Translate

31 Aralık 2019 Salı

Önceden Belirlenmiş Anlatıların Gölgesinde

'Aslı Vatansever'

Tarihe aykırı bir iş yaparak iktidar ânını ölümsüzleştirmeye çalışan muktedirler, yaptıkları işin ne kadar imkânsız olduğunu aslında herkesten, muhaliflerinden bile, daha iyi bilirler. Bu yüzden herkesin susmasındansa, mantıkdışı, anlamsız tartışmaların uzamasını tercih ederler. Ve bunun için insanlık tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir gerçek derde derman olmamış, olmadığı da tescilli olan kavramlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya sürmekte ustalaşırlar, ustalaşmak zorundadırlar.

***

İktidar geçicidir. Ona sahip olanlar, ister istemez, ona sahip oldukları ânı ölümsüzleştirmek için yeri gelir saldırganlaşırlar, yeri gelir sinsi tekniklere başvururlar. Şiddet öldürebildiğini öldürür, ama herkesi ve bütün bir hafızayı öldüremeyeceği için geride kendisini alt etmeye bir öncekilerden daha istekli, daha tehlikeli bir avuç da olsa insan mutlaka bırakmak zorunda kalır. Şiddetin sefaleti buradadır. “Sinsi” teknikler ise daha “akıllı”dır; yozlaştırabildiğini ödüllerle, korkutabildiğini cezalarla, kararsızları söylemle ikna eder. Hiçbir şey yapamazsa, tartışmanın parametrelerini belirler. Böylesi sinsi bir iktidar, milyonları gaz odalarına gönderen iktidardan daha tehlikelidir uzun vadede; aklı bulandırır, muhakemeyi hükümsüz kılar, fark ettirmeden kendi diliyle konuşturur muhaliflerini bile.
En otoriteryen iktidarlar bile aslında sadece en çaresiz kaldıkları zaman, bütün ikna yolları tıkandığı zaman şiddete başvurmak isterler; o yüzden medyadaki bir işkence haberi, yüzlerce insana yapılan işkenceden daha güçlü bir silahtır. O yüzden her türlü mantık kriterine göre saçmasapan sayılabilecek tartışmaları piyasaya sürmek, tartışmayı ezcümle yasaklamaktan daha akıllıcadır. Çünkü saçmasapan bir tartışmayı sürdürmek kimseyi sarsmaz; tam tersi mantıkdışılığa alıştırır, zehirli bir havayı soluduğun için nefes yolların tıkansa bile nefes aldığını zannetmeni sağlar.
Tarihe aykırı bir iş yaparak iktidar ânını ölümsüzleştirmeye çalışan muktedirler, yaptıkları işin ne kadar imkânsız olduğunu aslında herkesten, muhaliflerinden bile, daha iyi bilirler. Bu yüzden herkesin susmasındansa, mantıkdışı, anlamsız tartışmaların uzamasını tercih ederler. Ve bunun için insanlık tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir gerçek derde derman olmamış, olmadığı da tescilli olan kavramlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya sürmekte ustalaşırlar, ustalaşmak zorundadırlar. Bunların başında kıymeti kendinden menkul, neye dayandığını kimsenin bilmediği, ne olduklarını sorgulayan bir avuç insanın da canından bezdirildiği “milli değerler” gelir. Nereden kaynaklandığı bilinmeyen ve insanlık namına hiçbir işe yaramamış olmayı meşrulaştıran birtakım özsel ayrıcalıklar her dönem geçer akçedir nitekim.
“Üniversite” gibi adının etimolojik kökeki itibarıyla bile evrensel olana referans veren birtakım kurumlara yapılan saldırıyı “milli değerler” üzerinden açıklamak son derece “akıllıca” bir hamledir. Bir yandan taşralılığı kutsayarak kısa vadede sempati toplarken, diğer yandan evrensel olması gereken kurumların on yıllardır içten içe taşralı kalmış olduğunu, taşralılığın yerleşik düzeniyle göbek bağını bir türlü koparamamış olduğunu da hasıraltı eder. Ve bunun üzerinden son yüz yılın en yakıcı konularından birini, tüm yakıcılığıyla masaya yatırmayı da engeller. Kendi çukurunda debelenmeye devam etmesini sağlar topyekûn bir toplumun – muhalifi ve konformistiyle.
Kendimizi bir anda “Milli değer nedir?” gibi 19. yüzyıldan kalma bir tartışmanın içinde, Meşrutiyet aydını gibi argümanlar üretirken buluruz, o “milli değer” söylemini üreten ve bugünlere getiren sistemik gerçekliğin kökenine inmek, evrensel olma iddiasında olan kurumların bile o gerçekliği doksan küsur senedir neden değiştir(e)mediklerini tartışmak yerine. Bütün bu hengâmenin içinde bu ülkenin en köklü üniversitesi sayılan İstanbul Üniversitesi’nin bile, Darülfünûn’u kıyımdan geçirmek suretiyle, o gün için “kayyum” sayılacak bir rektör olan Sıddık Sami ile kurulmuş olduğunu, cübbelerin 1950’lerde bile bir fay hattı olarak alay konusu edildiğini, her bir darbeden sonra yürütülen üniversiteleri “düzleştirme” adımlarının nasıl sessizce kabul edildiğini, darbe anayasasının bu ülkenin anlı-şanlı, oditoryumlara adlarını verdiğimiz hukuk profesörleri tarafından yaptığını hasıraltı ederiz. Anlatının parametrelerini sorgulamak yerine o anlatı üzerinden tartışmaya devam ederiz.
Anlatının parametrelerini sorgulamak can sıkıcı, acılı bir iştir ne de olsa, çuvaldızı kendine batırmayı gerektirir. Hangi fakülte kurullarında hangi usulsüz kararlara pasif-agresif bir şekilde gözlerimizi devirdiğimizi, ama neticede sesimizi çıkartmadığımızı, hangi yüksek lisans programlarına iki yüz kişinin alınmasını –gönülsüzce de olsa– onayladığımızı, vakıf üniversitelerinden ve taşra üniversitelerinden atılanlara “geçmiş olsun” derken iş kelli felli devlet üniversitelerine uzanmadığı müddetçe sessiz kalmaya aslında razı olmuş olduğumuzu itiraf etmeyi gerektirir. Aynı bataklığın içindeyken bazılarımız henüz yıldızlara bakabiliyoruz diye bataklığı görmezden gelmiş olduğumuzu, iktidar fetişisti bir toplumda bizim de kurum ve ünvanlara karşı istemeden de olsa ne kadar zaaf gösterdiğimizi alenen kabul etmeyi gerektirir. Sesini duyurabilmenin tek yolunun kürk sahibi olmaktan geçtiği bir toplumda devletluluk ne kadar güçlü bir geçer akçeyse, kurumluluk da o kadar güçlü bir geçer akçedir. İktisadi ve siyasi sermayesi olanların devlet kurumuna duyduğu saplantılı bağlılık ile kültürel sermayesi olanların akademik kurumlara duyduğu bağlılık, itilip kakıldığı kampüslere geri dönmenin hayaliyle yaşadığı saplantı aynı derecede patolojiktir. Birinin diğerinden görünürde daha kaba olması, temeldeki prensibi değiştirmez. Ama bütün bunları görebilmek ve itiraf edebilmek için anlatıyı ve onun önceden belirlenmiş parametrelerini tartışmak gerekir. O tartışmaya cesaret edebilmekse illüzonlardan vazgeçip ait olduğumuzu iddia ettiğimiz evrensel değerlerle gerçekte ne kadar örtüştüğümüzü sorgulamayı gerektirir.
Ve fakat periferik toplumlarda ertelemek bir hayatta kalma refleksidir. Son yüz elli yılın bilançosuyla hesaplaşmak her şeyi altüst edecektir çünkü. “Periferik bir ülke için iyi” sayılması yeterli olmalıdır bir şeylerin. Bir ülkenin üniversiteleri ile devlet kurumunun aynı zincirin parçaları olduğunu on yıllarca hamasi hülyalarla görmezden gelmenin kısa vadeli kazançları o kadar tatlıdır ki, uzun vadeli bedeller bıçak kemiğe dayanıncaya kadar görmezden gelinir. Hesap önümüze geldiğinde hepimiz birbirimize bakmayı tercih ederiz. Devlet üniversitelere bakar, üniversiteler devlete. Ya birisi ödenemez durumdaki hesabı iflas etmek pahasına ödeyecektir, ya hep beraber kolları sıvayıp hep beraber kirlettiğimiz bulaşıkları birlikte yıkarız. Her durumda da sonuç, hepimizin aslında var olmayan bir keseden yalan bir ziyafet çektiğimizi yüzümüze vuracaktır. O yüzden en iyisi gene son bir duble daha isteyip masadan yavaşça sıvışmak, daha olmazsa kimin kaç duble içtiğini hesaplama ucuzluğuna girmektir. Hiç değilse zaman kazandırır. O esnada da milli rakı adabını ve kimin buna uymamış olduğunu tartışmak, fütursuzca yiyip içmiş ve elbet hesabı birilerinin ödeyeceğini sanmış olmanın kabalığını örter.
“-Mış gibi” yapmak günü kurtarır, ünvanları ve pozisyonları meşrulaştırır, kırılan kolu yen içinde tutar nitekim. O yen yırtılıp üzerimizden dökülene kadar dayanmak daha kolaydır o yüzden. Yen paralanırsa en kötü cübbelerimiz var, üzerine geçirir, bir kış daha dayanırız. Ve muhtemelen en fazla bir kış daha dayanırız bu gidişle.
BİRİKİM - 16 Ocak 2018


22 Aralık 2019 Pazar

Yaşama ve Yaşatma Hakkının Saygınlığını Tartışıyoruz!

Emel Derbend Üner
📍
FAYTONCULUĞU KALDIRIP KALDIRMAMAYI DEĞİL ,   YAŞAMA VE YAŞATMA HAKKININ
SAYGINLIĞINI TARTIŞIYORUZ .
YASA VE GENELGELERİ
AÇIKLIYORUZ ....

HEYBELİADA'DAN
SESLENİYORUZ...
🌎 Adalarda korkunç olaylar yaşıyoruz .
Ruam çığlıkları ile insanlar ajite ediliyor
Faytonların kaldırılması adına atlar ,yasa ve Genelgelere aykırı şekilde öldürülüyor.
1800 atın yaşadığı adalarda
19.aralık gecesi 81 can yok edildi
Diğerlerine sıranın ne zaman geleceğini bekliyoruz .
🌎 Atların ruamlı olduğu kabul edilerek sahiplerinden gizlenen raporlar ile yapılan vahşetin benimseneceğini düşünmek mümkün değil.
Adada atlar ile ilgili tek bir veteriner yok biliyor musunuz ?
🌎Kedi köpekler için bile ilâç ve ameliyat malzemesi zor bulunur adalarda ...
Çoğunlukla bu malzemeleri kendimiz alır götürürüz.
🌎 Senede iki defa yapılması gereken testlerin sonuçları da sahiplerine verilmez.
🌎 Devlet ve Belediye adaya at girişlerini çıkışlarını kontrol etmez .Bu konuda kadrolar oluşturmaz
🌎 1800 atın yaşadığı adalarda, ruam dedikleri olayın ,81 ata kadar ulaşması , eğer bu hastalık söz konusu ise devlet ve belediyenin sorumluluğundadır.
🌎 Ruam testi özel bir testtir.
Bu konuda Belediyenin ilacı getirmek için ihale açması belli süreler vermesi ve testleri usulüne uygun şartlarda yaparak raporlarını at sahiplerine vermesi şarttır.
🌎 Ruam hastalığına karşı korunma ve mücadele Yönetmeliği 21/11/2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış ve yapılacak işlerin çerçevesini belirlenmiştir .
İNTRADERMAL MALLEİN testi yapıldıktan sonra ,reaksiyon 72 saat sonra okunur .
Değerlendirme MALLEİN enjekte edilen yerdeki kalınlaşma 5 mm
den fazla ise pozitif ,3.5 mm ise şüpheli ,0-29 mm ise negatif kabul edilir .
Ancak 2 ay sonra serolojik muayeneler yapılır.
81 can öldürülmesine rağmen hayvan sahiplerinin ellerinde hiçbir test sonucu yetkili veterinerin imzasını taşıyan bir belge yoktur .
🌎 Eğer at ruam taşıyor ise, dünya sağlık örgütünden bir hekimin de olayın başında olması öldürme yönteminin saptanması gerekir .
🌎 Devlet at ve ruam konusundan anlayan veteriner icin kadro açmak zorundadır .
🌎 Ruama ilişkin raporların at sahibi tarafından denetlenebilir şekilde kendilerine teslim edilmesi şarttır.
🌎Şu anda ahırlardan onların yanından , ruamlı dediklerinizin arasından geliyorum .
Korkmuyorum.
Kaçmıyorum .
Onlara neler yapıldığını anlamaya ve herkese anlatmaya çalışıyorum
🌎 Gerek Büyükada gerekse Heybeliada'da yüzlerce at 3- 5 metrekarelik karanlık ahırlarda hareketsiz bekletilerek ayrı bir cinayet işleniyor.
Biliyor musunuz ?
🌎 300-400 kg ağırlığındaki bir atın 3 ay boyunca Ahırdan çıkmamak koşulu ile Karantina adı altında bekletilmesi ne büyük vahşettir biliyor musunuz ?
Bu durumun sürdürülmesi halinde atlarımızın Felç olmalarına kesin gözü ile bakılmaktadır.
Yanlarından geliyorum
Küçücük yerlerde inliyorlar.
Başlarında ise dışarı çıkmamaları için vardiyalı polis arabaları beklemekte .
🌎 Ruam testinin yapılması, raporları ,karantina yöntemleri ve at konusundaki uzman hekimin kadrolu çalıştırılması ilkeleri yasa, ve Yönetmelikler ile birlikte
düzenlenmiştir.
🌎 Öncelikle öldürülen 81 ata ilişkin tahlil ve raporlarının öldürülmeden önce, sahiplerine verilmesi yasal zorunluluktur
Heybeliadadaki atlarımız ile ilgili olarak geçen hafta yapılan tahlillerde bir sorun olmadığı söylenmesine rağmen , halen at sahiplerine isteklerine rağmen bu rapor verilmemektedir .
🌎 Adalar ölüm kokuyor hepimiz soluyoruz bu kokuyu ve bekliyoruz .
Ruam ile ilgili yasa usul ve Yönetmelikler uygulanmadan çukurlar kazılarak öldürmek veya 3 ay hareketsiz bırakarak felç ederek öldürmek arasında ,hiçbir fark olmadığını savunuyorum.
Öldürülüyorlar. ...
🌎 5199 sayılı hayvanları koruma kanunu kapsamında ,yük hayvanları barınması ile ilgili , ilçe belediyelerinin yetkisi yoktur.
🌎 Büyükşehir belediyeleri ise ancak bahçeli geçici hayvan bakım merkezlerinde kısa süre onları barındırabilir.
Aylarca veya ömür boyu orada tutamaz .
Belediyelerde çok sayıda atı barındıracak tavla ve alanlar da mevcut değildir
Belediyeler,onların bakımları ile ilgili bilgiye sahip değiller.
Bu yüzden 400 kg lık bir atın 3 ay hareketsiz bırakılması ve hapsedilmesi hâlinde ne olacağının bilincinde bile değiller .
🌎. Hiç bir belediyenin yük hayvanları ile alakalı ehil hekimi olmadığı gibi ruam hastalığının bırakın teşhisini, testini bile uygulayacak hekimi yoktur..
Yukarıda değindiğim özel bir bilgi ve yetki gerektirir bir iştir bu konu ..
🌎 Ruam testi maliyetli bir testtir, karma aşı bile aldıramadığımız belediye, il veya ilçe tarım müdürlüğü'nün ruam testi almış olduğu iddiası kanıtlanmalıdır.
🌎K aldı ki, belediyeler bir alımı ihalesiz ve belediye meclisi kararı olmadan yapamaz ve bunu sayfasından kamuya bildirmekle yükümlüdür.
🌎 Yani Belediyenin ruam testi alabilmesi için önce talep etmesi gerekir .
Sonra belediye meclis onayı ve kararı ardından en az 1 aylık ihale ve devamında alım yapılacak firmanın belirlenmesi ve alımının yapılması gerekir .
🌎 İş bununla da bitmez yük hayvanları hakkında yetki belgesi olan ehil hekimleri de bulup kadrosuna almalı bunlar içinde ayrı bir talep onay ve karar olması ve bir aylık bir ilan açması gerekir.
🌎 81 can öldürülürken bu gereklerin yerine getirildiğinin kanıtlanması gerekir .
🌎 5199 sayılı hayvanları koruma kanunu yük hayvanları barınması hakkındaki maddeyi ve rehabilitasyon merkezlerinin işlev maddelerini de değiştirmesi gerekmektedir .
🌎 İlgili Kuruluşların, yasa tüzük ve Genelgelere uymak suretiyle ruamlı atın varlığını tespit etmesi halinde ; elbette insan sağlığı ve diğer canlılar için gereği, yerine getirilecektir.
Ancak o gerek yerine getirilirken de bir cana duyulması gereken saygı ve saygınlık içinde bu hazin işlem yapılacaktır
Okuduğuruz savunma, yaşama ve Yaşatma hakkının korunması ve Atlarımıza adına yapılmıştır.
Saygı ile
Av.Emel Derbend Üner
Alıntı bir arkadaşımın "Facebook Sayfasından" 

küçük İskender ve Şiiri Hakkında Kısa Bir Değini

22 Aralık 2019

Hasan Bülent Kahraman 1980’lerde yazılan şiiri tartışırken küçük İskender’e geniş bir parantez açar ve şiirini toplumcu şiirde yeni bir evre olarak nitelendirdiği gibi son dönem “Türk şiirinin yeni bir anlayış ve ifade olanağı geliştirdiğini” savunur ve bu şiir “yeraltı şiiri’dir (Türk Şiiri, Modernizm, Şiir, Büke, 2000, s. 319). Aynı dönemde Ece Ayhan, Can Yücel gibi öncüllerden başlayarak dil “sivilleşmiş” ve sokağa taşınmıştır, çıkmıştır.

Bunun ileri ve en uç noktasını küçük İskender ve şiirinde buluruz (a.g.e.). küçük İskender ve şiiriyle kurulmaya çalışılan ilişkilere ve bir dönem gözle görülür hale gelmiş etki ve etkilenmelere rağmen bu şiirin tekliğini koruduğunu ve şairin kendi şiirselini oluşturduğunu yazabiliriz. Bu noktada küçük İskender ve şiirinin etkilerini tartışmak için biraz daha beklemek daha doğru bir davranış biçimi olabilir. En azından bu yazının konusunun bu olmadığını baştan belirtebiliriz.

küçük İskender’in şiirin temel özelliği bireylik temelli bir şiir/şiirsel olmasıdır. İskender’in bireyliği ve bu bireyliğin büyük ölçüde tahakküm ve egemenlik ilişkilerinin dışında sokakta ya da yeraltında gerçekleşiyor olması kendine yeraltı edebiyatından ve bunun hem şiirdeki hem de romandaki karşılığından bir tarih bulurken bunu yazmakla kalmaz, tam bir serserilikle yalnız ve birlikte yaşamayı benimser ve savunur. Şiirin/yazının içerdiği ve belirtmeye/bildirmeye çalıştığı da bu yaşadığı serseri hayattır.

Bu hem kültürel hem de hayati görece bir özgürleşme kadar anti-otoriter düşünce ve bu temelde yaşama biçimlerinin yaşamaya ve yaşadığını yazmaya yönelik önemli bir sonucudur. Böylelikle Ece Ayhan’ın estetizmi ile Can Yücel’in edepsizliğini geçecek biçimde bir hayat ve beden tartışması küçük İskender’in şiiri konusu olmakla kalmaz, insan cinslerinin aynı dönemde kendi ifade etme ve gerçekleştirme mücadelesinin de etkisiyle kendini hem toplumsallaştırır hem de politikleştirir.

Baştan kendini aşırılığa açmış, Julia Kristeva’nın demesiyle çok-biçimli bir cinsellik ve bunu yaşama arzusunun belirginleştirdiği insan onun büyük ölçüde erotik olan bedeni özellikle genç kesimler için bir önceleme nedeni olurken İskender’in hem biz’le yaşadığı hayata hem de şiirine “çocuklar” olarak her anlamda çoktan dahil olmuşlardır.

Günümüz karşısında insan bedeninin teknolojikleşmesi ve insan davranışlarının cinsel dahil teknikleşmesi karşısında cinsel olanın erotizminden dolayı hem yaşamaya hem de duymaya, yani hissetmeye yönelik hâlâ bir imkân olduğu söylenebilir. Bu noktada geçmişteki örneklerden farklı olarak küçük İskender’in biz’le yaşadığı çoğunlukla cinsel olanı öncelemiş ama bunu da özgürlük olarak anlamış, öyle yaşanmış ve ifade/şiir edilmiş hayat(lar)ı yaşama arzusunu kışkırtacağı belli olsa da yine de İskender’den dolayı bu şiirde de karşılık bulmuştur. Buysa İskender merkezli entelektüel ama bir o kadar da erotik bulabileceğimiz karşı hayattır ve öyle yaşanmıştır.

Bu yaşanan hayattan dolayı küçük İskender’in bireyliğini yaşadığı biz, yani etraf toplumsal ve politik bir özellik de kazanır. Buradan marjinal bulunabilecek yanlarına ve özelliklerine rağmen ilgi duymayı ve merak etmeyi çoktan geçmiş tek tek bireylerin hayatını etkileyen bir yaşama pratiği çıktığı gibi, bu sokakta ötekinin aynı olana karşı mücadelesiyle yakınlıklar içinde olan bir direnişin de nedeni olmuştur. Ne var ki bu bir zaman sonra epey bir kesim için daha çok bedeninin arzuladığını gizlilikle değil de alenen yapma ve yaşama gibi bir noktaya gelinmesinden dolayı yazılan şiirin ve verilen mücadelenin etkisinin azalmasına neden olmuşsa da bu küçük İskender’de aynı şeye yol açmamış, o başta oluşturduğunu yazmayı ve çoğaltmayı, ikisinden de önemlisi yaşamayı sürdürmüştür.

Dünya karşısında böylesi mücadelelerin otoriterleşmeye de bağlı olarak kendini tekrar ederek karşılık biçimi olarak çoğaltması her zaman mümkündür. Sözünü ettiğimiz çoğaltma ya da tekrar etme çoğunlukla sorun olarak görünmeye ve öyle kabul etmeye sonuna kadar açıksa da hem otoritenin hem de insanın erkek, daha çok insanoğlu olduğu ve her ikisinin erilliğinin dünyayı belirlediği ve insanlığı büyük ölçüde buna razı ettiği bir düzlemde her iki durumu anlayabilir ve kabullenebiliriz. Çünkü hayat ve ifade etmek istediğimiz karşısında kimi zaman estetizmi geride tutabilir ve reddedebilir, çoğaltma ve tekrar etmeyi bile isteye sürdürebiliriz. Hatta popülerlik ve magazinel olanın etkisi ve baskısı karşısında da başka zaafa da düşebiliriz.

Kuşkusuz küçük İskender’in yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsallığı bildik toplumsallıktan, özellikle bugünle kurduğu ilişkiden dolayı büyük ölçüde ayrılır. Bugünde yaşama isteği toplumsal olanın gelecek projeleri ile baştan beri kurduğu ilişkiyi geçersizleştirmeden bugün tartışmasına yönelmekle kalmaz, arzu ettiğini birlikte ve yalnız yaşamayı talep eder, bunu savunur. Buysa toplumsallığı ve içerdiğini şimdi ve bugün tartışmasına yöneltirken yaşamayı da fazlasıyla kışkırtır. Bu kesinlikle ve tartışmasız bir şimdi ve bugün yaşama/yaşatma arzusudur/talebidir.

Bu şimdi talebi ister istemez cinsel aşk başta olmak üzere bütün aşk ve cinsellik biçimleri yaşama ve arzusu kadar doğrudan önce bugüne ve sonra geleceğe yönelen, aynı zamanda geçmişi benzer bir bakış açısıyla sorgulayan bir şiirin ve yazının imkânı olurken, şiir ve yazı yaşama arzusunun içerdiği her bir şeyi hem deneyimleme hem de ifade etme alanı haline gelir.

Bu oluşturulana ve önceden belirlenene bakarak sokakta ya da herhangi bir mekânda yaşanan her bir şeyi serseriliğin alanı içinde tutmayı da sağlar. Dediğimiz sokağın asiliği ile son derece de uyumlu bir durum ve yaşama olduğu kadar mekân olarak sokakta ya da zemin kat bir apartman dairesinde geçen kırk sekiz saati şiir ve yazı üstünden bir daha değerli hale getirir. Bu da dünya karşısında anti-otoriter sol özellikleri bünyesinde bulunduran ve hatta öne çıkaran bireysel bir yaşama kadar toplumsallık önerisidir. Dünya bunun üstünden yorumlanırken yaşama kendini bugünde mutlu etme kadar aynı dünyayı tartışmaya ve reddetmeye ve yeni bir dünya talebine kadar gider.

Bu tabii, özellikle küçük İskender’e ve hayatına bakarak belirtirsek, insan cinsleri arasında geçen/yaşanan ama entelektüel olanı baştan kendine dahil eden ve hemen onun yanına gençliği koyan bir aşk ve beden tartışmasıdır. İnsan cinsleri ve orada erkekler arasında geçen aşk ilişkisi ve birlikte yaşama gençlikle ve onun bedeniyle ilgisinden ve her seferinde bir daha keşfetme arzusundan, yani erotizminden dolayı bedeni, onun devinimlerini, atık ve akıntılarını erotizmle pornografi arasında gidip gelen ve bedeni bu temelde ihlal eden bir çizginin üstünde gider gelir, sorun eder ve tartışır. Bu noktada Georges Bataille’ın erkek bedeninin daha estetik ve biçimli, tabii daha kışkırtıcı olduğu saptamasını unutmamak gerekir. Aynı şekilde insan cinslerinin geçmiş ve bugündeki hayatı ve onun oluşturduğu düşünsel ve yazınsal birikim de burada bunu çoğaltan başka bir unsurdur.

Tekrar başa dönersek sokakta yaşamak ya da serseri olmak öğrenilen/öğretilen çoğu şeyden kurtulma ya da hepsini baştan reddetme anlamına geldiği için son derece özgün bulabileceğimiz ve pek deneyimlenmemiş bir özgürlüktür. Burada özgünlüğü oluşturansa her şeyin bugünde yaşama temelli olması ve yaşamaya yönelmesi, yaşamanın dışındaki olguların reddedilmesi ya da geçersizleştirilmesidir. Buysa bir çatışma nedeni olduğu kadar tekrarla söz konusu yaşamayı hem toplumsallaştıran hem de politikleştiren bir durumdur.

Böylelikle Karl Marx’ın söz konusu ettiği “avare kütle” ve onun serseriler başta olmak üzere bireyleri şiirin ya da yazının konusu olduğu gibi bir uçtan toplumsallık daha geniş kesimleri/sınıfları kendine dahil eden bir durum ve olgu haline gelmekle kalmaz, onlara dönük ilgi entelektüel bir düzey ve özellik de kazanır. Buysa dünyaya dönük daha kapsayıcı bir ele almanın bizdeki başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

Şairin yaşadığı ve şiirine yansıyan, içinde yoğun bir entelektüel birikim barındıran (ki bu yazdığı şiiri kültürel de yapar) serseri şair hayatı olmasından dolayı küçük İskender’in 1964 yılında açtığı parantez 3 Temmuz 2019’da “yaşadım” diye kapatılmıştır/kapanmıştır.[1]


[1] Bu noktada hazırladığım Küçük İskender Kitabı (İkaros, 2019) bu canlılar arasında geçen/yaşanan serseri hayatın şiir eksenli ama kendini farklı bağlam ve düzeylere açmış tartışmalara iyi bir başlangıç ve edilginliği reddeden bir okurluk çağrısı olabilir.


18 Aralık 2019 Çarşamba

Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi

Rıza Türmen
AKP iktidarının dış politikası, ülkenin başına yeni sorunlar çıkarmak için sanki özel bir çaba içinde; Kanal İstanbul da bunlardan biri.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan Antlaşması'yla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşmasıdır. 1923 Lozan Antlaşması'nda İstanbul ve Çanakkale boğazlarının yönetimi bir uluslararası komisyona bırakılmıştı. 1936 Montrö Sözleşmesi'yle uluslararası komisyonun yetkileri Türkiye'ye devredildi. Boğazların silahsızlandırılmış statüsüne son verildi. Boğazlar üzerinde Türkiye'nin egemenliği kuruldu.

Montrö Sözleşmesi, Türkiye'nin ve Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin güvenliği ile Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin çıkarları arasında kurulan hassas bir üçlü dengeye dayanır.

Türkiye, Sözleşme'de de belirtildiği gibi, sözleşme hükümlerini uygulayan ve uygulamaları denetleyen taraftır. Türkiye'nin güvenliği, savaş gemilerinin geçişinin önceden Türkiye'ye bildirilmesi, boğazlardan geçen savaş gemilerine tonaj ve sayı bakımından getirilen sınırlamalar, geçişin gündüz yapılması, boğazların üstünden savaş uçağı uçmasının yasaklanması, Karadeniz'e kıyıdaş devletlerin denizaltılarının ancak Karadeniz'deki üslerine gitmek amacıyla, gündüz ve su yüzünde seyretmeleri koşuluyla geçmesi, Türkiye'nin girdiği bir savaş durumunda boğazlardan geçiş rejiminin Türkiye'nin takdirine bırakılması gibi hükümlerle korunur.

Karadeniz devletlerinin güvenliği, Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine getirilen sınırlamalarla sağlanır: Bulunduracakları gemilerin toplam tonajının 45 binden fazla olmaması, 21 günden fazla Karadeniz'de kalamamaları, 15 bin tondan fazla gemi geçirememe gibi.

Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin çıkarları ise ticaret gemileri için serbest geçiş rejimiyle, savaş gemileri için ise, Karadeniz'in kapalı bir deniz olmaması, boğazlardan geçerek Karadeniz'e savaş gemisi gönderme hakkının bulunmasıyla sağlanır.

1936'dan bu yana geçen 83 yıl içinde, savaş gemilerinin kategorileri, tonajları büyük değişikliklere uğramasına karşın, Türkiye'nin üçlü dengeyi dikkatle koruması, Sözleşmeyi bu dengeyi göz önünde tutarak uygulaması sayesinde Montrö Sözleşmesi bir değişikliğe uğramadan ayakta kalabildi.

Şunu da belirtmek gerekir ki, 1983 Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde uluslararası boğazlardan geçiş rejimi, kıyı devletine yukarda değinilen yetkilerden hiçbirini vermez. O nedenle, Türk heyetinin çabaları sonucu Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne, rejimi uluslararası anlaşmalarla düzenlenen boğazların statülerinin saklı tutulacağı, Sözleşme hükümlerinin uygulanmayacağı yolunda bir madde eklenmiştir. Başka bir deyişle, Montrö Sözleşmesi ortadan kalkarsa, Türkiye'nin bugün boğazlardan geçiş konusunda sahip olduğu yetkilere sahip olması beklenemez.

Kanal İstanbul projesi, bölgenin ekolojisi bakımından doğuracağı sakıncalar yanında, Montrö Sözleşmesi'nin dayandığı üçlü dengeyi bozma tehlikesini taşımakta.

Türkiye'nin önünde böyle bir kanal açmasını önleyecek bir hukuksal engel yok. Her devlet, kendi ülkesini istediği gibi kazabilir, çukurlar açabilir. Bu bir egemenlik hakkı. Ancak bunu yapmak, Türkiye'nin çıkarları bakımından ne denli doğru? Kanal, Montrö Sözleşmesi'ni nasıl etkiler? Bu soruya yanıt ararken, şu üç faktörü göz önünde bulundurmak gerekir:

Birincisi, Montrö Sözleşmesi'ndeki "Boğazlar" sözcüğü, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'nı kapsar. Montrö Sözleşmesi'ndeki "Boğazlar" yani İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı bir bütün ve tek bir su yolu. Kanal İstanbul ise, Montrö Sözleşmesi dışında kalan başka bir alternatif su yolu.

O nedenle Kanal İstanbul'dan geçerek, Montrö Sözleşmesi'ne tabi olmayan bir gemiye Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'ndan geçerken Montrö hükümleri uygulanamaz. Kanal İstanbul'dan geçerken Montrö Sözleşmesi dışında kalan bir gemi, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'ndan geçerken de Montrö Sözleşmesi dışında kalır.

İkincisi, Türkiye'nin İstanbul Boğazı'ndan geçen gemileri Kanal İstanbul'a yönlendirme yetkisi bulunmamakta. Montrö Sözleşmesi'nin temel ilkesi geçiş serbestliği. Türkiye, serbest geçişi engelleyemez. Engellerse Montrö Sözleşmesi'ni ihlal etmiş olur. Kanal İstanbul'u kullanıp kullanmamak her geminin kaptanının vereceği karara bağlı olacak. Bu kararı verirken kaptan, geçiş süresi, emniyet, geçişin maddi yönü gibi unsurları dikkate alacak. Ona göre karar verecek. Bundan da anlaşılıyor ki Kanal İstanbul'un devreye girmesiyle İstanbul Boğazı trafiğinin azalması arasında otomatik bir bağlantı yok.

Üçüncü husus, Kanal İstanbul'un rejimi ve savaş gemilerinin geçişiyle ilgili. Kanallar, denizleri birbirine bağlayan insan yapımı bir su yolu. Denizleri bağlayan doğal bir boğaz varken bir de yanına insan yapımı bir kanal açılması dünyada pek görülmüş bir şey değil. Bunu yapan ilk biz olacağız. Denizleri bağlayan bu tür kanalların sayısı fazla değil. Süveyş Kanalı'nın hukuksal durumu, 1888 İstanbul Sözleşmesi ile düzenlenmiş. Birinci maddesi, kanalın savaş gemilerinin ya da ticaret gemilerinin serbest geçişine savaş ya da barış zamanlarında açık olduğu belirtiliyor. Kanal, Mısır tarafından milleştirilmesine karşın bu ilke bugün için de geçerli.

Panama Kanalı ile ilgili olarak ABD ile Panama arasında yapılan 1903 ve 1977 Antlaşmaları'nda, kanala tarafsızlık statüsü veriliyor, gerek savaş, gerek ticaret gemilerinin geçişi için serbest geçiş ilkesi

Aynı ilkeler Kiel Kanalı için de geçerli.

Kanalların hukuksal durumuyla ilgili olarak uluslararası hukukda açık kurallar bulunmamakta. Kanala ilişkin uluslararası anlaşmalar kanalın hukuksal statüsünü saptıyor. Genel olarak kanalların içinden geçtiği ülkenin egemenliğine tabi olduğu ve iç sular statüsünde bulunduğu ancak aynı zamanda uluslararası bir su yolu olduğundan kanaldan geçiş rejiminin serbest geçişi öngören uluslararası bir nitelik taşıdığı kabul ediliyor.

Daimi Adalet Divanı 1921'de Kiel Kanalı'na ilişkin bir anlaşmalıkla ilgili olarak verdiği Wimbledon Kararında şöyle der:

"…Genel kanı, iki açık denizi birleştiren yapay bir su yolunun bütün dünyanın kullanımına adanması durumunda, bu su yolunun doğal boğazlara benzerlik gösterdiği…" yolunda.

Yukarıda değinilen uluslararası anlaşmalardan ve Daimi Adalet Divanı'nın kararından alınan ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, uluslararası deniz yollarını birleştiren bir kanal, bir yandan kıyı devletinin egemenliğine tabi, öte yandan uluslararası statüye sahip. Başka bir deyişle, kıyı devleti kanalı keyfi bir biçimde yönetemez, istediği zaman geçişe kapayamaz. Geçen gemiler arasında ayrım gözetemez. Önemli olan kanaldan geçiş rejiminin, kanalın ulusal ve uluslararası özelliklerini birleştiren bir nitelik taşıması.

Öte yandan uluslararası kanalları düzenleyen anlaşmalarda görüldüğü gibi, serbest geçiş hakkı sadece ticaret gemilerini değil, aynı zamanda savaş gemilerini de kapsıyor. Daimi Adalet Divanı'nın Wimbledon kararından alınan alıntı da bu yönde.

Bu durumda Türkiye, "Kanal İstanbul'dan sadece ticaret gemileri geçebilir. Savaş gemilerinin geçişi Montrö Sözleşmesi'ne tabidir." diyebilir mi? Derse, başka devletler tarafından kabul edilmeyebilir. Kabul edilmezse, uluslararası anlaşmazlık doğar. Bunu çözmek için Uluslararası Adalet Divanı'na ya da uluslararası hakeme gitmek gerekir.

Kanaldan geçiş için, karasularından geçişi düzenleyen "zararsız geçiş hakkı" kuralları geçerli olabilir. Karasuları da devletlerin egemenliğine tabi. Ama buradan geçişler için Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne bir uluslararası düzenleme var. Bu düzenlemeye göre, savaş gemileri, kıyı devletlerinin yasalarına uymak ve kıyı devletlerinin barış ve güvenliğini tehlikeye atmamak koşuluyla, karasularından zararsız geçiş hakkına sahip.Kanallar için de benzer bir durum söz konusu.

Kanal İstanbul'un savaş gemilerinin geçişine açık olması, Montrö rejimin sonu demek olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Böyle bir durumda gerek Karadeniz'e kıyıdaş devletler, gerek Karadeniz'de kıyısı bulunmayan devletler, Montrö'nün getirdiği savaş gemilerine getirdiği sınırlamalara tabi olmadan Boğazlar'dan geçme olanağına kavuşacaktır. Montrö'nün savaş gemilerine getirdiği sınırlamalardan en fazla ABD şikâyetçidir. ABD'nin elinde 15 bin tonun altında savaş gemisi neredeyse bulunmamakta. Bir anda 45 bin tondan fazla gemi ya da uçak gemisi geçirememekte. Kanal İstanbul, savaş gemilerine açık olunca bütün bu sınırlamalardan kurtulacak. Rusya da özellikle denizaltılara getirilen, gündüz, su yüzünden geçme, Karadeniz'de denizaltı üssü kuramama gibi sınırlamalardan rahatsız. O da bu sınırlamalardan kurtulacak.

Kanal İstanbul'un savaş gemilerince kullanılması Türkiye bakımından olumsuz sonuçlar doğuracak. Bugün sahip olduğu Boğazları Kontrol etme yetkisinden yoksun kalacak. Örneğin, Karadeniz'e kıyıdaş devletlerin geçişten 8, kıyıdaş olmayan devletlerin geçişten 15 gün önce Türkiye'ye ihbarda bulunma yükümlülüğü ortadan kalkacak. Bunun kalkmasıyla Türkiye'nin geçişe itiraz etme olanağı da kalmayacak. Rusya'nın denizaltılarla ilgili bilgi verme yükümlülüğü kalkacak. Karadeniz'de denizaltı üssü kurulabilecek. Karadeniz'in kıyıdaş ve kıyıdaş olmayan devletlerin, savaş gemileriyle dolu olmasının, ABD ile Rusya arasında bir rekabet alanına dönüşmesinin Türkiye'nin güvenliği açısından doğuracağı olumsuz sonuçları uzun boylu açıklamaya gerek var mı?

Dış politikanın birinci amacı, devletin ve ulusun başını derde sokmamak, yeni sorunlar çıkarmamak, sonra da mevcut sorunları çözmek. AKP iktidarının dış politikasına baktığımızda ise, ülkenin başına yeni sorunlar çıkarmak için sanki özel bir çaba içinde. Kanal İstanbul da bunlardan biri.

11 Aralık 2019 Çarşamba

Benim yobazım senin yobazını döver

'Prof. Ahmet İnam'

Herkes kendi dünya görüşünün yobazına dikkat etsin. Yobaz dar kafalıdır, edepsizdir, düzeysizdir, sığdır, bencildir, kabadır, kendinden farklı olana kapalıdır, art niyetlidir, içten değildir.
Yobazlar, barışı, demokrasiyi arayamadıkları için, bulamazlar. Yobazların egemen olduğu dünyada barış olmaz. Yobaz düşmanıyla yaşar. Yaşaması için düşmana ihtiyacı vardır. Yobaz karşıt yobazlar yaratarak yobazlığını pekiştirmeye çalışır, düşmanını bulur. Bulamazsa icat eder. Yaşananlardan öğrenemez. Başına gelenleri kafasının içinde bulunan çerçevelere uydurmaya çalışır. Kendini sürekli olarak âdil, anlayışlı, merhametli sanır. Dünya hiçbir zaman yobazın dilediği gibi bir dünya olamayacağı için, yobaz türlü bahanelerle dünyayı kasıp kavurur.

Yobaz üreten bir dünyadayız. Düşüncede, duyuşta, dünyaya bakışta, inanışta yobazlar var. İnançlarını en saldırgan, en acımasız biçimde ortaya koyan, kendi gibi olmayanların bu dünyaya zarar verdiğini söyleyenler. Her görüşün, kavrayışın yobazı vardır. Biz genellikle bizim görüşümüzün dışındaki yobazları görüyor, kendi görüşümüzün yobazını fark edemiyoruz.
Kılavuzunuz yobaz ise yobazlık yolunda gürül gürül akıyorsunuzdur. Kitaplar, belgeler,
istatistiklerle yürütülen yobazca savunmalar ve saldırılarla kahramanca savunuyorsunuzdur, görüşünüzün kalesini.
Demokrasi sorunu yobaz sorununu görmezden gelirse anlaşılıp, çözülemez.
Yobaz demokrasi savar biridir. Hep kendi inancı haklı, kendisi gibi olanlar değerli olduğu için,
farklı görüşler haksız, kötü, yanlıştır. Demokrasi, yobazın varacağı son nokta için yalnızca bir
araçtır.
Yobazlık bulaşıcıdır. Eleştirinin, tartışmanın, farklı görüşlerin olmadığı bir dünyada yobazlık bir veba gibi yayılır. Yobazlık vebasının yaşandığı bir yerde huzur, barış, rahat görünüştedir.
Yobaz, kendi görüşünün yobazına kördür. Kendi görüşünün yobazını kahraman sanır, kutsallaştırır. Yobaza göre kendi görüşünün liderlerinin dışında hemen herkes yobazdır.

YOBAZLIĞIN ÜLKEMİZDEKİ AŞAMALARI
Yobazlığa yamak olarak başlanır. İçine düştüğümüz yobaz evinde dünya görüşümüzü yobaz yamağı olarak, yobaz bir tavırla kin, nefret, intikam duygularıyla öğreniriz. Yobazlık, sevgi anlayış, insan hakları, evrensellik, nesnellik kılığı altında da öğrenilebilir. Yamak yobaz, kendisi gibi davranmayanları düzeltmeye, doğru yola sokmaya çalışır. Zamanla dünya görüşünün dayandığı düşünsel, tarihsel arka planının bilgisini edinir, yobaz yardımcılığına yükselir. Görüşünü savunurken gösterdiği dayanıklılık, ısrar, ağız dalaşındaki başarıyla yobazlığa terfi eder. Siyasete atılırsa bir partiye girer yükselmeye başlar. Akademik hayatta ise doçent olur.
Yobaz siyaset alanında ise partinin yüksek kademelerinde rol almaya başlar. Kendini milletvekilliğe hazırlar, başarırsa milletvekili olur. Gazeteci ise iyi bir köşesi olur, gazete yönetimine geçebilir. Akademik hayatta ise artık profesördür. Yobazlığın bu aşamasına müdür yobazlık diyorum. Eğer alanında yükselirlerse, zengin olanları, bir partiyi, bir gazeteyi, bir inanç kurumunu destekler, milletvekili bakan olabilir. Ülke siyasetinde sık sık sözü edilen, televizyonlardan inmeyen biri olur ki, artık o, baş yobazlık aşamasına ulaşmıştır.
Çocuklarını "benim çocuğum büyüyecek de baş yobaz olacak" diye büyütür. Bu ülkeyi baş yobazların çevresine üşüşmüş yobazlar topluluğu kurtarır diye düşünürler. Bütün bu yobazlaşmaya karşı ülke hâlâ yaşıyorsa, yobazlaştırılmaya çalışıldığı halde imalat hatası olarak ortaya çıkıp da, sesleri yobazlar kadar yüksek olmayan birkaç "farklı", "deli", "uçuk", "korkusuz" vatanseverler sayesindedir.

Prof. Ahmet İnam


6 Aralık 2019 Cuma

Termik santrallar kapatılsın

Nuran Yüce:

Kahramanmaraş’ın Afiş-Elbistan ilçesindeki iki kömürlü termik santral yıllardan beri havayı kirletiyor. Türkiye’nin hava kalitesine ilişkin açıklanan 2018 yılı raporunda da bu gerçek bir kez daha teyit edilmiş, Kahramanmaraş Türkiye’nin hava kalitesi en kötü ili olarak yer almıştı.

Kasım ayından itibaren ise Afşin-Elbistan termik santrali dahil 15 termik santralin 2022’ye kadar filtresiz çalışmasına izin verecek Madde 50 gündemimize girdi, 21 Kasım’da TBMM’de onaylandı. Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği için bu düzenleme şimdilik askıya alındı. Şimdi yasayı veto etmesinden dolayı Cumhurbaşkanı’na övgüler düzülüyor, kahraman ilan ediliyor ama Madde 50’nin hazırlanmasından veto edilmesine kadar olan süreçte yaşananlar tam bir rezalet. Örneğin Kahramanmaraş Ak Parti milletvekili Habibe Öcal, Tayyip Erdoğan’ın termik santralların filtresiz çalışmasını düzenleyen yasayı veto etmesinden sonra “Milletvekillerimizin çabaları ve aziz milletimizin beklentilerini göz ardı etmeyen Cumhurbaşkanımız ‘önce insan’ diyerek Afşin-Elbistan Termik Santralleri’nin bacalarına filtre takılmasını erteleyen düzenlemeyi veto etti” diyen bir tweet attı. Sonra bu tweeti sildi. Bu silinen mesajda yer alan tek doğru şey “aziz milletin beklentisi”ydi, diğerlerinin gerçekle hiçbir ilgisi yok.

Yıllardır şirketleri korudular
İlk olarak 2013 yılında özelleştirilen kömürlü termik santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamaları için 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu Geçici 8’inci Maddesi ile 2018 yılına kadar süre tanıdılar. 2014 yılında Anayasa Mahkemesi çevre yatırımlarının bu kadar ertelenmesinin anayasaya aykırı olduğu kararı ile Geçici 8’inci Madde’yi iptal etti. Peki Hükümet Anayasa Mahkemesi’nin kararını hayata geçirdi mi? Tabi ki geçirmedi. 2017 yılında Anayasa Mahkemesi bu sefer iki kez, Türkiye’nin en kirli termik santrallerinin 2019 yılının sonuna kadar çevre yatırımlarını tamamlamalarını mecburi kılınmasına karar verdi. Mahkeme’nin bu kararı karşısında hükümet ne yaptı? Şubat 2019’da Madde 45 ile söz konusu santrallere iki yıl daha süre tanınmasını içeren bir düzenlemeyi Meclis’e getirdi. Kamuoyunun yoğun baskısı ile 45. Madde kanun teklifinden çıkarılarak komisyona geri çekildi. Ama iddia edildiği gibi karşımızda ne “önce insan” diyen ne de mahkeme kararlarını tanıyan bir hükümet var. Tek derdi şirketlerin çevresel yatırımlar için katlanacağı maliyet olan Hükümet son olarak 21 Kasım’da Madde 50 ile termik santrallerin filtresiz çalışmasına 2022’ye kadar izin veren düzenlemeyi tekrar TBMM’nin gündemine getirdi. Bu arada CNN Türk’te, Türkiye’nin dört bir yanında termik santral gerçeğini bizzat yaşanlarda ve genel olarak kamuoyunda termik santrallere karşı oluşan tepkiyi sindirmek için yalanlara dayalı bir yayın yapıldı. Yayında açık açık ‘çevrenin korunması, halk sağlığı diyorsunuz’ ama ‘şirketler çevresel yatırımlar için büyük paralar harcamak zorundalar kalacaklar, işten çıkarmalar olacak, günlerce elektriksiz kalacağız, hiç bunları düşünmüyorsunuz’ denilebildi.

Sonunda Madde 50 217 kabul, 36 red oyuyla Meclis’ten geçti. Termik santraller filtresiz çalışsın diye evet oyu verenler arasında Kahramanmaraş milletvekili Habibe Öcal da vardı. Şimdi bu evet oyu verenler Cumhurbaşkanının Madde 50’yi veto etmesini alkışlıyorlar. Söz konusu termik santraller hala filtresiz çalışıyor. 2019’un bitmesine günler kaldı ama bu şirketler yılsonuna kadar filtre takmamaları halinde herhangi bir ceza ile karşılaşmayacaklar. Çünkü Cumhurbaşkanı da veto ederken şirketlere ek altı ay süre tanındı.

Ortada alkışlanacak hiçbir şey yok. Türkiye’nin öldüren kömür gerçeği ise var olmaya devam ediyor. Kömürlü termik santrallerin hava, su ve toprağı kirlettiğine, kanser, astım, KOAH, erken doğum, otizm gibi daha bir çok hastalığı tetiklediğine ilişkin çok sayıda bilimsel tespit var. Bir başka gerçek ise kömürün ister filtreli ister filtresiz kullanılsın iklim krizine olan fosil yakıtlardan biri olması. Cumhurbaşkanına Madde 50’yi veto ettiren gücün içinde kömüre karşı oluşan tepkinin payı büyük. Şimdi bu tepkiyi “tüm kömürlü termik santrallerin kapatılması, kömürlü termik santrallerde çalışanların hiçbir hak kaybına uğramadan iklim dostu işlerde istihdam edilmesi” talebiyle büyütme zamanı. Kömürlü termik santraller olmaz ise elektriksiz, işsiz kalırız söylemi doğru değil. Şirketlerin sözcülüğünü yapan, kendisi de şirket gibi davranan AK Parti ve hükümet de Madde 50 sürecinde bir kez daha bunu sergilemiş oldular.

***

11 termik santrale 11 ayda 1,36 milyar TL kapasite desteği ödemesi yapıldı
Madde 50 ile 15 santrale çevre yatırımlarını yapmaları için 2022’ye kadar ek süre verilecekti. Kapasite Mekanizması Ödeme Listesi’nde bir başka gerçek daha açığa çıktı. Bu 15 termik santralden 11’inin 2018-2019’un ilk 11 aylık döneminde devletten 1,36 milyar destek aldığı görünüyor. Şirketler insani ve çevresel yıkımlara yol açacak kirli faaliyetlerini sonsuza kadar devam ettirmenin yollarını ararken bizden alınan vergilerle oluşan bütçeden de faydalanmışlar. Hükümet programlarıyla yıllardır para yok denilerek; sağlık, eğitim, sığınmaevi gibi kamusal hizmet alanlarına yapılan yatırımlar, ayrılan bütçeler azalırken şirketlere yapmadıkları çevresel yatırımlar için destekler sağlanmış.

***

Başta Kahramanmaraş ve Manisa olmak üzere bu tesislerin faaliyet gösterdiği illerde kanser nedeni ile yaşamını yitirenlerin sayısı arttı.

- Türkiye’de 2017 yılında hava kirliliği trafik kazalarından 7 kat fazla ölüme yol açtı (Temiz Hava Hakkı Platformu)

- 2018 yılında hava kalitesi, ulusal sınır değerlerine göre değerlendirildiğinde; 81 ilin yarısından fazlası (%56) kirli hava soludu.

- 2017 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği kılavuz değerler kabul edilse Türkiye’de yaşanan ölümlerin yaklaşık %13’u önlenebilirdi.(Temiz Hava Hakkı Platformu, ‘Kara Rapor’a göre)


Nuran Yüce

nuranyu@gmail.com
(Sosyalist İşçi)

www.marksist.org

23 Kasım 2019 Cumartesi

Üç Cam Kutu…

"Yeteneksizlik, adaletsizlik, nefret, düşmanlık, yolsuzluk... Kendini 'vatanını ne kadar seviyorsun' sorusunun ardına saklıyor."

Avukat görüşmeleri yan yana dizilmiş cam kutular içinde yapılır hapishanede. Bir avukat görüşünde, sol tarafımdaki kutunun içinde bir seri katil, sağ tarafımdaki kutuda ise bir mafya reisi vardı. Dünyanın herhangi bir “yüksek güvenlikli hapishanesinde” bir seri katille bir mafya reisine rastlayabilirsiniz ama seri katil-romancı-mafya reisi üçlemesine bir arada rastlayabilmek için sanırım bazı özel ülkelere gitmek gerekir. Tabii romancının yerinde bir solcu avukat, bir Kürt politikacı, dindar bir gazeteci, toplumsal sorumluluğunun farkında bir iş adamı, devrimci bir öğrenci de olabilir. Hepsi aynı ilginç üçlemeyi yaratır. Hepsi de aynı tür ülkelerin hapishanesinde bulunur.
“Hapishanemizde” epeyce mafya reisi vardı, avukat görüşünde, revir kuyruğunda rastladıklarımla selamlaşır, uzaktan işaretle hal hatır sorardım. Hapishanede herkes birbirine selam verirdi zaten. Bir kısmımız adam vurmak gibi, bir kısmımız yazı yazmak gibi ağır suçlar işlemiş, sonunda aynı yerde buluşmuş insanlardık, hayatın dışına atılmak gibi ortak bir kaderi paylaşıyorduk, kimse kimseden selamını esirgemezdi. Sadece seri katile selam veren kimseye rastlamadım. O da kimseye bakmazdı zaten.
Babam, insanların genellikle hapishane edebiyatıyla ilgilenmediklerini söylerdi, birkaç istisna dışında bu doğru bir gözlem bence ama bir romancı darbecilere “subliminal mesaj gönderme” suçlamasıyla gözaltına alınıp, askeri bir darbeyi desteklediği iddiasıyla önce ağırlaştırılmış müebbete sonra da on buçuk yıl hapse mahkûm edilince bu maceranın nasıl bir şey olduğuna dair bir merak oluşuyor.
Üç yıl hapis yattıktan sonra “dışarı” çıktım.
Dışarda geçirdiğim birkaç gün içinde yaşananlara, tepkilere, gelişmelere, söylenenlere baktığımda, hayatın hapishaneyle tımarhaneden ibaret olabileceğine dair bir duyguya kapıldım.
“Lumpenizm” diyebileceğimiz garip bir ideoloji çeşitli kılıklar içinde sanki “dışarıya” egemen olmuş, alt düzey bir delilik toplumun dokularına nüfuz etmişti. Toplumda entellektüel “hiyerarşi” altüst edilmiş, en zekâsız ve yeteneksiz olanlar en çok konuşma hakkını ele geçirmişti. Zekâ, yetenek, bilgi, yaratıcılık aşağılanıyordu, insanlığın en korkunç sorularından biri olan “sen vatanını ne kadar çok seviyorsun” sorusu herkesin toplum içindeki yerini belirliyordu. Herkes vatanını çok seviyordu, deli gibi seviyordu, ölesiye seviyordu, bunun kanıtı da “vatanını çok sevdiğini” bağırarak söylemekti. Kimin daha çok vatanını sevdiğine ise iktidar karar veriyordu.
Bu dehşet verici yarışta aklını ve mantığını kaybetmeyenlere yer yoktu.
Mantıklı her itiraz, hukuka ve insanların hakları olduğuna duyulan inanç yarış dışı kalmaya yetiyordu. Edebiyat küçümseniyordu, yetenek küçümseniyordu, yaratıcılık küçümseniyordu, hayat küçümseniyordu, ölüm yüceltiliyordu, cehalet yüceltiliyordu, iktidara sadakat yüceltiliyordu. Lümpenler, bayraklarını her yana dikmişlerdi.
Üstelik işin daha da ürkütücü yanı bunun uluslararası bir düzeye tırmanabilmiş olmasıydı. Birçok ülkede Lümpenist bir çılgınlık dört nala gidiyordu. Entellektüel düzey ve zekâ gerilerken intikam, şiddet ve düşmanlık artıyordu. Yazarlar, sanatçılar, bilimciler, aydınlar, kara gömlekliler kalabalığı içinde bir köşeye doğru itiliyordu. “Vatana” yazar değil, asker lazımdı. Soru sormayan, itiraz etmeyen, emre uyan askerler.
Bu acıklı durumu, teknolojik gelişmeye ayak uyduramayanların öfkesiyle, ekonomik gelişmelerle, yeni bir çağın başlamasında duyulan korkuyla açıklayanlar var, büyük ihtimalle söyledikleri de doğru. Ama ben insanlığın manik depresif bir yapısı olduğunu, dönem dönem bir çıldırma nöbetine girdiğini, ancak böyle nöbetlerden sonra iyileşebildiğini düşünüyorum. İnsanlık, uzaya gidecek bir akılla “milliyetçilik” türünden akılsızlığı aynı bünyede taşımanın zorlayacılığını böyle sinir krizleri geçirerek atlatmaya çalışıyor.
Dünyanın her yanında yazarlar az çok birbirine benzediği gibi dünyanın her yanında milliyetçiler de az çok birbirlerine benziyorlar. Hepsi kendi milletlerinin en değerli millet olduğunu iddia ediyor ve hiçbiri bütün milletlerin aynı anda nasıl “en değerli” olabileceğini hiç sormuyorlar. Sanırım ortak ahmaklık bu soruyu sormamakla başlıyor.
Okuyucularından çok daha yaşlı bir yazar olarak tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki bu yaşanan cinnetin tek panzehiri milliyetçiliğe karşı çok kararlı ortak bir tavır almaktır. Yaşanan cinnetten bunalan herkesin milliyetçiliği reddeden bir çizgide buluşarak,  kendi ülkesinde yüksek sesle milliyetçiliğin insanlığın en büyük zehiri olduğunu, bu zehirden içen toplumların mutlaka hastalanacağını hatırlatması gerekiyor.
Milliyetçilik bir yağ lekesi gibi bütün dünyaya yayılıyor. Yeteneksizlik, adaletsizlik, nefret, düşmanlık, yolsuzluk kendini “vatanını ne kadar seviyorsun” sorusunun ardına saklıyor.
Onlar her yerdeler.
Bazı ülkelerde bu soruyu güvenle ve sertçe soruyorlar, bazı ülkelerde bu soruyu rahatça soracakları günü bekliyorlar. Milliyetçilik bir radyasyon bulutu gibi her ülkeye sızıyor, çoğalıp büyüyor.
“Kumsalda” isimli bir film seyretmiştim, bir atom bombası saldırısından sonra bir kumsalda radyasyonun bulundukları bölgeye gelmesini bekleyen bir grup insanı anlatıyordu. Büyük bir pankart asmışlardı. Üstünde “hâlâ zaman var” yazıyordu. Filmin sonunda herkes öldü sadece pankart kaldı. sahilde
Çevrenize bakarsanız, siz de bu pankartları göreceksiniz.
“Hâlâ zaman var.”
Na kadar zaman var?
Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, bilimciler ve özellikle hukukçular, “hâlâ zaman varken” bu lümpen milliyetçilik saldırısına karşı ortak bir direnç göstermezse, milliyetçilik radyasyonu her kumsala ulaşır, hiçbir yerde güvenli bir toprak parçası kalmaz.
Dünyanın her ülkesinde cam kutular bulunuyor.
Bir tarafta bir seri katil, bir tarafta bir mafya reisi olabilir. Ortadaki kutuya bakın. Orada bir yazar görmemenin en güvenli yolunun ne olduğunu kendinize sorun. Bazı dönemlerde ortadaki kutuda sadece yazarlar oturmaz, lümpenizme karşı çıkan her dürüst insan o kutuda oturabilir.
Fransız aydınları başka ülkelerdeki birçok aydınla birlikte bana çok yardım etti. Bu hem bir teşekkür hem de bir daha yardıma muhtaç kalmamak için yapmak zorunda olduklarımızı bir daha kendimize hatırlatma yazısı.
Hâlâ zaman var.
O zamanı iyi kullanmak lazım. Geriye sadece bir pankart kalmasın diye.
Ahmet Altan, 13 Kasım 2019

22 Kasım 2019 Cuma

Tüm rolleri bir kişinin oynaması imkansız.

Hayatınızda eksik olan güven ve ilham kaynağını bulmak istiyorsanız, kendinizi destekleyici insanlarla kuşatmanız gerekir.
Herşeyden önce, etrafınız kötümser ve şüphecilerle dolu olmadan bile olumsuzluklardan kaçınmak tek başına zordur. Pozitiflik çemberinize kimlerin dahil edeceğini düşünürken, göz önünde bulundurmanız gereken altı kişilik türü vardır.

-Birincisi Katalizör. Bu, sizi saklı kalabilecek heyecan verici fikirler ve fırsatlar ile tanıştırarak hayatınızı değiştirebilecek olan göz açıcı kişidir. Bu, ilham almak için her zaman mükemmel bir kitabı önerebilecek, yaratıcı veya çok okuyan bir arkadaşınız olabilir.

-İkincisi Oyuncu. Bu, kendinize acımanıza izin vermeyi reddeden ve her zaman size hayatta iyi ve güzel olan herşeyi hatırlatan bir gülümsemeye sahip olan eğlenceli arkadaşınızdır.

-Bundan sonra şefkatli var. Ağlamak için bir omuza veya yataktan kalkamayacak kadar hasta olduğunuzda tavuk çorbası getirecek birine ihtiyacınız olursa, şefkatli sizin için oradadır, hiçbir soru sormaz.

-İlham veren, cesaretlendirip destekleyen, bilgelik ve umut dolu olan arkadaşınızdır. Ne zaman bir ilham verici ile tanışırsanız, hayatın imkanları üzerine güven ve heyecanla dolup taşarsınız.

-Meydan okuyan, insanları yeni bir ışıkta görmek istediğinizde gideceğiniz kişidir. Meydan okuyanlara bu ismin verilmesinin nedeni statükoya meydan okumalarıdır. Sıradan küçük konuşmalarda harika olmayabilirler, ancak onların benzersiz bakış açıları ve akıllara durgunluk veren tartışmaları için onlara değer verirsiniz.

-Altı numara Sevgilidir. Şimdi, bu illa ki aşık olduğunuz kişi değil, koşulsuz sevgi sunan ve yargılanmadan rahatça konuşabileceğiniz kişidir. Bu kişi çocukluk arkadaşı veya ebeveyn olabilir, ancak ne olursa olsun, en kötü anınızda yanınızdadır.

Ayrıca iç çemberinizin bir bonus üyesi de var: Yapıcı, tabii ki, romantik partneriniz bu kişidir. Önceden eşinizin sıralanan her şey olması gerekmediğini anlamak önemlidir.
Pek çok ilişki, bir eşin başka her özelliğin yanısıra şefkatli, ilham verici, zorlayıcı ve eğlenceli olmasını beklemek şeklindeki gerçekçi olmayan talepler yüzünden başarısız olur. Dolayısıyla, bu rollerin çoğunun genellikle başkaları tarafından yerine getirildiğini unutmayın.

Ken Robinson
http://sirkenrobinson.com/

Ermeniler göçmen mi?


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdogan´ın ABD gezisi esnasında yaptığı konuşmada; ”Ermeniler bundan önce değişik yerlerde göçmen olarak dolaşırlardı, Türkiye’de de aynı şekilde göçmen olarak yaşarlarken zorunlu tehcir yaşandı.“ konuşması Ermeniler arasında şaşkınlığa ve yeni tartışmalara neden oldu.
Ermeniler gerçekten göçmen mi ? Göçmen ve Göçebe arasında fark var mı? Ve biz bu farkı anlıyormuyuz?
Göçmen ne demek; Bir ülkeden başka bir ülkeye yerleşmek amacıyla göç eden, kişi, aile veya topluluklara denir.
Göçebe ne demek; Hayvancılıkla ya da sürekli olmayan işlerle uğraştıkları için belli bir yerde oturmayıp, değişik koşullara bağlı olarak, bir yöre içinde hayvanları, çadırları ve öteki araçlarıyla birlikte yer değiştirerek yaşayan (kimse ya da topluluk).
Ben bu yazımda işin siyasi boyutundan çok Ermeniler kimdir? Asıl vatanları neresidir? ve Anadolu´daki varlıkları hangi tarihler arasında gerçekleşmiş ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetine neler katmışlar bunun üzerinde durmak istiyorum.
Malesef siyasi ve politik nedenlerle Ermeniler´in varlıkları, ürettikleri, katkıları ve tarihleri hakkında var olan hafıza yok edildigi için, 1915’de yaşanan büyük felaket ve tehcir’den günümüze devamlı nefret söylemi yürütüldüğü için, Anadolu’nun kadim halklarından olan Ermenileri tanımıyoruz veyahut çok yanlış tanıyoruz.
Tarihin babası olarak adlandırılan Hellen tarihçisi Heredot, Ermenilerin Trakya kökenli bir halk olan Frigler’in (Frigyalilar), Urartu bölgesinde yaşayann bir kolu olduğunu söyler.
Ermeniler kendilerine Hay ve ülkelerine Hayastan veya Hayk adını verirler. Yabancılar ise Ermeni ülkesine Armina veya Arminiya demişler ve farsça Bisutun kayıtlarda M.Ö. 510 tarihinde bu isme ilk kez rastlıyoruz. Eski Pers İmparatorluğunun Arminiya eyaleti (satrapligi) Van Gölü havzası merkez olmak üzere Ağrı Dağı yöresi ve Aras, Arpaçay vadileri ile en Batıda Elazığ ve Erzincan yöresini içerecek şekilde Yukarı Fırat havzasını kapsardı.
Aynı bölge Antik Çağ boyunca Eski Yunan ve Latin kaynaklarında Armenia, İslamiyet dönemine ait Arap kaynaklarında ise Armaniyya/Ermeniyye olarak geçer.
Türkçe metinlerde ise o bölgenin adı, 15. yüzyılın başlarına kadar, Ermeniyye olarak geçer. Urartu Krallığı ve Uygarlığı M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren zayıflayarak çökünce aynı bölgede birbirinden bağımsız olarak hareket eden çeşitli Ermeni beyleri güçlenerek Antik Ermeni Krallığını kurarlar.
Malazgirt 993’te, Ardanus ve Yusufeli 1000’de, Ardzruni Krallığı 1020’de, Ani 1045’te, Kars 1064’te Bizansa boyun eğer ve yenilgiye uğrayan Ermeni beyleri Fırat’ın batısındaki eski Rum topraklarına göç ettirilerek Sivas, Kayseri, Maraş, Antep ve Kilikya bölgelerine yerleşir.
Dönemin çeşitli zamanlarında Bizanslıların, Perslerin, Arapların, Selçukluların saldırıları ve Ermeni beyliklerini ve kraliyetini ele geçirmesiyle Ermeniler, İç Anadoluya göç etmek zorunda kalırlar. Ermenilerin bulunduğu coğrafyanın, Doğu Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında bulunmasından dolayı iki devlet arasındaki savaş ve çatışmalardan en çok etkilenen Ermeniler oldu.
Özellikle 5. yüzyılda Ermeniler ile Sasaniler arasında yaşanan uzun savaş döneminde başta asilzadeler olmak üzere büyük bir Ermeni nüfusu Istanbul’a göç etti. 5.ve 6. yüzyılda göçler hızla devam ettiğinden 572 yılına varıldığında İstanbul´da kalabalık ve teşkilâtlı bir Ermeni cemaatinden söz edilebilirdi.
Yine Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde, şehir kuşatma altında tamamen viraneye dönmüş olduğundan, şehri eski haşmetli günlerine döndürmeye kararlı olan Fatih Sultan Mehmet, büyük bir imar hareketine girişir.
Şehrin nüfusu fetihten sonra 30 bin ile 50 bin arası tahmin edilmektedir.
Şehir nüfusunu arttırmak amacı ile önce gönül rızası ile sonrasında zorunlu göçle Subaşı Süleyman Bey görevlendirilir, Anadolu’dan aileler getirilir ve bu ailelerin içinde Ermeniler de vardır.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da büyük bir imar hareketi başlattığı için şehre getirilenlerin çoğunluğu mimar, kalfa, işçilerden oluşuyordu. Zanaatkar, tüccar ve meslek sahibi olanlar şehre yerleştiriliyor, diğerleri etraftaki köylerde iskan ediliyordu. Fatih Sultan Mehmet’in şehre getirdiği ilk Ermeni kafilesi, 1461’de Bursa Basepikposu Hovagimín önderliğinde şehre gelen Bursa Ermenileridir.
Böylece Orhan Gazi döneminden bu yana Bursa’da bulunan Ermeni piskoposluğu da İstanbul’a taşınmış oldu.
Burada Ermenilerin tarihçesini ve İç Anadolu ve İstanbul’a göç etme nedenlerini kısaca anlatmaya çalıştım. Burdan da anlaşılıyor ki, Ermeniler göçebe veya göçmen bir halk değiller, kendi öz anavatanları olarak bilinen coğrafya, dönemin büyük imparatorlukları tarafından istilaya ve saldırıya uğradığı için politik sebeplerden ve savaşlardan etkilenerek göç etmek zorunda bırakılmış olmaları onların göçebe veya göçmen bir halk olduğunu göstermez.
Ayrıca yukarıda Ermenilerin anavatanının da yukarı Fırat havzası olduğu ve batıya o dönemin Rum bölgesine (bugünkü iç Anadolu ve Türkiye’nin batısı) göçleri ve İç Anadolu’ya göçleri de 5. ve 6. yüzyıllarda olduğuna göre Türklerden daha önce bu şehirlere, kasabalara, köylere yerleşmiş bir halktır. İstanbul’a gelişleri de Türklerden daha önceki bir tarihe dayandığı gibi Fatih Sultan Mehmet´in arzusu ve hatta zorlaması ile şehrin fetih tarihi ile aynı döneme rastlayan göçlerle oluşmuştur.
Bu durumda Ermeniler için göçmen demek çok doğru bir tarih bilgisini içermemektedir.
Aksine Ermeniler Anadolu’da binlerce yıldır yerleşik hayata geçmiş, krallıklar, beylikler kurmuş ve medeniyet oluşturmuşlardır.
Bir zamanlar yayıncılık´ın kurucusu ve yayın yönetmeni Osman Köker, Ermenilerin Muğla ve Kırklareli dışında tüm Anadolu şehirlerinde, kasabalarında ve köylerinde yaşadıklarını anlattı.
Osmanlı’nın savaş öncesi 1914´deki nüfus kayıtlarında ‘1 milyon 300 bin’ Ermeninin olduğu kayıtlara geçmiştir.
Osmanlı’da nüfus millet sistemine göre sayıldığı için bağlı bulundukları kilise kayıtlarından ”Ermeni” olarak adlandırılan Osmanlı vatandaşlarının sayısı kayıtlara geçmiştir. Trakya’nın diğer şehir ve kasabalarında, Ege sahillerinde, İç Ege’de, Orta Anadolu’daki hemen bütün kasabalarda Ermeni halkının varlığından söz edebiliriz. Karadeniz kıyılarında Samsun’dan Rize’ye kadar olan hat üzerindeki şehir ve kasabalarda Ermeni kilisesi ve okullarının olmadığı hiçbir kasaba yoktu.
Doğu’da yer yer nüfusun tamamını Ermenilerin oluşturduğu kasaba ve köyler vardı. Silifke’den başlayarak Hakkari’ye kadar uzanan bütün güney ve güneydoğuda da önemli Ermeni cemaatleri vardı.
Batı da Ermenilerin şaşılacak şekilde yoğun olduğu bölge olan Güney Marmara havzasıydı. Özellikle Bursa-İzmit arasında yaşamaktadır. Ermeniler burada sadece şehir ve kasabalarda yaşamıyordu, bölgede 50 kadar da Ermeni köyü bulunuyordu.
Osmanlı döneminde en önemli meslekler olan tarım, devlet yönetimi ve askerlik Müslümanların elindeydi. Getirdiği itibar ve gelir bakımından en önemli sektörler bunlardı.
Zanaatkârlığın, ticaretin, sanatın vb. işler gayrimüslimlere bırakılmıştı. Ermeniler, Osmanlı´da ticaretin, sanayinin, edebiyatın, müziğin  (klasik batı müziğinin, Türk sanat musikisinin) tiyatronun, yazılı basının, tarımın, mimarın, halı ve kilimciliğin, ithalatın ve ihracatın, kuyumculuğun, demirciliğin, bakırcılığın vb… gibi mesleklerin en önemli icraatcılarıydılar ve birçok alanda etkin ve hatta önemli öncü rol oynamaktaydılar.
Ermeni tehcirinden sonra kuşaktan kuşağa aktarılan iş alışkanlıkları, yetenekler ve ilişkiler bir anda kesintiye uğradı.
Erzurum mebusu Hoca Raif Efendi anılarında şehirde çeşmelerin musluğunu tamir edecek tek bir usta kalmadığını yazar. Bugün İstanbul’da en önemli mimari eserler arasında görülen Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi, Çırağan Sarayları, Valide Sultanlar ve Abdülhamit Han´ın yaptırdığı camiler, Valide Bendi gibi su tesisleri ve yeni kiliseler, Balyanlar ailesi gibi Ermeni mimarların 19. yüzyılda yapmış oldukları eserlerden sadece birkaçıdır. Fatih Çarşamba´da eski Darüşşafaka Lise binası da Ohannes kalfanın eseridir.
Osmanlı’da ilk tiyatro kurucularından olan Güllü Agop, pek çok Türk sanatçısının sahneye çıkmasını ve çok önemli eserlerin Türkçeye çevrilerek sergilenmesini sağlamıştır. Osmanlı Ermenileri Türk müziğinde önemli bir yeri olan Türk sanat musikisine de çok önemli katkılar sağlamışlardır. Örneğin: Hampartsum Limonciyan 1813’te Türk ve Ermeni klasik sanat müziği için özel bir nota sistemi geliştirmiştir. Türk müziğinde 100 bestekardan 40’ı Ermeni bestecilerdir. Türk müziğine önemli katkılar sağlamıştır. Müzikologlar; Apet Mısırlıyan, Tatyos Efendi, Bimen Şen gibi bestekarlar olmasa fasıl olmazdı diyor.
150. doğum yılı kutlanan ve dünya çapında tanınan Gomidas, 1869 yılında Kütahya’da doğmuş, önemli bir Ermeni müzikologdur. Gomidas geçmişten günümüze Ermeni, Türk, Kürt ayrımı yapmadan, kim ne söylüyorsa kayıt altına almak için şehir-şehir, köy-köy dolaşan ve 4 binin üzerinde derleme yapan önemli bir müzik insanıdır.
Türklerin ve Kürtlerin yazılı olarak kayıt edemedikleri birçok önemli halk türkülerini günümüze taşıdığı için hem kürt halk ezgileri, hem de Türk halk ezgileri açısından da önemli bir yeri vardır. Gomidas’ın derlediği 4 bin eserden günümüze malesef sadece 200 kadarı ulaşmıştır.
Ermeni alfabesi M.S. 405 yılında Mesrop Mashtots sayesinde geliştirildikten sonra din, tarih, bilim ve felsefe alanında eserler, basılı kitaplardan oluşan bir kültür hazinesi yarattılar ve bu kültür birikimini Osmanlı da ilk gazete çıkaranlar olarak da devam ettirdiler. Erzurum, Van, Diyarbakır, Sivas, Trabzon’da Ermeniler nüfus olarak oldukça yoğundu. Buralar ekonomik ve sosyal olarak 1950’lere hatta 1970’lere göre oldukça ileriydi.
Buralarda okullaşma ve kız çocukların okula gitme oranı oldukça yüksekti. Sinama, tiyatro ve benzeri kültür yerleri kurulmuştu. Klasik batı müziği yapan orkestralar, bando takımları vardı. Günlük ve haftalık Ermenice gazeteler, dergiler yayımlanıyordu.
19. yüzyıl sonlarında Sivas, Hüdavendigâr (Bursa) ve Diyarbakır valiliklerinin resmi gazeteleri Osmanlıcanın yanı sıra Ermenice ya da Ermeni harfleriyle Türkçe olarak da yayınlanıyordu. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Ermeni harfleriyle Türkçe basılan çok fazla gazete vardır.
Bu gazetelerin yazdıklarını merak eden Türk okuyucuların Ermeni harflerini öğrendikleri dahi vakidir. Osmanlı´nın ilk sivil eğitim kurumu Cemiyet-i ilmiyye-i Osmaniye´nin (bir çeşit bilim üreten üniversite) kurucular listesindeki 33 daimi üyeden 9’nu Ermeniler oluşturmuştur.
1567´de Tokatlı Abgar ilk Ermeni matbaasını İstanbul´da kurmuştur.
Osmanlı´nın ilk kadın doktoru olan Adapazar´lı Ermeni Zaruhi Kavalcıyan, Boston Tıp Fakültesi´nden 1875 yılında mezun olan Serope Kavalcıyan’ın 1877 yılında dünyaya gelen kızı Zaruhi’dir.
Kavalcıyan 1898’de Adapazarı Amerikan Kız Koleji’nden mezun olduktan sonra aynı yıl Osmanlı’da kadınların tıp okuması yasaklanmasından dolayı Amerika’ya gider ve ABD’nin İllinois Tıp Fakültesi’nden 1903’te mezun olarak tekrar Adapazarı’na döner.
Burada bir dönem babasının yanında hekimlik yapan ve aynı zamanda Amerikan Koleji’nde biyoloji dersleri veren Kavalciyan Birinci Dünya Savaşı yıllarında aktif olarak hekimlik yaparak, yardım ve bakım kuruluşlarında görev alır daha sonraları İstanbul’a taşınır.
Ermeni dilbilimcilerinin kendi dilleri Ermenice dışında Osmanlıca ve Türkçe diline de çok önemli katkıları olmuştur.
Bugün birçok Atatürk severin arabalarının arkasına çıkartma olarak yapıştırdığı veya dövme olarak koluna yaptırdığı Atatürk imzasının da tasarlayıcısı Robert Koleji’nde matematik ve kaligrafi dersleri veren Hagop Vahram Çerçiyan’dır.
Atatürk´ün Türkçeye verdiği hizmetlerden ötürü kendisine „Dilacar“ soyadını verdiği Agop Martayan´da bu önemli şahsiyetlerden biridir.
Bedros Zeki Garabedyan, Reteos Krikoryan ve Bedros Keresteciyan da, Osmanlıca adına önemli çalışmalarda bulunmuşlar. Günümüzde ismini birçok kişinin değişik vesilelerle tanıdığı Sevan Nişanyan ise Türkçenin Etimolojisi üzerine ilk kapsamlı bilimsel çalışma olan „Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nü çıkardı.
İthalat ve ihracat da olduğu kadar tarım sektöründe de deneyimleri olan Ermenilerin Osmanlı´dan Cumhuriyet´e kalan borçların ödenmesinde önemli bir yerlerinin olduğunu „Osmanlı borçlarının ödenmesi“ adlı kaynakta, bir dip not olarak, karşımıza çıkar diye belirten Osman Köker sadece bir tek tarım ürünü ile bu borçların kapatıldığını söylüyor. Giresun´lu ve Ordu´lu Ermeni çiftçilerin ürettikleri Fındık ile ödenir borçlar.
Anadolu´da yaşayan kadim halklar olan Süryani´ler, Kürtler, Asur´lar, Ezidi´ler, Rum’lar ve Laz’lar gibi Ermenilerin sadece bilimde, sanatda, mimaride, müzikte değil mutfak kültürümüzde de önemli yerleri vardır. Sözün kısası halaylarımızdan, türkülerimize, yemeklerimize kadar zengin bir kültüre sahip olmamızda ve gelişmemizde büyük katkıları ve emekleri olan Ermenileri saygıyla anıyorum ve aramızda artık çok az kalmış olan (Türkiye´de tahmini 50 bin yaşıyor) bu kadim halkın bize kattıklarından dolayı onlara teşekkür ediyorum.
Birlikte barış içinde yaşamak mümkün, yeter ki birbirimizi dinleyelim ve ön yargılarımızdan kurtulalım.
Barış ve Sevgi dolu günler hepimizin olsun!