Translate

17 Temmuz 2018 Salı

27 Püf Noktası


1: Birini gerçekten tanımanız 3-4 yıl sürer. Evlenmeden önce bu kadar süre tanışan çiftlerin boşanma ihtimali daha azdır.

2: Uyumadan önce zihnimizin %90’ı, başımıza gelecek olan şeyleri hayal etmeye başlar.

3: Çocuklarımızla yaptığımız konuşmalar, onların iç sesi haline gelir.

4: Aktif olarak 7 yılı aşan bir arkadaşlık, büyük ihtimalle ömür boyu sürecektir.

5: Sizin bir türlü aklınızdan çıkaramadığınız o kişi de, muhtemelen sık sık sizi düşünüyor.

6: Çevrenizdeki birinin başkaları hakkında konuşurkenki tavırlarına dikkat edin. Çünkü sizin hakkınızda başkalarına konuşurken de aynı tavırları geçerli olacaktır.

7: Japonlara göre üç farklı yüzümüz var. İlk yüzümüz, dünyaya gösterdiğimiz. İkinci yüzümüz, sadece yakın dostlarımıza ve ailemize gösterdiğimiz. Üçüncü yüzümüz, kimseye göstermediğimiz. Hangisinin gerçek ve hakiki yüzümüz olduğunu, sanırım anladınız.

8: Her şeyin sizi rahatsız ettiği o ruh hali, muhtemelen birini özlediğinizi gösterir.

9: Gece geç saate kadar uyanık kalanlar, erkenden kalkanlara oranla psikopat olmaya daha yatkındır.

10: Birinin sizinle konuşmak istediğini merak ediyorsanız kollarınızı kavuşturun. O da aynısını yapıyorsa, istiyordur.

11: Araştırmalara göre birden fazla yastıkla uyuyan insanlar genellikle yalnız ve depresiftir.

12: Günde 5 ila 10 farklı şarkı dinlemek hafızayı ve bağışıklık sistemini güçlendirir ve depresyon riskini %80 azaltır.

13: Bir tartışmayı kazanmanın en güçlü yolu, konuyla alakalı sorular sormaktır. Böylelikle karşımızdakinin düşüncelerindeki mantık hataları daha rahat ortaya çıkar.

14: 6-8 ay içinde beynimiz, canımızı acıtmış birini tamamen affetmiş olur.

15: Başkalarına bağlı olmayı reddeden insanlar, en çok hayal kırıklıklarını yaşamış olanlardır.

16: Hayatınıza dair en iyi tavsiyeleri aldığınız insanlar, genellikle hayatında en çok sorun olan insanlardır.

17: Fazla düşünmek zihnimizin negatif senaryolar üretmesine ya da acı dolu anıları hatırlamasını sağlar.

18: Sık sık küfreden insanlar, genellikle duygusal açıdan daha güçlü ve daha zeki olurlar.

19: Zeki insanlar genellikle çatışmalardan uzak dururlar. Bu da çoğu şeyi fark etmelerini ama sessiz kalmalarını açıklar.

20: Sosyal açıdan utangaç ve içine kapanık insanlar, arkadaşlarına daha düşkündürler. İlişkilerde de daha sadıktırlar.

21: Basit şeylere kolayca sinirlenebilen insanlar, bilinçaltlarında sevilmeye ihtiyaç duyar.

22: Biri artık “değiştiğinizi” ifade ediyorsa, %95 ihtimalle onun istediği gibi davranmayı bırakmışsınızdır.

23: Psikolojiye göre iki eski sevgili ayrıldıktan sonra arkadaş kalabiliyorsa, ya halen aşıktırlar, ya da hiç olmamışlardır.

24: Unutmayın: Aldatanlar, sürekli aldatılacağını düşünür. Yalancılar, herkesin yalan söylediğini düşünür.

25: Kadınlar erkeğin görünüşünden çok, kokusuna önem verirler.

26: Köpekler insanların mutsuzluğunu hissedebilir. Bunu gidermek için de onlara sokulurlar.

27: Birinin kıymetini anlamanın en iyi yolu, onsuz bir hayatı hayal etmektir.



Hikayeci.co - 17 Temmuz 2018


14 Temmuz 2018 Cumartesi

Kediye Türkü

Pablo Neruda-
Hayvanlarda ters giden
bir şey vardı:
Kuyrukları fazla uzun
ve bir talihsizlikti kafaları.
Sonra toplanmaya başladılar
yavaş yavaş
parçaları uydurarak birbirine,
hoş bir görünüm yaratmak için,
doğum lekeleri, zerafet, heybet.

Ama kedi,
yalnızca kedi oldu tamamlanabilen,
gururluydu:
Doğuştan her şeyi yerli yerindedir ne olsa,
kendinden hoşnut
ve tam olarak emindir ne istediğinden.

İnsan balık ya da kuş olmak ister,
kanatlarımız olsa der yılanlar,
köpekler müstakbel aslan,
mühendisler ozan olmaya can atar,
sinekler kırlangıçlara özenir,
inatla sinekler gibi davranır ozanlar.

Ama kedi
kedi olmaktan başka bir şey istemez,
her kedi katıksız kedidir,
bıyıklarından kuyruğuna kadar,
altıncı duyudan kıvranan saçına kadar,
gece vaktinden, altın gözlerine kadar.

Pablo Neruda


Çeviren : Nazmi Ağıl

12 Temmuz 2018 Perşembe

Erdoğan’ın 18 Brumaire’i

Foti Benlisoy

Recep Tayyip Erdoğan’ın 18 Brumaire’inin 9 Temmuz mu, 24 Haziran mı, 16 Nisan mı yoksa başka bir tarih mi olduğu elbette tartışılabilir. Kesin olan, parlamenter sistemin buzdolabına kaldırıldığının ilan edildiği tarihten itibaren başlayan kurumlar bunalımının, popüler rıza ya da sandık vasıtasıyla bir otokrasi kurma girişiminin başarısıyla sonuçlanmasıdır.

Brumaire malum, Fransız cumhuriyetçi takviminin ikinci ayıdır ve Napoleon Bonaparte’ı Fransa’nın Birinci Konsülü yapan “18 Brumaire darbesi” dolayısıyla hatırlanır. Ancak bizim burada andığımız “Brumaire”, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı denemesine atıfla, meşhur Napoleon’un yeğeni (önce Cumhurbaşkanı, sonra İmparator) Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’de gerçekleştirdiği “kendi kendine darbe” ve sonrasındaki referandumla diktatoryal güce kavuşmasıdır. Bu sürecin, daha doğrusu Marx’ın onu yorumlama biçiminin önemi ve güncelliği, onun diktatörlüğü, temsili (burjuva) demokrasiye içkin, yapısal bir olasılık olarak tahlil etmesidir.
Engels de temsili demokrasi biçimleriyle diktatörlük arasındaki bu içsel ilişki ve geçişkenliği vurgular. “Fraklı komüniste” göre, “uygun koşullar oluştuğunda evrensel oy hakkının kitlelerin baskı altına alınması için bir araca dönüştürülebileceğini gösterdiği için” Louis Bonaparte, “Avrupa burjuvazisinin idolü” haline gelmiştir. Gerçekten de o güne kadar alt sınıfların muktedirlere korku salan bir silahı olan ve bu nedenle de “sahip olanlarca” düşmanca karşılanan genel oy hakkı, Bonaparte ile bizzat alttakilere, “sahip olmayanlara” karşı bir silah haline getirilmiş olur. Alman sosyal demokrasisinin kurucu figürlerinden Wilhelm Liebknecht de ta 1872 yılında, “basın özgürlüğü olmadan, gösteri ve toplanma özgürlüğü olmadan evrensel oy, gericiliğin bir enstrümanından başka bir şey değildir” diye konuşurken aynı hususu vurguluyordu.

Erdoğan’ın Brumaire’i de alt sınıfları siyasal olarak zayıflatırken onların rızasını devşirebilmek gibi benzer bir mahiyete sahiptir. “Reis”, 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleriyle tıpkı yeğen Bonaparte gibi, bir “mutlak hakem” konumuna yükselmiştir. Yani iktidar bloğuna dahil sınıf ve fraksiyonların iktisadi ve siyasi güç kaynaklarına erişme koşullarını yukarıdan aşağıya belirleme mutlak gücünü elde etmiştir. Bunun mantıki sonucu, hepimizin şahidi olduğu üzere, devletin kurumsal mimarisinin bu istikamette yeniden organize edilmesi, yeni bir devlet sisteminin oluşturulmasıdır.

Peki “evrensel” ya da “genel” oy hakkının “gericiliğin” bir aracı haline gelmesi, yani bizzat demokrasiye karşı işlemesi hangi koşullarda gerçekleşir? Marx, muhatabı olmadığı bu soruya, “kitleler kendi kendilerini temsil edemeyip temsil edilmek zorunda kaldıklarında” cevabını verirdi muhtemelen. Bilindiği gibi Marx, alafranga Bonapartizmin sosyal tabanını, bir çuvalın içindeki patateslere benzettiği küçük köylülükte bulduğunu aktarır. Konuyla ilgili meşhur pasajında şöyle yazar: “Milyonlarca köylü ailesi, kendilerini birbirlerinden ayıran ekonomik koşullarda yaşadıkları ölçüde ve yaşayış şekillerini, çıkarlarını ve kültürlerini, öteki sınıflarınkilere karşı tuttukları ölçüde, ayrık bir sınıf teşkil ederler. Fakat küçük toprak sahibi köylüler arasında yalnız komşuluk bağı bulundukça ve çıkarlarındaki benzerlik, aralarında bir birleşme, bir ulusal bağ ve bir politik örgüt yaratmadıkça, bu aileler bir sınıf teşkil edemezler. Bu yüzden de, sınıf çıkarlarını, kendi adlarına iş görecek ya bir Parlamento ya da bir Meclis aracılığıyla savunamazlar. Kendi kendilerini temsil edemezler; temsil edilmek zorundadırlar. Bu temsilciler, köylülere, efendileri olarak, üstün bir otorite olarak ve onları öteki sınıflara karşı koruyan ve yukarıdan yağmur ve güneş gönderen bir hükümet gücü olarak görünmek durumundadırlar. Dolayısıyla, küçük toprak sahibi köylülerin politik anlayışı, toplumun yürütme gücüne bağlılığı ile anlatılabilir.”

Alaturka Bonapartizmin sosyal tabanının önemli bir bölümü de kendi çıkar, kültür ve yaşayış şekillerini öteki sınıflara karşı konumlandıramayan, aralarında bir birleşme, ulusal çapta bir rabıta, bir sosyal ve siyasal örgütlenme biçimi kuramayan, yani bir sınıf olarak davranabilme ve eyleyebilme kudretini şu neoliberalizm dediğimiz yenilgiler silsilesi dolayısıyla önemli ölçüde yitirmiş emekçilerdir. Tıpkı alafranga Bonapartizmde söz konusu olduğu gibi kendi kendilerini temsil edemezler ve bir “koruyucu” tarafından temsil edilmeleri gerekir. Onları temsil eden de onlara, adeta gökyüzünden yağmuru ve güneşi gönderen bir güç gibi görünür. Bizzat Berat Albayrak’ın “Ay’a yol yapacağız desek inanacak seçmenimiz var” derken kastettiği, herhalde bu durumla alakalıdır. Meselenin cahillikle, “çomarlıkla” ya da küçük burjuva muhalefetin kendi kültürel sermayesiyle şişinmesinden başka şeyi açıklamayan benzer aklıevvelliklerle alakası yoktur. Mesele, sınıf siyasetinin önlenemez gerileyişinin yarattığı ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin, izole olmuş insan yığınlarının, borçlandırılmış, güvencesizleştirilmiş emekçilerin kendi kendilerini örgütleme ve temsil etme kabiliyetinin dumura uğramasıdır.

Bu kabiliyeti onarmaya dönük bir iddiası olmayan hiçbir muhalefet girişiminin mevcut rejimin sosyal tabanını destabilize etmesi mümkün değildir. Seçimler, Erdoğanizmin alamet-i farikası haline gelmiş mahalle sınırlarının aşılamadığını, bloklar arası kaymalar yaşanmadığını ortaya koymuştur. Alaturka Bonapartizmin esas güç ve dayanağı budur. Söz konusu bloklar, sınıf temelli değildir ve muhalefet bloku da soyut (yani berrak bir sınıf içeriği olmayan) bir demokrasi ve cumhuriyet vurgusu ya da “tek adamlık” eleştirisi ile yetinmektedir. Böyle bir muhalefet biçiminin, yani alttakilerin kendi kaderlerinin efendisi olma (örtük-çarpıtılmış) özlemiyle bağı kurulmamış bir “parlamentarizm”, “kuvvetler ayrılığı” ya da “yargı bağımsızlığı” çağrısının alaturka Bonapartizmin sosyal tabanına değmesi mümkün görünmemektedir.

Marx’ın bahsettiği “çuvala” çomak sokmaya aday tek güç, siyasal müdahale ve etki kapasitesini büyük oranda kaybetmiş olan, hatta düzen içi seçeneklerin peşine takılarak anlamlı bir siyasal referans olma vasfını yitirme riskiyle de karşı karşıya kalan “radikal” ya da “sosyalist” sıfatlı soldur; o soldan arta kalanlardır. Orta sınıf bir demokrasi vurgusunun ve sağlı sollu “pan-mega” demokrasi cephelerinin gideceği yer buraya kadardır. Üstelik önümüz, büyük siyasal tektonik kaymalara, yani siyasal davranışta sola ve (maalesef) daha da sağa hızlı savrulmalara ve hatta beklenmedik bilinç sıçramalarına yol vermesi mümkün bir sermaye birikim rejimi krizidir.

Yüzde 50-50 bölünmesi, orta sınıfların tereddüt ya da pragmatizmine, genel kamuoyuna hitap ederek değil, ancak sınıf siyasetiyle ihlal edilebilir. 50-50 polarizasyonu, verili siyasal kimlikleri kabul edip onlar üzerine milimetrik hesaplar yaparak, makul ya da mutedil dindar/muhafazakar figür ve kesimlere umut bağlayarak değil, mevcut siyasal saflaşmayı dağıtacak başka bir eksende yeni bir saflaşmayı, sınıf bazlı siyasal tutumlar ekseninde bir bölünmeyi hedefleyerek aşılabilir. Tıkıştırıldığımız “mahalleden” siyaseten hicret etmek, iki “mahalleden” de ayrı yeni bir “mahalle” inşa etmek gerek. Bu hiç kolay değil, ama başka yol da yok gibi… Silkinme zamanıdır…


Başlangıç Dergi

1 Temmuz 2018 Pazar

“Çöktük” Ama Doğrulma Vaktidir

Ömer Laçiner

24 Haziran seçiminde Türkiye ahalisinin çoğunluğu, otokratik ve şeklen demokratik bir başkanlık rejimini oturtmak isteyen AKP-MHP ittifakını seçti. Ve bunu, daha bir yıl önce öyle bir başkanlık rejimi için yapılan referandumda verdiği oyların daha fazlasını vererek yaptı.

Düşündürücü olan nokta şudur: Bu oy artışının, AKP-MHP ittifakının, 16 Nisan 2017’den bu yana objektif kıstaslara göre temel hak ve özgürlükler, adalet, eğitim, ekonomi ve dış politika karnesi daha da olumsuzlaşmış görünürken, MHP hiç de gayretli görünmezken, AKP görece durgun, Recep Tayyip Erdoğan bariz bir performans düşüklüğü sergilerken ve buna mukabil muhalefet geçmişe kıyasla daha parlak ve coşkulu bir kampanya yürütmüşken gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu yüzden muhalefet ve özellikle de onun demokrasi, özgürlükler ve insanî gelişim değerlerine inanmış unsurları kazanmayı fazlasıyla hak ettiklerini düşündükleri bir maçı, düşük kaliteli hantal bir takıma kaybetmiş olmanın o ağır moral çöküntüsüyle karşıladılar sonucu.

Bu sonuçta skorun ağırlığından ziyade -ki değil- AKP etrafında kenetlenmiş görünen %35-40’lık “çekirdek kitle” ile onun çeperinde yer alabilen %10-15 büyüklüğünde bir kesimin, (yönetimi) değiştirme, (yönetimi ve kendisini) dönüştürme için ortada ne denli meşru ve zorunlu faktör ve imkânlar olsa dahi; bir biçimde avantajlı saydıkları konumu, durumu veya alışkanlıklarını koruma dirençlerinin “aşırı”lığını bir kez daha görmüş olmanın yarattığı bir tür “çaresizlik” duygusu ağır basıyor.

En genel tanımıyla “muhafazakârlık” karşısında hissedilen bir duygudan söz ediyoruz. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ideolojik içeriği din ve milliyetçiliğin değer ve önyargılarından oluşan, ama burada bir özellik olarak kendini o değer ve yargıların aklî ve manevi kıstasları ile sorgulamaktan bilhassa kaçınan, onların şeklî, yüzeysel (sığ) ve somut çıkarla bağlantılı tarzıyla yetinen bir muhafazakârlıktır bu. O yüzdendir ki; örneğin Sünni İslâm’ın sağlıklı bir ekonomik gelişimi ile ahlâki ve vicdanî boyutuna çok daha önem ve öncelik veren söylem tarzıyla Saadet Partisi, AKP performansının dibe vurduğu şu konjonktürde bile o kitleden kendisine oy devşiremiyor. Sünni İslâm’ın ahlâki/manevi boyutunda teşekkül etmiş tarikatlerin AKP döneminde mevki, zenginlik ve güç elde etme kapısı olmaya uygun hale gelişleri de bir diğer anlamlı gösterge.

Dolayısıyla AKP-MHP ittifakı etrafında kümelenmiş bu muhafazakârlığı -ki sadece bunlardan ibaret değildir- dinî/Sünni “hassasiyetler”in ağır bastığı bir muhafazakârlık olarak tanımlamak, şeklen doğru görünse de; daha aslî bir özelliği örtüyor olması nedeniyle ciddi bir eksiklik içeriyor.

O aslî özelliğin nasıl tanımlanabileceği konusuna -özetle- geçmeden önce onun dolaylı bir dışavurumundan söz etmeliyiz: Hatırlanacağı üzere AKP yönetimi ve liderliği, baskın -erken- seçimin resmen ilan edildiği tarihten yaklaşık üç dört ay önce, “beka meselesi” sloganı altında Suriye ve Irak’taki Kürt kanton ve özerk yönetimlerinin tamamını kapsayan bir askerî harekâtın zorunluluğunu anlatan bir kampanyaya odaklandı. Bu, Türk milliyetçiliğinin “patenti”ni elde tutan MHP’nin öteden beri dillendirdiği bir girişimdi. AKP yönetimi böylece MHP postuna bürünerek MHP’nin İYİ Parti kopuşuyla azalan oylarını kapma hesabını herhalde yapmıştır. Ama 24 Haziran, bunun tam aksini, MHP’nin İYİ Parti’ye kaptırdığı oylarını AKP’den çektikleriyle telafi ettiğini gösterdi. AKP’nin Türk milliyetçiliğine daha fazla angaje olması da cabası. MHP’nin 24 Haziran sonrası iktidar kulvarında kilit parti konumuna gelişi de bu “zemin”e oturuyor.

MHP’ye patentli Türk milliyetçiliğinin insanî gelişim ölçütleriyle arasının “ezelden beri” hoş olmadığı, en iltimaslı ifadeyle vasat, yüzeysel, şeklî bir düzeyle yetinebilir olduğu malûm. Ana mecra Sünni İslâmcılığın da aynı ölçütlerin benzer -nitelikçe düşük- düzeyiyle kendini var edebildiği, ötesine yetemediği gibi bir korku ve çaresizlik kaynağı olarak baktığı da ortada.

Dolayısıyla Sünni İslâm ve Türk milliyetçiliğinin ortak kesişme noktası, harmanlanabilme “maya”sı işte bu “niteliksel sığlık-vasatlık” duygusu, özelliğidir ve bu “onulmaz” zaafa karşı nicelikten, sayısal fazlalıktan ve fizikî güçten medet ummak, bunlara “sarılmak”tır.

Türkiye’de muhalefet, 16 Nisan referandumunda ve 24 Haziran seçiminde, aslî özelliği yukarıda özetlenen bir ittifaka karşı, o ittifakın ortak ve başat özelliğine denk -sayısal üstünlük- bir ölçüte göre yapılan bir “yarış”ı kaybetmiştir. Kaldı ki ortada aşılmaz bir sayısal fark da yoktur. Ama asıl önemlisi, bu sayısal farklı azaltmanın yolları üzerine kafa yormayı da ihmal etmeksizin; ama asıl dikkat ve enerjiyi kendini insanî ve toplumsal niteliklerimizi yükseltme ve zenginleştirme yollarına, biçimlerine yoğunlaştırarak; 24 Haziran sonrası mücadeleyi bu zeminde yürütmeye hazırlanmaktır.

Bu nokta, bu konu hayatîdir ve dolayısıyla bundan sonra üzerinde çokça konuşacağız.



Ömer Laçiner / BIRIKIM