Klaus gibi ideologlar popülistten ziyade liberteryen yabancı düşmanları olarak daha iyi tarif edilebilirler. Onlar, kırsaldan fenerleri ve yabalarıyla gelen neoliberalizmin düşmanlarından daha çok, yıllar boyu süren kapitalizmi düzeltecek ne varsa yaşatmalı konulu konuşmalar ve tartışmalarından beslenen, neoliberalizmin çocuklarıdır.

Yeni bulunan ırk, kültür ve ulusla yapılacak düzeltme aldığı en son şekildir: hepimizin aynı olduğumuz fikri üzerinde değil de esastan, hatta belki de kalıcı olarak, farklı olduğumuz fikri üzerine kurulu bir piyasacı felsefe. Yükselen yeni sağ üzerine ortaya çıkan bütün hiddete rağmen temelde yeni bir geometrisi olan yeni bir politik döneme girmedik. Kırılmayı abartmak devamlılığı kaçırmak demektir.

15 Haziran 2021


"Quinn Slobodian: Massachusetts’de Wellesley College’da tarih öğretmektedir. En son kitabı: Globalists:The End of Empire and the Birth of Neoliberalism."

Çeviri: Sevil Kurdoğlu



28 Haziran 2021 Pazartesi

Kürtler 1916-1923

 Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan milletvekilleri ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyordu.

I. Dünya Savaşı Kürt toplumunun ideolojik- politik, askeri ve ekonomik geri kalmışlığını, sosyal parçalanmışlığını derinleştiriyordu. Suat Parlar’ın tespitiyle bu duruma eklenen feodal çıkarların çelişkileri Kürtleri emperyalistler arası mücadelede stratejik bir araca dönüştürüyordu.

İngiltere, Osmanlı topraklarındaki çıkarlarına odaklanmış bir strateji izlerken Musul’a ilerleyebildi ve Irak Kürtlerine nüfuz ve haklarının verilmesi yönünde umut verdi. Ruslar bu gelişmeye karşılık 1917’de Rus-Kürt Kongresi’ni toplayarak Kürt aşiretlerinin birleşmesini savunuyordu. Ancak Bolşevik İhtilali ile birlikte bu teşebbüs te yarım kalmış oldu.

Alman Emperyalizmi ise Osmanlı’ya Asya’dan çekilip Avrupa devletleri arasındaki çıkar çekişmelerinden uzak kalarak bir Asya Devleti özelliğiyle tekrar hayatiyet kazanması gerektiğini öneriyordu.

Von Der Goltz Paşa , devletin bütün çabasının Türk unsurunun mutlak çoğunluğa sahip olduğu Anadolu coğrafyasına dayanmasını, bunun da demir yumrukla iç anlaşmazlıklara son verilip, karşı gelenlerin yok edilmesi şeklinde bir iradeyle yapılması gerektiğini vurguluyordu.

Balkanların kaybı sarsıcı etkiler yaratırken Alman stratejisi İttihatçı kadronun uygulamalarında temel belirleyici oldu. Anadolu coğrafyası korunurken, Alman emperyalizminin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde yayılma adına nüfusun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekiyordu.

Nitekim 1914-1915 arası Rum ve Ermeni yerleşik halklarına uygulanan tehcir, tenkil, imha ve malvarlıklarına çökme fiilleri bu zihniyetin sonucu işlenmişti.

Ancak bu politikalar sadece Rum ve Ermenilere uygulanmıyordu. Kürtler de Pan Türkist uygulamaların önünde engel oluşturuyorlardı. Rusların doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Kürtlerin sevk ve iskanında yeni bir dönem başlıyordu.

Talat Paşa, 2 Mayıs 1916 tarihinde Diyarbakır vilayetine çektiği şifreli telgrafta; Kürt mültecilerin “aşiret hayatını yaşamamaları ve milliyetlerini muhafaza edememeleri için” reislerin ve nüfuz sahiplerinin efraddan ayrılarak değişik vilayetlere gönderilmesini emrediyordu.

İttihat ve Terakki, “Türkleştirme” için savaş ortamının “ mecburiyeti” gerekçesiyle nüfus hareketlerini kullanırken, karıştırma, asimile etme, eritme ve imha yöntemlerini bir arada uyguluyordu. Türk milliyetçiliğinin gecikmişliğinin bu şekilde telafi edileceği düşünülüyordu.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken, İngiliz-Fransız emperyalizminin güven vermeyen politikaları karşısında Kürt ve Arap halklarının bölgedeki direniş hareketlerini emperyalist ülkelere karşı kullandı. Sevr’in etkisinin yitirilmesinde Doğu halkları önemli bir rol oynadılar.

Parlar’ın tespitiyle; Kemalistler İngiltere’ye karşı hem Bolşevik kartını hem de Kürt ve İslam kartlarını ellerinde bulunduruyorlardı. I.Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda Osmanlı halklarının çoğu ulusal devletlerini kurarken, Kürtler Türklerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler. Nitekim Mustafa Kemal, Kürt önderlerine yazdığı mektuplarda emperyalistlere karşı İslam dini için birlikte mücadele etme ve ortak devlet kurma sözü verdi.

22 Ekim 1919 tarihli Amasya protokollerinden ikincisi Kürtlerin Osmanlı’da Türklerle birlikte ana unsur olduğu kabulüne yer veriyordu. 24 maddelik 1921 Anayasasının 12 maddesi özerklik düzenlemeleriyle ilgiliydi. Fakat bunlar fiiliyata geçirilmeyecek ve 1924 Anayasası ile katı bir merkeziyetçiliğe yelken açılacaktı.

1921 Anayasası'nın kabulünden sonra Koçgiri civarındaki Kürtlerin taleplerine (ki bu talepler arasında özerkliğin yanı sıra, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri çekilmesi gibi hususlar vardır) Ankara’nın cevabı, Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’yı konuyla ilgilenmesi için görevlendirmek oldu.

Bir ayaklanmaya dönüşmüş bulunan bölgedeki rahatsızlık, acımasızca bastırıldı. O kadar ki, Nurettin Paşa’nın sert uygulamaları Meclis’teki Koçgiri görüşmeleri sırasında eleştiri konusu yapıldı. Meclis’te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürerken, vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşandı.

Mustafa Kemal Nutuk’ta; Meclis’in Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra Nurettin Paşa’yı Meclis’te savunduğunu ve ağır bir işleme maruz kalmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı’na getirdiğini belirtmekte.

Mustafa Kemal’in Meclis’teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı, sonraki dönemlerde bu milletvekillerinin tasfiyesi sonucunu verdi. Nitekim Meclis’te “Arkadaşlar ben Kürdüm, Kürdoğlu Kürdüm. Fakat Türkiye’nin tealisini (yükselmesini), Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim.” diyen Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem Meclis’e giremeyecek, daha sonra Şeyh Sait İsyanı’nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alacaktı. Şeyh Sait İsyanı ise, genç Cumhuriyet’in Kürt paranoyasının temelini oluşturacak travmanın adıydı.

İsmet İnönü Lozan’da, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını savunan İngilizlere, ortak devlet teziyle karşı çıkıyor, kurulacak Kürt devletinin bir sömürge olacağını, soylu Kürt halkının bunu asla kabul etmeyeceğini belirtiyordu.

Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan milletvekilleri ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıyorlardı. Telgrafta ortak meclis ve ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletinin kurulmasına karşı oldukları belirtiliyordu.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ve yeni devletin tanınmasıyla birlikte rejim, Lozan’da sunduğu gerekçelere tamamen aksi yönde hareket etmekten çekinmedi. Artık Kürt varlığının her alanda yok edilmesi temel devlet politikası haline gelecekti. Nitekim 1925’te Lozan’a telgraf çeken Kürt milletvekilleri Hasan Hayri bey ve Yusuf Ziya bey Şeyh Sait İsyanı’na katıldıkları gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edileceklerdi.

Kısacası Lozan sonrası süreçte devletin Kürt siyaseti tekrar şekilleniyordu.

Kaynakça : Ahmet Kahraman -“Kürt İsyanları” Evrensel Basım Yayım, İstanbul, 2003- Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013- Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991- Fuat Dündar - “Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008- İsmail Beşikçi -“Kürtlerin Mecburi İskanı”, Emre Yayınları, İstanbul, 2004- Kazım Karabekir -“Kürt Meselesi” Emra Yayınları, İstanbul, 2004- Suat Parlar- “ Türkler ve Kürtler” Bağdat Yayınları,İstanbul,2005

Kürtler (3): 1916-1923

22 Haziran 2021 Salı

İsviçre referandumundan çıkarılacak ‘ders’

 İsviçre ya da resmi adıyla İsviçre Federasyonu siyasal yapılanma ve yönetim sistemi açısından oldukça özgün bir özelliğe sahip. Siyaset bilimciler ne der bilmem ama parlamenter demokrasinin öğeleri olan meclis ve konseylerle birlikte sık sık uygulanan referandumlar, İsviçre’yi doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasında bir kesite oturtuyor gibi görünüyor.

Uygulanan referandumların bazılarından bizim, yani İsviçreli olmayanların hiç haberi olmuyor. Fakat bazıları İsviçre dışında da ses getiriyor. Tıpkı 13 Haziran 2021’de yapılan referandum gibi. Bilindiği üzere referandumlarda halka soru ya da sorular sorulup o sorulara ilişkin olumlu (evet) ya da olumsuz (hayır) yanıtlardan birini seçmeleri istenir. Sözünü ettiğimiz referandumda da İsviçrelilere beş farklı soru soruldu. Bu soruların içerikleri ve her bir soru için referandumda çıkan sonuçları bir tablo olarak özetledim.

Görüldüğü gibi referandumdan iki kabul ve üç ret kararı çıktı. Şimdi isterseniz bu kararların ne anlama geldiğini biraz daha yakından bakalım.

Sera gazı emisyonlarının azaltılmasına ret

Bana göre en önemli referandum konusu CO2 yasası idi. Aslında yasanın tam adı Sera Gazı Salımlarının Azaltılması Hakkında Federal Yasa (Federal Act on the Reduction of Greenhouse Gas Emissions). İsviçre iklim krizinden ciddi şekilde etkileniyor. Sıcak dalgaları, kuraklık ve seller çok daha sık görülüyor. Kışın daha az yağan kar özellikle kış turizmini olumsuz yönde etkiliyor. Bu nedenle Federal Konsey ve Parlamento yukarıda adını belirttiğim mevcut yasada değişiklikler yaparak İsviçre’nin sera gazı salımlarını daha da azaltmayı amaçladı. Revizyon finansal teşviklerden yeni teknolojilere, iklim dostu davranışların ödüllendirilmesinden sık uçak yolculuğu yapmak gibi nedenlerle daha fazla sera gazı salımına yol açanların daha fazla ödemesine, elektrikli araçların teşvikinden petrol tüketen araçların daha az yakıt tüketme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmasına kadar değişik önlemleri içeriyordu. Fosil yakıt lobisinin önderliğindeki revizyon karşıtları bu yasa revizyonunun referanduma götürülmesini istediler. Sonuçlar revizyon karşıtlarının sevinmesine yol açtı, bu kesin.

Pestisitler de kaldı

Bir diğer önemli konu pestisitler. Pestisitlerin insan merkezli bakış açısıyla ‘istenmeyen’ ve ‘zararlı’ olarak tanımlanan organizma ve patojenlere karşı kullanılan ilaçlar olduğunu hatırlatmakta yarar var. Pestisitlerin yapımında doğal organik ve inorganik maddelerden petrol yağlarına, sentetik organik maddelerden klorlu hidrokarbonlara kadar pek çok şey kullanılıyor. Pestisitler çoğunlukla tarımda kullanılsa da, kent parklarından konut ve site bahçelerine, altyapı (demiryolu vb.) tesislerinin korunmasından gıda üretim ve işlemesine kadar yaygın bir kullanım alanına sahip. Yazın gelmesiyle birlikte belediyelerin yerleşim alanlarında araçlarla yaptığı sinek ilaçlamalarında kullanılan uçucuların da pestisit olduğunu ekleyelim. İsviçre, bu referandumda yapay maddelerden yapılan pestisitlerin kullanımının yasaklanmasını oyladı. Kabul kararı çıksaydı, yurt dışından yapay pestisit kullanılarak üretilen maddelerin ithalatı da yasaklanmış olacaktı. Tasarı, bu yasağın 10 yıllık süre ile uygulanmasını öngörüyordu ve bu sürede Federal Konsey’in ortaya çıkabilecek zorunlu durumlarda (gıda temini krizi, insan sağlığıyla ilgili tehditler vb.) istisnai kararlar alma hakkı saklı kalacaktı.

Temiz içme suyu ve sağlıklı gıda tasarısı da temelde çiftçilerle ilgiliydi. İsviçre’de federal hükümetten sübvansiyon almak isteyen çiftçilerin bazı çevresel koşullara uyması gerekir. Tasarı bu koşulların yeterli olmadığından hareketle hazırlandı. Tasarıya göre mevcut tarım sistemi çevreye zarar veriyor ve içme sularını kirletiyordu. Bu nedenle sübvansiyon almak isteyen çiftçilerin tarımsal ilaç kullanmamalarını, hayvanlarda önleyici amaçlarla ve düzenli olarak antibiyotik kullanımından uzak durmalarını ve hayvanlarını yalnızca kendi çiftliklerinde ürettikleri yemlerle beslemeleri koşullarını getiriyordu referandum konusu tasarı. Doğrudan sübvansiyon almayan çiftlikler ise bu tasarıdan etkilenmeyecekti.

Covid-19 ve terörle mücadele tasarısına ‘evet’

Kabul edilen iki tasarıdan ilki Covid-19 Yasası. Bu yasa Federal Konseye Covid-19’la mücadele ve salgının toplum ve ekonomi üzerindeki etkilerini azaltma konusunda bazı ek yetkiler getiriyor. Kabul edilen ikinci tasarı olan Terörle Mücadelede Polisiye Önlemler Federal Yasası ise yetkililere, terör riski taşıyan (!?) kişilere karşı bildirimde bulunma, yurt dışı çıkış yasağı ve ev hapsi gibi ek önlemler alma yetkisi tanıyor.

İsviçre Avrupa’nın göbeğinde, farklı kültürlerden insanların bir arada yaşadığı (nüfusun %30’un İsviçreli değil), farklı dillerin (ağırlıklı olarak Almanca ile birlikte Fransızca, İtalyanca ve çok düşük oranda Romanşça) konuşulduğu, 8 milyon 500 bin nüfusa, kişi başına yaklaşık 100 bin $ (nominal) GSMH’ye sahip bir refah ülkesi. Uluslararası ilişkiler açısından hiç düşmanı olmayan, 2020 insani gelişmişlik sıralamasında Norveç’ten sonra ikinci sırada yer alan bir ülke İsviçre. Dünyanın bugünkü yapısına bakıldığında, milyarlarca insanın İsviçre’de yaşamak için veremeyeceği çok az şey olsa gerek. Ama o ülkede topu topu 8 milyon 500 bin kişi yaşıyor ve bu kişiler 21 Haziran referandumunda bencilliğin anıtı sayılabilecek kararlara imza atıyor. Petrol lobisinin; kalkınma, daha çok kalkınma, en çok kalkınma çılgınlığının esiri olup, dünyaya hiç değilse umut aşılayacak yaşamsal önlemleri almaktan imtina ettiler.

‘Zehirli’ insan bencilliği gelişmişlik tanımıyor

Dünya üzerinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke (Paris Anlaşması’nın tarafı olmama -sözde- gerekçemizi hatırlayalım) iklim krizi başta olmak üzere, yaşanan çevresel yıkımlara karşı önlem almama konusunda hep az gelişmişliği ve diğerlerinin daha çok gelişmişliğini gerekçe gösteriyor. “Dünyayı kirleten onlar, biz niye onlar gibi önlem alalım?” diyor. Fakat ne yazık ki kimse dünyayı kirleten, doğayı yok eden, yaşamı kaçınılmaz bir sona sürükleyen asıl nedenin zengin-yoksul ayırt etmeden hepimizin zihinlerine yerleşmiş olan kirli ‘insan bencilliği’ olduğunu kabule yanaşmıyor.

Sırf insan olduğumuz için kendimizi dünyanın geri kalanından, tüm diğer canlılardan üstün sayan kültürel değerlerimizin altına odun atmaya devam ediyoruz. Ruhlarımızı bencilliğin en uç noktasına taşıyan bu zehir, “bana dokunmadığı sürece hiçbir çevresel yıkım benim sorunum olmaz”; “acı çeken, aç kalan, su bulamayan başka hiçbir insan beni ilgilendirmez”; “yok olan, nesli tükenen bitkilerden, hayvanlardan, habitatlardan bana ne” düşüncesini zihnimizin en derin noktalarına ısrarla kazımaya devam ediyor.

Evet, İsviçre referandumu ile reddedilen tasarılar kabul edilse bile dünya kurtulmayacaktı. İsviçre’nin dünyayı kirletmek konusundaki karnesinin toplam içindeki payı Amerika ya da Çin değil elbette. Fakat en azından bir örnek oluşturacaktı bu kararlar, bir umut yaratacaktı. Oysa İsviçreliler terör ve salgın gibi kendi ‘yüksek menfaatleri’ni yakından ilgilendiren, kendilerini ayrıcalıklı bir dokunulmazlığa kavuşturacak konularda kabul oyu kullanmayı tercih ederken, tüm insanlığa, tüm yaşama umut olacak ama kendi menfaatlerini az da olsa törpüleyecek konularda ‘zehirli insan bencilliği’ni göstermekte tereddüt bile etmediler. Bence İsviçre referandumundan çıkarılacak en önemli ders budur.

Cihan Erdönmez
Yeşil Gazete


16 Haziran 2021 Çarşamba

Excerpt from John Steinbeck's

Nobel Prize Acceptance Speech


      Literature is as old as speech. It grew out of human need for it and it has not changed except to become more needed. The skalds(*), the bards, the writers are not separate and exclusive. From the beginning, their functions, their duties, their responsibilities have been decreed by our species...the writer is delegated to declare and to celebrate man's proven capacity for greatness of heart and spirit - for gallantry in defeat, for courage, compassion and love. In the endless war against weakness and despair, these are the bright rally flags of hope and of emulation. I hold that a writer who does not passionately believe in the perfectibility of man has no dedication nor any membership in literature.
1962

Nobel Ödülü Kabul Konuşması
Edebiyat, konuşma kadar eskidir. İnsan ihtiyacından doğdu ve daha fazla ihtiyaç duyulmak dışında değişmedi. Skalds(*), ozanlar, yazarlar ayrı ve dışlayıcı değildir. Başından beri, işlevleri, görevleri, sorumlulukları türümüz tarafından kararlaştırılmıştır ... Yazar, insanın kalp ve ruhun büyüklüğü için kanıtlanmış kapasitesini beyan etmek ve kutlamakla görevlendirilmiştir - yenilgide yiğitlik, cesaret, şefkat ve aşk. Zayıflığa ve çaresizliğe karşı bitmek bilmeyen savaşta bunlar parlak umut ve öykünme bayraklarıdır. İnsanın mükemmelliğine tutkuyla inanmayan bir yazarın ne adanmışlığı ne de edebiyat üyeliği olmadığını düşünüyorum. 1962

(*)Skalds = "Norveç'te ortaya çıkan sözlü muhakeme şiiri, esas olarak 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İzlandalı şairler (skalds) tarafından geliştirilmiştir." (https://cevirsozluk.com/)

Bakteriler plastik krizine lezzetli bir çözüm sunuyor

 Dünyanın önde gelen üniversitelerinden Edinburgh Üniversitesi’nden bilim insanları plastik atıkları vanilya aromasına çevirerek her geçen gün büyüyen soruna yeni bir çözüm geliştirdiler.

İklim Gazetesi’nden İrem Karakaş tarafından haberleştirilen yeni bir araştırma, yaygın E. coli bakterisinin, kullanılmış plastiği vaniline dönüştürmekte sürdürülebilir bir şekilde kullanılabileceğini ortaya çıkardı.

Vanilin

Vanilin, özütlenmiş vanilya çekirdeklerinin birincil bileşeni ve vanilyanın karakteristik tadı ve kokusundan sorumlu.

Uzmanlar, dönüşümün atıkları ortadan kaldırmayı, ürün ve malzemeleri kullanımda tutmayı ve sentetik biyoloji için olumlu etkileri olan döngüsel ekonomiyi destekleyebileceğini söylüyor.

Plastik krizi

Dünyanın plastik krizi, polietilen tereftalatı (PET) – petrol ve gaz gibi malzemelerden elde edilen ve meyve suları ve su gibi gıdaları ambalajlamak için yaygın olarak kullanılan güçlü, hafif plastik – geri dönüştürmek için yeni yöntemler geliştirmeye acil bir ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor.

Yılda yaklaşık 50 milyon ton PET atığı üretilerek ciddi ekonomik ve çevresel etkilere neden olunuyor. PET geri dönüşümü mümkün, ancak mevcut süreçler, dünya çapında plastik kirliliğine katkıda bulunmaya devam eden ürünler yaratıyor.

Lezzetli bir çözüm

Bu sorunu çözmek için Edinburgh Üniversitesi’nden bilim insanları, PET’ten türetilen bir molekül olan tereftalik asidi bir dizi kimyasal reaksiyon yoluyla yüksek değerli bileşik vaniline dönüştürmek için laboratuvarda tasarlanmış E. coli’yi kullandılar.

Ekip ayrıca, bozulmuş plastik atıklara E. coli ekleyerek kullanılmış bir plastik şişeyi vaniline dönüştürerek tekniğin nasıl çalıştığını da gösterdi. Araştırmacılar üretilen vanilinin insan tüketimine uygun olacağını ancak daha ileri deneysel testlerin gerekli olduğunu söylüyorlar.

‘İlk örnek’

Çalışmanın yazarı Edinburgh Üniversitesi Biyolojik Bilimler Okulu’ndan Joanna Sadler “Vanilin, gıda ve kozmetik endüstrilerinin yanı sıra herbisitlerin, köpük önleyici maddelerin ve temizlik ürünlerinin formülasyonunda yaygın olarak kullanılıyor. Vanilin için küresel talep 2018’de 37 bin tonu aştı” dedi. Sadler şu ifadeleri kullandı:

Bu, plastik atıkları değerli bir endüstriyel kimyasala dönüştürmek için biyolojik bir sistem kullanmanın ilk örneği ve bunun döngüsel ekonomi için çok heyecan verici etkileri var. Araştırmamızdan elde edilen sonuçların plastiğin sürdürülebilirliği alanı için önemli etkileri var ve sentetik biyolojinin gerçek dünyadaki zorlukları ele alma gücünü gösteriyor.

Edinburgh Üniversitesi Biyolojik Bilimler Okulu’ndan Dr. Stephan Wallace ise “Çalışmamız, plastiğin sorunlu bir atık olduğu algısına meydan okuyor ve bunun yerine yüksek değerli ürünlerin elde edilebileceği yeni bir karbon kaynağı olarak kullanımını gösteriyor” ifadelerini kullandı.

 

Yeşil Gazete

8 Haziran 2021 Salı

Kala azar

  • - bir hayvan krematoryumu hakkında uzun metrajlı belgesel film
  • Hayvanları saygıyla gömmek, Yunanistan'da bir hayvan krematoryumunda çalışan genç bir çiftin işidir.
    Henüz sinemaya gidemiyoruz ama Yunan Film Festivali'ni görüyoruz. Ayrıca yarışmada etkileyici, meditatif, şehvetli ve şiirsel bir film olan "Kala azar" da yer alıyor. Yunan sinemacıların uluslararası film piyasasının içinde yer aldığını, tüm ödülleri "The Favourite" ile kazanan Giorgos Lanthimos'tan beri biliyoruz. Heyecan verici filmler yapan tek kişi o değil. Bugünden itibaren çevrimiçi Yunan Film Festivali'nde kendinizi buna ikna edebilirsiniz. Normalde Berlin sinemalarında gösterilecek olan yirmiye yakın filmi orada görebilirsiniz.

    "Kala azar" - bir hayvan krematoryumunun çalışması Genç bir çiftin kentsel Yunanistan'da bir yerde hayvan leşlerini topladığı "Kala azar"ı öneririm. Çift, bir yandan açıklanamayan nedenlerle sokakta ezilmiş ya da doğada ölmüş hayvanları topluyor. Bunlar kediler, köpekler veya güvercinler - görünüşe göre hayvanlara değer verdikleri için onları önemsiyorlar. Öte yandan, evcil hayvanları ölen insanlara evlerine gidiyorlar - bunlar da para alan klasik işler. Hayvanları krematoryuma götürmek için topluyorlar ve tabii ki açıklıyorlar: "Siz ve aileniz için zor bir zaman olduğunu anlıyoruz. Fazla zamanınızı almayacağız ve sadece buna ihtiyacımız var. Buradaki imza, "diyor kadın bir evcil hayvan sahibine, Japon balığı yakılmış. Söylendiğine göre hayvanların hepsi tek tek yakılıyor ve küller yirmi dört saat sonra geri getiriliyor. Bu doğru değil, çünkü hayvanların hepsi birlikte yakılıyor ve küller burada olduğu kadar tek tek ilan edilmiyor.

    Hayvanların külleri Ama bu daha fazla tartışılmıyor. Her neyse, arka plan hakkında pek bir şey öğrenemiyoruz - hayvan sahiplerinin küllerle ne yaptıkları, hayvanlarla nasıl bir ilişkileri var, vs. Bu filmin büyüleyici yanı da bu. Bu nedenle bir belgesel film gibidir: kamera, iş yerinizde size eşlik eder, esas olarak çifti işlerinin çeşitli adımlarında gözlemler, ancak bunun ötesinde film sessiz kalır ve kelimenin tam anlamıyla budur.

    Ama resimlerde çok daha bilinçaltı bir şekilde aktarılan çok daha fazlası var. Özellikle kadınların hayvanlara ne kadar yakın hissettikleri, her ikisinin de cesetlerle nasıl çok dikkatli bir şekilde ilgilendikleri, sanki hayvanlar hala acı hissedebiliyormuş ve çift gibi yollarına çıkan son hayvanı da yanlarına alıyorlar. Büyük ölçüde yalnızsınız, ancak bazı durumlarda, hayvanlarla aynı yakınlıkta yaşayan, hatta köpekleriyle banyo yapan veya bir yatakta uyuyan kadının ebeveynleriyle de evdeyiz.

    Bir köpeğin bakışından anlatılan uzun metrajlı belgesel film Genç film yapımcısı Janis Rafa güzel sanatlar okudu ve aslında video çalışmaları ve heykelleriyle tanınıyor. "Kala azar" ilk uzun metrajlı filmi ve burada açıkça çok sanatsal, hastalıklı-şiirsel bir eser yaratıyor. Film, filmi ilerleten, gerilim yaratan, doruk noktasına ulaşan dramatik anlarla ortak bir hikayeye sahip değil. Aslında daha çok film, sürekli resimde olan birçok köpekten birinin bakış açısından anlatıyormuş gibi.

    Bu, dünyayı tamamen farklı bir perspektiften görme şansı, muhtemelen birçoklarını da rahatsız edecek, ama kesinlikle buna değecek canlandırıcı bir bakış açısı. Kendiniz, Yunanistan hakkında kendi fikirlerinizi, iyi bir iş yapan şeyin ne olduğu ve işte hangi korku ve özlemlerin olduğu hakkında çok şey yansıtabilirsiniz. Ayrıca Rafa, bazıları müzik videolarından da gelebilecek veya resim olarak duvara asılabilecek çok güzel, tuhaf resimler sağlar.

    www1.wdr.de/radio/cosmo/

    6 Haziran 2021 Pazar

    Paris Komünü’nün anlamı üzerine

    Kristin Ross ile söyleşi:
    18 Mart 1871’de, zanaatkârlar ve komünistler, emekçiler ve anarşistler Paris şehrinin yönetimini ele geçirdi ve Komün’ü kurdular. Bu radikal sosyalist öz yönetim deneyimi, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kuran gaddar bir katliamla ezilmeden önce 72 gün sürdü. Ancak sosyalistler, anarşistler ve Marksistler anlamını tartışmayı o zamandan beri sürdürüyorlar.

    Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı muhteşem kitabında Komün’e ilişkin birikmiş polemikleri kolay anlaşılır bir biçimde ele alıyor. Kendisine göre bu polemikler anarşizme karşı Marksizm, köylülere karşı işçiler, Jakoben devrimci teröre karşı anarko-sendikalizm gibi suni kutuplaşmalar şeklinde kemikleşmiş vaziyette.

    Ross, Soğuk Savaş’ın bittiği ve Fransız Cumhuriyetçiliğinin yorulduğu günümüzde, Komün’ü bu tür bir kemikleşmeden özgürleştirebileceğimizi ileri sürüyor. Bu tür bir kurtuluş, böylece, günümüz solunu eyleme geçme ve bugünün zorluklarını düşünme konusunda yeniden canlandırabilir. Hiçbir çalışma, Marx’ın Paris Komünü’nün en büyük başarısının “kendi işleyen varoluşu” olduğu iddiasını daha iyi belirtemez.

    Bu kitap Paris Komünü’nü günümüz için yeniden sahneliyor. Komün neden günümüzün taleplerini düşünmek için bir kaynaktır?

    “Ders” kelimesi yerine “kaynak” kelimesini seçtiğin için mutluyum. Çoğunlukla insanlar geçmişin bize dersler verdiği veya kaçınmamız gereken hataları öğrettiğinde ısrarcıdırlar. Komün’ü kuşatan literatür, yapılmış olanları sorgulamakla, gereksiz yere önerilerle ve hataları listeleme zevkiyle doludur: Şayet Komünarlar şunu ve bunu yapsalardı, bankadaki parayı alsalardı, Versay’a yürüselerdi, Versay ile barış yapsalardı, daha iyi örgütlenselerdi… O zaman belki başarılı olurlardı!

    Bana göre, bu tür bir olay sonrası kuramsal üstünlük hem beyhude hem de son derece tarihdışıdır. Komünarların yaşadığı dünyada yaşamıyoruz. Bir kez durumun bu olduğunu gerçekten anladığımızda, onların yaşadığı dünyanın hangi açılardan bizim yaşadığımıza aslında ne kadar yakın, belki de ebeveynlerimizin dünyasından çok daha yakın, olduğunu görmek kolaylaşacaktır.

    Günümüzde insanların, özellikle de gençlerin yaşama biçimlerinin ekonomik istikrarsızlığı, Komün’ü gerçekleştiren, çoğunluğu zamanını çalışarak değil de çalışacak bir iş arayarak geçiren 19. yüzyıl işçi ve zanaatkârlarının koşullarını andırıyor.

    2011 sonrası, meydan işgallerini, mekânları ve alanları ele geçirmeyi, (İstanbul’dan Madrid’e, Montreal’den Oakland’a) şehirleri stratejik operasyonların sahnesine dönüştürmeyi temel alan siyasal bir stratejinin neredeyse her yerde geri gelişiyle birlikte, Paris Komünü yeniden aydınlandı veya görünür hale geldi, günümüzün şekillenişinde bir kez daha rol üstleniyor.

    Komün’ün siyasal buluş biçimleri, bizim için derslerden ziyade kaynaklar veya Andrew Ross’un kitabımdan söz ederken söylediği gibi “kullanılabilir bir arşiv” haline yeni geldiler. Komün bir tarihin ve belki de bir geleceğin, bir taraftan kapitalist modernleşmenin, bir taraftan da faydacı devlet sosyalizminin rotasından farklı bir rol üstleniyor.

    Bu, bugün pek çok insanın paylaştığını düşündüğüm bir tasarı ve Ortak tahayyül bu tasarının tam da merkezinde. Bu yüzden kitapta Komün’ü hem geride bıraktığımız, geçmişe ait olarak, hem de mevcut mücadelelerimizin ortasında olası gelecekler alanında bir çeşit açılım olarak düşünmeye çalıştım.

    “Ortak Lüks” komünün sanatçılar şubesinin şiarıydı ve çalışmanızın da başlığını oluşturuyor. Bu ifadenin başlangıcı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

    “Evrensel cumhuriyet”ten farklı olarak “ortak lüks”, Komün’ün ses getiren bir sloganı değildi. İfadeyi, sanatçılar ve zanaatçılar kendilerini bir Federasyon olarak örgütlerken, Komün altında ürettikleri manifestonun son cümlesinde saklanmış bir şekilde buldum. Benim için Komün’ün kimi kilit buluş ve fikirlerini yansıtan bir tür prizma haline geldi.

    İfadenin yazarı, dekoratif sanatçı Eugène Pottier, bugün bizim tarafımızdan, katliamların kanı kurumadan, Kanlı Haftanın sonunda bestelenen başka bir metnin, Enternasyonal’in yazarı olarak biliniyor. “Ortak lüks” ile kendisinin ve diğer sanatçıların tasavvur ettiği, “kamusal güzellik” programı gibi bir şeydi: köylerin ve kentlerin iyileştirilmesi, her kişinin hoşnutluk duyacağı bir ortamda yaşama ve çalışma hakkı.

    Bu küçük, hatta “dekoratif” bir talep olarak görülebilir. Ancak aslında sadece sanatla ilişkimizin tamamen yeniden yapılandırılması değil, ayrıca emekle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve yaşanılan ortamla ilişkimizin de yeniden yapılandırılmasıydı. Komün’ün iki düsturunun tamamen harekete geçmesiydi: merkezsizleşme ve katılım. Bu, sanat ve güzelliğin kamusallaştığı, gündelik yaşamla tamamen bütünleştiği, özel salonlarda gizlenmediği veya yakışıksız ulusal anıtsallık şeklinde merkezileşmediği anlamına gelir.

    Bir toplumun estetik kaynakları ve başarıları, Komünarların eylemle açıkça gösterdiği gibi, William Morris’in “Napolyoncu döşemeciliğin ana parçası” olarak adlandırdığı Vendôme Sütunu biçimini almayacaktı. Komünün ölümünden sonra, Reclus, Morris ve diğerlerinin çalışmalarında, bu sanat ve güzelliğin gündelik yaşamda gelişme talebinin nasıl da bugün “ekolojik” olarak adlandırabileceğimiz, örneğin Morris’in “eleştirel güzellik mefhumu”nda veya Kropotkin’in bölgesel öz yeterliliğin önemine ilişkin ısrarında izi sürülebilecek, bir fikirler kümesinin ana hatlarını içerdiğini gösteriyorum.

    En spekülatif kavrayışlarında “ortak lüks”, toplumsal değerlerin ne olduğuna, neyin kıymetli olarak sayılacağına karar vermek için piyasa tarafından sağlanandan farklı bir ölçütler kümesine veya değerleme sistemine işaret eder. Doğa bir kaynaklar deposu olarak değil de kendi içinde bir amaç olarak kıymetlendirilir.

    Kitabınız, Komün’ün yaşamını diğerleriyle birlikte Kropotkin’in ve İngiliz sosyalist William Morris’in çalışmalarına genişletiyor.

    Flaubert’in Komün’ün “gotikliği” olarak adlandırdığıyla dehşete düşmüş bir şekilde büyülenmek oldukça kolay. Umarım ki bununla, sonundaki Kanlı Haftanın katıksız dehşetlerini ve binlerce kişinin katledilmesini kastediyordur. Hiçbir şekilde katliamın önemini azaltmıyorum. Dahası, devlet tarafından kendi sınıf düşmanlarını tek tek ve topluca kökünün kazınmasına yönelik olağanüstü çabayı Üçüncü Cumhuriyet’in kurucu edimi olarak görüyorum.

    Ancak ben Komün’ün, hayatta kalan ve sürgün olan Komünarların, sözünü ettiğin destekçilerle buluşması ve birlikte çalışmasıyla, Kanlı Hafta bittikten sonra da genişlemeyi sürdüren Komünar düşüncesi şeklindeki sürdürülmesi olarak düşündüğüm şeyi belgelemekle daha çok ilgileniyordum. Bu dost gezginler için, Jacques Rancière’nin “duyulurun paylaşımı” olarak adlandırdığı şeyi Komün olayı derin bir şekilde değiştirmişti.

    Komün’ün bir olay olarak şok dalgasının yanı sıra sağ kalanlarından çıkmış tartışmaların ve sosyalleşebilirliklerin, bu düşünürlerin yöntemini, ele aldıkları konuları, seçtikleri malzemeleri, kendileri için saptadıkları entelektüel ve siyasal manzarayı, yani kısaca izleklerini nasıl da değiştirdiğini anlatıyorum. Bu hemen ardından gelen artçı sarsıntılar, mücadelenin başka yollarla sürmesiydi. Olayın aşkınlığının bir parçasıydılar ve sokaklardaki başlangıç eylemleri olarak bir olayın mantığı açısından tamamıyla yaşamsaldılar.

    Belki de en büyük değişim, Marx’ın Komün’den sonraki gidişatında tespit edilebilir. Hem kuramını güçlendirme hem de tam da kuram kavramından tümüyle bir kopuş olan paradoksal bir biçim alan bir değişim. Komün, kitlelerin tarihi biçimlendirmesinin yanında, bunu yaparken salt hakikati değil kuramın kendisini de yeniden biçimlendirmesini Marx için apaçık kıldı. Bu, aslında, Henri Lefebvre’nin “yaşananın ve tasarlananın diyalektiği” hakkında konuşurken kastettiğiydi.

    Bir hareketin tasavvuru ve kuramı ancak hareketin kendisiyle birlikte ve hareketin kendisinden sonra serbest kalır. Eylemler düşleri yaratır, düşler eylemleri değil.

    Peter Kropotkin, Élisée Reclus ve William Morris’in, ortaya çıkan pratiklerin radikal potansiyeliyle, kapitalizm öncesi ve kapitalist olmayan biçimlerle ilişkili “modası geçmiş enerjileri” bir araya getirmeye çok kafa yorduklarını öne sürüyorsunuz.

    Salt Kropotkin, Reclus ve Morris değil, Marx da kapitalizm öncesi biçimlerle yaşam tarzlarının kendi zamanlarındaki “anakronistik” varoluşuna çok kafa yoruyordu.

    Yüzyıllar boyunca var olan Rus tarımsal komünist biçimleri olan obshchina’nın[1] kaderi batılı sosyalistlerin ana odak noktasıydı. Komün sonrası biçim alan kuramsal zorluk, yeniden canlandırılan bir komün biçimi sorunu etrafında dönüyordu: Büyük bir Avrupa başkentinde gerçekleşen çarpıcı bir ayaklanmayı, kırsal kesimdeki daha eski komünist biçimlerin kalıcılığıyla birlikte nasıl düşünebiliriz?

    Bu düşünürlerin hepsi “zamanın kıvrımları” olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist modernliğin kusursuzluğunun, tıpkı bir yumurta gibi çatlıyor gözüktüğü uğraklara karşı oldukça dikkatliydi. Tarihçiler genel olarak anakronizmden mümkün olan en büyük hata olarak korkarlar. Morris’in zamanının İzlanda’sına ve onun orta çağ geçmişine ilgisini, kafası karışık bir nostalji olarak önemsememişlerdir. Morris aslında mükemmel bir algıyla, orta çağ İzlanda’sında gelişen örnekler gibi kapitalizm öncesi biçimleri ve yaşam tarzlarını hem gitmiş, geçmiş, tarihin bir parçası hem de olası bir geleceğin temsili olarak görebiliyordu.

    Bana göre bu nostaljinin değil, derinlemesine bir tarihselleştirici düşünüş tarzının işaretiydi. Bu olmadan değişimin olabilirliğini düşünmemizin veya bugünü olumsal ve açık uçlu olarak yaşamamızın bir yolu yok.

    Dipnot: [1] Obshchina: Başka anlamların yanında Rusça’da topluluk anlamına gelen kelime. 19. ve 20. yüzyılda bireysel çiftliklerin aksine ortak mülkiyete dayalı çiftliklerde kolektif bir şekilde tarım yapan köylü toplulukları (ç.n.).

    Manu Goswami

    [Jacobinmag’deki İngilizce orjinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

    Sendika.Org