Translate

Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2024 Salı

Bertolt Brecht
Beş Paralık Roman

BERTOLT BRECHT 10 Şubat 1898’de Augsburg, Bavyera’da doğdu. 1917’de Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nin tıp bölümüne girdi. Orada Arthur Kutscher ile birlikte drama çalıştı. 1918 sonbaharında askerliğe çağrılan Brecht, bir ordu hastanesinde hizmet verdi. Askerlik yaptığı dönemde ilk oyunu olan “Baal”i yazdı. Askerden sonra üniversitedeki çalışmalarına döndüyse de 1921’de tıp eğitimini bıraktı.
İkinci büyük oyunu “Gecede Trampet Sesleri”ni Şubat 1919’da yazan Brecht, 1921’de yazdığı “Kentlerin Vahşi Ormanında” oyunu da dahil olmak üzere, bu üç oyunuyla 1922 yılında Almanya’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Kleist ödülüne layık görüldü. 1924-1933 arasında Berlin’de geçirdiği yıllarda yönetmen Max Reinhardt ve Erwin Piscator ile çalıştı, 1928’te ise besteci Kurt Weill ile birlikte “Üç Kuruşluk Opera”yı yazdı. “Epik tiyatro” teorisini de bu yıllarda geliştirdi.
1933’te sürgün edildi. Sürgün yıllarını önce Danimarka’da, sonra Amerika’da geçirdi. Amerika’da Hollywood için senaryolar yazdı. Almanya’da kitapları yakıldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Amerika’da geçirdiği yıllarda ün kazandı, bu dönemde “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Galilei’nin Yaşamı”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” gibi oyunları kaleme aldı.
Brecht 1947’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin önünde ifade vermek zorunda kalınca Amerika’dan ayrıldı. Zürih’te bir yıl geçirdi. 1949’da “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni yazdı ve en önemli teorik çalışması Tiyatro için Küçük Organon’u yayımladı. Bu yıl “Cesaret Ana ve Çocukları”nın sahnelenmesine yardımcı olmak için Berlin’e gitti. Bu gidişi Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması ve yazarın Berlin’e kesin dönüş yapmasıyla sonuçlanacaktı. Doğu Avrupa’da gelenek dışı teorileri, Batı’da ise komünist fikirleri nedeniyle hoş karşılanmasa da kurduğu tiyatroyla 1955’te Paris Théâtre des Nations’da büyük beğeni topladı, aynı yıl Moskova’da da Stalin Barış Ödülü’nü aldı.
1956’da Doğu Berlin’de kalp krizi geçirerek öldü.



"Dreigroschenroman"

Barınak
Ne verirlerse aldı; yoksulluk zordur çünkü,
Ama sordu yine de aslında budala değildi,
“Niçin barındırıp niçin besliyorsunuz beni?
Bilmeliyim hakkımdaki niyetinizi.”

– “Bay Aigihns’in Düşüşü”, Eski bir İrlanda şarkısı

George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown Hastahanesi’nde bacağından oldu. Londra’ya dönünce, “devletten hiçbir talepte bulunmayacağım,” gibi cümlelerle dolu bir kâğıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı. Bu parayı, Newgate’deki küçük bir meyhaneye yatırdı. Meyhaneyi işletmeye başlamadan hesap defterlerini dikkatle incelemiş, meyhanenin ayda 40 şilin kadar bir gelir getireceğine aklı yatmıştı.
Meyhanenin arkasındaki küçük odaya yerleşip yaşlı bir kadınla birlikte içki satmaya başladıktan birkaç hafta sonra, hesaplarında yanıldığı ve bacağını hiç de iyi bir işe yatırmadığı kanısına vardı. Eski bir asker olarak müşterilerine gerekli saygıyı göstermeyi becerdiği halde kazancı 40 şilinin oldukça altındaydı. Sonraları başkalarından, incelemiş olduğu defterlerde görünen kazancın, meyhanenin bulunduğu semtte yapılan bir inşaat sayesinde olduğunu öğrendi. Şimdi inşaat bitmiş, işçiler de gitmişti. İşten anlayanlar, meyhane kazancının, böyle yerlerde alışıldığı gibi, hafta sonları yerine iş günlerinde kabarık görünmesine dikkat etmemiş olmasına şaştıklarını söylediler. Ama şimdiye kadar böyle yerlerin sadece müşterisi olmuştu o. Bu durumda meyhaneyi dört ay daha işletebildi; meyhanenin eski sahibinin adresini bulana kadar da dört ay daha kaybetti – işin sonunda beş parasız sokakta kaldı.
Bir süre, bir askerin genç karısının evinde, kadın dükkânda çalışırken çocuklarına savaş hikâyeleri anlatarak barındı. Ufak bir evde başka türlü olamayacağı için kendisiyle yatmış olan kadın, kocasının izne geleceği haberi üstüne, onu bir an önce evinden atmak istedi. Birkaç gün daha kadının evinde kalmayı başaran “harp malulü” sonunda orayı terk etmek zorunda kaldı.
Kadının kocası kıtasına döndükten sonra, bir iki kez daha uğradı kadının evine. Kadın karnını doyurdu ama, adamakıllı düşmekten kurtulamadı ve sonunda o da dünya başkentinin sokaklarında gece gündüz açlığı sürükleyen sefiller kervanına katıldı.

Bir sabah, Taymis köprülerinin birinde durdu. İki gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Eski üniforması sayesinde yanlarına yaklaşabildiği kişiler, arada sırada bir iki kadeh ısmarlıyorlardı ona, ama yemek ısmarlayan yoktu. Üniforması olmasa içki de ısmarlayan olmayacağını bildiğinden giyiyordu üniformayı.
Şimdi yine sivil giyinmişti; meyhanecilik yaptığı zamanlarda olduğu gibi. Çünkü dilenmek istiyor ve utanıyordu bundan. Bacağından yaralandığı, iflas ettiği için utanmıyordu. Kendi görüşüne göre kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktu.
Dilenmek zor geliyordu ona. Bu meslek, hiçbir şey öğrenmemiş olanlara göreydi, ama öğrenilmesi gereken bir meslekti. Ardı ardına birçoklarının yolunu kesti, ama yüzünde gururlu bir ifadeyle ve onları rahatsız etmekten çekinerek. Ayrıca öyle uzun cümleler kullanıyordu ki, noktayı koyduğunda derdini anlatmaya çalıştığı adam geçip gitmiş oluyordu çoktan; sonra avucunu da açmıyordu. Sonunda, en az beş kez kendini alçalttığı halde, kimse onun dilendiğini anlamadı. Ama başka biri çakmıştı durumu. Çünkü ansızın ardından, kısık bir sesin şunları söylediğini duydu: “Buradan basıp gidecek misin eşek arabası!”
Duyduğu suçluluk duygusuyla arkasına bakmadı bile. Süklüm püklüm uzaklaştı oradan. Yüz adım uzaklaştıktan sonra arkasına bakmaya cesaret edebildi. Yırtık pırtık, en adisinden iki dilencinin kendisine baktıklarını gördü. Ancak birkaç sokak sonra peşinden ayrıldılar.
Ertesi günü, limanın oralarda dolanıp, aşağı sınıftan insanları garip dilenme tarzıyla şaşırtan biri ansızın vurdu sırtına. Sırtına vuran cebine de bir şey sokuşturmuştu. Çevresine bakınınca kimseleri göremedi, ama elini cebine atınca iyice katlanmış, kirlenmiş bir kartvizit buldu: J.J. Peachum, Old Oak Sokağı, No: 7.
Ayrıca karta kurşunkalemle şunlar karalanmıştı: “Kemiklerinin kırılmasını istemiyorsan bu adrese gitmeye bak!” Bu cümlenin altı iki kez çizilmişti.

Bu saldırının, dilenmesiyle ilişkili olabileceğini yavaş da olsa anladı Fewkoombey. Ama Old Oak Sokağı’na gitmeye de niyeti yoktu pek.
Öğleden sonra, bir koltuk meyhanesinin önünde, birkaç gün önce gördüğü dilencilerden biriyle tanıştı. Bugün daha dostçaydı. Genç bir adamdı bu; hiç de kötü görünmüyordu. Fewkoombey’yi kolundan çekti, birlikte yürüdüler. “Seni pis köpek seni,” diye başladı söze ama dostça ve sakin konuşuyordu: “Numaranı göster!”
“Ne numarası?” diye sordu asker.
Genç adam kendisini bırakmayarak, ama yine dostça ona şunları anlattı; “Bu dilencilik işinin de kendine göre bazı kuralları vardır, hatta bazı kuralları birçok işinkinden iyidir, çünkü hiç olmazsa bu iş, uygar insanlar tarafından terk edilmiş yabani yerlerde değil, büyük ve düzenli bir şehirde, dünyanın başkentinde yapılabilir ancak. Yalnız bu işte çalışabilmek için bir numara gereklidir. Bir de izin belgesi; bu belge ve numara da, tabii ücretli olarak, ancak bir yerden temin edilebilir: Old Oak Sokağı’nda bir dernek vardır ve bu derneğe üye olmak zorunludur.”

Fewkoombey hiç soru sormadan dinledi onu. Sonra dostça cevaplar verdi. Boş bir sokaktan geçiyorlardı. Tıpkı duvarcılarda ve berberlerde olduğu gibi dilencilerin de bir derneği olduğuna sevindiğini, ama canı ne isterse onu yapmayı tercih ettiğini, çünkü tahta bacağının da ispat ettiği gibi kendisine şimdiye kadar yeterince emredildiğini söyledi. Sözlerinin sonunda, düşüncelerine pek katılmadan, ilginç ve tecrübeli bir adamı dinlercesine kendisini dinleyen yol arkadaşına elini uzatıp iyi günler diledi. Dilenci eski bir dost gibi gülerek sırtına vurdu askerin ve karşı kaldırıma geçti. Fewkoombey gülüşünden hiç hoşlanmadı onun.
Ertesi gün iyice kötüleşti durumu. Kesintisiz olarak beş on para kazanabilmek için, belirli bir köşede oturmak gerektiğini anladı. Bu ise mümkün değildi, çünkü sürekli olarak yerleştiği her köşeden sürülmekteydi. Ötekilerin ne yaptığını bir türlü çakamıyordu. Şöyle ya da böyle, hepsi, ondan daha zavallı gözükmekteydiler. Yırtıklarından kemikleri görünen giysileri vardı. (Sonraları, belirli çevrelerde, çıplak et göstermeyen elbiselerin, kötü vitrin sayıldığını öğrendi.) Ayrıca, görünüşleri de daha kötüydü bunların; mutlaka bir yerleri sakattı. Çoğu doğrudan doğruya çıplak beton üstüne oturuyorlardı; yanlarından geçenler, hasta olmalarından korksunlar diye. Fewkoombey seve seve oturacaktı çıplak betona ya, buraları orta malı değildi anlaşılan; ya polis, ya dilenciler durmadan rahatsız ediyorlardı onu.
Bütün bu sıkıntılar sonucunda üşüttü, soğuk algınlığı göğsüne indi, ciğerini dağlayan sancılarla ve yüksek ateşle dolaşmaya başladı.

Bir akşam, o genç dilenciye yeniden rastladı. Dilenci arkasına takıldı.İki sokak ötede dilenciler ikileşti. Koşmaya başladı, onlar da ardından. Dilencilerden kurtulmak için dar sokaklara saptı, kurtulduğunu sanarken, bir sokak köşesinde, ansızın karşısında buldu onları. Ne olduğunu anlamaya kalmadan ellerindeki sopalarla vurdular ona kendisini yere atıp tahta bacağından çekince sırtüstü düştü, sonra onu yerde bırakıp kaçtılar; köşeden bir polis görünmüştü çünkü.

Fewkoombey, polis tarafından yerden kaldırılacağını umuyordu ki, hemen yanındaki bir avludan, ufak bir tekerlekli iskemleyle ortaya çıkan üçüncü bir dilenci, hareketlerle kaçanları göstererek polise bir şeyler anlattı. Fewkoombey polis tarafından ayağa kaldırıldı ve yediği bir tekmeyle yoluna devam etmesi sağlandı. Dilenci ardından ayrılmadı, iki koluyla sürüyordu demir tekerlekli iskemlesini.
Bacakları yoktu herhalde.
Bir üst sokağın köşesinde, bacaksız dilenci Fewkoombey’nin pantolonunu çekti. Şehrin en pis semtindeydiler şimdi. Sokaklar bir adam boyu genişliğindeydi ancak.
Tam yanında bir avlunun alçak girişi belirdi. “Buradan gir,” diye emretti sakat. Koltuğun tekerleklerini döndüren çelik kolla bacağından dürtüldüğü zaman, açlıktan da iyice halsizleşmiş olan Fewkoombey kendisini avlunun ortasında buldu. Çevresine şaşkınlıkla bakmaya kalmadan, kocaman gerdanlı yaşlıca bir adam olan sakat, bir maymun çevikliğiyle ve yeniden kazandığı sağlam bacaklarla arabasından atlayıp üstüne saldırdı. Fewkoombey’den en azından bir baş büyüktü ve bir orangutan gibi güçlü kolları vardı.
“Ceketini çıkar!” diye emretti. “Kazanç getiren bir iş sahibi olmaya benden daha çok hakkın olup olmadığını ispat etmek için erkekçe dövüş bakalım benimle. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ ve ‘Altta kalanın canı çıksın!’ İşte benim sloganlarım! Böyle yardım edilir insanlığa, çünkü sadece becerikliler yükselip bu dünyanın nimetlerinden yararlanırlar. Dövüşürken hile yapmaya kalkma, belden aşağısına vurma ve dizini işe karıştırma. Dövüşümüzün geçerli olması için, İngiliz Boks Federasyonu kurallarına uymamız gerekir.”

Dövüş kısa sürdü. Fewkoombey ruhça ve bedenen yıkılmış olarak yaşlı adamın ardından sürüklendi. Old Oak Sokağı’ndan kimse söz etmiyordu artık.

Bir hafta boyunca yaşlı adamın boyunduruğunda yaşadı. Yaşlı adam Fewkoombey’yi eski asker üniformasıyla bir sokak köşesinde bırakıyor; akşamları hesaptan sonra karnını doyuruyordu. Hep çok düşüktü kazancı. Kazandıklarını da moruğa veriyordu; ama kazancının, yaşlı dilencinin verdiği adinin adisi bir bardak konyakla ucuz balığı karşılayıp karşılamadığını bile bilmiyordu. Kendisinden daha sakat görünüp aslında sapasağlam olan yaşlı adamın kazancı çok değişikti ondan.

BERTOLT BRECHT Beş Paralık Roman Dreigroschenroman ÇEVİREN Sevgi Soysal WALTER BENJAMIN’İN SONSÖZÜYLE

8 Kasım 2023 Çarşamba

Burası Agora Meyhanesi

1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

Sonraları kaderine terkedilir.
AGORA MEYHANESİ
Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir boşalan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle
Delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

(Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

3 Eylül 2023 Pazar

Cemal Süreya

Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

Yazın Yaşamı

Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)

Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)

Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)

Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

--

Antoloji.com

20 Ağustos 2023 Pazar

Direncin şairi Gülten Akın

Fransız aktivist-yazar Stephane Hessel “Öfkelenin” eserinde “Yaratmak, direnmektir” der. Gülten Akın da Zeynep Oral’ın deyimiyle yaratarak direncin şiirdeki adı olur. Gülten Akın “Acı varsa onu duymak başka, acıya yenik düşmek başka. Acıya yenik değiliz ne ben ne de şiirim” şeklinde tanımlar edebiyatını ve mücadelesini.

"ÇEVREMDE OZANLARA SAYGI DUYULURDU"

Edebiyat sevgisini 10-11 yaşlarında heybesine doldurmaya başlayan Gülten Akın; Dostoyevski, Tolstoy, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi yazarlarla tanışır önce. O günleri şöyle anlatır: “Çevremde ozanlara saygı duyulurdu… Dayım ve amcam şiir yazardı. Dayılarımın tavan arasındaki bavullarında kitaplar buldum: şiir kitapları, öyküler, romanlar, antolojiler… Dostoyevski, Tolstoy, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali’yi erken tanıdım. Doyumsuz bir gömü… Uzun süre elime ne geçerse okudum…”

"KESTİM KARA SAÇLARIMI N'OLACAK ŞİMDİ"

Üç kız kardeşi olan bir ablaydı Gülten Akın… Babasının erkek çocuğu olmamasından kaynaklı yaşadığı düş kırıklığına tanık olur. Bu durum o yıllarda kadın duyarlılığı edinmesini sağlar. Bu duyarlılığı yıllar sonra “Kestim Kara Saçlarımı” şiiriyle bir manifestoya dönüştürür. Gülten Akın, şiirin bir başkaldırı olduğu söylemini bu şiiriyle açığa çıkarır. “Kara saç” köleleştirilmiş kadınların simgesiydi: “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön/ Yasaktı yasaydı töreydi dön/ İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi/ Bu nasıl yaşamaydı dön … /Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi/ Bir şeycik olmadı- Deneyin lütfen- / Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım/ Günaydın kaysıyı sallayan yele/ Kurtulan dirilen kişiye günaydın…”

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

İkinci Dünya Savaşı sırasında daha 10 yaşındayken yoksulluğu derinden yaşar şair. Sonraki sürgün yıllarında Anadolu’nun yoksulluğu katılır onun çocukluğundan kalma yoksulluğuna. Anadolu insanının çaresizliği artık şiirlerindedir. Çocukların hastalıktan, yokluktan ölmelerine çaresiz kalan anneler onun mısralarındadır: “En küçüğü Telli bebek yed’aylık/ Vurgun yemiş serilmiş bir köşeye/ Bir ölse, diyor anası, bir ölse/ Hangi bir ülkenin/ Hangi bir yerinde/ Hangi bir ana/ Bebeğini ölsüne tutuyorsa/ Batmıştır o ülke/ Ölüm girmiştir temeline...”

İKİNCİ YENİ VE GÜLTEN AKIN

Erkeğin kalem, kadının kâğıt olduğu anlayışın hâkim olduğu 1950’lerde Gülten Akın, eril şiire ve şairlere karşı kendine bir yol açar. İkinci Yeni şairlerinden etkilense de farklı imgelerle yalnızlığın, ölümün, ayrılığın izleriyle donatır ilk şiirlerini. Memet Fuat, Gülten Akın’ın bu dönemi için “Bireysel şiirlerinde dahi insanı ilgilendiren ortak kaygılardan söz eder.” der. Asım Bezirci de İkinci Yeni kitabında bunu destekler nitelikte “Gülten Akın İkinci Yeni'nin biçimsel açılımlarını toplumcu bir anlayışla birleştirmeye girişir” ifadelerini kullanır.

"SÜRGÜN YİNE GELDİ DAYANDI"

Mülkiyede hukuk okurken tanışır eşiyle, üniversiteyi bitirdikten sonra hemen evlenirler. Kaymakam olan eşiyle 1958-1972 yılları arasında Anadolu’yu arşınlar, çoğu zaman bu arşınlama devlet zoruyla gerçekleşir yani diyeceğim o ki sürgüne yollanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim…”

Kimi zaman Şavşat’tan seslenir şiirlerinde kimi zaman Gevaş’tan kimi zaman da Alucra’dan. Doğu’dan Karadeniz’e yankılanır mısraları oradan da iç Anadolu’ya dolaşır bir çırpıda. O günleri şöyle anlatır: “Anladım ki çevremdeki kişilerin yaşamı daha da ilginçti. Şiirimin kapılarını ardına dek onlara açtım. Artık şiirim, çevrem dediğim birlikte yaşadığım halk oluverdi.”

Alucra’da okuma bilmeyen kadınlar için kurs açar, ortaokul öğrencileri için oyun sahneye koyar. Her şey yolundadır fakat bir gece evleri bombalanır. Yaşananları Gülten Akın’dan dinleyelim: “Bir akşam evimize bomba atıldı, lojman hasar gördü, bize bir şey olmadı. ‘sen çalışkan, dürüst bir kaymakamsın, senin gibileri çok gördük’ diye başlayan tehdit mektupları aldık. Günlerce yastığımızın altında tabancayla yattık.” Sonrası malum sürgün. Ne zaman halk yararına bir şeylere yapmaya kalkışsa toprak ağaları, zengin eşraf tarafından bürokrasiye kurban edilir ve sürgün başlar. Ne de olsa bu kurulu düzenin amacı küçük bir azınlığı mutlu etmekti.

KOCAMAN BİR CEZAEVİNDE

Sonra Ankara’ya gelirler… Yıl 1972’dir. Anadolu geçen günleri için “Yoğun zulümler, işkenceler gündeme geldi. Tutuklamalar cezaevleri 8 yıllık bir pay aldı ailemiz ondan” ifadelerini kullanır. “İlahiler”, “Ağıtlar ve Türküler” ve “42 Gün Şiirleri” o günün acılarının şiirleridir. 12 Eylül sonrası oğlu tutuklanır ve müebbet hapse mahkûm edilir. İşkenceler ve açlık grevleriyle cezaevi kapısını arşınlar Gülten Akın: “Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca” Ana yüreği, oğlunun haksız bir şekilde ömür boyu hapisle yargılanmasına dayanamıyordu: “Büyü de baban sana / Büyü de / Acılar alacak / Büyü de baban sana / Baskılar, işkenceler alacak /Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak…”

KAVGA VE ZULMÜN DESTANLARI

Kurtuluş Savaşını da şiirlerine konu edinir Osmanlıdaki Celali İsyanlarını da. Gülten Akın, Maraş’ın Ökkeş Destanı için “umarsız bir halkın kendi küllerinden yeniden doğuşu” diye tanımlar. Celaliler Destanı için de “Koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bu dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanının destanı olsun diye yazıldı” ifadelerini kullanır. Destanlar, ağıtlar, türküler, ilahiler…  Halk edebiyatının bu türlerini yenilikçi bir anlayışla kalem alır Gülten Akın. Yunus’tan Pir Sultan’a, Veysel’den Ahmedî Hani’ye herkes yaşar onun şiirlerinde. Dili halkın dili, mısraları halkın mısraları olur.

"BEDRETTİN YAŞAMAKTA"

Sevdanın, yalnızlığın, ölümün, kadının, yoksulun şairidir Gülten Akın, direncin şairidir. Bir şiirinde “Ağıtla başlarız yaşamaya.” der.” Acıları en iyi o tanır ama bilir ki “Halk birikir cellat olur/ zulüm bir başına kalır/ İp çürür, kurşun çözülür/ Bedrettin yaşamakta…” ‘İnsan sorumluluktur’ savaşa, işkenceye, ölümlere karşı. Bu sorumluluğu, sorun olarak görenleri de görmezlikten gelenleri de unutmaz şiirlerinde. Bir sonbahar günü aramızdan ayrılır Gülten Akın… Haydar Ergülen’in deyimiyle “Şairler Annesi Gülten Akın”… Son kitabı “Beni Sorarsan” girişinde yer alan “Ağır, çok ağır bir dünya”dan direnciyle, umuduyla, sevdasıyla bize veda eder.

Dipnot: Toplu Şiirler I Kırmızı Karanfil YKY 14.Baskı 2023, Toplu Şiirler II Ağıtlar ve Türküler YKY 7.Baskı 2023, Toplu Şiirler III Uzak Bir Kıyıda YKY 8.Baskı 2023, Celaliler Destanı YKY 2. Baskı YKY 2007

Tarık Özyıldırım / Evrensel

31 Temmuz 2023 Pazartesi

Boşluklarda Saklı

“Kitapları yırtılan, fırlatılan, yakılan bütün kız çocuklarına ve kadınlara...” ithafıyla açılan bir öykü kitabı, bir ilk kitap. Gerçeğin gerçeküstü kesitlerinden alternatif dünyalar damıtan bir atmosfer emekçiliği. Söze indirgenmeye direnen yaşayışların anlatıları. Aralanmak bilmeyen sis katmanları içerisinde okurun algısıyla saklambaç oynayan macera çağrıları. Farklı mı farklı, deneysel ve çağrışımlı yönlere meyletmiş yapısıyla halis manada ayrıksı bir kitap.

“Ejha’nın dilini uzatıp siyah sıvı damlattığı yerler tutuştu, alevler giderek çoğaldı. Merdiven basamağında sürünürken kırmızı tüyleri büyüdü. Dişleri çıkıverdi ortaya. Boyunun uzunluğu kısaldı, kendi etrafında dönerken kuyruğuna dolandı.”

Burada “mesele ne, ana fikir nedir?” gibi sorularla yaklaşılamayacak metinlerle karşı karşıyayız. “Mesele oluşturulan yapıların kendi kapılarını içten dışa açması” denebilir belki ama gerek yok; yazar bunlarla ilgilenmiyor.

Sonsuz baskılanma hissi altında yabancılaşan isimlendirmeler, tanıdık öğelerin dönüşemeden şekilsizleşmesi, ikircikli macguffin’ler, kaybolmuşluğa gömülmek, kurumsal hegemonyanın kenarında kalmaya çabalayan yalnızlar, varolamamak ama vazgeçmemek; umut ya da umutsuzluk seçimi ötesinde umut kategorisini ortadan kaldırmış gündelik yenilgi dünyaları. Hepsi yekpareleşerek öyküden öyküye devam eden bir büyük alarm blokunun sinyalleri fakat uyarıları duyacak kimse kalmamış.

İyi atlara binip gidenlerden çok sonra, bilimkurgu geleceğinde, gitmeyenlerin gizlenir halini gösteriyor kitap. Bir şeyler illaki söyleniyor ama en çok da konuşamamak öne çıkıyor. Yazar bastırılmışlığı anlatmak için bastırılmış bir biçim oluşturuyor ve bu zorlayıcı dizgeden sapmamak için kendi ifade dürtülerini dizginleyerek son zamanların öykü gerçekliklerinin tam zıddı rotaların peşine düşüyor.

Susturulmuşluğun içinden yazmak hedeflenmiş. Bu hedefe yönelen insanüstü bir çabayla korkunç mu korkunç hal ve gidişlerin panoramasına loş ışıklar taşınıyor. Gölgeler dolanıyor bu öykülerde; sesler, fısıltılar, izahatsızlıklar.

Herkes cezalandırılmak için yaşıyor; dev bir totaliterleştirme makinesi içinde anlam da, anlatım da yok oluşa meylediyor. Yarın var mı belli değil, dünü anan da kalmamış; hafızasızlaşan toplumların kopuk figürleri hareket halinde kalmaya zorunluyken nelerden vazgeçtiklerini dahi seçemiyorlar. Parazitten izlenemez bir televizyon yayınına dönüşmüş varoluş; zevk almayı düşünmek uzun zamandır kimsenin aklına gelmiyor.

“Konuşurken konudan konuya atlıyor, ellerini şaklatarak dikkatimi dağıtıyordu. Bu kadında kesinlikle bir gariplik vardı.”

Bugüne kadar üzerine kelam ettiğim öykü kitapları arasında kişisel anlamda bana en çok hitap edeni kesinlikle Dünyanın Öteki Yüzü. Normal şartlar altında bu tamamıyla ehemmiyetsiz bir bilgi, çünkü eleştiriye uzanan değinmelerin kişisel tercihlerle ilgi alakası olamaz; bahsedilmesi gereken eserin ve ona hayat üfleyen kişinin hedefledikleriyle bunu ne ölçüde başarabildiği arasındaki mesafedir; bir de tabii bunu gerçekleştirme çabasında yararlandığı unsurların didiklenmesi, sanatkâr zekâsının planını kuşatırken açtığı irili ufaklı çığırların kayda geçirilmesi... Yalnız bu kitap benim açımdan bir istisna barındırıyor.

Nedir o istisna? Kendi öykücülüğümde de merkezî gördüğüm, az bilinen bir edebi ekolü belki derinlemesine inceledikten sonra belki de benim gibi ilkin farkında olmaksızın içselleştirmiş olması. “Dünyada dahi tam anlamıyla meşruiyetini ispat edememiş bu cereyanın ismi de neymiş?” derseniz cevap “transrealizm” ya da akışa batıp çıkma manasındaki alternatifi “slipstream”.

İyi de neyi işaret ediyor bu yeni akım? Yazarın yaşantısı içindeki yabancılığı genişleterek anlatıyı ötekileştirdiği bir çeşit meta-biyografi yaklaşımını. Dünyanın uzaylı gözüyle görüldüğü atmosferde birinci tekil deneyimlerin dışsallaştırılmasını. Uzatmayalım, çünkü bu yazıda amaç transrealizm’i tanımlamaktan çok siz okurların meraklanmasına zemin hazırlamak.

“Nasıl bir şey acep bu transrealizm” diyor olabilirsiniz, “tadı neye benziyor?” Yazarı katılsın katılmasın, bence tam da bu kitaptaki öyküler gibi tat veriyor. Öyleyse bu kitabı okuyunca yeni öyküler keşfetmenin yanı sıra yeni bir edebiyat akımına da tesadüf edeceksiniz ve okur böylesi şanslara nadir rastlar.

“Hiç mi kılçığı yok kitabın ey güzellemeci?” yakınmanızı duyar gibiyim. “Merak etme negatiften beslenen ortalama okur, var elbet” diyerek sönümlenmeye terk ediyorum yankıları. Gelin “Zehir” isimli öyküden sorunlu bir pasaja kulak verelim:

“Akşam olmamıştı henüz ama bulutlar karardığından ışığı açmak zorunda kaldım. Otuzuncu Hane’nin beri tarafından itibaren herkesin evlerinin ışıkları yanıyordu halen. Gece gece insanları uyku mu tutmadı, anlam veremedim. Gözlerimi yeniden kaparken yağmur yeniden hızlı şekilde yağmaya başladı. Tavana vuran sert damlaların sesiyle uykuya dalıverdim.”

Kakofoniye kaçan bir ses karmaşası duyuyor musunuz? İşte böyle böyle kılçıklar var.

Odak tasarının kıymetini teslim ettikten sonra amaçlananın yeterince başarılıp başarılamadığının tartıya yatırılması lazım. “Bir yandan kalemin atmosfer kurma kuvveti, öte yandan tematik seçimlerin adeta saplantılaşmışlığı öyküleri birbirlerinden ayrıştırılamayacakları bir ortak çatıya mı hapsetmiş?” sorusunu da iliştirmek gerekir. Yazar bunların muhasebesi sonrası daha da pürüzsüz metinlerle dönecektir.

“Po’da yayılan Orvis virüsü sebebiyle hastanelerde takas edilecek organlar zarar görüyor.”

Malum, yapay zekâ çağındayız; edebiyatımızın günceli yakalayıp mevcut gerçekliğin temsil ihtiyacına karşılık vermesinin vakti geldi de geçiyor. Bunu yapmaya aday bir isimle karşı karşıyayız. Potansiyelini değerlendirmek için hızlıca neyi, nasıl anlatmak istediğine dair deneylerinin zincirden boşanmasına izin vermeli ve naçizane fikrim, iz sürdüğü topraklardaki her şey çamura bulanmış olsa da şiiri artırmalı.

Ömer Altan K24

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Spinoza'nın tanrısı

Spinoza'nın tanrısı ya da doğasına göre Tanrı şöyle derdi:
Dua etmeyi ve boşuna göğsüne yumruk atmayı bırak! Yapmanı istediğim tek şey, dünyaya çıkıp hayatının tadını çıkarmandır. Eğlenmeni, şarkı söylemeni ve senin için yaptığım her şeyin tadını çıkarmanı istiyorum.. Kendi inşa ettiğin tapınaklara gitmeyi de bırak. Oraların benim evim olduğunu söylüyorsun! Benim evim dağlarda, ormanlarda, nehirlerde, göllerde, plajlarda ve senin kalbindedir. Sefil hayatın için beni suçlamayı bırak, çünkü ben sana hiçbir zaman yanlış bir şey olduğunu ya da günahkar olduğunu ya da cinselliğinin kötü bir şey olduğunu söylemedim! O yüzden, seni inandırdıkları her şey için beni suçlama. Benimle hiçbir ilgisi olmayan ve anlamadığın halde sözde kutsal yazıları okumayı da bırak. Gün doğumunda, bir manzarada, arkadaşlarının dostluğunda, küçük bir çocuğun gözlerinde beni okuyamıyorsan, henüz yazının bilinmediği devirlerde benim adıma yazıldığı iddia edilen hiçbir kitapta beni bulamazsın! Bana güven, ama önce kendine güven ve her şeyi benden istemeyi bırak, bana işimi nasıl yapacağımı sen mi söyleyeceksin? Benden korkmayı da bırak; Çünkü ben öcü değilim ve seni yargılamıyorum, seni eleştirmiyorum, sana sinirlenmiyor, seni rahatsız etmiyorum, asla seni cezalandırmıyorum. Beni sadece sevmen yeterlidir. Benden özür dilemeyi de bırak. Çünkü affedilecek bir şey yok. Eğer seni ben yarattıysam, seni özgür iradenle donattım. Sana verdiğim akıl ve iradeni kullanarak yaşıyorsan seni nasıl suçlayabilirim? Seni sen olduğun için nasıl cezalandırabilirim? Bir yaratıcı bunu nasıl yapabilir? Her türlü emirleri unut, her türlü yasayı unut; bunlar seni manipüle etmek için, seni kontrol etmek için, senin suçluluk hissetmeni isteyenlerin kurgusudur. Bunlara inanma, sadece kendi aklını kullan. Kendine saygı göster ve kendin için istemediğin şeyi başkalarına da yapma. Senden tek istediğim hayatına dikkat etmen. Çünkü bu hayat ne bir test, ne bir basamak, ne bir adım, ne bir prova ne de cennete giden bir yoldur. Ben seni tamamen özgür kıldım; Ödül yok, ceza yok, günahlar yok, erdem yok, kimse skor taşımıyor, kimse kayıt tutmuyor. SADECE SEVGİ VAR! Ancak hayatında bir cennet veya cehennem yaratmak için kesinlikle özgürsün! Bu hayattan sonra ne olup olmadığını söyleyemem, ama sana bir tavsiye verebilirim; bu hayattan sonra bir şey yokmuş gibi yaşa. Düşün ki bu hayat senin zevk alman, sevmen ve var olman için vardır, yani hiçbir şey yoksa, sana verdiğim bu yaşama fırsatından zevk almış olacaksın. Ama eğer bir şey varsa, orada da sana iyi mi kötü mü diye sormayacağım. Sana soracağım tek şey, beğendin mi, öğrendin mi? En çok neyi beğendin? ‘Yaşamında ne öğrendin ve hangi güzel işleri yaptın’ olacaktır. Bana inanmayı bırak; inanmak tahmin etmek, hayal etmektir. Bana inanmanı istemiyorum, beni kendinde hissetmeni istiyorum. Beni sevmen yeterli. Övülmekten sıkıldım, teşekkür edilmekten bıktım. Minnettarlık hissediyor musun? Bunu kendine, sağlığına, ilişkilerine ve dünyaya göz kulak olarak ifade et. İzlendiğini mi hissediyorsun?.
Neşeni ifade et! Beni övmenin doğru yolları bunlardır.. İşleri zorlaştırmayı bırak ve benim hakkımda birilerinin öğrettiklerini papağan gibi tekrarlamaktan vazgeç.. Emin olabileceğin tek şey burada olduğun, ve yaşadığındır... Nitekim bu dünya harikalarla doludur... Etrafına baktığında beni görecek ve hissedeceksin... Neden daha fazla mucizeye ihtiyacın var ki? Beni dışarıda ararsan bulamazsın. Beni sadece kendi içinde bulursun.
Baruch Spinoza
  • Baruch de Spinoza, Fransız Descartes ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin üç büyük Rasyonalistinden biri olarak kabul edilir.
    (Düşünbil dergisi)
  • 14 Mart 2023 Salı

    Milliyetçilik faşizme götürüyor

    Almanya'nın en prestijli edebiyat ödülü Georg Büchner'i kazanan yazar Emine Sevgi Özdamar'a göre insanlığın kurtuluşu dünya insanına dönüşmekle mümkün.

    Almanya'ya 1960'lı yıllarda işçi olarak geldikten sonra tiyatroya yönelen ve bu alanda kariyer edinen Emine Sevgi Özdamar, Almanca öykü ve romanlar da yazıyor. Eserleri ile Almanya'da çok sayıda ödülün sahibi olan Özdamar, son olarak ünlü Alman yazar ve düşünür Georg Büchner adına verilen, Almanca konuşulan ülkelerin en prestijli edebiyat ödülünü kazandı. Bu ödülü daha önce alan Max Frisch, Günter Grass, Heinrich Böll, Peter Weiss ve daha bir çok ünlü Alman edebiyatçının arasına girmeyi başaran Özdamar ile Almanya öyküsü, tiyatro yaşamı ve eserleri hakkında konuştuk.

  • DW Türkçe: Sizin Almanya öykünüz klasik işçi göçüyle başlıyor ama sonra farklı gelişiyor. 1960'larda Berlin'de bir buçuk sene fabrika işçiliği yaptıktan sonra Türkiye'ye döndünüz, amacınız tiyatrocu olmaktı. Almanya'da sizi tiyatroya yönelten ne oldu?

    Emine Sevgi Özdamar: Biz 68 kuşağıyız. O dönem çok canlı, çok hareketliydi. Bu hareketli ortamda Berlin'de bir arkadaşım sayesinde Brecht'i keşfettim. Ama diyelim ki Berlin'e gelmesen onu Türkiye'de tanıyacaktım, çünkü dediğim gibi müthiş bir hareketlilik vardı Türkiye'de de. Ama gene de tabii çok önemlidir bir başka ülkeye gitmiş olmak. Sinemacı Jean Luc Godard'ın bir cümlesini okumuştum kitabında "Üretken olabilmek için yaratıcı olabilmek için anavatanını terk etmeli ki insan aynı anda iki yerde birden olabilsin". Ben bundan çok hoşlanmıştım çünkü genellikle söylenen şey iki yerin arasında olmak, iki sandalyenin arasında oturamamak, iki dil arasında tercih yapmak falan gibi böyle dramatikleştiriyorlardı olayı. Ben öyle düşünmüyorum, aynı anda iki yerde birden oluyorduk gibime geliyordu ve hoşuma gidiyordu bu aynı anda iki yerde olmak.

  • Almanya'ya geldiğinizde Almanca öğrenmeye başladınız. Almanca bilmek yaşamınızı nasıl değiştirdi?

    Dil öğrenmek sadece o dili konuşmak veya anlamak değildir. Birdenbire Heinrich Böll'ü okuyabiliyorsun orijinalinden ya da Kafka'yı. Buna çok sevinmiştim, Kafka'yı okuyacağım diye. Mesela New York'ta bir üniversiteye misafir profesör olarak çağırmışlardı birkaç aylığına. Şehir ilk günler ilginç geliyor, birçok şeyi tanıyorsun çünkü filmlerde görmüşsün. Ama filmlerde bir dramaturji var, kurgu vardır, günlük hayatta o yok. O yüzden yoğunlaştırılmış bir İngilizce kursuna başladım. Sabah dokuzdan saat üçe kadar gidiyordum oraya. Aradan haftalar geçip dersler devam ettikçe şey diyordum "ah ne güzel İngilizce yazanları onların yazdıklarından tanıyacağım", yani o geldi aklıma. En sevdiğim yazarları o dilden okumak.

  • Almanca çok sayıda öykü ve tiyatro oyunları yazdınız ama sizi Alman okurlar ilk romanınız olan "Hayat Bir Kervansaraydır, iki kapısı vardır, birinden girdim diğerinden çıkıyorum" ile tanıdı. Bu eseri farklı kılan ise kullandığınız dil. Almanca'da alışık olmadık cümleler kullanarak bir farklılık yarattınız. Tabii bir de romanın sıra dışı bir kahramanı vardı…

    Evet, ilk romanım öyle oldu. Kahramanım bir kız çocuğu. Roman anne karnında başlıyor. Hayatı oradan görmeye başlar. Matrak bir çocuktur. Amerika'da bu kitabı "Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap" arasına seçtiler. Kitabı analiz eden uzman o kız çocuğu için çok harika bir şekilde anarşist tanımlamasını yaptı. Ben bu ifadeden çok hoşlanmıştım. Evet yani bana bu tanım çok iyi gelmişti. Çocuğun anarşist oluşu... Çünkü ben herkese tavsiye ediyorum biraz anarşi, yoksa insanlar en olmadık kişilerin, olayların karşısında kafalarını yere eğiyorlar. Ama sorgulamak lazım.

  • O anarşist çocuk aslında sizin içinizde vardı da romanda mı vücut buldu? Yani kafanızdaki o kızı mı yazdınız?

    Yazarken iki kişisin, sen ve yarattığın kahramanın. Onun da bir alternatif hafızası var, daha farklı bir zihinsel kodları var. Yazarken o da seni yönlendiriyor. Rolde de öyledir, bir rolü çalışırken de sen önce o rol için kafanı yorarsın. Mesela Ophelia'yı nasıl bir kız olarak oynasam falan diye. Ama bir süre sonra onu yaratmaya başlarken o da başlar seni yaratmaya. Yani karşılıklı etkileşim oluyor ve birbirimizin sınırlarını zorlayabiliyoruz. Haftalarca prova yaparsın, birdenbire öyle dahiyane bir şey bulursun ki, kendin de beklememişsindir. Ama o bütün o çalışmaların, sürecin bir sonucudur. Bu aşağı yukarı yazarken de oluyor.

  • Türkiye'de tiyatro eğitiminizi tamamladıktan sonra önemli rollerde de oynadınız. Ama Almanya'ya geldiğinizde bu durum değişti. Daha "sıradan roller" verildi, mesela temizlik işçisi Türk kadınlarını oynadınız.. Bu durum şevkinizi kırmadı mı?

    Ben geldiğinde bunun için henüz çok erken olduğunu anladım. Yani yabancı işçiler buraya gelmiş ve daha ikinci kuşak yetişmemiş, herkes burada biraz sosyal oyunlarını oynayan oyuncular gibiler işte. Orada Türk insanlarına düşen de işçilik falan filan diye öyle görülüyor. Yani verilen rol o, zavallı insan rolleri. Ben öyle görmediğim için, bu kuşakta bir şey olmayacak daha diyordum. Türkiye'de oynayabileceğin rolleri burada asla oynayamazsın. Daha alışmamış kimse, böyle bir grup yok. Bir tek Fransa'da vardı. Ama yaygın değildi. Belki diyordum 3-4 jenerasyon sonra yaygınlaşacak. Mesela o zaman televizyonda Türk, Yunan ya da İtalyan spiker de yoktu, şimdi var. Öyledir, zamanı ihtiyacı var bunun, hemen baştan olmaz bu işler. Ben bunu biliyordum ve adeta bunun parodisini yapar gibi sempatik bir şekilde Türk temizlikçi kadın rollerini oynuyordum, çok da hoşuma gidiyordu. Bu arada ben roller arasında bir ayrım da yapmam. Hamlet'e hazırlanmakla bir temizlikçi kadın rolüne hazırlanmak arasında hiçbir fark yoktur. Hani sanki temizlikçi kadını oynamak aşağılık bir olaymış falan gibi düşünmedim hiç.

  • Siz kendinizi "Ne Türk, ne Alman, evrensel bir sanat insanı" olarak tanımlıyorsunuz. Neden?

    Çünkü tek kurtuluş o bence. Herkesin öyle olması lazım çünkü. İnsanları faşizme götürüyor bu milliyetçilikler, aşırı milliyetçilikler, oradan bir şey çıkmaz. Mesela ben üzülüyorum, Türkiye'de bazı insanlar başka ülkelerin gelip onları parçalayacaklarını düşünüyorlar. Belki tamam haklı, şundan olabilir: Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve parçalandığı için oradan kalma bir travma var tabii. Halklar yer değiştirmiş, oradan gelmiş, oradaki her şeyini kaybetmiş. Burada bulmuş, bulamamış. Bunlar da bütün insanlar için bir travma, sadece Türkler için değil. Türkiye'den Yunanistan'a gönderilen Rumlar için de aynı… Bunlar korkunç şeyler aslında, bunlara pabuç bırakmamak gerekiyor: Yani birisi gelecek parçalayacak, onlar bizi istemez… Dünya insanı olacağız başka hiçbir çare yok.

  • Özellikle ikinci romanınız "Haliç Köprüsü" ve Georg Büchner Ödülü'nü size getiren son eseriniz "Gölgelerle Sınırlı Bir Mekan" romanında 68 kuşağı vurgusu öne çıkıyor. Ama geldiğimiz noktada 68 kuşağının ideallerinin havada asılı kaldığını söylemek mümkün. Hâlâ o ideallere ulaşılabilir mi sizce?

    Aslında tüm bunlar değişebilir. Ana sorunlar yok edilip insanlar yeniden hür düşünmeye başlarsa değişebilir. Şu anda çok zor tabii, çünkü bir korkunun içinde yaşıyor insanlar. Orwell'in 1984 romanındaki gibi bir duygu, bir şey insanı basıyor Türkiye'de. Korku çok kuvvetli bir duygudur. Korkudan kurtulmak çok zordur ama kurtulunur, eğer ortam değişirse. Aslında insanlar duyarlı, yani imkanları olsaydı hemen değiştirecekler. Hep İspanyolları düşünürüm. Aslında tabii neredeyse özenilecek bir halk. Savaşta bütün dünya birlikte onların yanındaydı ve mahvedildiler. İspanyol faşistleri tarafından mahvedildiler. Diktatör Franco da gebermedi, 40 yıl durdu başlarında. Korkuttu herkesi ve aileler birbirinden ayrıldı, polarizasyon başladı. Ama öldükten sonra başa geçen hemen demokrasi için start verdi ve solcular kazandı. Demek ki onlar da hazırmış. Korkulardan kurtulmak için sorgulamak gerekiyor. İnsanlar korkarken nedenlerini araştırıp bulmak için düşünmeye devam eder. Diktatörlüklerde de sürekli düşünmeye devam etmek… Çünkü o bir başkaldırı biçimidir. İyidir yani, vücuda iyi gelir. Başka çare yok çünkü…

  • Sanatla neleri değiştirebilir insanlar?

    En başta kendisini değiştirir, kendisini değiştirirken bir başkasını da değiştirir, bir başkası da başkasını değiştirir. İyidir değişim, değiştirmek çok iyi bir şeydir…

    DW Türkçe



    Emine Sevgi Özdamar kimdir?
    1946'da doğdu, İstanbul'da büyüdü. 1965 yılında 19 yaşındayken Berlin'e işçi olarak geldi. 1967'de İstanbul'a döndü ve konservatuvardan mezun olduktan sonra profesyonel oyuncu olarak yeniden Almanya'ya gitti. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde edebiyatçı ve oyun yazarı Bertolt Brecht'in öğrencilerine asistanlık yaptı. Fransa'da da tiyatro ve akademik çalışmalarda bulundu. Bazı filmlerde de rol aldı. Yazdığı öykü ve romanları Türkçe'ye de tercüme edildi. Bu eserlerinden dolayı çok sayıda ödül aldı. Halen Berlin'de yaşıyor.
  • 26 Mayıs 2022 Perşembe

    Ödlek

    'Anton Çehov'
    Birkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen hanımı çalışma odama çağırmıştım.
    “Otur, Julia Vassilyevna” dedim. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da, resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını istemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık…”
    “Kırk.”
    “Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma göre; buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla…”
    “İki ay beş gün.”
    “Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not etmiştim. Bu demektir ki, altmış ruble kazanmışsın. Ancak sen bu iki aydan Pazar günlerini çık… biliyorsun ki, pazarları Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çıktınız. Ve üç tatil günü…”
    Julia Vassiyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve öfkeden iki eliyle sıkı sıkı entarisinin eteklerine yapıştı. Fakat hepsi bu kadar…tek bir çıt dahi çıkarmadı.
    “Dokuz Pazar, üç tatil günü, yani on iki rubleyi çık! Dört gün Kolya hastaydı, dolayısıyla ders falan vermedin, zaten o sıralarda Vanya ile uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağrısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları dinlenmen için izin vermişti. On iki, yedi daha… eder on dokuz. Altmıştan çıkar, geriye ne kalır?.. hımm… Kırk bir ruble. Tamam mı?”
    Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmağa başlamıştı bile. Çenesi hafifçe titriyordu… Sinirli sinirli öksürdü, hızla burnunu sildi. Ancak hepsi bu kadar…tek bir çıt yok.
    “Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dededen kalma antika olduğu için aslında iki rubleden çok daha fazla ederdi, ama neyse…boş ver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı çıkmadım ki! İhmalin yüzünden Kolya bir gün ağaca tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say. Yine senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın ayakkabılarını çalmıştı! Evde tüm olup bitenleri dikkatle izlemen gerekir. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla beş ruble daha çık. Ocak ayının sonunda sana on ruble vermiştim…”
    “Hayır, böyle bir şey yapmadınız!” diye Julia Vassilyevna zorlukla yutkunarak cevap verdi.
    “Not etmiştim. Yanlış olmama imkân yok!”
    “Şey… Peki, öyleyse.”
    Kırkbirden yirmi yediyi çıkar… kalır sana on dört.”
    Kızcağızın şimdi iki gözü birden yaşla dolmuştu. Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirmeye başlamıştı. Zavallı kız!”
    “Şimdiye kadar bana bir kere para verildi” diye titreyen sesiyle konuştu. “Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç ruble, fazla değil.”
    “Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim! On dörtten üç daha çıkar…kalır on bir. Al azizim, işte paran: Üç, beş, dokuz, on, on bir. Tamam mı?”
    On bir rublesini de avucuna koydum. Uzandı, aldı ve titreyen parmaklarıyla cebine sokuşturdu.
    “Mersi” diye boğuk bir sesle fısıldadı.
    Birden yerimden fırladım ve başladım odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye. Sinirlerim son derece bozulmuş, kan tepeme fırlamıştı. Kızgın kızgın;
    “Ne için bu… ‘Mersi’” diye sordum.
    “Verdiğiniz para için.”
    “Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun Aman Tanrım! Ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki, seni göz göre soydum! Daha ötesi ver mı bunun, paranı çaldım! Ve sen hâlâ ‘Mersi’ diyorsun!”
    “Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç vermemişlerdi.”
    “Hiç mi vermemişlerdi? Şaşırmaya da gerek yok ya! Bana gelince, sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin diye bu insafsızca yolu seçtim… Merak etme, seksen rublenin tamamını da sana vereceğim! Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni bekliyor… Ancak bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ inanamıyorum! Neden haksızlığa baş kaldırmıyorsun? Dünyada bu denli yüreksiz, tabansız olmak mümkün mü... Bu kadar ödlek olmak?”
    Acı bir gülümseme dudaklarının kenarında kıvrıldı. Yüzündeki ifade, “Mümkün”, diyordu.
    Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için özür diledim. O hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen rubleyi sıkıştırdım. O yine her zamanki ‘Mersi” siyle mırıldanır gibi üst üstü defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı. Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyordum:
    “Şu dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!”

    Çeviren:Yılmaz Dikbaş


    9 Şubat 2022 Çarşamba

    Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

    Pablo Neruda-

    "Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim"

    Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı
    Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler"
    Gökte gece yelinin söylediği türküler
    Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
    Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
    Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
    Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler
    Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
    Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler

                       

    Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
    Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler
    Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
    Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler
    Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
    Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler
    Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
    Uzaklarda birinin söylediği türküler
    Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
    Bakışlar sanki onu bana getirecekler
    Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
    Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler
    Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
    Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler
    Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
    Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler
    Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
    Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer
    Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
    Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler
    Budur bana verdiği acıların en sonu
    Sondur bu onun için yazacağım dizeler

    Pablo  NERUDA

    Çeviri : Hilmi YAVUZ

    8 Eylül 2021 Çarşamba

    Kuzey Rüzgarları

    "kuzey rüzgârları saçlarımda hüznü estiriyor. sonbahara teslim olmuş bu gizli bahçede oturmuş hatırlamaya çalışıyorum: ben ne zaman delirdim?"

    Bu bahçe daha ne kadar saklayacak beni daha ne kadar kol kanat gerip koruyacak dışarıdaki kurtlar sofrasından bilemiyorum. öyle güzel ki burada sadece kendime ait sevgili hüznümü yaşamak, sadece bu bahçede oturmak, hayatımda ilk ve belki son defa başka hiçbir şey düşünmeden sadece sonbaharla şehrimize düşen kuzey rüzgârlarının bu küçük yeryüzü parçacığına yeniden ve yeniden şekil vermesini seyretmek. kuzey rüzgârları cansız yaprakları oradan oraya amaçsızca ama ahenk içinde savuruyor sonra ağaçların arasından göğe doğru yükselip gri bulutları birbirinden ayırıyor, bazen at başları bazen gülen insan yüzleri yaratıyor bulutlardan, sonra tekrar yere inip toprağı etrafa savuruyor. bu ne büyük bir zevkmiş. delirmek buysa niye daha önce delirmek aklıma gelmedi ki?

    Delirmek ince bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar için hayatın ölüm kadar ya da herhangi bir hastalık kadar yakın yüzlerindendir. Hastalık kategorisine girmekle beraber sosyal bir olgudur aslında. Deliliği kanser, böbrek yetmezliği veya görme bozukluğundan ayıran hastadan çok etrafını rahatsız etme durumudur. Delirmek bu kahrolası dünyada kafası çalışan herkesin er ya da geç önüne çıkar, yolunu keser, ve tamamiyle kendi tarafına çekmeye çalışır. Tamamiyle çekemezse durum daha da vahim olur. O zaman iki dünya arsında devamlı yolculuk yapan zavallı bir ruh gibi iki tarafı arasında sıkışır kalır zavallı insan.

    Zavallı küçük insan, kendi içinden çıkardığı görece büyük insanlar tarafından deli ve deli olmayan olarak ikiye ayrılmayı öğrenir, üstelik bu delilikler de kendi içlerinde alt ve üst sınıflara ayrılabilir : daha çok deliler, daha az deliler, tolere edilebilir deliler, asla göz yumulamaz deliler. Bir de şanslı ve şanssız deliler vardır. Tahmin edilebeleceği üzere birinci grubu özelikle sanatçılar oluşturur, Dali veya Nietzche ne kadar normal ne kadar deliydiler tartışılır ama Dali ünlü bir sanatçı olmasa ve Bilbao' nun dar sokaklarında duvarlara bir şeyler çizse herhalde polis tarafından güzelce kovalınırdı (veya tutucu mahalle sakinleri tarafından). Aslında deliren birçok insan halinden memnundur, ne de olsa insanlık için küçük kişisel özgürlükleri için büyük bir adım atmışlardır. Ama büyük insanlar onları elbette yalnız bırakmayacaktır ve kutsal iyilik ve yüce erdemler adına tüm hayatlarını delilerine, deli olmalarına rağmen insanca yaşayabilmeleri için adarlar. Ve bu söylenen inanın bana doğru. Normal insanlar delileri dış dünyanın iğrenç saldırganlığından koruyabilmek için hayatlarını delilerle geçirmeye işte böyle razı olmuş yüce gönüllüler, ne yaptığını bilmezler ve çaresizlerdir.

    Psikayatrist doktorlar ve onların asistanları ve onların öğrencileri; belki bilinçli olarak isteyerek belki de çoğu şeye hükmeden kaderin cilvesi olarak hayatlarını delileri incelemeye, deliliğin tarihini yazmaya, deliliği tedavi etmeye adarlar ve hayatları boyunca delileri sarıp sarmalayıp korumaya and içerler. Kimisi deliliğin tarihine yapacağı katkılardan ötürü ödüllendirilir, ismi tarih kitaplarına geçer; çoğu yıllar geçip arkasına baktığında dışarıdaki dünyaya yeniden kazandırdığı hastalarının sayılarının çok olması için elinden geleni yapar; kimisi hayatını adadığı deliliğin derin felsefesinde kendini kaybeder, deliliği doktor kimliği içinde eritir, içselleştirir ve bir çeşit yaratık olarak hayatına devam eder; kimisi her elektro şok verişinde gözyaşlarını kabullense de kabullenmese de akıtır içinde biryerlere ve damlalar içindeki ırmağa kavuştuğunda başına geleceklerin meraklı dehşetiyle yaşar.

    Ve baş hemşireler ve onların genç yardımcıları taze hemşireler neden doğumhanede yeni doğmuş pırıl pırıl bir bebeğe bakmak varken delilerin akla durgunluk veren renkli ve saçma dünyalarında devamlı bir rüya ve kabus arasına sıkışmış hayatları gözetlemek durumunda kaldıklarını, biteviye tekrarlanan çığlıklardan, tırmalamalardan, dışkı kokularından ve daha nice garip olaydan nasıl olurda kurtulabileceklerini düşünürken ellerine geçirdikleri uyuşturucu yüklü iğneyi belki de bir tür hayvansı ve bir o kadar da insancıl şevkle delinin derisine batırırken akşama ne yemek pişireceği, çocuğunun sınavının nasıl geçtiği hatta komşusunun kocasının gerçekten karısını aldatıp aldatmadığı kafasına takılıverince, allahım benim ne günahım vardı diye sorgulamaz mı? Sorgular elbette: bazen delirerek, bazen isyan ederek, bazen tüm hoşgörüsünü kaybederek, hatta insanlıktan çıkarak, bazen de kendi hayatını yaşayamama adına höşgörüsüne sıkı sıkı tutunarak, bazen de kendi deliliğini başka hastalar üzerinden örtmeyi başararak hayatını devam ettirir....

    Hastabakıcılar ise adeta katillerin, adi suçluların tutulduğu hapishanelerin bir o kadar toplum suçlusunu andıran gardiyanlarının neredeyse benzer güç kullanma yetkileriyle doğal olarak donatılmış kendi halinde aile babalarıdır. Onlar için önemli olan eve ekmek parası götürmek kadar temel bir gereksinimdir. Gerisi çok da önemli değildir.

    Tüm bu insanlar yarı tanrıcılık oynayarak normal ve anormal tanımlarının üzerine kendilerince bir dünyayı inşa ederken; onları alkışlayan, paralarını ödeyen, saygısını esirgemeyen DIŞARIDAKİLER uzaktan kumanda ettikleri delileri kapattıkları yerde gidip görmeden hatta varlıklarını hastalıklı bir şekilde unutarak hatta yok sayarak yaşamaya devam ederler. Ölüm kadar gerçek, an kadar yakın, güzel bir kadın kadar çekici, şarap kadar baştan çıkarıcı ve tanrı kadar erişilmez delilik kapalı kapılar arkasında, tımarhanelerin karanlık odalarında, terapi odalarının loş ışığında, hipnozun derin uykusunda içten içe yanan kor ateş gibi varlığını devam ettirir: Herşeye rağmen sinsice ve pervasızca üstten bakarak, insanların dünyasına ve içlerinde barındırdıkları ve kendilerinin bile bilemedikleri herşeye.

    Neden doktor oldum bilmiyorum. galiba pek elle tutulur bir nedenim yoktu ama ailem doktor olacağıma çok sevinmişti, ben de onlar sevindi diye sevinmiştim. sonra uzmanlık için psikiyatriyi isteyerek seçtim. belki o zamanlar da delireceğimi biliyordum, belki benim kontrolümün dışında da çalışabilen beynimin bana ufak bir oyunuydu, bile bile neredeyse kendi ayaklarımla taşıdım kendimi bu binaya. ilk zamanlar zordu, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutmaya, iki hayat yaşayan iki ayrı insan olduğumu farzetmeye çalışıyordum. kendi içim ve dışımın ne kadar birbirinden uzak olduğunu da işte bu zamanlarda farkettim. aslında korumaya çalıştığım bir içim, ayrı tutmaya çalıştığım bir hayatım, herşeyden önemlisi dış diye bir şey yoktu. benim içim boştu, hayatım boştu, dışarısı ve içerisi aynı yerden çıkıp ayrı yollardan geçip aynı yere geliyorlardı. bir dönem direndim, nede olsa eğitimliydim. bir iki zavallı savunma mekanizması bile geliştirdim. o kadar zavallılardı ki kimsenin çözmesine gerek kalmadan kendi içlerinde çözülüverdiler. benim için artık iç ve dış kalmamıştı. elektro şok tedavisini ilk uyguladığım hastayı odasında ilk gördüğümde bana bakışlarındaki öfkeyi hiçbir savunma mekanizması hayatımdan uzak tutamazdı. sonumun, veya sonumun başlangıcının, hayır bu da olmadı: bu hayatımın sonunun ve yeni hayatımın başlangıcının artık çok yakınındaydım. ilk günler kurtar beni der gibi baktığını zannetiğim hastaların aslında hallerinden memnun olduklarını 'kurtar beni' anlamını bakışlarına benim yüklediğimi kabullenmek zor gelmedi. zaten hazırdım. delilik ana kucağı gibi sıcacık bir rahatlık vaadederek beni yanına çağırıyordu ve ben de ona doğru koşuyordum. işte hepsi bu. şimdi bu küçük bahçede hiçbir şey için kafamı yormak zorunda kalmadan sadece kuzey rüzgârlarını dinliyorum. hayatımda ilk defa sadece içimi yaşıyorum. kuzey rüzgârları içime tıpkı saçlarıma yaptığı gibi dilediğince yeni şekiller verirken ben sadece gülümseyerek mırıldanıyorum : ben kendini kuzey rüzgârı zanneden bir deliyim, ben mutluyum.

    Pınar Türen

    18 Ağustos 2021 Çarşamba

    Çocuklarınız

    Çocuklar sizin çocuklarınız değil, 
    Onlar kendi yolunu izleyen 'hayat'ın oğulları ve kızları. 
    Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler 
    Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller 
    Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil 
    Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. 
    Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil 
    Çünkü ruhlar yarındadır. 
    Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. 
    Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları 
    Kendiniz gibi olmaya zorlamayın 
    Çünkü hayat geriye dönmez dünle de bir alışverişi yoktur. 

    Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. 
    Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür 
    Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. 
    Okçunun önünde kıvançla eğilin 
    Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar 
    Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever. 

    Halil Cibran
    ( 1883 - 1931 )

    13 Temmuz 2021 Salı

    Oğulluktan Sessizce Çekilmek


    Gaye Boralıoğlu, dünyaya tutunmaya çalışan boktan bir herifin, Hilmi Aydın’ın hikâyesini anlattığı Dünyadan Aşağı[1] romanının kendisi açısından bir intikam olduğunu söylemişti bir yerde (Gaye Boralıoğlu-Dünyadan Aşağı) “Dünyadan Aşağı bugün şikâyet ettiğimiz pek çok şeyin müsebbibi olan zihinden aldığım intikamdır.” Bu zihin tabii ki bir adamda cisimleşecekti, babasıyla derdi bitmeyen bir adamda. Babayla dert zaten bitmez, bugüne has bir şey değil. Ama derdin nasıl yaşandığı, nasıl ifade edildiği ve aslında tam olarak ne olduğu, değişir.
    Hilmi’ninki, titiz, çalışkan, mükemmeliyetçi, geçimlerini sağlamaya çalışırken ev ahalisinin halini pek görmeyen, oğlundan beklentisi yüksek… bir adam. Çok tanıdık gelmiş olabilir. Hilmi ne babasının istediği oğul olabilmiş ne de ona başkaldırabilmiş, işte ufak tefek isyanlar, huysuzluklar falan. Anca o kadar. Babasının lokantasını “sönümlendirmesi” belki esas isyanıdır; ekmek kapısı olduğu için sürdürüp zaman içinde, yavaş yavaş batırdığı baba mirası.

    Erdoğan Özmen’in geçen haftaki yazısında bahsettiği türden bir hasretten çok (Erdoğan Özmen-Baba İhtiyacı), dinmeyen bir hınca benziyor Hilmi’ninki. İsyan edebilmiş olsaydı, on beşindeyken evden kaçabilmiş olsaydı, farklı olurdu belki. Ama Hilmi bu. Korkak, tembel, rahatına düşkün… Sokakta geçirilecek bir gece mi, evlerden ırak!

    Susan Faludi, 1999’da yayımlanan kitabı Stiffed’de Amerika’daki “erkeklik krizi” üzerine düşünür. Feminizmin etkisi bir yana, babalardan yenen kazığın da bu krizde büyük etkisi vardır Faludi’ye göre. Tutulmamış vaadler, yerine getirilmemiş sözler. İkinci Dünya Savaşından zaferle dönüp Amerika’yı “büyük” yapmış bir erkek kuşağının oğulları, Vietnam’da perişan olup bir de üstüne işsiz kalınca, kendilerini aldatılmış hissetmişler. Büyüklük dedikleri de ferah evler, büyük arabalar, sulanacak çimler, büyüyen şirketler… Bildiğiniz Don Draper illüzyonu. Bu kuşağın ne menem bir şey olduğunu başka bir açıdan, çocukları açısından anlatan bir kitap var;[2] şiddetin sadece sahipsiz sokak çocuklarının başına gelmediğini, bu mükemmel adamların o evleri pırıl pırıl tutan kadınlarla birlikte çocukların da canına okuduklarını öğreniyoruz. Bir o kadar önemlisi, çocukların canına okumanın meşrulaştırılma biçimlerinin nasıl değiştiğini de. Don Draper’lerin takıntılı, mükemmeliyetçi ve kuralcı tarzında hikâye, çocuğun hizaya sokulmasının ancak sert bir disiplinle mümkün olabileceği şeklinde kuruluyor. “Ona gerçek bir erkek olmayı öğretmek için karanlık bodruma kitledim” tarzı. Korkutulmuş ve aşağılanmış bu oğlanların büyüdüklerinde nasıl adamlar, nasıl babalar olduklarını da anlatıyor. Onlar babaları gibi değil, kendi tarzlarında okuyor çocukların canına. Narsistik tarzın saplantılı olandan aşağı kalmadığını gördüğümüz bir takım örnek olaylar…

    Hegemonik erkekliğin içinde yaşanılan ilişkilerin bir ürünü olduğunu biliyoruz; krizler, savaşlar… Bir yandan da, her bir erkeğin babasıyla derdini bu ilişkilere dahil etmeyi hatırlamamız şart. Yani, neoliberalizm falan gibi kocaman şeylerin “çalışması”, daha küçük şeylere bağlı. Tamam Jeff Bezos yahut Don Draper ama Selim Aydın da.[3]

    Basitçe, her kuşağın anne babalık pratiklerinden söz ediyorum. Hani şu “bizimkiler çok disiplinliydi, biz de o sebeple fazla mı şımarttık bunları?” hikâyesinden. Her bir ailenin kendi tarihi, dinamikleri vardır elbette de, bir yanda da böyle bir kuşak bilgisi var: bizimkiler çok disiplinliydi.[4]

    Sembolik babalar, popülizm, otoriter liderler hakkında konuşup duruyoruz; Selim Aydın’lar hakkında söyleyecek bir şeyimiz yok mu peki? Toplumların “baba” ihtiyacı içinde olabildiklerine ikna oluyoruz da erkeklerin babalarından kurtulma arzuları bizi neden bu kadar az ilgilendiriyor, bu arzuyu bireysel bir mesele mi sanıyoruz? “Oğulluktan sessizce çekilmeyi bilmek” üzerine düşünmek için şair mi olmak lazım?

    [1] Gaye Boralıoğlu (2018) Dünyadan Aşağı, İletişim Yayınları. [2] Elisabeth Young Bruehl (2013) Childism: Confronting Prejudice Against Children, Yale University Press. Türkçeye çevirdim, umuyorum ki bu yıl içinde İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak. [3] Türkiye’nin Jeff Bezos’u kim olurdu? [4] Orta sınıftan iki kadın kuşağının annelik deneyimlerini ve annelikle ilgili düşüncelerini karşılaştırdığım bir tez yazmıştım. Kuşak kavramının bu kadar işe yaradığı başka bir konu var mıdır, bilmiyorum! Aksu Bora (1998) Türk Modernleşme Sürecinde Annelik Kimliğinin Kurulması. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

    Aksu Bora - Birikim

    16 Haziran 2021 Çarşamba

    Excerpt from John Steinbeck's

    Nobel Prize Acceptance Speech


          Literature is as old as speech. It grew out of human need for it and it has not changed except to become more needed. The skalds(*), the bards, the writers are not separate and exclusive. From the beginning, their functions, their duties, their responsibilities have been decreed by our species...the writer is delegated to declare and to celebrate man's proven capacity for greatness of heart and spirit - for gallantry in defeat, for courage, compassion and love. In the endless war against weakness and despair, these are the bright rally flags of hope and of emulation. I hold that a writer who does not passionately believe in the perfectibility of man has no dedication nor any membership in literature.
    1962

    Nobel Ödülü Kabul Konuşması
    Edebiyat, konuşma kadar eskidir. İnsan ihtiyacından doğdu ve daha fazla ihtiyaç duyulmak dışında değişmedi. Skalds(*), ozanlar, yazarlar ayrı ve dışlayıcı değildir. Başından beri, işlevleri, görevleri, sorumlulukları türümüz tarafından kararlaştırılmıştır ... Yazar, insanın kalp ve ruhun büyüklüğü için kanıtlanmış kapasitesini beyan etmek ve kutlamakla görevlendirilmiştir - yenilgide yiğitlik, cesaret, şefkat ve aşk. Zayıflığa ve çaresizliğe karşı bitmek bilmeyen savaşta bunlar parlak umut ve öykünme bayraklarıdır. İnsanın mükemmelliğine tutkuyla inanmayan bir yazarın ne adanmışlığı ne de edebiyat üyeliği olmadığını düşünüyorum. 1962

    (*)Skalds = "Norveç'te ortaya çıkan sözlü muhakeme şiiri, esas olarak 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İzlandalı şairler (skalds) tarafından geliştirilmiştir." (https://cevirsozluk.com/)

    6 Nisan 2021 Salı

    Veba Geceleri

    Barış Özkul

    Osmanlı’nın sona eriş öyküsü bir romancıyı kolaylıkla “ulusal alegori” alanına götürebilecek, riskli bir malzeme. Veba Geceleri de “ulusal alegori” okumasına olanak tanıyacak bir “Hurufilik” boyutu içeriyor. Yalnız Abdülhamid devriyle sınırlı kalmayıp erken Cumhuriyet’e kadar uzanan birçok dolaylı ve dolaysız gönderme mevcut: Örneğin Kolağası Kamil ile Mustafa Kemal arasında hem bir isim (k-m-l konsonları) hem de “kariyer” benzerliği var. Kamil, ilkin –Fransız İhtilali’nden etkilenmiş– bir kolağası olarak ayak bastığı adada yerli halktan askerlerle (Karantina Neferleri/Kuvva-i Milliye) Ada’nın yönetimine el koyuyor. Şiarlarından birisi “Minger Mingerlilerindir” – “Türkiye Türklerindir”. (Postanedeki “Teta” marka duvar saatine ateş etmesi “Yunan” alfabesine ve işgaline bir tepki gibi.) Köylere ve Arkaz’a baskın veren –merkezî idareye direnen– Ramiz’in Çerkez Ethem’le benzer tarafları var. Düvel-i muazzamanın Ada’yı ablukaya alması Mütareke İstanbul’una bir anıştırma. (“Yedi düvelle savaş” motifi). Ada’daki Rumların mallarına el konması; insan hakları ihlallerini eleştiren Mina Mingerli’nin pasaportunun iptal edilmesi, gazetecilerin hapse atılması da farklı tarihlere ait Türkiye manzaraları.

    Orhan Pamuk, böyle göndermeleri seven, anlatılarını bunlarla saçaklandıran bir romancı. Eserlerindeki bu “bilmece” boyutu kitsch’e kaçmayan bir okuma zevki, bir eşleştirme arzusu da tetikliyor. Ancak Veba Geceleri, “ulusal alegori”yle, “Hurufilik”le ya da anagramlarla (minger-rengim gibi) sınırlı bir okuma yapılacak yapıt değil. Esas değerini bunların ötesinde kazanıyor.

    Romanın ilk yüz elli sayfasında kurulan polisiye izleği bütün karakterlerin (yaşayan ya da ölü, hapis ya da muktedir) yazgısını ortaklaştıran bir ana eksen. Geç Osmanlı’ya özgü bir suikast bütün karakterlerin dâhil olduğu bir soruşturmanın önünü açıyor: Abdülhamid’in vebayı kontrol altına alması için Minger’e gönderdiği Bonkowski Paşa, Ada’ya vardıktan bir süre sonra öldürülüyor. Bonkowski Paşa’yı ölüme götüren olaylar Sultan Hamid devrine özgü bir seyir izliyor: Ortadan kaldırılmak istenen paşalar bir bahaneyle sürgüne gönderildikten sonra tereyağından kıl çeker gibi öldürtülüyor (Mithat Paşa gibi): “Abdülhamit, ağabeyinin tahttan indirilip kendisinin tahta çıkarılmasında etkili, bürokrasinin en parlak ve Avrupai veziri ve valisi Mithat Paşa’yı önce Taif zindanına sürmüş, sonra da zindanda boğdurtmuştu ama bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki, kimin yaptığı anlaşılamamıştı.” (s. 194)

    Veba Geceleri “katil kim?” sorusundan ziyade cinayetlerin araştırılma yöntemiyle meşgul ve bu da bir zihniyet sorununa bağlanıyor. Pakize Sultan’dan Doktor Nuri’ye, Vali Sami Paşa’dan Eczacı Nikiforos’a karakterler cinayetlerle ilgili düşüncelerini açıklarken geç Osmanlı’nın sorun çözme yöntemleri de tartışmaya açılıyor. Abdülhamid burada perde arkasından polisiye anlatıya yön veren başkarakter. Neredeyse bütün karakterlerin onunla ya akrabalığı (Pakize Sultan ve Doktor Nuri) ya da gizli bir bağı (şifre miftahı almak gibi) var. Onun cinayet işletme (Mithat Paşa) ve cinayet araştırma yöntemleri (1905 suikastı gibi) karakterlerin Minger’deki cinayetlere tepkilerini belirliyor.

    Abdülhamid’in severek okuduğu Sherlock Holmes’un cinayet araştırma yöntemi “tümevarımcı”dır: Holmes önce delilleri toplar, sonra suçluları tespit eder: onun için esas olan mantık ve nedensellik bağıdır. Romanda Vali Sami Paşa gibi karakterlerin simgelediği Osmanlı zihniyeti ise “tümdengelimci”dir: Önce suçlu belirlenir, sonra suçu doğrulayacak kanıtlar –gerektiğinde işkenceyle– toplanır. (Bütün idare-i maslahatçılığı, iktidarperestliği, uygun zamanı kollayıp rakiplerini tepeleme arzusu, sorunların sopayla çözüleceğine olan inancı, küçük ihtiraslarıyla kendi yıkımını hazırlamasıyla Sami Paşa hem Osmanlı bürokrasisinin kusursuz bir eleştirisi hem de unutulmaz bir “sempatik muhteris” tipi.)

    Karşılaşılan sorunların bir nedensellik ve mantık silsilesi içinde, objektif olarak çözülmesi ile sopa yoluyla (idam-işkence) veya kadercilikle (veba) geçiştirilmesi Veba Geceleri’nde cinayetler ile veba kaynaklı ölümleri birbirine bağlayan bir genel sorunsal. Bu sorunsal birçok edebiyat yapıtına göndermeyle zenginleştiriliyor – fare zehri sahnelerinin Monte Kristo Kontu’yla paralelliği, arsenikle intiharın Madame Bovary’nin akıbetine benzerliği gibi. Pamuk, bir teknisyen zekâsıyla, Minger’in muhitlerini, tekkelerini, şeyhlerini, bürokratları ve askerlerini bu temel fark üzerinden adanın haritasına bir bir yerleştiriyor. Karakterler arasındaki yakınlıklar ve uzaklıklar, gerilimler ve çelişkiler mantık ya da kadercilik yolundaki tercihleri üzerinden belirleniyor. Bunun polisiye ile sınırlı olmayan bir medeniyet tartışmasını romanın merkezine yerleştirdiğini söyleyelim.

    Polisiye izleği dışında diğer Pamuk romanlarında pek rastlanmayan bazı sahneler de var Veba Geceleri’nde.

    Örneğin vebadan ölen karakterlerin son anları. Bu kısımlarda Minger’in sokakları, tepeleri, tekkeleri, binaları, dönemin alışveriş nesneleri ve aksesuarlara odaklı koleksiyoncu dikkati bir kenara bırakılıp ölümle cebelleşen karakterlerin acısı; veba mikrobunun sersemleştirici, kekeletici ve yıkıcı etkisi olağanüstü bir ruhsal derinlikle aktarılıyor. Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:

    Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu. (s. 27)

    Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:

    Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)

    Pamuk’un bu kısımlarda bir roman yazmaktan çok bir resim yaptığı, ya da romanı görsel imgelerin akışına bıraktığı söylenebilir. Bunu hem Minger’deki karantinanın muhtelif ayrıntıları, insan ve taşıt hareketliliği, ölülerin defni gibi hastalığın dışsal denebilecek tezahürleri hem de karakterlerin veba deneyimleriyle ilgili tasvirlerinde görmek mümkün. Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:

    Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)

    Hapsedilme deneyimi romanın bir başka kuşatıcı izleği ve o da hem “veba ve karantina” uygulamasına hem de geç Osmanlı’nın çürüyüşüne bağlanıyor.

    Ekberiyet usulünün başlamasıyla kafese mahkûm olan Osmanlı şehzadelerinin, h’al edilip Çırağan’a kapatılan V. Murat ve kızlarının ruh hali romanda hem Pakize Sultan ve çevresindekilere hem de Minger’in seküler (Sami, Mazhar, Kamil) ve dini otoritelerine (Hamdullah) sirayet ediyor. Hapis deneyiminin perde arkasında yine Abdülhamid var: Yıllarca süren kafes hayatından ötürü avluda gördüğü koyunu canavar zannedecek duruma düşen Osmanlı şehzadelerinin acizliği; Abdülhamid’i Abdülhamid yapan evhamların gerisindeki hadiselerin ağırlığı; ölüm korkusuyla paranoyaklaşıp zalimleşen, evhamlı halleriyle her şeyden şüphelenen ve cebinde daima bir panzehir taşıyan padişahın dramı katille maktulü aynılaştıran Osmanlı hapishanesinin görünümleri. Veba günlerindeki Minger adası Osmanlı hapishanesinin bir replikası: Vali Sami Paşa, Ramiz, Doktor Nuri, otel odasından ya hiç çıkmayan ya da çıktığında zırhlı landosuyla dolaşmak zorunda kalan Pakize Sultan hep bir hapis hayatı yaşıyorlar. Buna adanın dış dünyadan tecriti ekleniyor. Osmanlı’nın bu küçük “hayali” adası hastalıktan ölmekte olan koca imparatorluğun sembolik mahpushanesi.

    Veba Geceleri’nde hastalık, ölüm ve hapis deneyimi karakterleri ortaklaştırsa da bu, birörnekleşme anlamına gelmiyor. Tarihî romanın temel sakıncalarından biri olan toplumu bir bütün içinde sunma çabasının karakterlerin bireyselliğini yok etmekle sonuçlanması tuzağına düşülmemiş. Sami Paşa, Kamil, Pakize, Doktor Nuri, Eczacı Nikiferos, Ramiz, Hamdullah, İlias, Bonkowski Paşa gibi sahnedeki karakterler ve cellat Şakir gibi yan karakterler hepsi kendi içinde bir dünya ve bu dünyalar arasındaki –bazen silahlı müsademeye varan– çatışmalar karakterlerin bireyselliğini öne çıkartıyor. Romanda sesi hiç işitilmese de varlığı hep hissedilen Abdülhamit, V. Murat, Şehzade Burhanettin’in dünyaları ise bireyselliğinden ziyade tipikliğiyle, çürümekte olan Osmanlı’nın yaydığı hastalığın memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla Veba Geceleri’nin dramatik malzemesini meydana getiriyor: “Kederleneceksiniz ama hastalığın padişah kızını getiren gemiden çıktığına herkes daha çok inanıyor şimdi.” (s. 144)

    Veba Geceleri bütün bu yönleriyle başarılı bir tarihî roman.

    BİRİKİM


    *Orhan Pamuk'la söyleşi:-Mutlu degilim!