Translate

Art etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Art etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2023 Pazar

Cemal Süreya

Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

Yazın Yaşamı

Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)

Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)

Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)

Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

--

Antoloji.com

24 Eylül 2022 Cumartesi

Bu Muhteşem Su Kemerleri Bugün Hala Kullanımda

1.500 Yıl Önce Peru Çölü'nde Nazca Kültürü Tarafından İnşa Edilen Su Kemerleri...

Peru tarihinin Kolomb öncesi döneminde Nazca halkı tarafından inşa edilen Cantalloc Su Kemerleri orijinal amaçlarına hizmet etmeye devam ediyor ve yerel çiftçiler kurak bölgeye su getirmek için hala onlara güveniyor.

Yakın zamanda, Çevresel Analiz Metodolojileri Enstitüsü'nden Rosa Lasaponara liderliğindeki bir araştırma ekibi, 4 kilometre (2,5 mil) uzaklıkta bulunan bir dizi su kemeri olan "puquios"un varlığına yeni bir bakış açısı getirip getiremeyeceklerini öğrenmek için uydu görüntülerini inceledi. Peru, Nazca şehrinin batısında. Nazca kültürü tarafından inşa edilmiş, var olan yaklaşık 40 su kemeri var ve Nazca onları tüm yıl boyunca kullandı.

Peru'nun ovalarındaki bu yapılar, ünlü Nazca hatlarının sadece 2,5 mil (4 km) doğusunda inşa edilmiştir. Ve sadece coğrafi olarak yakın değiller, aynı zamanda hatların su arayışında sembolik bir rol oynadığına dair spekülasyonlar olduğu için yapılar ortak bir temayı paylaşabilir - Nazca su kemerlerinin kullanması amaçlanan kaynak. Nazca çizgileri gibi, bu kanalların da toprağı ekinler için daha elverişli hale getirme pratik kullanımlarının yanı sıra bir tür dini amaca hizmet ettiğine inanılıyor.

Su kemerlerinin keşfi, Nazca uygarlığının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya çıkardı. 'Puquios' adı verilen bu sarmal yapılar, suyu almak ve kanalize etmek için kullanılan bir hidrolik sistemin parçasıydı. Eşsiz şekilli delikler, rüzgarın bir dizi yeraltı kanalına esmesine izin vererek, suyu yeraltı akiferlerinden en çok ihtiyaç duyulan alanlara zorladı. Puquios o kadar büyük bir yapıydı ki, 30 tanesi bugüne kadar çiftçiler tarafından kullanılmaya devam ediyor.

Böylesine sofistike ve uzun ömürlü bir ağ, mimarlarının çevredeki bölgenin jeolojisini ve su temini açısından yıllık özelliklerini anladığının kanıtıdır.

* * *

Nazca kültürü 100 - MS 800 arasında gelişti. Rio Grande de Nazca drenajının nehir vadilerinde ve Peru'nun kurak, güney kıyısındaki Ica Vadisi'nde. Önceki Paracas kültüründen (son derece karmaşık tekstilleriyle bilinir) güçlü bir şekilde etkilenen Nazca, seramik, tekstil, jeoglifler ve tabii ki su kemerleri gibi bir dizi zanaat ve teknoloji üretti.

Bu şaşırtıcı su ağlarının yanı sıra, bir zamanlar Peru'nun Ica Bölgesi'nde yaşayan Nazca halkı, çoğunlukla, çölde amacı bilinmeyen muazzam tasarımlar olan Nazca Çizgileri ile tanınır. Kısa bir süre önce bu çizgilerden en eskisinin oldukça tombul bir kedi olduğu ortaya çıktı.

Yazının Orjinali

8 Mayıs 2022 Pazar

Dünyanın en hüzünlü kaya parçası.

1878 yılında, Amerikalı yazar Mark Twain, İsviçre Alpleri'nin eteğinde, Luzern şehrinde onu gördüğünde şöyle demişti: "Dünyanın en hüzünlü kaya parçası."
Doğal bir kaya parçasına oyulmuş Luzern Aslanı'nın hikayesi tarihten önemli izler ve mesajlar taşıyor. Danimarkalı heykeltraş Bertel Thorwaldsen tarafından 1820’de yapıldı. Kırık bir mızrak ve koruma kalkanı üzerinde uzanan aslan, Fransız Devrimi sırasında öfkeli halkın Tuileires Sarayını işgal ederek Kral 16. Lui’yi korumakla görevli 760 İsviçreli muhafızı öldürmesi anısına yapılmış. Aslanın yüzünde ölüm uykusuna dalan bir hükümdarın ifadesi var.
Kral 16. Lui, 1793 yılında, devrim komitesi tarafından, vatan hainliği suçlamasıyla giyotinle idam edilmişti. Kalkandaki zambak çiçeği simgesinin anlamı ise şöyle:
O dönemde İsviçreli muhafızlar Fransa için paralı askerlik yapıyordu, bu nedenle aslanın üzerinde yattığı kalkanda Bourbon'un kullandığı zambak çiçeği simgesi yer alıyor. Bu simge aynı zamanda 1992-1998 yılları arasında kullanılan Bosna Hersek bayrağında da yer alıyor. Nitekim bu çiçeğe Boşnak Zambağı deniliyor. Ortaçağ'da varlık gösteren Bosna Krallığı'nın bayrağında da bu çiçek yer alıyordu. Fransız tarihçi Georges Duby'ye göre çiçeğin üç yaprağı Ortaçağ sosyal sınıflarını yani İşçi, Asker ve Dini görevlileri temsil ediyor.
Bu simge Kanada'nın Fransızca konuşulan bölümlerinde, bazı Amerikan eyaletlerinde, Floransa'da da kullanılıyor.
Aslan'ın yanında dik duran kalkanda ise İsviçre Bayrağı'ndaki şekliyle haç yer alıyor.

www.gezginlerkulubu.org

8 Haziran 2021 Salı

Kala azar

  • - bir hayvan krematoryumu hakkında uzun metrajlı belgesel film
  • Hayvanları saygıyla gömmek, Yunanistan'da bir hayvan krematoryumunda çalışan genç bir çiftin işidir.
    Henüz sinemaya gidemiyoruz ama Yunan Film Festivali'ni görüyoruz. Ayrıca yarışmada etkileyici, meditatif, şehvetli ve şiirsel bir film olan "Kala azar" da yer alıyor. Yunan sinemacıların uluslararası film piyasasının içinde yer aldığını, tüm ödülleri "The Favourite" ile kazanan Giorgos Lanthimos'tan beri biliyoruz. Heyecan verici filmler yapan tek kişi o değil. Bugünden itibaren çevrimiçi Yunan Film Festivali'nde kendinizi buna ikna edebilirsiniz. Normalde Berlin sinemalarında gösterilecek olan yirmiye yakın filmi orada görebilirsiniz.

    "Kala azar" - bir hayvan krematoryumunun çalışması Genç bir çiftin kentsel Yunanistan'da bir yerde hayvan leşlerini topladığı "Kala azar"ı öneririm. Çift, bir yandan açıklanamayan nedenlerle sokakta ezilmiş ya da doğada ölmüş hayvanları topluyor. Bunlar kediler, köpekler veya güvercinler - görünüşe göre hayvanlara değer verdikleri için onları önemsiyorlar. Öte yandan, evcil hayvanları ölen insanlara evlerine gidiyorlar - bunlar da para alan klasik işler. Hayvanları krematoryuma götürmek için topluyorlar ve tabii ki açıklıyorlar: "Siz ve aileniz için zor bir zaman olduğunu anlıyoruz. Fazla zamanınızı almayacağız ve sadece buna ihtiyacımız var. Buradaki imza, "diyor kadın bir evcil hayvan sahibine, Japon balığı yakılmış. Söylendiğine göre hayvanların hepsi tek tek yakılıyor ve küller yirmi dört saat sonra geri getiriliyor. Bu doğru değil, çünkü hayvanların hepsi birlikte yakılıyor ve küller burada olduğu kadar tek tek ilan edilmiyor.

    Hayvanların külleri Ama bu daha fazla tartışılmıyor. Her neyse, arka plan hakkında pek bir şey öğrenemiyoruz - hayvan sahiplerinin küllerle ne yaptıkları, hayvanlarla nasıl bir ilişkileri var, vs. Bu filmin büyüleyici yanı da bu. Bu nedenle bir belgesel film gibidir: kamera, iş yerinizde size eşlik eder, esas olarak çifti işlerinin çeşitli adımlarında gözlemler, ancak bunun ötesinde film sessiz kalır ve kelimenin tam anlamıyla budur.

    Ama resimlerde çok daha bilinçaltı bir şekilde aktarılan çok daha fazlası var. Özellikle kadınların hayvanlara ne kadar yakın hissettikleri, her ikisinin de cesetlerle nasıl çok dikkatli bir şekilde ilgilendikleri, sanki hayvanlar hala acı hissedebiliyormuş ve çift gibi yollarına çıkan son hayvanı da yanlarına alıyorlar. Büyük ölçüde yalnızsınız, ancak bazı durumlarda, hayvanlarla aynı yakınlıkta yaşayan, hatta köpekleriyle banyo yapan veya bir yatakta uyuyan kadının ebeveynleriyle de evdeyiz.

    Bir köpeğin bakışından anlatılan uzun metrajlı belgesel film Genç film yapımcısı Janis Rafa güzel sanatlar okudu ve aslında video çalışmaları ve heykelleriyle tanınıyor. "Kala azar" ilk uzun metrajlı filmi ve burada açıkça çok sanatsal, hastalıklı-şiirsel bir eser yaratıyor. Film, filmi ilerleten, gerilim yaratan, doruk noktasına ulaşan dramatik anlarla ortak bir hikayeye sahip değil. Aslında daha çok film, sürekli resimde olan birçok köpekten birinin bakış açısından anlatıyormuş gibi.

    Bu, dünyayı tamamen farklı bir perspektiften görme şansı, muhtemelen birçoklarını da rahatsız edecek, ama kesinlikle buna değecek canlandırıcı bir bakış açısı. Kendiniz, Yunanistan hakkında kendi fikirlerinizi, iyi bir iş yapan şeyin ne olduğu ve işte hangi korku ve özlemlerin olduğu hakkında çok şey yansıtabilirsiniz. Ayrıca Rafa, bazıları müzik videolarından da gelebilecek veya resim olarak duvara asılabilecek çok güzel, tuhaf resimler sağlar.

    www1.wdr.de/radio/cosmo/

    4 Nisan 2020 Cumartesi

    Barış Gelini: Pippa Bacca

    Barış için Milano'dan Tel Aviv'e gitmek üzere yola çıkan ve Kocaeli'nin Gebze ilçesinde tecavüz edildikten sonra öldürülen İtalyalı sanatçı Giuseppina Pasqualina di Marineo, ölümünün 12. yıldönümünde "Barış Gelini: Pippa Bacca" filmiyle anılıyor.



    BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.

    İtalyalı yönetmen Simone Manetti'nin yorumuyla izleyiciyle buluşacak filmin Türkiye'deki lisans haklarını Serpil Altın Film aldı. "Barış Gelini: Pippa Bacca" ismiyle yakında Türkiyeli seyircisi ile buluşacak filmde, Pippa'nın kamerasından görüntüler de yer alıyor.

    Pippa Bacca hakkında
    Sanatçı Giuseppina Pasqualino di Marineo tüm dünyanın tanıdığı ismiyle Pippa Bacca ve arkadaşı Silvia Moro, 8 Mart 2008'de 'Barış Gelini' adını verdikleri proje için şiddetin hakim olduğu ülkelere barış ve sevgi mesajı vermek için yola çıkmışlardı. İki kadının Milano'dan başlayan yolculukları, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden devam ederek, Tel-Aviv'de son bulacaktı. Barış isteyen Pippa ve Silvia'nın bu projedeki başlıca mottoları; "İnsanlara güvenmekti." Otostopla seyahat etmeyi de bu sebeple seçtiler.

    Türkiye'ye geldikten sonra arkadaşı Silvia ile yolları ayrılan ve sonrasında tek başına yaptığı otostopta Kocaeli'nin Gebze ilçesinde ortadan kaybolan İtalyan sanatçının tecavüz edilip boğularak öldürüldüğünü ortaya çıktı. Pippa'nın kayboluşu kendisinden haber alamayan ailesinin başvurusu üzerine 3 Nisan'da medyada yer bulmaya başladı. Pippa'nın en son bindiği kamyonetin sahibi Murat Karataş, göz altına alınarak tutuklandı. (AÖ)



    BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.


    15 Ocak 2020 Çarşamba

    Katledilişinin 100. Yılında Rosa Luxemburg’u Sanatla Anmak

    Uraz Aydın -15/1/2019

    Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871-15 Ocak 1919
    Dipçik darbeleriyle kafatası çatlamış, dövülmekten tanınmaz hale gelmiş bedeni, ayaklarına bağlanmış taşın ağırlığıyla Landwehr Kanalı'nın sularında kaybolurken Rosa Luxemburg’un şu sözleri bir yerlerde yankılanmış olmalıydı:

    "-Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de, bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim.
    Ancak içimdeki ben, ‘yoldaşlar’dan çok iskete kuşuna yakın."

    Dünyanın kaderini değiştirebilecek bir devrimin, Alman Devrimi'nin önderlerinden Rosa Luxemburg, yoldaşı Karl Liebknecht ile bundan tam yüz yıl önce, 15 Ocak 1919 günü katledildi.
                                                                           *
    Kasım 1918 Devrimi’nin ardından eski düzenin yıkılışı ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte Rosa Luxemburg üç yıldır bulunduğu hapis koşullarından kurtularak, tüm halsizliğine rağmen Spartakusbund’daki aktif görevine geri dönmüştür. İktidara yükselen –Spartakistlerin eski partisi– Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise yeni cumhuriyetin bir burjuva rejimi çerçevesinde kalmasına gayret etmektedir. Fakat bir yıl önce meydana gelmiş olan Rus Devrimi’nin ve savaşın yıkıcı etkileriyle birlikte işçiler de kaderlerini ellerine almak üzere özyönetim konseyleri şeklinde örgütlenmeye başlamıştır çoktan. Önce 100 bin işçinin ayaklanması, bir dizi devlet kurumunu ve yayın organını işgal etmesinin ardından yarım milyon insanın sokaklara dökülmesiyle Spartakistler tarafından Berlin’de devrim koşullarının olgunlaştığı düşünülür. Rosa Luxemburg yeterince hazırlık yapılmadığını, isyanın zamansız olduğunu düşünür, ancak böyle bir atılımın ardından geri çekilmenin çok daha ağır bir maliyeti olacağı bilincindedir.


    Karşı-devrim kazanır, yeni düzen kitle hareketinin bastırılması üzerine kurulacaktır. 15 Ocak günü gizlendikleri yerden, sosyal demokrat yöneticilerin tam desteğini almış olan paramiliter güçlerden oluşan Freikorps tarafından alınır Rosa ile Karl, karargâh haline getirilmiş Eden Oteli’ne götürülürler. Rosa bilincini yitirene kadar dövülür sonra da başına sıkılan bir mermiyle öldürülüp kanala atılır. Liebknecht de önce dövülüp, ensesine bir kurşunla öldürülür. Devasa ve sessiz bir törenle uğurlanır iki devrimci. Liebknecht’in yanındaki mezar boş bırakılır, ancak üç ay sonra bulunacak Rosa’nın bedeni için.

    İçkin Bir Lirizm
    Rosa Luxemburg’u hatırlamak; kısa vadeli hafızanın, hazır düşüncenin ve gelip geçiciliğin her alandaki tahakkümüne karşı fikriyatının ve değerlerinin güncelliğini vurgulamak için fazlasıyla neden var. Yahudi ve engelli bir kadın olarak Alman Sosyal Demokrasisinin erkek kardeşliği içinde zekâsı ve cüretkârlığıyla kendine yer açması, reformizme karşı yürüttüğü ve kurucu bir nitelik kazanmış olan tartışması, seçim odaklı ve pasifleşmiş bir parti aygıtı karşısında kitlelerin eyleminin gücüne atfettiği stratejik önem, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutum alan bir avuç enternasyonalist devrimciden biri oluşu gibi. Bunların yanı sıra siyasal iktisat ve toplumsal örgütlenme alanda emperyalizm, militarizm ve ilkel toplumlar konularındaki çalışmalarını da zikretmek gerekir.
    Fakat onu ezilenlerin göğünde parıltısını hiç yitirmeyecek bir yıldız haline getiren başlıca bir sebep de, yukarıdaki mektup fragmanından da tanık olduğumuz, bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duygusudur. “Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Bilhassa mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun hissiyat yüküdür, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama halidir. Bacakları karıncalar tarafından yenmekte olan bok böceğinin görüntüsü karşısında duyduğu dehşet veya hapishanede kırbaç darbeleri altında sırtı parçalanmış mandayla kurduğu ilişkide bunu son derece çarpıcı biçimde görürüz:

    Sırtı kan içinde olanın o kara yüzündeki, o kara gözlerindeki ifade ağlayan bir çocuğun ifadesiydi; tıpkı, nedenini, nasıl kurtulacağını bilmeden öldüresiye dövülmüş bir çocuk gibiydi. Hayvanların karşısında durdum, hayvan bana baktı; gözlerimden yaşlar boşaldı; aslında onun gözyaşlarıydı.

    Bu şiirselliği siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri ölümünden bir gün önce,  Berlin’deki Spartakist ayaklanmanın bastırılışı üzerine yazdığı yazının finalidir:

    “Berlin’de düzen hüküm sürüyor!” Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz”. Devrim daha yarın olmadan “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “Vardım, Varım, Var olacağım!”

    Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Freiligrath’ın dizeleriyle harmanladığı ve henüz yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin gazetesi Die Rote Fahne’de yayınlanan bu cümleler Rosa’nın kaleminden çıkan son kelimelerdir. Bizlere ulaşan son sözleridir. Kendi ölümünden habersiz biçimde, bu düzeyde lirik bir veda, herhalde az kişiye nasip olmuştur.
    Edebiyata ve şiire son derece düşkün olduğunu biliyoruz Rosa Luxemburg’un, ama bu konudaki teşebbüslerinden geriye, bilebildiğimiz kadarıyla bir metin kalmamıştır. Ancak yine mektuplarından bu konuda tasarılarının olduğunu ve bilhassa siyasal metinlerde düz bir anlatım biçiminin kendisine yetmediğini, içindeki yaratıcılığın kendini dışavurmaya can attığını görebiliyoruz. Yoldaşı ve sevgilisi Leo Jogiches’e 19 Nisan 1899 tarihli mektubunda şöyle yazar:

    Uzun süredir ne hissediyorum biliyor musun? İçimde bir şey kıpırdıyor, dışarı çıkmak istiyor. Zihinsel bir şey […] Telaşlanma; gene şiir ya da roman değil. Hayır, bir tanem; hissettiğim şey beynimin içinde. Gücümün onda birini, hatta yüzde birini bile kullanmadığımı hissediyorum. Yazdıklarımdan hiç hoşnut değilim […]. Beni doyumsuzluğa iten, yazılarımın biçimi. “İç”imde bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görüşümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.

    SPD'nin parti okulunda ders veren Rosa Luxemburg (solda ayakta) öğrencileriyle, 1907. 

    Proleter Kültür ve Marksist Estetik
    Spartakist liderin sanatla ilişkisi, şiirsel anlatımı ve yetenekli bir ressam olarak cezaevinde çizdiği resimlerle sınırlı değildir. Tıpkı Marx ve Engels, Lenin ve Troçki gibi iyi bir edebiyat okuru ve eleştirmenidir. Goethe, Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski tutkuyla bağlı olduğu yazarlardır. Yine mektupları içinde edebi eserlere çok sayıda gönderme ve değini bulunmakla birlikte bütünlüklü analizleri çok daha sınırlıdır. Esasen üç metinden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, doğrudan estetik eleştirisiyle değil, Marksizmin durumuyla alakalıdır.
    1903 tarihli “Marksizmin Duraklaması ve İlerlemesi” başlıklı metin, Kapital’in üçüncü cildinin yayınlanmasının ardından Marksist kuramsal çalışmalardaki duraklamanın nedenlerini tartışırken proleter kültür meselesini de ele alır. Rosa Luxemburg’a göre her şeyden mahrum olan proletarya, burjuvazinin aksine içinde yaşadığı toplumun çerçevesi içinde kaldığı takdirde bir entelektüel kültür yaratmaktan acizdir. Kapitalist üretim ilişkileri yerinde kaldığı sürece ancak bir burjuva kültürü söz konusu olabilir. Bu kültürün maddi içeriğini ve toplumsal temelini yaratan işçi sınıfı olmakla birlikte, ancak burjuva toplumu içindeki işlevini barışçıl biçimde yerine getirmesi için gerekli olduğu sürece onun bu kültürden istifade etmesine izin verilir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi sanatını ve bilimini ancak mevcut sınıfsal konumundan kurtulduğu takdirde yaratabilecektir Rosa’ya göre:

    Bugün için yapabileceği ise burjuva kültürünü burjuva gericiliğinin vandallığına karşı korumak ve kültürün serbest gelişimi için gerekli toplumsal koşulları yaratmak. Bugünün toplumunda, ancak kendi kurtuluşunun mücadelesi için gerekli entelektüel silahları geliştirerek bu alanda aktif olabilir.

    Bir Goethe’ye veya bir Schiller’e olan tüm hayranlığına karşın esas olarak Rosa’yı heyecanlandıran Rus edebiyatıdır. Doğrudan edebiyatla ilgili iki analizi de bu alandadır.
    1915’ten 1918’e kadar hapishanede geçirdiği dönem boyunca Rus yazar Vladimir Korolenko’nun Çağdaşımın Tarihi başlıklı otobiyografik çalışmasını Rusçadan Almancaya çevirir. Die Rote Fahne’nin başyazarının yaşam öyküsünü kaleme alan Peter Nettl’a göre yayıncılarla yazışmalarından Rosa’nın modern Rus edebiyatı incelemelerinde bir boşluğu doldurmaya yardım etmeyi arzuladığı görülmektedir.[7] Bu çeviriye Breslau hapishanesinde Haziran 1918’de yazdığı “Korolenko’nun Yaşamı” başlığını taşıyan giriş kısmı, Rus edebiyatına ilişkin yoğunlaştırılmış bir değerlendirme teşkil eder. Rosa’ya göre yüzyıllar süren karanlığın ardından ulusal bilincin şekillenmesiyle birlikte Rus aydınların Batı’yla yakınlaşması sonucu Rus edebiyatı “Jüpiter’in başından doğan Minerva gibi parıltılı zırhıyla dikilir”. Temel karakteristiği ise Rus rejimine karşıtlık içinde, bir “mücadele ruhuyla” doğmuş olmasıdır. Tüm yaratıcılığını ve tinsel derinliğini buna borçludur. Fakat Rosa, yanlış anlamalardan kaçınmak için sözlerini netleştirir ve bu vesileyle, vaktinden önce, ileride sosyalist gerçekçilik adını alacak estetik sefalete karşı güçlü bir uyarıda bulunur:

    Elbette Rus edebiyatını, kelimenin ilk anlamıyla, [siyasal] eğilimli bir sanat olarak tarif etmek veya tüm Rus şairlerini devrimci yahut en azından ilerici addetmekten daha yanlış bir şey olamaz. ‘Devrimci’ veya ‘ilerici’ gibi şemaların sanatta pek az önemi vardır.[8]

    Bununla birlikte Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un dinî mistisizmini ve gericiliğini yermekten geri kalmaz. Burada, Tolstoy’un toplumsal idealinin sosyalizm olduğunu, ve onun, ütopik sosyalizmin ustalarıyla karşılaştırılabilecek, “kendine rağmen” bir sosyalist olduğunu öne sürdüğü 1908 tarihli “Bir Toplumcu Düşünür Olarak Tolstoy” yazısıyla bir farklılaşma görmek mümkün, ki edebiyata doğrudan odaklanan diğer yazısı da budur.[9]
    Ne var ki Rosa için iki yazarın metinlerinin kışkırtıcı ve özgürleştirici bir etkisi vardır okur üzerinde. Bunun nedeni yola çıkış noktalarının gerici olmaması, duygu ve düşüncelerinin statükoyu muhafaza etme arzusuna dayanmamasıdır:

    Tam tersine, sımsıcak aşkları toplumsal adaletsizliğe verilecek en derin yanıttır […]. Gerçek sanatçı için, önerdiği toplumsal formül ikincil bir öneme sahiptir; belirleyici olan, sanatının kaynağı, harekete geçirici ruhudur.

    İşte bu “yüksek ahlaki pathos” sayesinde Rus edebiyatı, çarlığın maddi sefaletinin oluşturduğu bu “devasa hapishanede, kendi tinsel özgürlük krallığını ve içinde nefes alıp entelektüel hayata katılabileceğimiz coşkun bir kültür yarattı”.[10]
    Böylece sınırlı sayıdaki analiziyle birlikte Rosa Luxemburg, kaba bir belirlenimcilikten uzak; ideolojik yargılar çerçevesinde şekillenmiş bir sanat eleştirisinden fersah fersah ötede; sanatı, yaratıcılık ve tinsel etki gibi özgün kriterlerle kavramaya çalışan, kültürel olanın üretim ilişkileri karşısında göreli özerkliğini sezinlemiş bir Marksist estetik patikası açmıştır.

    Avangard Sanat ve Spartakusbund
    Birinci Dünya Savaşı’nın teşkil ettiği anlamsızlık, vahşet, kıtlık ve sefalet nasıl alt sınıflarda Rus, Alman, Macar devrimlerine yol açacak bir radikalleşmeyi tetiklediyse, yerleşmiş algı biçimlerini sarsmayı önüne koyan avangard sanat akımlarında da dolaysız bir siyasallaşmanın önünü açmıştır. Bu dönem için, özellikle de Almanya’daki varlıkları itibariyle ekspresyonizm ile Dada hareketinde yol ayrımlarının meydana geldiğini, ve bir kesim için devrimci bir angajmanın söz konusu olduğunu görebiliriz. Tristan Tzara’nın harekete kazandırdığı nihilist postür yerine daha somut politik hedefler öne çıkar. Dadacıların Berlin’deki çevresinin 1919 tarihli manifestosu yeni yönelimin bariz bir ifadesidir: “Dadaizm tüm yaratıcı ve entelektüel erkeklerin ve kadınların, radikal komünizmin temelinde enternasyonal bir devrimci birlik kurmalarını talep eder”. Arka arkaya bir dizi devrimci sanat kolektifi kurulur, manifestolar yayınlanır. Ressam George Grosz, foto-montaj teknikleriyle tanınacak olan John Heartfield ve yazar/yayıncı Wieland Herzfelde, Spartakusbund Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurar kurmaz, partiye üye olarak kartlarını bizzat Rosa Luxemburg’un elinden teslim alırlar.[11]
    Savaşla birlikte milliyetçi tınılarla sarmalanmış olan kabare kültürü, avangard hareketlerle birlikte biçim değiştirir ve toplumsal eleştiriye de alan açar. O sıralar Bertolt Brecht Münih kabarelerinde “Ölü Askerin Öyküsü”nü okur. Devrimci dalgayla beraber –hatta 1918-1919’un ilk dalgası sönümlenirken– komünistler için bir ajitasyon mekânı haline gelir kabareler. Berlin ve Münih, siyasal satirin öne çıktığı komünist kabarelerin doğuşuna tanık olur. Ajit-prop birliklerinin ve sokak tiyatrolarının bir örgütlenme aracı haline gelişinin temelinde de bu “kızıl kabareler” yatar.[12]
    Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katli, Alman Devrimi’ne gönül vermiş, işçi konseylerinin oluşmasından heyecan duymuş, savaştan ve sefaletten bezmiş her kesim için büyük bir darbe olur. Uzun soluklu mücadeleleri, adanmışlıkları ve SPD’nin emri altında, ilerideki faşist örgütlenmenin nüvesini oluşturan paramiliter gönüllü birlikler (Freikorps) tarafından vahşice öldürülmeleri, onları ilk günden itibaren, halkın gözünde birer martyr haline getirir. Spartakist önderlerin davasından veya kişiliğinden etkilenmiş, yahut bu trajik ölümleri karşısında kendilerine bir saygı gösterisinde bulunmak isteyen bir dizi sanatçı, eserlerinde bu iki devrimciyi anar.
    Berlin Dada’nın kurucularından George Grosz, zaten bir KPD üyesidir ve Die Rote Fahne için, özellikle de iktidardaki SPD’yi yeren karikatürler çizmektedir. 1919’u Hatırla isimli resminde Luxemburg’un ve Liebknecht’in tabutları üzerinde gözleri kapalı ve alt tarafı kana dönüşmüş bir çeşit hayalet-yargıç yer alır.
    Gençliğinde ekspresyonizme yakın olan Conrad Felixmüller de KPD üyesi aktif bir militandır. Dünyanın Üzerindeki İnsanlar (1919) resminde, Rosa ile Karl’ı dev bir yıldıza doğru yükselirken çizer.

    Käthe Kollwitz, Liebknecht ailesinin talebi üzerine, Karl’ın bir resmini çizme görevini üzerine alır. Feminist ve solcu olan Kollwitz, Spartakist liderlerin cesaretinden –ve cenazelerinden– etkilenmekle birlikte, bir KPD taraftarı değildir. İki yıl boyunca çok sayıda eskiz çizdikten sonra eserini ağaç baskıyla gerçekleştirmeye karar verir ve Liebknecht’in cansız bedeninin önündeki insanların şaşkınlıkla karışık hüznünü işler.

    Ekspresyonist olarak tanımlansa da kendisi bu tanımı benimsemeyen ressam ve heykeltıraş Max Beckmann ise, “Cehennem”in yeryüzündeki hallerini betimlediği on parçalık dizisinden bir resmi Rosa Luxemburg’a ayırır. Martyrdom (1919) isimli resimde, Luxemburg’u silahlı üniformalı ve sivil giyimli insanlar tarafından öldürülmeden önce taciz edilirken resmeder.

    Hiç şüphesiz Rosa’yı (çoğu kez Liebknecht’le birlikte) anan eserler arasında, Brecht’in Rosa hakkındaki dizelerinin de dahil edilmesiyle Kurt Weill tarafından 1928’de bestelenmiş (ve yıllar sonra David Bowie tarafından kısmen uyarlanmış) “Berliner Requiem”i; psikiyatr ve yazar Alfred Döblin’in üç ciltlik Kasım 1918 isimli yapıtının “Karl ve Rosa” başlıklı son cildini; tiyatro yazarı Erwin Piscator’un Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp Spartakist ayaklanmanın bastırılışını işlediği oyunu Her Şeye Rağmen’i (1925) –sahne tasarımını Heartfield yapmıştır– burada zikretmek gerekir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Rosa’nın mücadelesini, özgürlükçü soluğunu ve elbette kadın kimliğinin önemini kavramaya daha yatkın koşulların oluşmasıyla birlikte çeşitli mecralar (tiyatro, şiir, enstalasyon, roman, sergi, fresk, çizgi roman, film) üzerinden temsil edildiği, anıldığı, güncelleştirildiği çok sayıda esere, çalışmaya tanık oluruz.

    Alman sosyal demokrasisinin iflasını ele aldığı 1916 broşüründe, ilerlemeci iyimserliğe kendini teslim eden edilgen bir siyasetin karşısına, tehdit bilincine ağırlık veren uyarısıyla çıkar Rosa Luxemburg: Ya sosyalizm ya barbarlık! Bu parola, kapitalist medeniyetin derinleştirdiği iklim kriziyle birlikte her geçen gün daha da güncellik kazanıyor. Rosa, yaşamı ve mücadelesiyle, geçtiğimiz yüzyılın kandan ve ateşten harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor: aşkla, kavgayla, şiirle.



    22 Mayıs 2019 Çarşamba

    Game of Thrones'a ilham veren 5 tarihi olay!

    14 Nisan'da ilk bölümü gösterilen diziyi sadece ABD'de 17 milyondan fazla kişi izledi - gösterildiği kanal HBO'ya göre kendi kategorisinde bir rekor.

    Ancak büyünün ve hatta ejderhaların yer aldığı dizi, hayranlarının tahmininden daha fazla gerçeğe yakın.

    Game of Thrones (GoT), George R.R. Martin'in kitaplarından uyarlandı. Aynı zamanda dizinin yapımcısı olan Martin, kitabı yazarken tarihi olaylardan nasıl etkilendiğini sık sık dile getiriyor.

    Geçen yıl İngiliz Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, "Tarihi her zaman sevdim" diyor.
    "Ancak sosyoekonomik trendler ya da kültürel dönüşümlerle, savaşlarla, cinayetlerle ya da ihanetlerle ilgili olduğum kadar ilgili değilim."
























    BBC Türkçe, Game of Thrones'un en güzel anlarından bazılarına ilham kaynağı olan 5 tarihi olayı derledi.

    1) GÜLLER SAVAŞI

    Güller Savaşı, İngiltere tahtı için 15. yüzyılda meydana gelen karmaşık iç savaşlar serisiydi.

    Savaş Lancaster Hanedanlığı ile York Hanedanlığı arasında yaşandı. Bunlar, İngiltere'yi 300 yıldan uzun bir süre yöneten Plantagenet Hanedanlığı'nın iki rakip koluydu.

    Tarihçi Thomas B. Costain tarafından 1950'lerde yazılan dört ciltlik Plantagenet kitabında bu savaşlar anlatılmıştı.

    Martin, Costain'in kitaplarına duyduğu ilgiyi sıklıkla dile getirdi. Game of Thrones'daki başlıca mücadele de Güller Savaşı'nı anımsatıyor:

    Kurgu ürünü Westeros kıtasının hakimiyeti için Lannister ve Stark aileleri arasındaki savaş...

    2) DÖVÜŞLE YARGILANMA (TRIAL BY COMBAT)

    Game of Thrones'un ilk sezonunda, Amerikalı oyuncu Peter Dinklage tarafından oynanan karakter Tyrion Lannister, aristokrat Lord Jon Arryn'ı öldürmekle suçlanıyor.

    Ancak dövüşle yargılanma talebinde bulunarak ceza almaktan kurtuluyor.
    Lannister'ın koruması Bronn, dövüşerek efendisinin özgürlüğünü kazanıyor.

    Bu olay tamamen hayal ürünü değil.

    Ortaçağ Avrupası'nda bu, anlaşmazlıkları çözmek için yasal bir yöntemdi.

    Davalı taraflar, kendi taraflarında savaşmaları için dövüşçü kiralıyorlardı.

    Ancak Game of Thrones'da gördüğümüzün tersine, bu anlaşmazlıklar genellikle kanlı sonuçlanmazdı. Çoğunlukla kaybeden tarafın teslim olmasıyla biterdi.

    3) 'KIZIL DÜĞÜN' YA DA 'SİYAH AKŞAM'

    Game of Thrones'un en beklenmedik anlarından biri üçüncü sezonda meydana geldi: Ana karakterlerin üçü de tek bir bölümde öldü.

    Robb Stark, annesi Catelyn ve hamile gelini Talisa, bir şölen sırasında öldürüldü.

    Martin, 'Kızıl Düğün' olarak bilinen bu sahne için bir kez daha gerçek olaylardan ilham aldı.
    Bu 'Siyah Akşam' olarak bilinen olaya bir göndermeydi.

    1440'larda İskoçya'da yaşanan olaylara verilen isimdi bu: 10 yaşındaki Kral James II'den bir parti davetini kabul eden, Kont Douglas ve erkek kardeşinin, ülkedeki en güçlü ailelerden birinin iki üyesinin, yemeğin ardından kafaları kesilmişti.

    Martin, EW dergisine yaptığı açıklamada, "Tarihi kayıtlar masaya siyah yaban domuzu kafasının konduğunu gösteriyor. Ölüm sembolü. Kont ve kardeşi bir kuleye götürüldü, ardından James'in yalvarmalarına rağmen kafaları kesildi" diyor.

    4) 'GERÇEK' DUVAR

    Game of Thrones'da buzdan örülü 'Duvar', Westeros'un Yedi Krallığı'nın kuzey sınırındaki 500 kilometrelik sınır boyunca uzanıyor. 200 metre yüksekliğindeki Duvar'ın amacı krallıkları işgalden korumak.

    Duvar, en önemli karakterlerden birinin, Jon Snow'un da üyesi olduğu Gece Bekçileri'nin yeminli kardeşleri tarafından savunuluyor.

    Gerçek hayattaki karşılığı daha kısa, ancak daha önemsiz değil: Hadrian Duvarı.

    Roma İmparatorluğu yönetimi altındaki İngiltere'yi kuzeydeki Britonlardan korumak için 2'inci yüzyılda inşa edilmişti. Bu ünlü duvara Roma İmparatoru Hadrian'ın ismi verilmişti ve Antik Roma'nın en ikonik simge taşlarından biri haline gelmişti.

    117 kilometre boyunca uzanan, bir zamanlar çok görkemli olan bu duvarın kalıntıları, halen görülebilir. Bu kalıntılar, George R.R. Martin de dahil olmak üzere yüzyıllar boyunca milyonlarca kişi tarafından ziyaret edildi.

    1980'lerde Hadrian Duvarı'nı ziyaret eden Martin, Rolling Stones dergisine yaptığı açıklamada, "İngiltere'de arkadaşlarımı ziyaret ediyordum ve biri beni Hadrian Duvarı'nı görmeye götürdü" diyor ve ekliyor:

    "Bu tepelerden ufukları seyrederek günlerini geçiren bir paralı asker için hayatın nasıl olduğunu düşündüm durdum."

    5) ALTIN TAÇ

    İlk sezonun sonunda, Westeros'un kralı olacak kişi, Viserys Targaryen, savaş beyi Khal Drogo'dan kız kardeşi Daenerys ile evlenmesi karşılığında kendisine söz verdiği orduyu talep ediyor.

    Bunu yaparken, hamile kız kardeşinin göbeğine doğru kılıç tutuyor.

    Drogo, Viserys'e "insanların gördüğünde titreyeceği bir altın taç" sözü veriyor.

    Ancak daha sonra ödül vaadinin aslında bir tuzak olduğu anlaşılıyor.

    Viserys kılıcını bıraktıktan sonra korumalar tarafından zapt ediliyor, Drogo altın madalyonlardan oluşan bir kemeri bir kapta erittikten sonra Viserys'in başından dökerek onu 'taçlandırıyor' ve öldürüyor.

    Roma İmparatoru Valerian'ın başına milattan önce 260 yılında benzer bir olay geliyor.

    Romalı tarihçi Flavius Eutropius 4. yüzyılda, Valerian'ın Pers askerleri tarafından tutsak alınmasının ardından erimiş değerli madalyon yutmaya zorlandığını yazıyor.

    Bu, Valerian'ın ölümüyle ilgili anlatılan hikayelerden sadece biri, ancak Martin'in 'televizyon madenini' yaratmasına yine de ilham kaynağı oldu.

    karnaval.com