Translate

16 Aralık 2021 Perşembe

‘Siyah kuğular’ zamanı

Rejimin geldiği noktada karşımızda Kriz (Kaos), Panik ve Hezeyan var. Öyleyse, “zamanların hem en kötüsüdür hem de en iyisi” ...

“Kriz”, bir organizmanın yaşamındaki birleştirici ve çözücü eğilimlerin arasındaki diyalektiğin getirdiği “yaşamla ölüm arasında bir karar anını”, “Kaos” da bu karar anı içinde, düzenin hızla kaybolmaya, sürecin hızla anlaşılamaz olmaya başladığı durumu betimler. “Panik”, korkuya ve bu durumun içinden çıkma telaşına, “hezeyan” da bu telaşın dilde kendini açığa vuran hallerine ilişkindir. Kriz (kaos), panik ve hezeyan birleştiğinde denge “ölümden” yana döner. Organizmanın telaşı, içinde bulunduğu toplumsal eko sistemi yakıp yıkarak gidişi hızlandırır. “Zamanların en kötüsü” işte bununla ilgilidir. “En iyisi” ise yeni bir düzen yaratma olasılıklarıyla…

Kriz derinleşiyor
Yıl başlarken “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu” diyerek, rejimin, birleştirici ve çözücü eğilimlerin diyalektiğini artık kontrol edemediğine, diğer bir deyişle bir krizin içine girmeye başladığına işaret ediyordum. Kriz derinleşmeye devam etti, kaosa dönüşmeye başladı.

Örneğin, ABD Doları’nın, geçen yılın aralık ayında 7+ YTL düzeyinde olan fiyatı bugün 14+ YTL düzeyinde dolaşıyor. Karşımızda yüzde 98+ gibi bir devalüasyon var. Üretimi, tüketimi, ithalatı (ve ihracatı) döviz girişine bağlı bir ekonomide, bu görülmemiş, adeta müstehcen düzeyde devalüasyon boyunca, halkın yaşam düzeyine ne olduğunu örneklemeye bile gerek yok. Sokaklardaki “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” çığlıklarına, işçi sınıfının hak arama çabalarındaki yoğunlaşmaya, “Liderin” kendi kentinde bile üreticinin “kuyunun dibindeyiz” türünden yakınmalarına, muhalefetin Mersin mitinginin resimlerine bakmak yeter de artar bile.

Diğer taraftan, bu müstehcen devalüasyonun gıda ürünleri, akaryakıt, gübre, ilaç fiyatlarına henüz tümüyle yansımadığı da bir gerçek. Kış aylarında Omicron varyantı üzerinden Covid-19 salgını hızlanırken konutları ısıtma, hane halkını besleme maliyetleri (hatta temel malları ve ilaçları edinme sıkıntısı-potansiyel kıtlık riski) artacaktır.

Ve kaosa dönüşüyor
Rejim, krize karşı önlem üretemediği gibi, uyguladığı politikalarla “kaos” eğilimlerini daha da derinleştiriyor. Bu yüzden, uluslararası mali piyasalarda egemen hava, özellikle, uluslararası mali sermayenin devlerinden UBS, Türkiye üzerine rapor yayımlamayacağını açıkladıktan sonra, ancak “Doktor ne yerse yesin, diyor” deyimiyle tanımlanabilir bir noktaya geldi. Derecelendirme şirketlerinin raporları, negatif eğilimleri ve “çöp” alanına doğru bir gidişi sergiliyor.

Rejim, yüzde 100’e yakın devalüasyona neden olan faiz politikasını uygulamaya devam ederken “Biz ne yaptığımızı biliyoruz… Bekleyin görün” diyor ama bu iddiasına karşılık, ortaya dini ayetlere yapılan göndermelerden başka bir dayanak koyamıyor. “Olmayan dolarlarını satarak” (Reuters), adeta kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışıyor.

Bu sırada kamuoyu yoklamaları, rejimin yalnızca güven kaybetmeye devam ettiğini değil, en temel kurumsal desteğine (tarikatlara) karşı halkın öfkesinin hızla yükselmekte olduğunu, bu kurumları onaylayanların oranının AKP seçmeni içinde bile yüzde 7 dolayına çöktüğünü, halkın siyasal İslamın “gerçeğini” artık kavradığını gösteriyor.

Bu ortamda rejime bakınca karşımıza, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri, sokakta YouTuber gençleri tutuklamaya, yeniden OHAL’e uzanan bir panik ve “Ne zaman içeride büyük fırtınalar koparılıyorsa bilin ki dışarıda bir oyun tezgâhlanıyor”. “Erdoğan’ı devirin, iktidarı bize verin, o haritayı uygulayın” diyorlar… “Dedeağaç’tan ABD askerleri… sınırı geçecek. Türkiye’ye girecek” gibi hezeyanlar çıkıyor. Ekonominin kaderi bir şahsın iki dudağının arasındayken “serbest piyasaya” sadakat ilan eden, sonra büyük sermayenin temsilcilerini toplayıp “yüzer milyon dolar öksürün çorba” içelim gibisinden bir çağrı yaptığı aktarılan, “siyasal İslam az daha devleti ele geçiriyordu” gibi açıklamalarda bulunan komik tipler de “şahsımı” temsilen ortalıkta dolaşmaya başladı. Sanırım, “Siyah kuğular” zamanına girdik.

Kaynak:Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)

18 Kasım 2021 Perşembe

Devletler Batar mı?

"Günümüzde örneği daha az görülmekle birlikte devletler savaş gibi olaylar sonunda batabilir. Geçmişte devletler battığında bazen ülkeler de batar, tarihten silinir ya başka bir devletin yönetimine girer ya da başka bir devlete dönüşürdü. Bugün artık ülke batışı pek görülmüyor. Devletler batarken eğer ülke (tümüyle) elden çıkmamışsa o topraklarda yeni bir veya birkaç devlet kuruluyor. Mesela Osmanlı İmparatorluğu batarken Türkiye Cumhuriyetinin de aralarında olduğu birçok yeni devlet kuruldu. Daha yakın bir örnek Yugoslavya’nın batışıdır. Yugoslavya’nın yerini Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya gibi yeni devletler aldı." Mahfi Eğilmez

Batmanın Anlamı Üzerine
Başlıktaki sorunun farklı çeşitleri var: Ülkeler batar mı? Devletler batar mı? Toplumlar batar mı?

Bu soruları yanıtlamaya girişmeden önce batmanın ne anlama geldiğini incelemek gerekir. Batmak, fizikte, bir sıvının üzerinde iken herhangi bir nedenle içine gömülmek ya da sert ve sivri uçlu bir şeyin yumuşak bir şeye girmesi, saplanması anlamında kullanılan bir sözcük. Ekonomi, finans, işletme ve hukuk alanında batmak daha çok iflas anlamında kullanılıyor. İflas; alacaklılara olan borçlarını geri ödeyemeyen kişi ya da kuruluşların borçlarının bir kısmının ya da tamamının kaldırılmasını talep etmesi sonucu bir yargı sürecidir. Konu devlet ve ülkeye gelince iki türlü batma söz konusu olabilir: (1) Girişilen savaşların kaybedilmesi ya da dünyadaki gelişmelere ayak uydurulamaması gibi çeşitli nedenlerle güç kaybına uğrayarak ülke topraklarını ve yönetimini yitirmek. Buna örnek olarak Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve SSCB’yi sayabiliriz. (2) Moratoryum ilanı. Devletin mali anlamda güç durumda bulunduğu dönemlerde yeni bir anlaşma yapmak suretiyle borçlarının ödenme şekli ve süresini yeni esaslara bağlamasına moratoryum denir. Moratoryumda borç ortadan kalkmaz, ödemeler ertelenir, faiz oranları yeniden belirlenir, belli durumlarda borcun kısmen silinmesi söz konusu olabilir. Bunun en yakın örnekleri Meksika, Arjantin ve Rusya’nın açıkladığı moratoryumlardır. Yunanistan batma aşamasına geldiği halde Avrupa Birliği üyesi olduğu için birlik tarafından moratoryuma gitmeden kurtarılmıştır.

Günümüzde sokak dilinde devletlerin batması ifadesiyle kastedilen şey savaşlar nedeniyle değil borçların ödenemez duruma gelmesi nedeniyle ortaya çıkan durumdur. Böyle bir durumun bir sonraki aşaması moratoryum ilanıdır. Bu durumda devlet batmaz, ülke toprakları yitirilmez, borçlar yeni bir biçim alır.

Türkiye’nin geçmişinde iki moratoryum örneği vardır: Yazının Tamamı>>

Mahfi Eğilmez - Ekim 16, 2021

Biz Kadınlar Kirpiğimiz Yere Düşmesin diye...


Emel Uzun

“senlik@org” var bir de benim çok severek takip ettiğim. Herkes istediği anısını nasıl isterse öyle yazıyor veya seslendiriyor ya da nasıl dilerse. Ayrı ayrı hikayeler birlikte büyük bir hikâye yazıyoruz hissi uyandırıyor.  Anı yazma atölyeleri yapıyorlar. Kadınlarla bir araya gelip kendi anılarını anlatmalarının yollarını bulmaya çalışıyorlar ve belli ki çok eğleniyorlar.

bizimhikayemiz.org’dan takip edebileceğimiz bir “kadın hikayeleri arşivi oluşuyor. Kadınların hikayelerini topladıkları bir sözlü tarih araştırması yürütüyorlar. Her sınıftan, her yaştan, her coğrafyadan kadının hayat hikayesini dinlemek de mümkün, okumak da[1].

***

Kadınların hayat hikayelerini bilmek neden önemli peki? Ayizi Yayınları’nın “Kadınlar Hayatlar” dizisinin sunumunda kadınların başka kadınların hayatlarını okuyarak yalnız olmadıklarını fark eder ve bu hayatlardan ilham alırlar deniyordu. “Yalnız olmadığını fark etmek, kadının gelişmesi ve güçlenmesinin en önemli bileşeni” çünkü.

Benim için ise her zaman bir kadın olarak kendini kurmanın ve farklı kadınlık hallerini bilme merakı dolayısıyla hep önemli oldu. Başka bir kadının sıradan bir hayat yaşamamayı nasıl başardığını öğrenmek, nerede çuvalladığını da görmek mesela epey ilham verici. Bulaşıcı bir güç ve enerji yayıyormuş gibi.

Hayal kurmayı mümkün kılar örneğin güzel bir kadın hayatı dinlemek. Tarihin bir yerinde bir kadın bir şeyi yaşamış ve anlatmışsa, dinleyen de okuyan da artık o hikâyede mümkün olmuş her şeyin kendi hikayesi içinde mümkün olabileceğini öğrenmiş olur. Sevdiğimiz hikayeleri öyle çok anlatma ihtiyacı duyarız ki, bizi biz yapan şeylerin önemli bir parçasına dönüşür anlattıkça.

***

Televizyon dizilerinde de bir kadın hikayesi anlatma trendi var öyle değil mi? Çukur da bittiğine göre... Olur tabii her sezon birkaç kadın hikayesi ama bu yılın trendi güçlü kadın hikayesi anlatmak galiba. Öldürülmüş, tecavüze uğramış, aşağılanmış, aldatılmış, hakları gasp edilmiş kadınların haklarını savunan güçlü kadın avukatların hikayeleri[2]. Adalete kavuşabilmek için mücadele edenlerin başrolde olduğu diziler çekiliyor yani. Daha da önemlisi, bu diziler tutuyor.

Zannederim, bu sezon çıkan dizilerden en çok “Yargı” konuşuluyor. Hikâye bir kadın cinayetiyle açılıyor. Üniversite öğrencisi bir genç kadının cesedi bir valizin içinde çöp koyteynerine atılmış bir şekilde bulunuyor. Biz elbette ki biliyoruz ki bu bir hikâye değil. Bir adı var; Münevver Karabulut. Dizideki kurbanın ise İnci Erguvan. Bu ülkede kadınların her gün maruz kaldığı gibi katillerinin bulunmaları ve cezalandırılmaları süreci uzayan, esneyen ve cezasızlıkla sonuçlanan bir şey izleyeceğiz gibi düşündürüyor ilk başta. Ama öyle olmuyor. “Yerli dizinin yersiz uzunluğu” ve bir türlü bir yere bağlanmayan hikâye örgüsü baki, ancak adaletle münasebette çok hızlı ve olumlu sonuçlar alınıyor. Gerçek hayatta olmayan şey, dizide oluveriyor. Katilin bulunması, tutuklanması artık dağları aşmış adalet talebini biraz da olsa evcilleştiriyor sanki.

Daha üst sınıf bir evrenin hikayesi olarak “Yalancı” var bir de.  Çok saygın, başarılı, “pür beyaz” bir cerrahın sıradan bir date akşamının sonunda kendisine tecavüz ettiğini kanıtlamaya çalışan edebiyat öğretmeni Deniz’in hikayesi. Deniz, kafası biraz karışık da olsa kendisine tecavüz edildiğinden emin. Dul bir kadın olması, halihazırda adamla rızasıyla görüşmüş olması, evine davet etmesi, içki içmesi ve geçmişinde psikolojik sorunlar yaşamış olması onu bu davadaki zayıf taraf yapıyor elbette. Her ne kadar üst sınıf da olsa toplumdaki diğer kadınlarla hemen hemen aynı sebeplerden dolayı suçlanıyor. Ancak davasının peşini, tüm engellere rağmen, tek başına da kalsa bırakmayacağını da gösteriyor.

***

Kadınların her gün yok edildiği bu ülkede her akşam televizyonda hak arayan bir güçlü kadınlar hikayeleri izliyoruz yani.  İronik değil mi?  

Tam bu dizilerden birini izlerken, sosyal medyaya Çilem’in cezasının Yargıtay tarafından onaylandığı haberi düştü. Yıllarca şiddet gördüğü kocasını, kendisini fuhuşa zorladığı için, canını kurtarmak için öldürmüştü Çilem. Elbette bu hikâye böyle bitmeyecektir. Erkek adalete karşı verilen bu kolektif mücadele bir mutlu sonu hak eder.  Çünkü Çilem de dedi ya; “Biz kadınlar, ‘Kirpiğimiz yere düşmesin’ diye omuz omuza mücadeleye devam edeceğiz” …


[1] Sıradan olmayan hayatları dinlemeyi en çok sevdiğim yer ise Nacide Berber’in NTV Radyo’da yaptığı kadınlar dizisi. İz Bırakan KadınlarYol Açan Kadınlar ve Girişimci Kadınlar.

[2] “Yargı” ve “Evlilik Hakkında Her Şey”i kastediyorum.

 

26 Ekim 2021 Salı

Kediler insanını ebeveyn olarak görüyor

Kediler, özellikle köpek ‘rakiplerine‘ kıyasla daha mesafeli olarak bilinir, insanlarıyla daha az bağ kurduğu düşünülür. Ancak yeni yapılan bir araştırma durumun böyle olmadığını gösterdi.
Her ne kadar kedi sahipleri patili ev arkadaşlarının şefkatli olduğunu yalnızca bunu farklı şekilde ifade ettiğini bilse de artık bilimsel kanıtları da var. ABD’deki Oregon Eyalet Üniversitesi’nden araştırmacılar kedilerin gerçekten insanlarını sevdiği sonucuna vardı. En azından insanlarını ebeveyn ya da bakıcı olarak gördükleri kanıtlandı. Araştırma için daha önce bebeklerde ve köpeklerde kullanılan bir modelleme uygulandı.
Current Biology dergisinde yayınlanan araştırma kedi yavrularını iki dakika bakıcılarıyla zaman geçirdikten sonra yalnız bıraktı sonra yeniden iki dakikalığına bakıcılarıyla buluşturdu ve davranışlarını inceledi.
Deneyden sonra, her yavru kediyi, önceki çalışmalarda insan bebeklerine ve köpeklere atanan bağlanma stillerine göre güvenli, kararsız, kaçıngan ve düzensiz olarak kategorize ettiler.
Kedilerin yüzde 64’ü bakıcısına karşı güvenli bağlanma stili gösterdi. Başka deyişle bakıcıları odadan ayrıldığında endişeli görünürken tekrar bir araya geldiklerinde düşük stres tepkisi gösterdi.
Yavru kedilerin yaklaşık yüzde 30’u güvensiz bağlanma stili gösterdi yani bakıcıları odaya döndüğünde stres seviyelerinde bir azalma olmadı.
Elde edilen sonuçlar yetişkin kedilerle yapılan çalışmada elde edilen bulgularla da uyumluydu.
Benzer oranlar önceki çalışmalarda bebeklerde de görülürken köpeklerde güvenli bağlanma oranın yüzde 58’de kalması yüzde 42’sinin güvensiz kategorisinde olması dikkat çekti.

Diken.com.tr

17 Ekim 2021 Pazar

Yetmez ama evet tartışmaları: Kimler neler söyledi?


Fransa’da düzenlenen bir panelde, konuyla ilgisiz bir biçimde sorulan "2010 yılında Anayasa referandumunda 'Yetmez ama evet!' dediniz, pişman mısınız?" sorusu önemli bir tartışma başlattı.

Panelin katılımcıları tam olarak böyle demedikleri halde, amerikanınsesi.com sitesi tarafından “Türk Aydınlardan ‘Yetmez ama Evet’ Özeleştirisi” manşeti ile verilen haber, kısa zamanda yetmez ama evet diyenlere linç kampanyasına dönüştü.

Linç etmeye çalışanlar o kadar düzeysiz ve kendini kaptırmış haldelerdi ki her türlü saçma iddia gerçekmiş gibi ortaya atıldı. Panelde konuşanların yeni dönemde rol çalmaya çalıştıkları söylendi. 2010’da yetmez ama evet diyenlerin politik konularda ağzını açmasının yasaklanmasını talep edenler oldu.

2010 Anayasa referandumu ile ilgili çeşitli dönemlerde çeşitli linç kampanyaları ulusalcı sol kesimler tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak bu defa iş zıvanadan çıktı. Saçmalamanın dozu artınca, o dönem yetmez ama evet diyen çeşitli aydın, politikacı ve akademisyenler konu hakkındaki görüşlerini yazılı olarak kamuoyuna açıkladılar. Yetmez ama evet düşmanlarının aslında ne yapmaya çalıştıklarını ortaya koydular.

Bu yazılardan derlenen alıntılar şöyle:

Baskın Oran (Agos): YAE (yetmez ama evet) diye 10 küsur yıldır 24 saat sayıklayan ulusalcıların bütün derdi, örtmek. Ulusalcı CHP’nin yapıverdiklerini örtmek. Abdullah Gül’ü 2007’de cumhurbaşkanı seçtirmemek için 367 rezaleti dediğimiz ucubeyi yaratan sivri zekâlılığı örtmek.

YAE diye sayıklayanların 2010 referandumu maddelerinden  hiç haberleri yok, çünkü karşı çıkmaktan okumaya vakit bulamamışlar. Oysa memurlara toplu sözleşme hakkı orada verildi. Ombudsmanlık getirildi. Sivillerin askerî mahkemede yargılanabilmelerine son verildi. Nisap 2/3’e yükseltilerek siyasi parti kapatmak çok zorlaştırıldı (ki, şimdi bundan HDP yararlanacak). AYM’ye bugün tek can simidimiz olan bireysel başvuru hakkı getirildi (ki, şimdi bu Barış Akademisyenleri’nin tek umudu). HSYK’nin meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı. En önemlisi, yargı reformu getirildi. 

Deniz Güngören (Marksist.org): Sosyalistler referandumlarla dünyanın değiştirilebileceğini düşündükleri için değil, demokratikleşmenin ve dolayısıyla işçi sınıfının önünü açacak talepler etrafında geniş kitleleri mobilize etme fırsatı olarak gördükleri için böyle süreçlere müdahil olurlar. Reformlar bir bir geri sarılmaya başladığında da “o günden bunları görmek lazımdı” diye düşünmezler, sistemin sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü teşhir ederler.  Ve sosyalistler “ne istiyoruz, nasıl alırız?” diye sorarlar, “bunu yaparsak birilerinin maşası olur muyuz?” diye değil.

Ufuk Uras: Orhan Pamuk'un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım. Aradan 11 yıl geçmiş ve ‘Evren anayasası değişmezse Erdoğan'la daha iyi mücadele edilir’ gibi bir deli saçması yaklaşım için ne denilebilir ki.

Zehra Çiğdem Özcan (Birikim): Doğru tavrı gösterdiğini düşünen ve sözünün arkasında olan “yetmez ama evetçi”lerin siyaseten ne düşündükleri ya da durumu nasıl algıladıkları önemsenmeksizin, yaptıklarının yanlış olduğuna kanaat getirmemekle suçlanmalarının ve bunun da kibirden kaynaklı olduğunun iddia edilmesi en büyük kibirdir. “Yetmez ama evet”çilerin sessiz kalmalarının, polemiğe girmekten kaçınmalarının nedeni, haksız olduklarını bilmeleri değil, dertlerini açıklamak konusunda duydukları umutsuzluk olabilir. Yaptığının arkasında duran insanları sessizlikten faydalanarak özür dilemeye zorlamak, “sükut ikrardan gelir” türünden vecizelere sığınarak, siyasi güçsüzlüğü onlar üzerinden güce dönüştürmeye çalışmak kesinlikle kabul edilemez. Buna izin verildiği noktada ortaya çıkacak şey, “daha iyi bir dünya” değil, olsa olsa zorbalık olur.

Sezai Temelli: Anayasa referandumunda ‘evet’ oyu kullandım, pişman değilim. 2010 koşullarında vesayete karşı verilmiş, 12 Eylül ve darbecilerin yargılanması gibi çok önemli değişiklikler var orada. Bu, Türkiye’deki askeri vesayete karşı aslında önemli bir hamlenin adresi. Ama bu referandum, AKP’nin işine de yaramıştır. AKP’nin işine yaramasını engelleyebilirdik.

Selami Gürel (Marmara Yerel): 2010 Anayasa referandumunda sosyalistler, devrimci demokratlar “bu anayasa değişikliği önemli, ama Kürtlerin kimlik sorununu karşılamaktan uzak. Kürt coğrafyasında boykot, diğer bölgelerde -önerilen değişimin yetersiz olması nedeniyle- yetmez ama evet demeliyiz” tutumunu takındı. Ben bu tutumu sonuna kadar doğru bulanlardan biriyim. Benim gibi düşünenlerin –küçük bir azınlık dışında- sosyal şovenizme, ulusalcılığa, Kürt Düşmanlığına kaymadığını gözlemliyorum. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, barışın, Kürt halkının eşit haklarının yanında durmaya devam ediyor.

Şenol Karakaş (Marksist.org): Yetmez ama evet’ten sonra neler olmuştu hatırlarsak: 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları gerçekleştirilmeye başlandı. Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yeni bir evreye sıçradı, Çözüm Süreci başladı. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı yeniden kazanıldı. Eylem alanları genişledi. Irkçılığa karşı dev bir dalga yükselmeye başladı. Bir aşaması dev LGBTİ+ yürüyüşlerine, bir başka yönü İstanbul Sözleşmesi’ne, öte yandan HDP’nin 2015 Haziran’ında aldığı muazzam oylara kadar ulaşan farklı bir dinamik ortaya çıktı. 

Alper Görmüş (Serbestiyet): Dünün “kahrolsun YAE’ciler”inin bugün belki bir-iki istisna dışında muhalefet blokunu desteklediğini biliyoruz. Ana omurgasını, hiç de hoş çağrışımlar uyandırmayan iki gelenekten gelen iki partinin oluşturacağı bir koalisyonu desteklemek de bir YAE değil mi? DEVA’yı, Gelecek Partisi’ni saflara kabul etmek YAE değil mi? Fakat YAE demeden siyaset yapılamayacağını içine sindiremeden YAE’cilik yapılınca iş ister istemez oportünizm kılığına bürünür.  YAE’cilik yaparlar ama bunu asla telaffuz etmezler.

Abdullah Naci: Türkiye'ye bugünkü koşulları hazırlayanlar, yetmez ama evetçiler değil, ikna odaları kurup başörtülü öğrenci avına çıkan akademisyenler, askerin sözcülüğüne soyunan gazeteciler ve siyasetçilerdir. Orhan Pamuk kafası değil, Mine Kırıkkanat zihniyetidir. Kimse kendini kandırmasın.

Yıldıray Oğur (Karar): Yetmez Ama Evet tartışması artık geçmiş hakkında değil, gelecek hakkında bir tartışma. Bu turnusola bakarak ortak bir gelecek kurup kuramayacağımız, birbirimize güvenip, bir kere daha “Yetmez Ama Evet” deyip diyemeyeceğimiz ortaya çıkacak. Çünkü birbirine güvenip, zaman zaman demokrasi için uzlaşarak, risk alıp “Yetmez Ama Evet” diyemeyen toplumlar bir otoriterlikten diğerine geçip durur.

Marksist.org

18 Eylül 2021 Cumartesi

‘En az’ ile ‘en çok’un ötesinde


Siyasal ve toplumsal mücadelelerde başrol üstlenen güçler yürüyüşlerinin belli bir aşamasında kaçınılmazca bir yol seçimi sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Tutmaları mümkün birçok yol ve doğrultu vardır ama daha önce hiç o yollardan geçmemişler, varacaklarını düşündükleri yeri de hiç deneyimlememişlerdir. Böyle bir anda geleceği ancak akılla görebilirler. Öyle akılcı kararlar vermeleri gerekir ki, seçilen yol boyunca hem öncüyü takip eden büyük kitlenin moralini, mücadele azmini, zafere inancını ayakta tutabilsinler; hem mücadele alanına en büyük güçle ve en elverişli konumda girebilsinler; hem de karşıt ve rakiplerinin yürüyüşlerini bozarken kendilerini karşı hamlelerden koruyabilsinler.

“Ortak duyu”, halka ve önderlere her zaman ve her şeyde olduğu gibi “en kolay yol”u empoze eder. Doğanın ve toplumun işleyişinden edinilen gündelik yaşam deneyimi milyonlara değişik kalıplar içinde hep bunu söyler. Onlar, “genel çekim yasası”nı hiç duymuş olmasalar da bilirler: “Su akar, yolunu bulur”, “Her çıkışın bir inişi vardır,” “Yükselen her şey düşer…” vb. “Enerjinin sakınımı” ilkesinin bu folklorik yorumu çok basit fiziksel görüngüleri ya da gündelik yaşamda basit insan davranışlarını açıklamakta işe yarar görünür.
Türkçe'de “en kolay yol” diye geldiğimiz bu buluşsallık, Batı dillerine “en az direnç yolu” [“the path of least resistance”] olarak yerleşmiş, fizikten siyasete kadar gücün konu edildiği pek çok durumda dile pelesenk olmuştur.

Ne var ki, olaylar ve süreçler karmaşıklaştıkça, güçler büyüyüp çeşitlendikçe fizikçiler ya da siyasal önderlerin “en kolay yol”dan ya da “en az direnç yolu”ndan bir hakikate varamadıkları ortaya çıkar. Gündelik bilinç, elektrik akımının ya da sınıf mücadelesinin neden “en kolay yol”dan değil de “daha zor” görünen ama tarihsel ya da maddi gerçeklikte mümkün “biricik yol”dan ilerlediğini açıklayamaz olur. 20. yüzyıl başlarında siyasal sınıf mücadelesinin başlıca sorunsallarından biri olan kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki ikilik de “en kolay yol” bağlamında bir tartışmanın konusu olmuştu. Sınıf mücadelesinin “en kolay yol”unun kendiliğindenliğe iltica etmekten geçtiğini savunan “işçici” ve “halkçı”lara devrimci sosyalistler şöyle yanıt vermişlerdi: “Bu, ezilenlerin] bilinçsizliğine boyun eğmektir.” Ezilenlere bilinç taşımak, onların öncü kesimlerini aydınlatmak, “aydın”ın bilgisini temellük etmelerine yardımcı olmak yerine, kitlelerin kendiliğinden ekonomik mücadelelerine müracaatla “en kısa yol”u tutanlar, “ortak duyu” gereğince doğru yolda yürüdüklerine kendilerini de inandırmış olabilirler.

Ancak, bu “yol”dan ileriye gidildiği genellikle pek vaki olmaz. Kitleler, “Komünizme karşıdırlar,” kitlelerin “Batıl itikatları vardır,” kitleler “Devletin yenilmezliğine inanır...” Egemen bilinç biçimlerinin kucağında yoğrulan bu kitleselliğin bütün emekçi aksanına karşın egemen sınıfın ideolojik dilini yeniden üretmeksizin edemeyeceğine dair devrimci teorinin 19. yüzyılda ulaştığı çıkarsama 20. yüzyıl devrimlerince yeniden ve yeniden doğrulandı: “Egemen bilinç her zaman egemen sınıfın bilincidir.”
Kendiliğindenliği yüceltenler esasen bir maddi hakikate dayanmıyor sayılmazlar. Kitleler, sömürüye, baskıya, şiddete, haksızlığa elbette kendiliğinden tepki gösterirler. Ancak, bir toplumsal ve politik dönüşüm programına bağlanmış olmayan kendiliğindenliğe tapınarak onu saçmalığa indirgemek de kurtuluş mücadelesi saflarında tepki doğurur. “Bilinç” kutbunda toplananların bir bölümü -bu bilincin bulanıklığı nispetinde- kurtuluşun böylesine sıradanlaştırılmasına ve gündelik bilinçle ikamesine “iradeci” ve “öznelci” bir tepkiyle karşılık vermeksizin edemez. Bu eğilim de uluslararası literatürde -Türkçeye “en çokçu” diye çevirebileceğimiz “maksimalizm” terimiyle anılıyor. Her iki eğilimin de kurtuluş mücadelelerinin henüz doğrultu kazanamadığı ya da nispî duraksama gösterdikleri, büyük baskılar altında tutuldukları, bilinçli kadrolarının kıyıma uğratıldıkları dönemlerde uç verdiğine ve hareketin politik bilinç ve örgütlenme açısından nispeten geri kesimlerinin zihniyetini yansıttığına işaret eden Antonio Gramsci “maksimalizm”i “Marx’ın öğretisinin kaderci ve mekanik bir yorumu” olarak nitelemişti. Gramsci, partisindeki “maksimalist”lerin “oportünist” olmaktan çok “uzlaşmaz” olduklarını kaydetmekle birlikte, onları günbegün taktik mücadelelerle uğraşmaktansa, kollarını kavuşturup nesnel koşulların eninde sonunda kitleleri devrime sürüklemesini beklemeyi siyaset saymakla suçluyordu.

Türkiye’nin demokratik muhalefet güçleri faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesinde gelinen yeni evrede sonuç alıcı yeni bir yol tutmak üzere büyük maddi ve manevi çaba gösteriyor. Bunun için elde hazır bir reçete olmayabilir, ancak, 20. yüzyıl devrimlerinin uluslararası deneyimi, özgürlük mücadelesinin hangi yolları tutmaması gerektiğine ilişkin güçlü bir kılavuzluk sunuyor. Bu deneyime dayanarak matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet güçleriyle tarihsel ittifakının ifadesi olan “üçüncü yol”, asla iki “çıkmaz yol”un -“en azcılık” ile “en çokçuluk”un- ortasından değil, ötesinden geçecektir.
Gramsci, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret etmişti: “[Halklarımızın düşmanları] güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır [...] Onları yenmek için [...] onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir [...] Tüm devrim öncesi dönem esasen [...] yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir [...]”
Demokratik özgürlük güçlerinin tarihsel ittifakı, faşizmin iktidarını kurumsallaştırma hamlesiyle hesaplaşmanın yeni evresine özgü taktiğini şekillendirmeye zihnini “en azcılık”tan da “en çokçuluk”tan da özgürleştirerek başlamalıdır.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Yaşam, 16 Eylül 2021

8 Eylül 2021 Çarşamba

Kuzey Rüzgarları

"kuzey rüzgârları saçlarımda hüznü estiriyor. sonbahara teslim olmuş bu gizli bahçede oturmuş hatırlamaya çalışıyorum: ben ne zaman delirdim?"

Bu bahçe daha ne kadar saklayacak beni daha ne kadar kol kanat gerip koruyacak dışarıdaki kurtlar sofrasından bilemiyorum. öyle güzel ki burada sadece kendime ait sevgili hüznümü yaşamak, sadece bu bahçede oturmak, hayatımda ilk ve belki son defa başka hiçbir şey düşünmeden sadece sonbaharla şehrimize düşen kuzey rüzgârlarının bu küçük yeryüzü parçacığına yeniden ve yeniden şekil vermesini seyretmek. kuzey rüzgârları cansız yaprakları oradan oraya amaçsızca ama ahenk içinde savuruyor sonra ağaçların arasından göğe doğru yükselip gri bulutları birbirinden ayırıyor, bazen at başları bazen gülen insan yüzleri yaratıyor bulutlardan, sonra tekrar yere inip toprağı etrafa savuruyor. bu ne büyük bir zevkmiş. delirmek buysa niye daha önce delirmek aklıma gelmedi ki?

Delirmek ince bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar için hayatın ölüm kadar ya da herhangi bir hastalık kadar yakın yüzlerindendir. Hastalık kategorisine girmekle beraber sosyal bir olgudur aslında. Deliliği kanser, böbrek yetmezliği veya görme bozukluğundan ayıran hastadan çok etrafını rahatsız etme durumudur. Delirmek bu kahrolası dünyada kafası çalışan herkesin er ya da geç önüne çıkar, yolunu keser, ve tamamiyle kendi tarafına çekmeye çalışır. Tamamiyle çekemezse durum daha da vahim olur. O zaman iki dünya arsında devamlı yolculuk yapan zavallı bir ruh gibi iki tarafı arasında sıkışır kalır zavallı insan.

Zavallı küçük insan, kendi içinden çıkardığı görece büyük insanlar tarafından deli ve deli olmayan olarak ikiye ayrılmayı öğrenir, üstelik bu delilikler de kendi içlerinde alt ve üst sınıflara ayrılabilir : daha çok deliler, daha az deliler, tolere edilebilir deliler, asla göz yumulamaz deliler. Bir de şanslı ve şanssız deliler vardır. Tahmin edilebeleceği üzere birinci grubu özelikle sanatçılar oluşturur, Dali veya Nietzche ne kadar normal ne kadar deliydiler tartışılır ama Dali ünlü bir sanatçı olmasa ve Bilbao' nun dar sokaklarında duvarlara bir şeyler çizse herhalde polis tarafından güzelce kovalınırdı (veya tutucu mahalle sakinleri tarafından). Aslında deliren birçok insan halinden memnundur, ne de olsa insanlık için küçük kişisel özgürlükleri için büyük bir adım atmışlardır. Ama büyük insanlar onları elbette yalnız bırakmayacaktır ve kutsal iyilik ve yüce erdemler adına tüm hayatlarını delilerine, deli olmalarına rağmen insanca yaşayabilmeleri için adarlar. Ve bu söylenen inanın bana doğru. Normal insanlar delileri dış dünyanın iğrenç saldırganlığından koruyabilmek için hayatlarını delilerle geçirmeye işte böyle razı olmuş yüce gönüllüler, ne yaptığını bilmezler ve çaresizlerdir.

Psikayatrist doktorlar ve onların asistanları ve onların öğrencileri; belki bilinçli olarak isteyerek belki de çoğu şeye hükmeden kaderin cilvesi olarak hayatlarını delileri incelemeye, deliliğin tarihini yazmaya, deliliği tedavi etmeye adarlar ve hayatları boyunca delileri sarıp sarmalayıp korumaya and içerler. Kimisi deliliğin tarihine yapacağı katkılardan ötürü ödüllendirilir, ismi tarih kitaplarına geçer; çoğu yıllar geçip arkasına baktığında dışarıdaki dünyaya yeniden kazandırdığı hastalarının sayılarının çok olması için elinden geleni yapar; kimisi hayatını adadığı deliliğin derin felsefesinde kendini kaybeder, deliliği doktor kimliği içinde eritir, içselleştirir ve bir çeşit yaratık olarak hayatına devam eder; kimisi her elektro şok verişinde gözyaşlarını kabullense de kabullenmese de akıtır içinde biryerlere ve damlalar içindeki ırmağa kavuştuğunda başına geleceklerin meraklı dehşetiyle yaşar.

Ve baş hemşireler ve onların genç yardımcıları taze hemşireler neden doğumhanede yeni doğmuş pırıl pırıl bir bebeğe bakmak varken delilerin akla durgunluk veren renkli ve saçma dünyalarında devamlı bir rüya ve kabus arasına sıkışmış hayatları gözetlemek durumunda kaldıklarını, biteviye tekrarlanan çığlıklardan, tırmalamalardan, dışkı kokularından ve daha nice garip olaydan nasıl olurda kurtulabileceklerini düşünürken ellerine geçirdikleri uyuşturucu yüklü iğneyi belki de bir tür hayvansı ve bir o kadar da insancıl şevkle delinin derisine batırırken akşama ne yemek pişireceği, çocuğunun sınavının nasıl geçtiği hatta komşusunun kocasının gerçekten karısını aldatıp aldatmadığı kafasına takılıverince, allahım benim ne günahım vardı diye sorgulamaz mı? Sorgular elbette: bazen delirerek, bazen isyan ederek, bazen tüm hoşgörüsünü kaybederek, hatta insanlıktan çıkarak, bazen de kendi hayatını yaşayamama adına höşgörüsüne sıkı sıkı tutunarak, bazen de kendi deliliğini başka hastalar üzerinden örtmeyi başararak hayatını devam ettirir....

Hastabakıcılar ise adeta katillerin, adi suçluların tutulduğu hapishanelerin bir o kadar toplum suçlusunu andıran gardiyanlarının neredeyse benzer güç kullanma yetkileriyle doğal olarak donatılmış kendi halinde aile babalarıdır. Onlar için önemli olan eve ekmek parası götürmek kadar temel bir gereksinimdir. Gerisi çok da önemli değildir.

Tüm bu insanlar yarı tanrıcılık oynayarak normal ve anormal tanımlarının üzerine kendilerince bir dünyayı inşa ederken; onları alkışlayan, paralarını ödeyen, saygısını esirgemeyen DIŞARIDAKİLER uzaktan kumanda ettikleri delileri kapattıkları yerde gidip görmeden hatta varlıklarını hastalıklı bir şekilde unutarak hatta yok sayarak yaşamaya devam ederler. Ölüm kadar gerçek, an kadar yakın, güzel bir kadın kadar çekici, şarap kadar baştan çıkarıcı ve tanrı kadar erişilmez delilik kapalı kapılar arkasında, tımarhanelerin karanlık odalarında, terapi odalarının loş ışığında, hipnozun derin uykusunda içten içe yanan kor ateş gibi varlığını devam ettirir: Herşeye rağmen sinsice ve pervasızca üstten bakarak, insanların dünyasına ve içlerinde barındırdıkları ve kendilerinin bile bilemedikleri herşeye.

Neden doktor oldum bilmiyorum. galiba pek elle tutulur bir nedenim yoktu ama ailem doktor olacağıma çok sevinmişti, ben de onlar sevindi diye sevinmiştim. sonra uzmanlık için psikiyatriyi isteyerek seçtim. belki o zamanlar da delireceğimi biliyordum, belki benim kontrolümün dışında da çalışabilen beynimin bana ufak bir oyunuydu, bile bile neredeyse kendi ayaklarımla taşıdım kendimi bu binaya. ilk zamanlar zordu, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutmaya, iki hayat yaşayan iki ayrı insan olduğumu farzetmeye çalışıyordum. kendi içim ve dışımın ne kadar birbirinden uzak olduğunu da işte bu zamanlarda farkettim. aslında korumaya çalıştığım bir içim, ayrı tutmaya çalıştığım bir hayatım, herşeyden önemlisi dış diye bir şey yoktu. benim içim boştu, hayatım boştu, dışarısı ve içerisi aynı yerden çıkıp ayrı yollardan geçip aynı yere geliyorlardı. bir dönem direndim, nede olsa eğitimliydim. bir iki zavallı savunma mekanizması bile geliştirdim. o kadar zavallılardı ki kimsenin çözmesine gerek kalmadan kendi içlerinde çözülüverdiler. benim için artık iç ve dış kalmamıştı. elektro şok tedavisini ilk uyguladığım hastayı odasında ilk gördüğümde bana bakışlarındaki öfkeyi hiçbir savunma mekanizması hayatımdan uzak tutamazdı. sonumun, veya sonumun başlangıcının, hayır bu da olmadı: bu hayatımın sonunun ve yeni hayatımın başlangıcının artık çok yakınındaydım. ilk günler kurtar beni der gibi baktığını zannetiğim hastaların aslında hallerinden memnun olduklarını 'kurtar beni' anlamını bakışlarına benim yüklediğimi kabullenmek zor gelmedi. zaten hazırdım. delilik ana kucağı gibi sıcacık bir rahatlık vaadederek beni yanına çağırıyordu ve ben de ona doğru koşuyordum. işte hepsi bu. şimdi bu küçük bahçede hiçbir şey için kafamı yormak zorunda kalmadan sadece kuzey rüzgârlarını dinliyorum. hayatımda ilk defa sadece içimi yaşıyorum. kuzey rüzgârları içime tıpkı saçlarıma yaptığı gibi dilediğince yeni şekiller verirken ben sadece gülümseyerek mırıldanıyorum : ben kendini kuzey rüzgârı zanneden bir deliyim, ben mutluyum.

Pınar Türen

29 Ağustos 2021 Pazar

Homo sapiens Nedir?

Modern insanlar veya Homo sapiens, yaşayan tek Homo türüdür. Ancak bu gezegende her zaman yalnız değildik.

  Arjantin’de bulunan Eller Mağarası.


Homo sapiens, genellikle Homo sapiens sapiens olarak anılan, tüm yaşayan insanları içeren oldukça zeki bir primat türüdür. Homo cinsinde bir zamanlar birçok tür vardı, ancak modern insanların yanı sıra tüm türler ve alt türler artık nesli tükenmiş durumda. 1758’de İsveçli bilim insanı Carl Linnaeus, insanlara Homo sapiens adını veren ilk kişiydi. Encyclopedia Britannica’ya göre, “homo sapiens” terimi Latince’den türemişti ve “bilge adam” anlamına gelir.

Yaklaşık 6 milyon yıl önce, Afrika kıtasında insan atalarından bir tür, şempanze ve bonobo yaşıyordu. Duke Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Herman Pontzer, Doğa Eğitimi Bilgi Projesi için yazdığı makalesinde açıkladığı gibi, o sıralarda bir grup kendini farklılaştırmaya ve diğerlerinden ayrılmaya başladı ve homininler oldu.

Avustralya Müzesi’ne göre, evrim ağacının bu hominin dalı, modern insanları, soyu tükenmiş insan türlerini ve Homo, Australopithecus, Paranthropus ve Ardipithecus cinslerinin üyeleri de dahil olmak üzere tüm atalarımızı içeriyor.

(İnsanların Nesli Tükenecek mi?)

Pontzer, “Homininleri diğer primatlardan ayıran, yaşayan ve nesli tükenmiş olan bazı özellikler, dik duruşları, iki ayaklı hareketleri, daha büyük beyinleri ve özel alet kullanımı ve bazı durumlarda dil yoluyla iletişim gibi davranışsal özelliklerdir.” diyor. Önemli olarak, bu özellikler, araştırmacıların Homo sapiens’i diğer tüm türlerden ayıran iki ana yol olan fiziksel ve davranışsal özelliklerin bir karışımı.

Homininler diğer büyük maymunlardan ayrıldıktan sonra, herhangi bir Homo türünün ortaya çıkmaya başlaması için hala birkaç milyon yıl geçmesi gerekiyordu. William H.Kimbel ve Brian Villmoare’in 2016 yılında Royal Society B dergisinde yayınladıkları bir makalede şunu yazdılar: “Homo soyunun en eski popülasyonları, yaklaşık 3 ila yaklaşık 2 milyon yıl önce bir noktada Afrika’da hala bilinmeyen bir ata türünden ortaya çıktı.”

Homo cinsinin kökenleri belirsizliğini koruyor. 2015 yılında Science dergisinde bildirilen şu ana kadar bulunan en eski Homo fosili, yaklaşık 2,8 milyon yıl öncesine ait olabilir, ancak bilim insanları hangi türe ait olduğundan emin değiller. Araştırmacılar tarafından Nature dergisindeki 2015 tarihli bir makalede incelenen bir sonraki en eski fosil, yaklaşık 2,3 milyon yıl önce yaşamış ve muhtemelen Homo habilis olan bir bireye aitti. Bu fosil ile ilişkili olarak bulunan taş aletler, bireyin onları nasıl kullanacağını bilmiş olabileceğini düşündürüyor.

İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nden insan evrimi uzmanı Chris Stringer’e göre, son 15 yılda bilinen Homo türlerinin sayısı dörtten dokuza, iki kattan fazla arttı. Bilim insanları, 2019’da Nature’da yayınlanan bir makalede en son eklenen Homo luzonensis‘i tanımladılar.

Stringer, “Etiyopya’dan yaklaşık 195.000 yıllık bir Homo sapiens fosili var ve modern insanların temel özelliklerine sahip.” diyor. “195.000 yıldan itibaren, makul bir şekilde Homo sapiens diyebileceğimiz fosiller buluyoruz.”

Ancak muhtemelen Homo sapiens’in daha da eski bir örneği var: Nature dergisindeki 2017 tarihli bir makalede anlatıldığı gibi, Fas’taki bir mağarada taş aletlerle birlikte bulunan fosilleşmiş kalıntılar, “modern” insanların 315.000 yıl kadar erken bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor.

İnsanlar ve yakın akrabalarımız arasında net bir çizgi yok ve araştırmacılar insan kalıntılarını diğerlerinden ayırmak için ya anatomiyi ya da davranışı kullanıyor. Anatomistler, Homo sapiens’in iskeletleriyle tanımlanabileceğini savunurken, bazı arkeologlar, davranışın modern insanları tanımlayan şey olduğunu söylüyor.

Science’ta yayınlanan 2015 tarihli bir incelemeye göre, bilim insanları Homo cinsini neyin oluşturduğuna dair kesin bir tanım üzerinde hemfikir değiller. Bununla birlikte, Journal of Quaternary Science’ta yayınlanan 2019 tarihli bir incelemede açıklandığı gibi çoğu Homo türünün “uzun, düşük kafatası ve güçlü kaş kemeri” olduğu söyleniyor. Bununla birlikte, Homo sapiens’in kendine özgü “modern” fiziksel özellikleri vardı: Homo cinsindeki diğer türlere kıyasla büyük, yuvarlak bir kafatası, kaş çıkıntısının olmaması, çene (bebeklik döneminde bile) ve dar bir pelvis.

Ancak Stringer, erken dönem Homo sapiens’in modern Homo sapiens ile aynı özelliklere sahip olmayabileceğini söylüyor. “İnsanlar her şeyi sınıflandırmayı ve basit tutmayı sever, ancak doğa bizim tanımlarımızı tanımaz.”

Bazı bilim insanları, davranışın Homo sapiens’i diğer Homo türlerinden ve bu konuda dünyadaki diğer tüm türlerden ayıran şey olduğuna inanıyor. “İnsan” olarak kategorize edilen bir dizi davranış var. Current Anthropology dergisinde yayınlanan 2003 tarihli bir incelemede, araştırmacılar, tarihsel olarak Homo sapiens’i tanımlamak için kullanılmış olan özellikleri sıraladılar.

Bunlar, ölülerin gömülmesi, ritüel sanatı, süslemeler, işlenmiş kemik ve boynuz malzemesi, bıçak teknolojisi ve balıkçılık gibi davranışların kanıtlarını içeriyordu. Bununla birlikte, bu incelemenin yazarları, bu davranışların çoğunun Avrupa merkezli olduğuna ve dünyanın diğer bölgelerinde bulunan Homo sapiens için geçerli olmayabileceğine de dikkat çekiyor.

Norveç’teki Bergen Üniversitesi SapienCE proje yöneticisi Silje Bentsen ‘a verdiği demeçte, “Mevcut arkeolojik yaklaşım, becerilerin yanı sıra davranışsal sonuçlara bakmaktır.” Grubun web sitesine göre, Erken Sapiens Davranış Merkezi anlamına gelen SapienCE, “Homo sapiens’in nasıl ve ne zaman bugün kim olduğumuza dönüştüğü konusundaki anlayışımızı artırmayı” hedefliyor.

Bentsen, “Modern bir insana ne isim verileceği konusunda uzun bir tartışma var ve tartışma hala devam ediyor.” diyor. Arkeologlar, bir özellikler listesi yerine, bilişle ilgili belirli özelliklerin neyi ima ettiğine bakıyorlar. Örneğin, mevsimleri veya hayvan göçlerini tasvir eden gravürler veya semboller, ilk insanların bu kavramları anlayacak kadar zeki olduğunu gösteriyor. Bentsen, “Planlama ve gelişmiş bilişi gösterir. Bu karmaşık bir davranış paketi.” diyor.

Bununla birlikte, modern insanları ayırt etmenin davranışsal yöntemi, Neandertaller gibi diğer Homo türlerinin de benzer yetenekler sergilediğinin gösterildiğine dair kanıtlar nedeniyle karmaşık. Bu tıknaz mağara sakinleri aletler kullandılar, ölülerini gömdüler ve ateşi kontrol altına aldılar. Bunlar bir zamanlar açıkça modern insanlara atfedilen faaliyetlerdi. Aslında, Stringer, türleri ayırt etmenin bir yolu olarak davranışı reddediyor. “Davranış, bir türü tanımlamanın geçerli bir yolu değildir. Davranış, anatomiden çok daha kolay paylaşılır.” diyor.

Encyclopedia Britannica’ya göre, türlerin bir tanımı: “Diğer gruplarla üreyemeyen, kendi içinde üreyebilen doğal popülasyon grupları”dır. Bununla birlikte, son araştırmalar Neandertaller, Homo sapiens ve Homo denisovalılar (Rusya’daki Denisova Mağarasında keşfedilen bir hominin türü) arasındaki melezleşmenin kanıtlarını tanımladığından, bu tanım Homo türleri için geçerli olmayabilir. Örneğin, Nature dergisinde yayınlanan 2018 tarihli bir makale, Neandertaller ve Homo sapiens arasındaki çok sayıda melezleşme olayının kanıtlarını bildirdi. Yine Nature’da yayınlanan bir başka 2018 makalesi, hem Neandertal hem de Denisovalı DNA’sına sahip olan eski bir insan melezinin kanıtlarını açıkladı.

Stringer, bu, bazı bilim insanlarının bizimki de dahil olmak üzere birçok Homo türünün bir araya toplanması gerektiğini tartışmasına yol açtığını söylüyoi. Bu paradigmada, modern insanlar Homo sapiens sapiens iken, Neandertaller Homo sapiens neanderthalensis ve Denisovalılar ise Homo sapiens denisovalılardır.

Ancak Stringer, insanların ve Neandertallerin ayrı türler olduğunu çünkü kemik yapılarının farklı olduğunu savunuyor. Londra’daki The Natural History Museum için yazdığı bir makalede “Neandertaller ve Homo sapiens böylesine belirgin farklı kafatası şekillerini, pelvisleri ve kulak kemiklerini evrimleştirecek kadar uzun süre ayrı kalmışlarsa, farklı türler olarak kabul edilebilirler, melezleşebilsinler ya da melezleşemesinler.”

arkeofili.com

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Çocuklarınız

Çocuklar sizin çocuklarınız değil, 
Onlar kendi yolunu izleyen 'hayat'ın oğulları ve kızları. 
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler 
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller 
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil 
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. 
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil 
Çünkü ruhlar yarındadır. 
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. 
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları 
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın 
Çünkü hayat geriye dönmez dünle de bir alışverişi yoktur. 

Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. 
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür 
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. 
Okçunun önünde kıvançla eğilin 
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar 
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever. 

Halil Cibran
( 1883 - 1931 )

16 Ağustos 2021 Pazartesi

Kaybolan dereler ve sel felaketi

Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Bir şehrin dereleri, o kentin doğal ve kültürel mirasıdır. Şehirleşmede doğaya öncelik vermeyen arazi kullanım kararları ve uygulamaları, derelerin doğal yapısını değiştirerek kaybolmasına, yaşam kalitesinin düşmesine neden olmakta; kent sağlığını tehdit etmektedir.

Fiziki çevreyi kontrolde tutan en önemli faktör dere sistemleri ve havzalarıdır.

Dere yataklarının ucuz arsa olarak düşünülmesi, buna karşılık su varlığının artı değer oluşturması, bu alanların diğer doğal yaşam alanlarına göre daha fazla kontrolsüz değişimin baskısında kalmalarına neden olmuştur.

Peyzaj Mimarı Hülya Dinç, makalesinde şöyle demektedir:

Derelerin denize açıldığı yerlerde oluşturduğu mansap bölgesi doğası gereği denize girilen kumsal alan ve küçük balıkçı teknelerin sığındığı koylardı. Geçmişte bu alanlar kentin denize girilen plaj alanlarıydı (Turşucu deresi-Suadiye plajını; İdealtepe deresi Süreyyapaşa plajı, Çamaşırcı deresi Bostancı Plajı, Florya deresi Florya plajı, Kurbağalı dere Kalamış plajı, Ayamama, Tavukçu dereleri Ataköy plajı gibi).

Bugün mansap bölgeleri yerleşim alanlarında kalmış ve kıyıların doldurulmasıyla koy ve kumsal özelliğini kaybetmiştir. Kent içerisinde kalan derelerin çoğu denize, göle, Haliç’e, taş ve betonarme malzeme ile açık yada kapalı kanal kesit olarak bağlanmaktadır.

Membaları ise geçmişte açık alan, orman alanı, tarım alanı, su havza alanında yer alırken günümüzde çoğu yerleşim dokusu içerisinde kalmıştır.

Doğadaki denge yok sayıldıkça ve betonlaşmaya devam edildikçe; doğa 'Beni gör' dercesine her hatalı davranışa taşkın, kuraklık, hava kirliliği, vs. birçok afetler halinde yaşamın içerisinde dile gelecektir.

Nehir/dere yataklarından çakılların taranarak çıkarılması balıkların yumurtlama alanlarının kaybına yol açar ve bazı türlerin kaybına neden olur.

Nehir/dere kıyı topraklarının kaldırılması su faunasının habitatını bozar.  

Yazının Tamamı

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Ağaç dikme seferberliği ekolojik felaket getirir

Doç. Dr. Tavşanoğlu
Türkiye’de yaz aylarında hemen hemen her gün bir orman yangını haberi geliyor. En son İzmir Karabağlar’da başlayan yangının neredeyse 3 günde söndürülmesi, müdahaledeki eksiklikleri ve ihmal tartışmalarını beraberinde getirdi. Yangının ardından da siyasetçilerin öncülüğünde, sanatçıların, yurttaşların 2-3 bin fidan bağışında bulunduğu ‘ağaç dikme seferberliği’ kampanyaları başlatıldı.
Kampanyalar sürerken Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde çalışmalarını sürdüren Doç. Dr. Çağatay Tavşanoğlu’ndan itiraz geldi. Yangının hemen ardından başlatılan ağaç seferberliğine dönük itirazlarını ilk olarak sosyal medya hesabından duyuran Tavşanoğlu, sorularımıza verdiği yanıtlarla da ağaç dikme seferberliğinin ekolojiyi nasıl olumsuz etkileyeceğini anlattı. Tavşanoğlu, “Yanan alanın büyüklüğü ve hemen söndürülememesi nedeniyle, büyük üzüntü ve kızgınlık duyulmakta, dolayısıyla bu da insanları radikal tepki vermeye yönlendirmekte. Ben tamamen iyi niyetle yapılmak istendiğine inandığım ağaç dikme seferberliğinin, eğer öne sürüldüğü gibi gerçekleşirse ekolojik bir felaketle sonuçlanacağını biliyorum” dedi.

30 Temmuz 2021 Cuma

Ormanları kendi haline bırakın

Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF) ”Ölü Ağaçlar-Yaşayan Ormanlar” adlı raporuna göre, kuru ve çürük ağaç gövdelerinin ormandan temizlenmesi, ekosisteme zarar veriyor.
WWF-Türkiye Orman Programı Müdürü Sedat Kalem, yayınlanan raporun, ormancılıktaki yeni yaklaşıma ışık tuttuğunu bildirdi. Raporda, Avrupa ormanlarındaki biyolojik çeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinden biri olarak, ormanların yaşlı ve ölü ağaçlardan temizlenmesinin gösterildiği kaydedildi.
“Ölü Ağaçlar-Yaşayan Ormanlar Raporu”na göre, orman ekosisteminde bulunan türlerin üçte birinin, varlığını sürdürmek için ölü ya da ömrünü tamamlamak üzere olan ağaçlara, ağaç kovuklarına ve kurumuş dallara ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor.

RAPORDAKİ GÖRÜŞLER:
Besin sağlamak ya da yuva yapmak için ölü ağaçlardan faydalanan türlerin, Avrupa'da tehdit altındaki en büyük tür grubunu oluşturduğu kaydedilen raporda, şu görüşlere yer veriliyor: “Çürümekte olan devrik veya kurumakta olan dikili yaşlı ağaçların ormanlardan uzaklaştırılması, bunları mekan edinen böcek, kelebek, mantar ve liken gibi türlerin sayısında önemli azalmalara neden olmaktadır. Ağaçkakan, yarasa, sincap gibi ağaç kovuklarına yuva yapan türler de doğal yaşam alanlarını yitirmektedir.
Çürümekte olan ağaçların orman ekosistemi içindeki öneminin bilinmemesi nedeniyle, genel olarak üretim ormanlarında ve hatta korunan alanlarda gerçekleştirilen hatalı uygulamalar sonucu ormanlarda bulunan ölü ağaçların miktarı oldukça azaldı.
WWF, raporunda, bu ormanların hastalıklar, böcekler ve iklim değişikliğine karşı da genç, düzenli ve çürük gövdelerden temizlenmiş yapay ormanlardan daha dirençli olduğunu savundu. Raporda, ölü ağaçların, diğer ağaçlara organik madde ve besin sağlayarak ormanı daha verimli hale getirdiğini, toprak erozyonunu önlediğini, karbon depolayarak iklim değişikliğinin bazı etkilerini azalttığı belirtildi.

14 Temmuz 2021 Çarşamba

Monarşi, otokrasi ve çürüme

Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.
“Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

“Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?
≈≈
Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.
≈≈
“Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?
≈≈
Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

Sonra?

Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.
≈≈
Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.(1)

Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.
≈≈
“Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

“Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.
≈≈
Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.
≈≈
“Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).
≈≈
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

(1)Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.
2K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.

Taner Timur - Birgün

13 Temmuz 2021 Salı

Oğulluktan Sessizce Çekilmek


Gaye Boralıoğlu, dünyaya tutunmaya çalışan boktan bir herifin, Hilmi Aydın’ın hikâyesini anlattığı Dünyadan Aşağı[1] romanının kendisi açısından bir intikam olduğunu söylemişti bir yerde (Gaye Boralıoğlu-Dünyadan Aşağı) “Dünyadan Aşağı bugün şikâyet ettiğimiz pek çok şeyin müsebbibi olan zihinden aldığım intikamdır.” Bu zihin tabii ki bir adamda cisimleşecekti, babasıyla derdi bitmeyen bir adamda. Babayla dert zaten bitmez, bugüne has bir şey değil. Ama derdin nasıl yaşandığı, nasıl ifade edildiği ve aslında tam olarak ne olduğu, değişir.
Hilmi’ninki, titiz, çalışkan, mükemmeliyetçi, geçimlerini sağlamaya çalışırken ev ahalisinin halini pek görmeyen, oğlundan beklentisi yüksek… bir adam. Çok tanıdık gelmiş olabilir. Hilmi ne babasının istediği oğul olabilmiş ne de ona başkaldırabilmiş, işte ufak tefek isyanlar, huysuzluklar falan. Anca o kadar. Babasının lokantasını “sönümlendirmesi” belki esas isyanıdır; ekmek kapısı olduğu için sürdürüp zaman içinde, yavaş yavaş batırdığı baba mirası.

Erdoğan Özmen’in geçen haftaki yazısında bahsettiği türden bir hasretten çok (Erdoğan Özmen-Baba İhtiyacı), dinmeyen bir hınca benziyor Hilmi’ninki. İsyan edebilmiş olsaydı, on beşindeyken evden kaçabilmiş olsaydı, farklı olurdu belki. Ama Hilmi bu. Korkak, tembel, rahatına düşkün… Sokakta geçirilecek bir gece mi, evlerden ırak!

Susan Faludi, 1999’da yayımlanan kitabı Stiffed’de Amerika’daki “erkeklik krizi” üzerine düşünür. Feminizmin etkisi bir yana, babalardan yenen kazığın da bu krizde büyük etkisi vardır Faludi’ye göre. Tutulmamış vaadler, yerine getirilmemiş sözler. İkinci Dünya Savaşından zaferle dönüp Amerika’yı “büyük” yapmış bir erkek kuşağının oğulları, Vietnam’da perişan olup bir de üstüne işsiz kalınca, kendilerini aldatılmış hissetmişler. Büyüklük dedikleri de ferah evler, büyük arabalar, sulanacak çimler, büyüyen şirketler… Bildiğiniz Don Draper illüzyonu. Bu kuşağın ne menem bir şey olduğunu başka bir açıdan, çocukları açısından anlatan bir kitap var;[2] şiddetin sadece sahipsiz sokak çocuklarının başına gelmediğini, bu mükemmel adamların o evleri pırıl pırıl tutan kadınlarla birlikte çocukların da canına okuduklarını öğreniyoruz. Bir o kadar önemlisi, çocukların canına okumanın meşrulaştırılma biçimlerinin nasıl değiştiğini de. Don Draper’lerin takıntılı, mükemmeliyetçi ve kuralcı tarzında hikâye, çocuğun hizaya sokulmasının ancak sert bir disiplinle mümkün olabileceği şeklinde kuruluyor. “Ona gerçek bir erkek olmayı öğretmek için karanlık bodruma kitledim” tarzı. Korkutulmuş ve aşağılanmış bu oğlanların büyüdüklerinde nasıl adamlar, nasıl babalar olduklarını da anlatıyor. Onlar babaları gibi değil, kendi tarzlarında okuyor çocukların canına. Narsistik tarzın saplantılı olandan aşağı kalmadığını gördüğümüz bir takım örnek olaylar…

Hegemonik erkekliğin içinde yaşanılan ilişkilerin bir ürünü olduğunu biliyoruz; krizler, savaşlar… Bir yandan da, her bir erkeğin babasıyla derdini bu ilişkilere dahil etmeyi hatırlamamız şart. Yani, neoliberalizm falan gibi kocaman şeylerin “çalışması”, daha küçük şeylere bağlı. Tamam Jeff Bezos yahut Don Draper ama Selim Aydın da.[3]

Basitçe, her kuşağın anne babalık pratiklerinden söz ediyorum. Hani şu “bizimkiler çok disiplinliydi, biz de o sebeple fazla mı şımarttık bunları?” hikâyesinden. Her bir ailenin kendi tarihi, dinamikleri vardır elbette de, bir yanda da böyle bir kuşak bilgisi var: bizimkiler çok disiplinliydi.[4]

Sembolik babalar, popülizm, otoriter liderler hakkında konuşup duruyoruz; Selim Aydın’lar hakkında söyleyecek bir şeyimiz yok mu peki? Toplumların “baba” ihtiyacı içinde olabildiklerine ikna oluyoruz da erkeklerin babalarından kurtulma arzuları bizi neden bu kadar az ilgilendiriyor, bu arzuyu bireysel bir mesele mi sanıyoruz? “Oğulluktan sessizce çekilmeyi bilmek” üzerine düşünmek için şair mi olmak lazım?

[1] Gaye Boralıoğlu (2018) Dünyadan Aşağı, İletişim Yayınları. [2] Elisabeth Young Bruehl (2013) Childism: Confronting Prejudice Against Children, Yale University Press. Türkçeye çevirdim, umuyorum ki bu yıl içinde İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak. [3] Türkiye’nin Jeff Bezos’u kim olurdu? [4] Orta sınıftan iki kadın kuşağının annelik deneyimlerini ve annelikle ilgili düşüncelerini karşılaştırdığım bir tez yazmıştım. Kuşak kavramının bu kadar işe yaradığı başka bir konu var mıdır, bilmiyorum! Aksu Bora (1998) Türk Modernleşme Sürecinde Annelik Kimliğinin Kurulması. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

Aksu Bora - Birikim

4 Temmuz 2021 Pazar

Cleonice Tomassetti

"Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz"

“On iki Alman sıraya girdi, diz çökerek silahlarını doğrulttular. Önce, ilk üçümüzü ayağa kaldırdılar. Aralarında Cleonice de vardı; birbirlerine sarılmışlardı. ‘Hadi’ dedi Cleonice, 'Bu beylere nasıl öleceğimizi gösterelim!’ Üçü de ‘Yaşasın İtalya!’ diye bağırdıktan sonra mermilerle savrulup yere düştüler. Sonra sıra diğer üçündeydi. Sonra, benim sıram geldi… Öldürülen yoldaşların kanlarına ve cesetlerine basmamak için dikkatle yürüdüm, öne çıktım. Rizzato'yu ve yanındaki 15 yaşındaki çocuğu kucakladım. En son namlulardan çıkan ateşi gördüğümü hatırlıyorum. Yere düşerken sol koluma iki, sağ kürek kemiğime bir mermi geldiğini hissettim. Şaşırdım sonra ama. Rizzato ve çocuk üzerime düşmüşlerdi, kan dereler halinde yüzümden akıyordu ama ölmemiştim! O an denemeyi düşündüm, sağ kurtulabilirdim. Gözlerim ve ağzım açık hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaya karar verdim. Bu arada, silah sesleri ve ‘Yaşasın İtalya!’ çığlıkları devam ediyordu. Sonra, bitti. Sessizlik… En son biri geri dönüp, cesetlere de ateş etti. Sonra gittiler…”

Carlo Suzzi anlatıyor bunları… 20 Haziran 1944’te, Fodotoce'de Almanlar tarafından kurşuna dizilen 43 İtalyan partizandan sağ kalan tek kişi olan Suzzi, daha sonra, sürünerek ulaştığı bir evde tedavi edilmiş ve iyileştiğinde kendisine ‘43’ kod adı vererek yeniden partizan birliklerine katılmıştı.

Zor bir hayat
Fodotoce’deki katliam, İtalyan anti-faşist direnişinin en bilinen olaylarından biridir. Ama herhalde öykünün en trajik bölümü, Cleonice Tomassetti ve iki arkadaşıyla ilgilidir. Çünkü onlar, henüz partizan bile değillerdir.

Baştan başlayalım isterseniz. Cleonice’nin, genç bir kadının basit gibi görünen ama anlamlı yaşamından…

Zor bir çocukluktu onunkisi… 4 Kasım 1911’de, Petrella Salto'nun Capradosso mezrasında kalabalık ve yoksul bir köylü ailesinde dünyaya geldi Cleonice. Doğduğu yerin tarihi belki de onun kaderiydi. Köy, 1577-1599 yılları arasında, kendisine tecavüz eden babasını öldüren ve bu yüzden kafası kesilerek idam edilen Beatrice Cenci’nin hikâyesiyle bilinen bir yerdi ve Cleonice’nin yaşamı da adeta bir tekrar gibiydi. Önce ilkokula gitti, sonra evde ve tarlada çalışmaya başladı ama annesi öldükten sonra, yaşamı cehenneme dönecekti. On altı yaşında babası tarafından istismara uğradı. Hamile olduğunu anlayınca bölgeden kaçmak ve ablası ile Roma'ya sığınmak zorunda kaldı. Doğum erken oldu ve bebek sadece birkaç gün yaşadı. Daha sonra, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı zengin ailelerin yanında garsonluk ve hizmetçilik yaparak yaşamını sürdürmeye çalıştı. Ancak, olağanüstü güzelliği ve toplum tarafından ‘dul’ sayılması, başına belaydı. Hizmetçilik yaptığı evlerde de birçok kez taciz ve istismara uğradı.

Dağlara doğru
Bu durumdan bıkan Cleonice, sonunda 22 yaşında Milano'ya taşındı. Ne iş bulsa yapıyordu. Garsonluk, pazarlamacılık, terzilik… 1933'ün sonunda, kendisini bir rahiple aldatan eşinden ayrılan Mario Nobili ile tanıştı. Böylece bir anti-faşist olan Nobili’nin arkadaş çevresine de girmiş oldu. Pansiyon sahibi Melina Mistretta, kemancı Piero Paci ve terzi Eugenio Dalle Crode…

Sonuncu isim, onun kaderini de belirleyecekti. Mario Nobili’nin ölümünden sonra, 1944’te, Cleonice, onun küçük terzi dükkanında çalışmaya başlamıştı. Haziran 1944'te bir gün eski müşterilerinden birinin oğlu olan Sergio Ciribi, bir elbiseyi denemek için dükkana uğradı. Sergio, onlara şöyle dedi: “Bugün okuldan çağırdılar ama gitmiyorum. Partizanlara katılmak için dağlara çıkmaya karar verdim.” Daha cümlesini bitirmeden Cleonice, yanıt verdi: “O zaman ben de geliyorum!”

Sonuçta, üç genç, Sergio Ciribi, Giorgio Guerreschi ve Cleonice Tomassetti, Valdossola partizan birliğini arayıp bulmaya ve katılmaya karar verdiler. Milano'dan Fodotoce'ye yapılan geziyi bir piknik gibi göstermek için planlama yapıp yola çıkarken, oğlu Sergio’ya belli bir noktaya kadar eşlik etmek isteyen anne Edvige Ciribi ve 15 yaşındaki küçük oğlu da onlara katılıyor. Çılgınca bir plan aslında bu. Çünkü o günlerde Alman ordusunun partizanlara karşı büyük bir saldırı başlatmış olduğunu bilmemektedirler. Belli bir yere kadar trenle gidip sonra yaya olarak yola devam ederken Sergio'nun annesi oğlunu uğurlayıp geri dönüyor. Gece, soğuk ve fırtınadan korunmak için girdikleri terk edilmiş bir kulübede, Almanlar tarafından yakalanıyorlar. İlk andan işkence başlıyor. Üçü de aralarında anlaşıp, hayali hikâyeler uydurmak yerine gerçeği söylüyorlar. “Evet” diyorlar, “Partizanlara katılmak için yola çıktık ama onları bulamadık.”

Beni evcilleştiremezsiniz
İşkence sürüyor. Sahte kurşuna dizme gösterileri, ağaçlara asarak sopayla dövmeler, hepsi yapılıyor üçüne de. Bu arada, Cleonice, sorgu sırasında da tecavüze uğruyor. Sonunda, Cleonice ile Sergio, harekât sırasında sağ yakalanmış partizanların bulunduğu bir mahzene kapatılıyorlar. O cehennemden sağ kurtulan Doktor Emilio Liguori, daha sonra şöyle anlatıyor o mahzeni: “Birçok talihsizin mahzene girmesinden sonra gördüğüm manzara, şimdiye kadar tanık olduğum en acı verici sahnelerden biriydi. İşkenceciler sadist bir öfke kasırgasına kapılmış gibiydiler. Bu arada, partizanlar arasında orta boylu, kahverengi saçlı, yirmi beş yaşlarında bir kadın olduğunu fark ettim. Ona karşı işkencenin dozu çok daha yüksekti. Yine de o cesur kadın her darbeyi tek bir çığlık atmadan karşılıyor, dahası sakin ve dinginliğiyle diğer gençleri cesaretlendiriyordu. Öğleden sonra askerler ve araçlar geldi. Kadının yüzüne yeniden vurdular ve tükürdüler. Üzülmedi, gururla onlara baktı ve ‘Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz’ diye bağırdı.

42 erkek ve Cleonice Tomassetti'yi, köyden geçişlerinde, üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar.

Zarafetle gitmek
42 erkek ve bir kadın… Önce kamyonlara bindirilirler. Ama her köyden geçişlerinde, grubu üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar. Bu anın Naziler tarafından çekilen fotoğrafında, önde ortada duran kişi Cleonice’dir. Özenle ve zarafetle giyinmiş, hafif süveter, koyu etek, beyaz şapka, kucağına küçük bir çanta... Ama hiçbiri onun değil. Diğer kadın mahkûmlar, üzerindeki kanlı paçavraları alıp ona ölümü gururla karşılasın diye kendi elbiselerini vermişlerdir! Böylece Fodotoce yol ayrımındaki katliam yerine gelirler. Gerisini, Carlo Suzzi anlatıyor: "Yol boyunca herkesi cesaretlendiren oydu. Ve ilk o düştü.”

Bir şey daha söylüyor Suzzi ve çok önemli aslında: “Cleonice bir militan değildi, partizanlar arasında bir kocası da yoktu. Kurtuluş savaşında savaşacak zamanı bile yoktu onun. Ama kendi seçimini yapmıştı. Kendi başına! ‘Şehit’ kelimesini sevmiyorum ama İtalyan Direnişi'nin bir şehidi varsa, o da Cleonice Tomassetti'dir.”

Ve nihayet son bir not: Savaştan sonra, Petrella Salto Belediyesi, Cleonice için biyografik bilgi almak amacıyla babayla temas kurdu. Baba, onun hayatı üzerine hiçbir şey bilmediğini söyledi. Ama bu arada savaşta şehit düşenlerin yakınlarına verilen tazminatı da büyük bir arsızlıkla cebe indirmesini bildi!

Emina Değer-01 Tem 2021
Yeni Yaşam