Translate

30 Ocak 2021 Cumartesi

Keynes’e göre “ilerleme”

Pierre Noël-Giraud

Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Keynes 1930 yılında, 2030 yılında ekonominin neye benzeyeceğini hayal etmişti. İlerleme hakkında tasarımını belirlemek için bu bir fırsat. Ünlü İngiliz iktisatçısının çizdiği yolu izledik mi?

1930 yılında Keynes, Madrid’de geleceği öngördüğü bir konferans verir. 1919 yılında gözünde felaket olarak gördüğü (Versay Antlaşması ile empoze edilen) “Barış’ın iktisadi sonuçlarını” kınayan ileri görüşlülüğü bu defa bütün bir yüzyılı ele alıyor ve “çocuklarımız için ekonomik umutların” izini sürüyor.

Keynes son on yıllık süreçte Avrupa’da teknik ilerlemenin yılda yaklaşık yüzde 2 gibi bir oranda ılımlı bir üretkenlik artışına neden olduğunu hatırlatır. Bununla birlikte, bir yüzyılı aşkın bir sürede bu yıllık oran tüm sermaye mallarının yanı sıra bir nüfusun kullanabileceği tüketim mal ve hizmetlerinde neredeyse sekiz kat artışa yol açar. Kendi gözünde bu eğilimin 2030’a kadar devam edeceği varsayımını makul kabul eden Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Dahası, bu “ahlak sistemimizde köklü değişiklikler” meydana getirecektir. Hayatın zevklerini ve gerçeklerini elde etmenin bir yolu olarak görülmesi ve ayırt edilmesi gereken para sevgisi bir yana, bir mülkiyet nesnesi olarak para aşkı olduğu gibi tanımlanacaktır: “oldukça iğrenç bir hastalıklı durum, akıl hastalıkları uzmanlarına tedavi için verilecek yarı suçlu ve yarı patolojik eğilimlerden biri.”

Kazanılan zaman

Bu nedenle Keynes’in ilerleme anlayışı bana şu şekilde geliyor: teknik ilerleme, aynı miktarda mal ve hizmet üretmek için daha az çalışmayı mümkün kılıyor. Böylece tasarruf edilen zaman iki şekilde kullanılabilir: Ya her zamankinden daha fazla üretmek ya da çalışma zamanını azaltmak. Bu azaltılacak çalışma zamanı, özellikle zorlu ve ilgi çekici olmayan işlerde geçirilen zaman ya da maddi yaşamın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının çok ötesinde, taklitçi tüketim çılgınlığını besleyen gereksiz mallar üretmeye ayrılan zamandır. Çalışma süresinin kısaltılması, arta kalan zamanın daha çok zamana, kültüre ve daha genel olarak hayattan ve piyasa dışı sosyal ilişkilerden zevk almaya ayrılmasını mümkün kılar.

Keynes için gerçek ilerleme ikinci seçenektir. Ve Keynes’e göre, bu seçeneğe büyük bir ahlaki ilerleme eşlik edecektir: Keynes’in liberal burjuva ve “Bloomsberry grubunun” rafine estetik anlayışına yönelik derin bir aşağılayıcı tavır olarak dile getirdiği “altın buzağına tapanların” sayısının şiddetle azalması.

1930’dan bu yana Avrupa ve Fransa’da Keynes’in önerilerini dinledik mi? Öncelikle, bir yüzyılda kişi başına düşen GSYİH’nin neredeyse sekiz kat artması olasılığını tahmin etmekte yanılmadığını belirtelim. Bu gerçekleşti. O halde biz birinci seçeneği seçtik: daha fazla üretmek için çalışmaya devam etmek. Ancak yaşam süresi keskin bir şekilde artarak 50’den 80’in üzerine çıkarken ve uzun eğitim süreleri sebebiyle işe başlama yaşı 14’ten 20’ye çıkarken, çalışma zamanı epey azaldı. (Bunlar bir insanın sahip olduğu zamana ve onu nasıl kullandığına bakılırsa, Keynes’in analizlerinde olmayan ama yine de temel olan iki fenomendir). Öyle ki, bugün bir çalışan uyanık geçirdiği zamanının sadece yüzde 14’ünü ücretli işe ayırıyor, oysa bu rakam 1920’lerde yüzde 40 civarındaydı! Keynes’in dediği anlamda önemli bir ilerleme. Bu nedenle Keynes’in hedefine doğru ilerlemede doğru yoldayız: “Taş Devri’nde insanların yaptığı gibi ekonomik sorunu çöz ve günde sadece üç saat çalış ama ortalama yaşam süresini 30’dan 90’a çıkar.”

Bununla birlikte, gezegeni kurtarmaya yönelik devam edecek hatta hızlanacak bilgeliğe sahip olacak mıyız?

[Alternatives Economiques’de 17 Kasım 2020 tarihinde yayımlanan Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

22 Ocak 2021 Cuma

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar; hayatta kalmak ve yaşamak istediğimiz dünyayı inşa etmek için yardımlaşma projeleri şart 

Trump’ın seçimleri kaybetmiş olması birçok insanda rahatlama hissi yarattı ve pek çok kişinin bunun gerçekleşmesi için harcadığı çaba haklı olarak övülüyor. Ancak her ne kadar kutluyor olsak da oturup sorunlarımızla yeni yönetimin ilgilenmesini umarak seferberliğimizi sonlandırmamalıyız. Ne yazık ki, Biden / Harris yönetiminin iklim değişikliği krizlerini ve felaketlerini, ağırlaşan servet adaletsizliğini ve yoksulluğu, ölümcül şekilde kâr amacı güden sağlık sistemini ve ırkçı yasa uygulamalarını ele almayacağından emin olabiliriz.

Biden ve Harris, kariyerlerini insanlara suçlu muamelesi yaparak oluşturdular. Ekim ayında Walter Wallace Jr.’ın öldürülmesine tepki olarak, polis şiddetini kabul etmekten çok eylemcileri uyarmaya odaklanan ortak bir bildiri yayımladılar. Bir kaya gazı çıkarma yöntemi olan fracking’e karşı çıkmayacaklarını ve Obama dönemi iklim politikalarına dönüldüğü takdirde kesinlikle hapı yutacağımızı açıkça ifade ettiler. Biden, korkunç bir savaş yanlısı bir sicile sahip ve İsrail sömürgeciliğine koşulsuz desteğini ifade etti.

  • Yazının Tamamı
  • 16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



    14 Ocak 2021 Perşembe

    Ölüm cezasıyla ilgili yanlış bilinen 5 şey

    YANLIŞ: Ölüm cezası, şiddet içeren suçlar açısından caydırıcıdır ve toplumu daha güvenli kılar.

    DOĞRU: Ölüm cezasının kendine özgü bir caydırıcılık etkisi olduğunu gösteren ikna edici bir kanıt yoktur.

    Kanada’da ölüm cezasının 1976’da yürürlükten kaldırılmasının üzerinden otuz yıldan uzun bir süre geçtikten sonra, cinayet oranları üçte birin üzerinde bir oranda daha düşük seyretmektedir.

    35 yılı kapsayan bir araştırma, ölüm cezasının uygulanmadığı Hong Kong ile nüfusu daha az olan ve devamlı ölüm cezası uygulayan Singapur arasındaki cinayet oranlarını karşılaştırdı. Bulgulara göre, ölüm cezasının suç oranları üzerindeki etkisi çok sınırlıydı.

    YANLIŞ: Ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülme korkusu, terör saldırılarının önlenmesinde etkili bir stratejidir.

    DOĞRU: Öldürülme ihtimalinin, siyasi veya diğer türde bir ideoloji uğruna insanları öldürmeye veya yaralamaya hazır olan kişiler için caydırıcı bir unsur olması pek mümkün değildir.

    Aksine, terörle mücadelen sorumlu bazı yetkililer, defalarca, ölüm cezası uygulanan kişilerin ‘şehit’ gibi algılanabileceğine ve bu kişilerin hatırasının, ideolojileri veya örgütleri için bir toplanma noktasına dönüşebileceğine dikkat çekmiştir.

    Silahlı muhalif gruplar da ölüm cezasına başvurmanın misillemelere gerekçe olarak gösterildiğini ve böylece şiddet döngüsünün devam ettirildiğini söylemiştir.

    YANLIŞ: Halkın çoğunluğu desteklediği sürece ölüm cezası uygulamakta bir sorun yoktur.

    DOĞRU: Tarih, çoğunluğun desteklediği, ancak sonraki dönemlerde bakıldığında dehşetle karşılanan insan hakları ihlalleriyle doludur.

    Kölelik, ırk ayrımcılığı ve linç etme gibi pratiklerin tamamı meydana geldikleri toplumlarda destek görmüştü; ancak tüm bunlar insan haklarına yönelik ağır ihlallerdi. Nihayetinde, devletlerin görevi, zaman zaman çoğunluğun görüşlerine aykırı hareket etmek gerektiğinde bile herkesin haklarını korumaktır.

    Ayrıca, kamuoyunun fikri, çoğunlukla siyasi liderliğe bağlı olarak ve ölüm cezasıyla ilgili nesnel bilgilerin kamuoyuna sunulduğu durumlarda değişir.

    YANLIŞ: Ölüm cezası uygulanan herkesin ağır suçlar işlediği kanıtlanmıştır.

    DOĞRU: Dünyanın dört bir yanında yüzlerce mahpus, hiçbir şekilde adil olmayan yargılamalar sonucunda ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülüyor. İşkence altında elde edilen “itiraflara” başvurulması ve tutuklu kişilerin avukatlarına ve yeterli hukuki temsile erişiminin engellenmesi buna dahildir.

    Çin, İran ve Irak gibi en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkeler, yargı sisteminin adil olup olmadığından en çok kuşku duyulan ülkelerdir.

    ABD’de 1973’ten beri ölüm cezasına mahkum edilen kişiler arasından 144 kişinin sonraki süreçlerde kendilerine yöneltilen suçlamalardan beraat etmesi, hangi hukuki güvenceler yürürlükte olursa olsun hiçbir yargı sisteminin hatadan muaf olmadığını gösteriyor. İnsan yargısına dayalı adalet yanılgıya açık olduğu sürece, masumların ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülmesi riski hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan kaldırılamaz.

    YANLIŞ: Cinayet işlenerek öldürülen kişilerin aileleri ölüm cezası talep ediyor.

    DOĞRU: Tüm dünyada ölüm cezasına karşı çıkan hareket; şiddet içeren suçlarda sevdiklerini kaybeden veya bu suçların bizzat mağduru olan, ancak etik veya dini sebeplerle “kendi adlarına” ölüm cezası uygulanmasını istemeyen çok sayıda kişiyi kapsıyor. ABD’de İnsan Hakları İçin Cinayet Mağdurlarının Aileleri (Murder Victims’ Families for Human Rights) benzeri örgütler, New Hampshire gibi eyaletlerde ölüm cezasının kaldırılmasını talep eden harekete öncülük etmektedir.

    12 Ocak 2021 Salı

    Annesiz Kızlar

    MODERN BABALARIN MODERN KIZLARI 

    Aksu Bora

    Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, bitmiş ve geride kalmış bir “şey” değildir. Tersine, geçmişin tortusu, bugün de, bizimle birlikte yaşar. Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, çeşitli biçimlerde kurduğumuz bir anlatıdır. Her anlatı gibi, bazı şeyleri kapsar, başkalarını dışarıda bırakır, kapsadıklarını belirli bir perspektif içinde düzenler. Bu bakımdan, bu “geçmeyen geçmiş”e hep yeniden bakmak, yeniden anlamlandırmak, özellikle de ortak belleğin gerisine itilmiş anılarla yüzleşmek, sağlıklı bireyler ve toplumlar için bir zorunluluktur.

    Bireysel boyutta hafıza, psikolog ve psikanalistlerin ilgi alanı olmasının yanı sıra, özellikle sözlü tarih, yaşam öyküsü anlatımı gibi tekniklerin gelişimiyle birlikte, tarihçiler ve sosyal bilimciler için de önemli bir bilgi kaynağı haline gelmiştir. Maurice Halbwacs’ın 1920’li yıllarda yaptığı çalışmalar ve “toplumsal bellek” kavramını ortaya atmasından bu yana ise, bireysel belleğin ne derece bireyin nörolojik yapısı ve kişisel yaşamıyla, ne derece toplumsal ilişkiler ve tarih ile bağlantılı olduğu tartışılmaktadır(Assmann 2001: 38-39). Halbwacs, bireysel belleğin toplumsal koşullara bağlı olduğunu ileri sürer ve “Bu çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka bellek olmaz” der (akt. Assmann:29). Ona göre, hafıza bireysel toplumsallaşma süreci içinde oluşur. Bu nedenle de toplumsal çevre tarafından belirlenir. Yani, “hafıza da tıpkı dil gibi, iletişimsel süreçlerde, yani hatıraların anlatılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla oluşur” (Sancar 2007:41). Dolayısıyla, birey ancak yaşadığı toplumsal çevrenin ortak hafızası içine yerleştirebildiği, bu anlatı içinde kendine yer bulabilen şeyleri hatırlayabilir. Bu nedenle de bireysel hafıza ile toplumsal olan arasında yakın bir ilişki vardır.

    Bu yazıda konu ettiğim anne-kız ilişkisi, bireysel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkiyi tartışabilmek için son derece uygun bir araştırma alanıdır; çünkü Türk modernleşmesi kapsamında yaratılan “yeni kadın” idealinin somut kişiler, kadınlar tarafından üstlenilmesi süreci, bir yandan son derece kişisel bir boyut taşırken, aynı zamanda toplumsal ve politik bir olgu olarak da ele alınabilir.
    Bu yazıda “Cumhuriyet kızı” imgesinin nasıl bir “babanın kızı” anlatısı içinde kurulduğunu, bu anlatının anneyi ve onun temsil ettiklerini dışarıda bırakmaya dayalı olduğunu göstermeye çalışacağım. “Baba” ve “Anne”nin neleri temsil ettiğini, dolayısıyla da dışarıda bırakılanın ve içerilenin neler olduğunu anlamaya çalışmak, modern eşitlik idealinin kadınlar için kişisel ve toplumsal bedelini de görmemizi kolaylaştıracaktır. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak “ileri”ye, eşitliğe doğru yönelme hem stratejik bir tercih olarak görülebilir, hem de çeşitli ideolojik ve politik araçlarla dayatılmıştır. Böyle bir tercihin nedenlerini anlamaya çalışmak kadar, bedelini de tartmak, günümüzde kadınların eşitliği ve özgürlüğüne ilişkin tartışmalara yeni bir ufuk kazandıracaktır.

    Geçmişin Cinsiyeti
    Geçmişle hesaplaşma, hatırlama/unutma ikilisini çağırır, bu ikisiyle ilişkilidir. Çünkü Marc Augê’nin “Unutma Biçimleri” isimli kitabında (Augê 1999: 59) dediği gibi, “anılar, tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından şekillendirilmesi gibi, unutma yoluyla şekillendirilmiştir”. Demek ki, hatırladıklarımız kadar, unuttuklarımız da önemlidir, bugünümüzü kuran bilgiler arasındadır.
    Hesaplaşma, “hesabını görme”, “hesap kesme” gibi çağrışımlarıyla, geçmiş travmalarla bir “üstesinden gelme” ilişkisini düşündürür. Özellikle kendi öznelliğimizin yapı taşlarını oluşturan travmalar söz konusu olduğunda, söz konusu ilişkinin üstesinden gelmeden çok, “barışma” boyutunu vurgulamanın önemini hatırlatmak gerekir. Çünkü geçmişle böyle bir bağlamda ilişkilenmenin hedefi, asıl olarak, kişisel ve toplumsal bir sağaltımdır. Böyle bir barışma için, her şeyden önce, kavgalı olunan gerçekliğin doğasını, bizim bu gerçekliğin kurulmasındaki yerimizi ve bu gerçekliğin öznelliğimizin biçimlenmesindeki etkisini görebilmemiz, kabul edebilmemiz gerekir. Bu nedenle, geçmişle ilişkimizin bilinçli olarak simgelenen geçmiş kadar, “içimizde yaşayan geçmiş”i de içeren, kapsamlı bir ilişki olarak yeniden tanımlanması önemlidir.

    Türkiye’nin yakın tarihi, çeşitli açılardan bir modernleşme tarihi olarak okunabilir: İmparatorluktan ulus-devlete, tebadan vatandaşa geçiş. Bu geçişin hem sembolik hem de maddi anlamda önemli bir veçhesinin kadın-erkek eşitliğinin desteklenmesi olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan, yakın tarihimizle hesaplaşma (ya da barışma) girişimlerinin cinsiyet meselesini kapsam dışı bırakması (ya da “unutması”) pek kolay olmamalıdır. Üstelik, böyle bir “unutma”nın gerekçesi bu konuda yeterli araştırmanın ve çalışmanın yapılmamış olması olamaz, bilindiği gibi, son on-on beş yıl içinde modernleşmenin cinsiyet boyutuna ilişkin çok sayıda önemli çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, kadın-erkek eşitliği fikrinin ve bu fikrin bir devlet politikası olarak yürürlüğe konmasının modernlik ile bağlantısını ortaya koymuş, “devlet feminizmi”nin kadınlar için ne türden sonuçları olduğunu tartışmıştır.
    Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye Cumhuriyeti bağlamında değil, “üçüncü dünya milliyetçiliği” diye adlandırılan bağlamda da modernleşme ve aynı zamanda “ulusal karakter”ini koruma ikileminin bir çözümü olarak kadınların ulusun simgeleri olarak kullanıldıkları, yani kadınların aidiyet ve kimlik politikalarında önemli bir araç oldukları gösterilmiştir.
    Bu araçsallaştırma, kadınların Tanzimat döneminden itibaren yükselttikleri eşitlik ve hak taleplerinin yeni bir bağlam, Kemalizm bağlamı içinde anlamlandırılmasında kendini göstermiştir. Bu “yeniden anlamlandırma” bir dizi unutuşun ilkini yaratmıştır: Bu topraklarda kadınların verdikleri hak mücadelesinin unutuluşu. Böylece, kadınların eşitliği fikrinin Mustafa Kemal’in zihninde yaratılmış ve yine onun tarafından yürürlüğe konmuş bir fikir olduğu inancı yaygın ve güçlü bir inanç haline gelebilmiştir. Bir başka unutuş, Tanzimat’tan başlayarak modernleşmeci elitlerin düşünce ve eylemlerini belirleyen geleneksel/modern ikiliğinin bir kurgudan ibaret olduğunun unutulmasıdır. “Geleneksel” hanelerin ve bu hanelerde yaşananların cehalet, gerilik, yobazlık ve karanlıkla nitelendirilmesi, dolayısıyla kurgusal bu “gelenek”e kurtulunması gereken bir gerçeklik muamelesi yapılması, bu hanelerin gerçekliğinin de unutulanlar arasına katılmasına yol açmıştır. Ancak çok yakın bir dönemde, Duben ve Behar’ın (1996) çalışması türünden bazı çalışmalarla bu unutuşun tozları silinip gerçekliğe bir başka perspektiften bakma imkanı bulunabilmiştir. Bu unutuş, kadınların hak mücadelelerine ilişkin ilk unutuşu destekleyici niteliktedir: Babanın despotlukla, annenin ise cehalet ve dar kafalılıkla malul olduğu bu hanelerden nasıl bir kadınlık çıkabilirdi ki?

    Türk Modernleşmesinde Hatırlananlar ve Unutulanlar
    Nükhet Sirman (2002), Tanzimatla gelen büyük değişimin yarattığı yeni bürokratik yapıların nasıl bir yeni orta sınıfın doğuşuna yol açtığını anlatırken, iktidarın yeniden bölüşüm mekanizması içinde yer alamayan genç erkeklerin kendilerine yeni söz söyleme alanları bulduklarını, bu alanların gazeteler, romanlar, sahne oyunları, yeni edebi tarzlar olduğunu söyler. “İktidarla evler iç içe geçtiği için ortada kalanlar, bir yandan farklı ev kurma biçimlerini tahayyül etmeye girişmişler, diğer yandan da mülkün halk adı verilmeye başlanan yeni oluşturulmakta olan hayali bir kitleye danışarak yönetilmesini talep etmişlerdir”. Bu erkekler, Türk milliyetçiliğinin kurucuları, modernleşme projesinin sahipleri ve yürütücüleridirler. Despot babanın yönetiminden kurtulup kardeşlik temelinde yeniden bir siyasi örgütlenme yaratacaklardır. Fatmagül Berktay’ın(2003) belirttiği gibi, yenilik, ataerkinin babamerkezli biçiminden kardeşlik merkezli olanına geçiştir. Kardeşlik merkezli bu yeni ataerkide kadınların yeri ne olacaktır? Bu sorunun tek bir yanıtı yoktur. Tek bir yanıt yoktur, çünkü erkeklerin gözlerindeki kadın modelleri tek çeşit değildir, onların bu kadınlarla ilgili duyguları da öyle. Bütün değişim dönemlerinde olduğu gibi, değişimi istemek, ama aynı zamanda onun getireceklerinden korkmak, Türk modernleşmesinin erkek elitlerindeki temel duygu örüntüsünü oluşturur. Arzunun ve korkunun bu bileşimi, kendini edebi metinlerde ve bu metinlerden çıkarak yaygınlaşan kadın tiplerinde gösterir. Fatmagül Berktay’ın belirttiği gibi, “Yeni koşulların zorladığı yeni bir kimlik arayışı içindeki Türk aydını, çevresindeki bildik dünyanın değişiyor olmasının yarattığı yersiz yurtsuzluk duygusuyla ve geleneği temsil eden babanın artık var olmamasından kaynaklanan, gerektiğinde sığınabileceği güvenli bir korunaktan yoksunluğun yol açtığı paranoyayla başetmek durumundadır. Ayaklarının altındaki zemin kayganlaşırken, “tutunduğu dal” ise, Batıdaki modernleşmeci kardeşinin yaptığı gibi, kendi denetiminde bir yeni kadın imgesi yaratmak ve yeni koşullar altında bile değişmeyen bir şeyler olduğunu kanıtlamak üzere eski ataerkil ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üretmektir”. Bu yeni kadın imgesi, iki başka imgeyle zıtlık içinde kurulur: Geleneksel kadın ve tango kadın. İlki, modern erkeğin kurtulmaya çalıştığı eski hanenin hem kurbanı hem de sürdürücüsüdür. Bu kadın cehaleti ve dar kafalılığıyla evin çocuklarına hayatı zindan eden babanın destekçisi ve aynı zamanda da kurbanıdır. İkincisi ise, geleneksel kadından farklı olarak eğitimli ve moderndir, yine ondan farklı olarak, bencil ve güvenilmezdir. Yeni kadın, bu ikisinin iyi yanlarını (ilkinin fedakarlığını ve sadakatini, ikincisinin eğitimini ve modernliğini) birleştiren bir kadındır.
    Bu kadınla ilgili modern tahayyül, Yeşim Arat’ın “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” başlıklı yazısında (1998) sözünü ettiği 1908 tarihli bir karikatürde gösterilir: Geleceğin Türkiyesi isimli bu karikatürde, modern çok katlı binalar arasında çarşaflı bir kadın, tek kişilik bir uçakla fesli erkeklerin şaşkın ve korkmuş bakışları altında göğe doğru yükselmektedir. Arat, bu karikatürü yorumlarken, buradaki öngörünün Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmasıyla gerçeğe dönüştüğünü hatırlatır ve “Atatürk’ün de aralarında bulunduğu erkek izleyicilerin saygıyla baktığı, havacı üniforması içindeki Sabiha Gökçen, en azından Türkiye’nin okumuş kentlilerin ortak bilincine kazınmış bir görüntüdür” diye ekler. Bu yanıt, aynı zamanda, “devlet feminizmi” dediğimiz yaklaşımın da temelini oluşturur; Hamide Topçuoğlu’nun veciz ifadesiyle: “Atatürk kadını görevli kılmak yoluyla kurtarmıştı. Kadın meslektaşın karşısında, geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak olan halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca bir modern devlet kudreti vardır.” (akt. Durakbaşa 1998:48) Bu görev, yalnızca mesleki çalışma değil, onu da içeren çok geniş bir varoluş alanıydı- yeni kurulan ulusun tarihinin ve bedeninin simgesi olmak.
    Anlaşılan o ki, modernleşme projesi içinde kadınlara verilen rol ve yüklenen anlamlar birden fazladır: Kurtarılması gereken kurbanlar, cezalandırılması gereken fettan kadınlar, gurur duyulacak kız evlatlar. “Yeni kadın”ın eş ya da kızkardeş değil de kız evlat oluşu, bu kadının tanımı gereği modern erkeğin eseri olmasındandır. Nitekim, Ayşe Durakbaşa’nın derinlikli analizinde belirttiği gibi, Cumhuriyet kızı denilen modern kadın, Kemalist erkeklerin mükemmeliyetçi eğitiminden geçmiş, bu babaların kızlarıdır.
    “Kemalist aile reisleri bir yandan aile şerefleri konusunda son derece titizdirler, ailedeki kadınların giyim ve davranışlarının geleneksel cinsel ahlak kurallarını gözetmesini isterler; bir yandan özellikle kızlarının modern bir eğitim almasını ve iki cinsin birlikte sosyalleştiği, eğlendiği ortamlara kendi karıları ve kızlarıyla katılabilmek, onların bu ortamlara uyum sağlayabilmesini isterler.
    Semiha Berksoy’la babasının mektuplaşmasında da görüldüğü gibi, bir bakıma babalarla kızları arasında gizli bir anlaşma vardır.
    Genç kadınlar eğitim, meslek ve çalışma hayatına katılma haklarını genellikle babalarının desteğiyle elde etmektedirler; ancak özellikle erkeklerle ilişkilerinde son derece dikkatli davranmak ve kendilerine uygun eşler bulup evlenene kadar cinselliklerini bastırmak zorundadırlar.”
    (Durakbaşa 1998:47) Partha Chatterjee’nin (2002) belirttiği gibi, babalarla kızları arasındaki gizli anlaşma, Batılılaşmaya rağmen kültürel kimliğin korunması için stratejik bir araçtır.
    Osmanlı/Ortadoğu bağlamı, bu bakımdan özgül bir bileşen de içerir: modernleşmeci erkek elitin kendine bakışının oryantalist perspektifin ışığında kırılmış olması. Bu göz ne görür? Her şeyden önce, oryantalist ressamların, Ingres’in, Delacroix’nun gördüğünü: Sereserpe uzanmış onlara bakan çıplak kadınlar. Gizemli ama ulaşılabilir. Bütün bir coğrafyanın böyle bir arzu nesnesi olarak tasarlanmasına, bir anlamda kadınlaştırılmasına karşı, bu coğrafyanın kadınlarını gizemlerinden arındırıp tayyörlerle zırhlandırmak, yalnızca namus kodlarına ilişkin bir titizlenmeyi değil, aynı zamanda erkekliği yeniden elde etme arzusunu da gösterir. Her ne kadar bu strateji bir eşitlik söylemi içinde uygulanmışsa da, kadınların “açılması” ve eşit yurttaşlar olarak yeniden tanımlanması, sömürgeci fantezilerin anlattığı “Kadın”dan kurtulma arzusunu da içerir. Bu anlamda, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yalnızca iktidarı babadan alan oğulların değil, aynı zamanda “düveli muazzama”ya karşı savaşan askerlerin hikayesi de olduğunu unutmamak gerekir.
    Bu arzunun kız evlatlardaki karşılığı nedir? Atatürk’ün “vazifelendirerek kurtardığı” ve “karşısında geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca devletin kudreti”ni hisseden kızlar, modern erkeklerin kurtulmayı arzuladıkları bu Kadın hakkında ne hissetmektedirler?
    Hem kişisel hem de toplumsal tarihin unutuşlarla şekillendiğini hatırlayarak, bu sorunun yanıtının da “unutulanlar” arasında sayılması gerektiğini söylemeliyiz. Ayşe Durakbaşa ve Aynur İlyasoğlu, modernleşme tarihini kadın anlatıları üzerinden takip edebilmek, bu anlamda, unutulanları hatırlamak amacıyla yaptıkları sözlü tarih çalışmasına ilişkin değerlendirmelerinde (Durakbaşa ve İlyasoğlu 2001), kız evlatların bu unutuşuna dikkat çekiyorlar: “Anlatıların modernleşmeye ilişkin kamusal söylemi izlediği görüşmelerde, annelerin hikayelerinin bastırıldığını, bunun yerine “yeni kadın” denilen kızlarınınkinin geçtiğini fark ettik. En az dört görüşmede (…), kendilerinin modernist görünümlerinde ve kişiliklerinde babalarının ne kadar etkili olduğunu açıkça vurgulamalarına karşın, annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamadılar”. Annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamama hali, kamusal söylemin anlatabileceği hikayeler içinde, kadınlarınkine yer olmamasıyla ilişkilidir kanımca.
    Aynı zamanda, aralarında Afet İnan ve Sabiha Gökçen’in de bulunduğu bir dizi kızı evlat edinen ama tam da bu kız evlatlar için bir rol modeli olabilecek nitelikteki Latife Hanım’a hayatında yer bulamayan Atatürk’ün simgelediği bir soruna da işaret eder: Anlatabilecek hikayesi olan yetişkin bir kadını sonsuz bir sessizliğe mahkum ederken, her biri babayla teke tek ilişki kuran bir dizi kız evlada yeni bir hikaye yazmak isteğine.

    Annesizlik, Çocukluğa Kaçış
    Hülya Adak da (2007) 1918-1935 tarihlerinde yazılmış kadın özyaşam öykülerini incelediği ufuk açıcı yazısında, benzer bir unutuştan söz etmektedir: “Cumhuriyetin kuruluş yıllarına, yani 1920 ve 1930’lara odaklanan kadın otobiyografilerinde, (…) özel ve kamusal benlik arasında keskin bir ayrım yapılıyor ve kamusal benlik, özel olan pahasına aşırı derece öne çıkarılıyor”… Bunun anlamı nedir? Her şeyden önce, bize “özel” olan ile “kamusal” olan arasındaki ayrımın çizilmesinde, kadınların bu anlatılarının çok kritik bir yerde durduğunu hatırlatır.
    Bahsedilen dönem, yani modern ulusun, devletin ve yaşamın inşa edildiği bu tarih parçası, neyin özel hayat neyin kamusal olduğunun da ayırt edildiği bir zamandır. Ve bu ayrım, modern cinsiyet ilişkileri rejiminin üretiminde temel önemdedir. Hülya Adak, az önce bahsettiğim yazısında, kadınların bu hikayelerde kendilerini çocuksulaştırdıklarını, bu çocuksulaştırmanın stratejik bir yol olarak benimsendiğini anlatır ve ekler: “Bu yalnızca hikayeyi kurgulamanın ya da ataerkil tabuların yetişkin bir kadının anlatısı etrafında oluşturabileceği krizlerle başa çıkmanın bir aracı değildir. Tersine, kendini çocuklaştırma, daimi bir kadınlık durumu olarak çocukluğu içselleştirme eyleminin kendini ifadesidir de”. Kadınların birer yetişkin haline gelebilmeleri, kendilerinden önceki kadın kuşaklarıyla kuracakları süreklilik ilişkisine bağlıdır- kadınlık, her şeyden önce, anneden öğrenilir çünkü. Babası Zeus’un başından zırhını kuşanmış olarak dünyaya fırlayan Athena gibi, varoluşunu babası üzerinden tanımlayan bu kız evlatlar için de geçmiş, bir karanlık ve unutuş alemidir. Bu nedenle bu kızlar için kendilerinden önceki kadın kuşağının hak mücadelesi, unutulmuştur.
    Yeni cinsiyet rejiminin kurulmasında bu unutuşun stratejik bir araç haline geldiğine tanıklık ediyoruz. Bu stratejinin can alıcı noktası, “kadın sorunu”nun siyasetin terimleriyle değil, “kültür”ünkilerle ele alınması ve buna bağlı olarak yeni kadınlığın inşasının eski ilişkileri, bu arada eski kadınlık tarzlarını (ve anneyi) karşısına alarak gerçekleştirilmesidir. Yeni kadınlığın kamusal görünümleri yanında, ev de yeniden şekillendirilmiştir; yeni kadının evi, artık annesininkinden farklıdır; kız enstitülü bir kadının ifadesindeki gibi: “Enstitüler ailenin, Türk ailesinin her yerine girdiler. Mutfağa, yatak odasına, banyoya, gardroba, bu gardroplara girdiler. Temizlik, düzenleme, intizam…” (Akşit 2007).
    Osmanlı’da feminist dergilerde yayınlanan yazılara rengini veren “hak” kavramı, 1930’lardan sonra tamamen görünmez olmuş, bunun yerini bir “aydınlatma” dili almıştır. İlkinde kurulan hikayede, konuşan özne, “kadınlar” adına ve siyasal bir dille konuşuyordu. İkincisinde ise artık çıkarlardan ve haklardan değil, doğru ve yanlıştan, aydınlık ve karanlıktan söz etmektedir ve konuşan ses bir kadın sesi olsa da, kadınları değil, aydınlanmış bir bakışı, babanın bakışını temsil eder.

    Elif Akşit’in Kız Enstitülerinden yetişen kadınların hikayelerini anlattığı kitabındaki sözleri, unutulanların birinci dalga feministlerinden ibaret olmadığını hatırlatıyor. İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitle ve bu kitleye yol göstermesi için özenle yetiştirilen kızlara dair kamusal hikayenin Kadın ile birlikte farklılıkları da barındıran koskoca bir “özel alan”ı unutuşun kollarına bırakmaktan başka çareleri olmadığına da işaret ediyor: “Kız enstitüsü mezunlarının doğrudan ve yaygın bir şekilde üyeleri olduğu Cumhuriyet Kızı kategorisi, diğer ilk kuşak kızların sadece geçmişlerine net bir perde çekebildikleri sürece parçası oldukları bir gruptu. Yani ya Balkan milliyetçiliğiyle başlayan ama mübadele sonrası artarak Anadolu’ya gelen ve geçmişlerine ister istemez perde çeken göçmenler, ya da çoğu milliyetçi ekonomik politikalar sonucunda Osmanlı Devleti’nin dünya sistemine dahil olma sürecinde zenginleşen gayrimüslim topluluklarının ayrılmasıyla onların yerlerini alarak yeni kurulan cumhuriyetin seçkin sınıfını oluşturan ailelerin kızlarının mensup oldukları bir grup. (…)
    Böylece, bir kuşak sonra Osmanlı İmparatorluğunun karmaşık dil ve etnik yapısı unutulmuş, Türkiye’de bir çok coğrafyada yaşayan farklı bireyler ve topluluklar, kendi geçmişlerini Türkik bir geçmişle doğrudan ilişkilendirebilmeye başlamıştı.”
    Bir ulusun kurulması ve bu ulusun tarihinin yazılmasında bazı stratejik seçimler yapılır, dışarıda bırakılacaklar ve içeri alınacaklar, hatırlanacaklar ve unutulacaklar, anlatılacaklar ve susulacaklar… Geçmişle yüzleşme, yalnızca açıkça travmatik olan savaş, göç, soykırım gibi olayları değil, bu seçimleri de içermelidir. Çünkü kadınlar çok iyi bilir ki tarih, erkeklerin görmeyi tercih ettiği türden kahramanlık anlarından ibaret değildir, tersine, gündelik olanın içinde, sıradan insanlar tarafından dokunup durur.
    Aynı zamanda, bireysel geçmişle hesaplaşma ile toplumsal olan arasındaki farklılıklar kadar, bence daha da fazla, süreklilikleri görmek gerekir. Çünkü acılar, tek tek her birimizin bedenimize, zihnimize ve kalbimize işlenir, o soyut “toplum”unkine değil.

    Sonuç
    Cumhuriyet kızlarının hikayesine ve cumhuriyet kızı imgesine “cumhuriyetin kuruluşunda ve modernleşme sürecinde orta sınıf kadınlara verilen rol” gibi bir kalıpla yaklaşmak, öncelikle bu kadınların kendilerine haksızlık olur. Çünkü böyle bir anlatı, onların öznelik kapasitelerini, bu kapasiteyi oluşturan gücü, iradeyi, arzu ve hayalleri, seçimleri yok saymak anlamına gelir. Cumhuriyetin ilk kuşağından kadınlara ilişkin yapılan sözlü tarih çalışmaları son derece sınırlı ve az sayıda da olsa, bize akıllı, azimli, çalışkan ve fedakâr bir kadın kuşağının resmini vermektedir. Aynı zamanda bu genç kadınların bir tür can havliyle tutundukları modern ideallerin onlar tarafından nasıl içselleştirildiği ve deneyimlendiğine ilişkin ipuçlarını da taşıyor. Bu ipuçları, modern kadın idealinin yalnızca bu idealin kurucu kuşağı için değil, sonraki kadın kuşakları için de travmatik vazgeçişler ve unutuşlarla dolu olduğunu gösteriyor. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak ileriye, eşitliğe doğru yönelme, stratejik bir tercih olarak görülebilir ancak bu tercihin bedellerinin hatırlanması, bunlarla yüzleşilmesi ve bugünkü cinsiyet rejiminin kuruluşunda ve yeniden üretiminde unutmanın temel bir bileşen olduğunun altının çizilmesi çok önemli görünüyor.

    https://dergipark.org.tr


    Kaynakça: Adak H. (2007) “Suffragettes of the empire daughters of the Republic: Women auto/biographers narrate national history (1918-1935)”, New Perspectives on Turkey 36 s.27-51. Akşit E.E. (2007) Kızların Sessizliği, İstanbul: İletişim Yayınları. Arat Y. (1998) “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde der. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Assmann J. (2001) Kültürel Bellek/ Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları Auge M. (1999) Unutma Biçimleri, İstanbul: Om Yayınevi. Berktay F. (2003) “Osmanlıdan Cumhuriyete Feminizm” Tarihin Cinsiyeti içinde, ed. Fatmagül Berktay. İstanbul: Metis Yayınları. Chatterjee P. (2002) Ulus ve Parçaları. İstanbul: İletişim Yayınları. Duben A., Behar C. (1996) İstanbul Haneleri- Evlilik, Aile ve Doğurganlık 1880-1940. İstanbul: İletişim Yayınları. Durakbaşa A. (1998) “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve ‘Münevver Erkekler’”, 75 Yılda Kadın ve Erkekler içinde, ed.Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Durakbaşa A. ve İlyasoğlu A. (2001) “Formation of Gender Identities in Republican Turkey and Women’s Narratives as Transmitters of ‘Herstory’ of Modernization”, Journal of History 35.1 s.195-203. Sancar M. (2007) Geçmişle Hesaplaşma/Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim Yayınları. Sirman N. (2002) “Kadınların Milliyeti” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi C4 Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora. İstanbul: İletişim Yayınları.
    Özet Geçmişle hesaplaşma, son yıllarda yaygınlıkla gündeme gelen bir konu olmakla birlikte, geçmişle bu sağaltıcı ilişkilenmenin cinsiyet boyutu genellikle dikkatlerden kaçmaktadır. Oysa, özellikle kişisel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkilerin analizini de içerecek bir geçmişe bakış, cinsiyet boyutu hesaba katılmadan yapılamaz. Bu yazıda, Türk Modernleşmesinin yarattığı “Yeni Kadın” idealinin annesizlikle malûl olduğu, annenin temsil ettiği “fark”ın geride bırakılmasının bedelinin ise eşitlik fikrinin ancak erkeklerin/babanın çizdiği normlar çerçevesinde anlaşılır hale gelmesi olduğu ileri sürülmektedir. Anahtar Sözcükler: Hafıza, Toplumsal Cinsiyet, Modernleşme.

    Abstract
    Girls Without Mothers: Modern Daughters of Modern Fathers
    Although questioning the past has widely been on the agenda lately, the gender perspective of this therapeutic connection with the past is often neglected. But one has to recognize that, a retrospective questioning of the past, that encounters the analyses of the relationship between the personal and the collective memories, cannot be actualized without taking the gender dimension into account.
    This article expounds that, the ‘new woman’ typology created by modernization invalidates ‘the mother’ and the ‘difference’ that the mother represents. This neglegance in return, leads to an understanding of equality which confines itself into the norms defined by the father only. Key words: Memory, Gender, Modernization