Translate

Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2025 Salı

Anti Dühring


Engels'in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba?

Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketin bir döneminin bu "yıldızı parlak" kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.

Anti-Dühring'in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.

Bilindiği gibi, Almanya'da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakiyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı varolan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.

1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran'ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden aynı oldu. Komünist Manifesto'nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği'nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.

1850-1870 yılları arası, Almanya'nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınai gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sendikalar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakiyetçiliği, 1852 yargılamaları ile Almanya'da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.

23 Mayıs 1863'te Leipzig'de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lassalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki bu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı ile üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti'de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lassalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.

Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lassalle'cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.

İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebknecht gibi önderler 7-8 Ağustos 1869'da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lassalle'cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü'nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx'la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.

Gitgide gerileyen Lassalle'cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti'ye birlik çağrısı yaptılar ve bu temelde 1875 Mayıs'ında Gotha Kongresi toplandı.

Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lassalle'cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lassalle'cı oportünizme teslim oldular.

Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler.  Paris Komünü'nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.

Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebknecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek "yepyeni" ve "bilimsel" (!) teorileri ile sahnede yerini alır.

Bay Dühring, 1865'ten beri Berlin Üniversitesi'nde Privat-Dozent'tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad.) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck'la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü'ne sahip çıkar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi, sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. "En köktenci bilim adına konuşan" bu "devrimci radikal" kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri, Marx'a sahip çıkar gibi görünür. Marksizmi revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peşpeşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche, Bebel ve Liebknecht, onun yapıtlarını "Marx'ın Kapital'inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında" sayarlar. Liebknecht'in yönettiği Parti'nin resm” yayın organı Volksstaat'ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.

Marx ve Engels'in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. "Sol saflarda" bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.

Dühring'in 1875'e kadar Marx'a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875'te Volksstaat'ta yayınlanan, Ekonomi Politik ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx'a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebknecht, Marksizme bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels'in eleştirilerinin haklılığını kavramaya başlamışlar; Dühring'in defterini dürmesi için Engels'e sık sık yazar olmuşlardı.

1876 başında, Dühring'in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels'in eline geçince, Engels, sonunda bu "ekşi elma"yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring'in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak'ından Temmuz'una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring'in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.

Dühring, Carey'i övmek için "Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor" adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring'le inceden alay etmek için yapıtına: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor adını veriyordu. Ancak bu kez "altüst" etmek "canına okumak" anlamında bir olumsuzlamadır.

Dühring'in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring'e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring'in "felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği"ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.

Marx, yapıtı konusunda Engels'e elinden gelen yardımı yapar. "Ekonomi Politik" başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx'ın kaleminden çıkmıştır.

Almanya'nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels'in yapıtına birinci bölüm olarak "Felsefe"yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels'in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.

Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı "Felsefe" konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle "Özgürlük ve Zorunluluk" üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.

İkinci kısım, "Ekonomi Politik" başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih Üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital'in temel ekseninde Dühring'le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, "kötü yönlerine" düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.

Üçüncü kısım olan "Sosyalizm"de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring'in "karşı olduğu" kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.

Son bölüm olan "Anti-Dühring İçin Elyazmaları" kısmı ise, Dühring'in çeşitli yapıtlarından alıntılar ve bu konularda Engels'in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.

Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.

İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yeralmaya yetmeyeceği gerçeği ile.

Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

Özgürlük Dünyası, Nisan 1996, No: 54.

Anti Dühring.pdf

14 Eylül 2025 Pazar

İşçi sınıfının kara büyücülerden korunma kılavuzu olarak: Kapital 1. cilt

“Kapital, hakim ideolojinin tüm varsayımlarını sistematik bir şekilde yıkarak, sınıf mücadelesinin gerçek haritasını çizer ve proletaryayı nihai devrimci özne olarak işaret eder.”

İllüstrasyon: Nikolai Shukov, Kapital'in ilk baskısının kapağı

14 Eylül 1867’de, tarihte ilk defa bir alt sınıf (üstelik yeni doğmakta olan bir alt sınıf!) doğru yolu bulabileceği bir haritaya sahip oldu. Bu doğru yol, içinde bulunduğu sistemin ana işleyişini, kaderci bir materyalizme sahip olmayan tarihsel biz gözle ve ekonomik rolleri gereği, çıkarları birbiriyle çatışan toplumsal grupların (sınıfların) çatışmalı ve dinamik bir modeli üzerinden bize sunulmuştu.

Bu bir ilkti…

Daha öncesinde böyle bir şey yoktu…

Bu harita diğer birçok şeyle birlikte burjuvazinin kendisini sürdürebilmesi için işçi sınıfının da kendisini sürdürmesine (Yeniden üretmesine) bağlı olduğunu kanıtladı. Bu yüzden sermayenin işleyişi ikili bir karaktere sahipti. Burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki, sürekli bir çatışmaya muhtaçtı.

Bundan da bir rota çıkarmak artık kolaydı. Burjuvazinin ve onunla birlikte sömürünün ortadan kalkması için bizzat proletaryanın ortadan kalkması gerekiyordu. Peki proletarya nasıl ortadan kalkacaktı?

Proletarya, bizzat burjuvazinin kendi çıkarları için örgütlediği bir sınıftan ibaretti.

Kapitalizm tarihinde belli özel koşullara mahsus olan belirli küçük dönemleri bir kenara bırakırsak sermaye, kapitalist sınıfta biriktikçe birikiyor, aynı zamanda daha çok proletarya ve yoksulluk da üretiyordu.

Bu durumdan proletaryanın kurtulması için, kendisini çıkarları uğruna kullanan burjuvazinin yolundan gitmesi gerekiyordu. Proletarya, aynı burjuvazinin soylulara yaptığı gibi, o da burjuvaziyi yaratan koşulların tümünü ortadan kaldırdıktan sonra ancak sömürülen bir sınıf olmaktan çıkabilirdi. Çünkü burjuva oldukça proletarya, proletarya oldukça da burjuva olacaktı. Bu yüzden doğal devrimci özne, bu ortaya yeni çıkmış olan alt sınıf, yani proletaryaydı. Bütün sistemin çarkları ona bağlıydı.

Fakat bunu anlatmak ve kanıtlamak kolay iş değildi.

Biliriz ki her insan yaşadığını düşünür. Haliyle her hakim sınıf için de bu geçerlidir. İşte bu yüzden hakim sınıflar, beraberinde hakim ideolojisiyle birlikte gelir. Kendi sınıf görüşleriyle ve hayata verdikleri anlamlarıyla gelirler. Yıldızlara da topluma da tarihe de kendi sınıf dünyalarından bakarlar ve o şekilde bunu yayarlar. Böylece onların kuralları, onların ideal insanları, onların etikleri ve yaşam biçimleri kabul görür. Bu nedenle eğer hakim ideolojiye ters bir şey anlatacaksanız ekstra çaba sarf etmeniz, hakim ideolojinin varsayımlarını, bilimlerini, felsefi perspektiflerini yıkmanız gerekir. Bu yüzden bu kitabın diğer adı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”dir. Bu kitap, işçi sınıfına bir harita çizebilmek adına, hakim ideolojinin argümanlarını (hâlâ) tarihteki en sistematik ve en güçlü şekilde yıkan kitaptır.

Kapital, ilk basıldığında pek anlaşılmasa da pek ses getirmese de onu takip eden yıllarda büyük sesler getirmiştir.

İşte bu kitap, insanları bir noktadan sonra büyülemiş. Bunu yaparken de birçok büyüyü yıkmıştı.

İlk önce Engels’in editörlüğünde binlerce sayfalık iki kitap daha yayımlanmıştı.

Daha sonra bu kitap, sonrasındaki on yıllarda, ilk dalgası Avrupa olmak üzere, bütün dünyanın devrimlerle sarsılmasında hayati bir unsur olmuştur.

Aradan 158 yıl gibi kısa bir süre geçti. Unutmayalım ki, sınıf savaşımı bin yıllardır sürmektedir. İşte bu 158 yıl, bu bin yıllara bedel olan bir harareti barındırıyordu. Gerçekliğin büyüsü, göz kamaştırıyordu.

Fakat bir yandan da işçi sınıfı hareketi, birçok kara büyüyle de karşılaşıyordu.

Kapitalizmin tıkırında gittiği dönemlerde işçi hareketinin temsilcileri bu büyüye kapılıyor, burjuvaziyle uzlaşma yollarını arayabiliyordu. Bir dönem geliyor işçi sınıfı öncülüğünden kopuluyor, bir dönem geliyor başka sınıflar doğal müttefikler haline geliyordu. Hatta bazen, doğal müttefikler, işçi sınıfı öncülüğünün yerine geçiyordu. İşçi sınıfı hareketi, doğruları barındırdığı kadar, hataları ve korkunç geri dönüşleri de barındırıyordu.

Kolay değildi. Tarihte ilk defa bir alt sınıf, enternasyonal bir iktidar kurmayı hedefleyen bir teoriyle yola çıkmıştı.

Çoğunlukla silahlar ve ekonomiler yetersiz kalıyor, ideolojik bir savaşa da giriliyordu. Böylece her iki taraf da kendi büyücülerini öne sürüyordu. Bunun yanında her iki taraf da farklı yollar deniyor, çıkışsız labirentlerle karşılaşılıyordu.

Her iki taraf da birbirinden etkileniyor, fakat bütün bunlar olurken, gerçekliğin parlaklığının büyüleyici gücünün suyu da zamanla bulanıyordu.

Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor, türlü inişler ve çıkışlar yaşanıyordu. Fakat bu tarihin işçi sınıfı hareketinin hatalarını affettiği anlamına gelmiyordu. Bu hatalar 1980’lere gelindiğinde hakim sınıfların küresel bir karşı devrim hareketiyle kendisini gösterdi. Bu hareket zafer elde ederken, beraberinde kendi sınıflarına uygun bir dünya görüşüyle geldi.

Türlü karanlıklar içinden palazlandırılan kara büyücüler apayrı bilimsel perspektifleri, apayrı felsefeleri ve apayrı etikleri ve toplumsal yaşamı yaymaya başladı.

İşçi sınıfı hareketi bir süreliğine bu büyücüler tarafından Hypnos’un gücüne maruz kaldı. Hypnos, anne Nyx (gece) ve baba Erebus’un(karanlık) birleşiminden doğan bir oğuldur. Hypnos, işçi sınıfı hareketini Lethe (Unutkanlık) Nehri’nin geldiği ve gece ile gündüzün buluştuğu büyük bir mağaraya götürdü. Bu mağaranın en önemli özelliği, ışık ve sesin içeri girememesiydi. Haliyle bu mağarada, gerçekle hayal, doğruyla yanlış, ışıkla karanlık birbirine karışıyordu.

Böylece büyücülerin, kara büyülerini yapmaları artık çok daha kolay hale gelmişti…

Büyü deyince ilk aklımıza gelen, türlü doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanan insanların, bu güçleriyle olayları, nesneleri veya kişileri maniple etmesi veya yönlendirebilmesi gelir. Büyü (Büy/Büğ/Böğ) kökünden türemiştir ve “etkileme, yayılma, örtme, kapatma” anlamları da bulunur. Bu geniş anlamdan yola çıkarsak büyücüler, (sanılanın aksine) yalnızca doğaüstü güçlerin ardına değil, aynı zamanda bilimselliğin ve felsefiliğin ardına da sığınırlar. Kara büyüyse, başka bir kişinin (veya sınıfın) zararına olsa dahi, olayları ve kişileri (veya sınıfları) kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri veya maniple etmeleridir.

İşte bu kara büyülere karşı, hâlâ en temel kılavuz olma özelliği taşıyan kitap, “Kapital”dir…

Aşağıdaki bazı örnek kara büyülere karşı Kapital cilt 1’den çıkarabileceğimiz, hâlâ güncelliğini koruyan ve kullanılmakta olan kara büyülerin bozumlarıdır. Kapital ile daha tonlarca kara büyüyü düzeltmek mümkündür. Biz şimdilik, bir örnek teşkil etmesi bakımından 10 tanesi ile yetinelim.

Unutmayalım ki kitabın bizzat kendisi, bütünlüklü bir perspektif sunduğu için, iyi bir okuyucuyu, artık büyü geçirmez kılma özelliği taşır.

Kara büyü 1: ‘Gelir, alım gücüyle alakalıdır’

İşçinin temel geçim araçlarının (yiyecek, ev aletleri, ev, araba, ısınma vb.) maliyetinde teknik, teknolojik gelişmelerden dolayı bir düşüş varsa alım gücü artar. Fakat gelir artmış olmaz. Örneğin ABD’de son kırk yıldır emek-gücünün ortalama gelirinde bir artış görmeyiz. Fakat Çin’den gelen ucuz mallar (Walmart’a gelen malların yüzde 70’i Çin’den gelir) aynı zamanda ABD’nin tarım endüstrisindeki (özellikle mısır ve et üretiminde) gelişimiyle, işçi sınıfının gelirinin hiç artmamasına, fakat gelir adaletsizliğinin sürekli artmasına rağmen bazı en temel ihtiyaçlarda alım gücünün arttığını görürüz. Yani teknolojik gelişmelerden dolayı temel geçim mallarının üretim maliyeti düşerse bazı ürünlere yönelik alım gücü eskiye göre artar. Kısaca temel geçim araçlarına ulaşımın zorlaşması, gelirdeki düşüş demektir. Fakat temel geçim araçlarına yönelik ulaşımın kolaylaşması gelirde bir artış olduğu anlamına gelmez.

Kapital bize şunu öğretir: Gelir artışı ya da azalışı, yalnızca sömürülmenizdeki artış ve azalışla ilgilidir.

Kara büyü 2: ‘Prekarya ayrı bir sınıftır’

Prekarya, güvencesiz sözleşmelerle ya da resmi sözleşme bile olmadan çalışan işçi sınıfına denir. Sınıf, üretim süreci içerisindeki rollerle ilgilidir. Sözleşme biçimleriyle ya da bir kişinin ne kadar çok para kazandığıyla ya da ne kadar iyi şartlarda çalıştığıyla ilgili değildir. Bu güvencesiz sözleşme biçimleri yalnızca işçi sınıfına mahsus değildir. Taşeronlaşma arttıkça büyüklü küçüklü taşeron şirketlere de uygulanan sözleşmelerdir. Bu yüzden çalışma şartıyla ilgili sözleşmelerle sınıf ayrımı yapamazsınız. Hatta bir sınıf içerisindeki sınıfsal katmanları da ayırmanız mümkün değildir. Isparta’da bir gül yağı fabrikası, uluslararası şirketlerin projelerinin, proje bazlı taşeronluğunu yapıyor olabilir ya da Silikon Vadisi’nde çalışan bir yazılımcı parça başı iş alıyor olabilir.

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünü satmaktan başka çaresi olmayan herkes işçi sınıfıdır. Bu sınıf ayrımı bizzat üretim süreci içerisindeki ekonomik rolle ilgilidir.

Kara büyü 3: Arz, talep serbestiyesi özgürlük sağlar

Kapital’in 1. cildi 19. yüzyılda gerçekleşen Endüstri Devrimi’nin analizini yaparken, arz ve talebe dair önemli bir çıkarıma sahiptir. Endüstri Devrimi 1860’larda artık bir doyuma ulaşmıştır. Çünkü işçinin değeri o kadar düşmüştür ki artık makine almaktan daha ucuz hale gelmiştir.

Hatta sermaye, bazı departmanlardan makineleri geri kaldırıp çocukları çalıştırmaya başlar. Peki Endüstri Devrimi nasıl ortaya çıkmıştır? 18. yüzyıl Avrupa’sında emek gücünün değeri o kadar yüksekti ki, makineler ortaya çıkınca sermaye hemen makineleri satın almaya başladı. İşte bundan şu çıkar: İşçiye yönelik talep artar da onun değeri çok yükselirse sermaye bu sefer de işçi yerine makineleri kullanmaya başvurur. Bu şekilde de bir işsizlik yaratmış olur. O halde sermaye büyüdükçe işçiye yönelik talep üretebilir. Teknolojiye başvurdukça da işsizlik üretebilir. O halde kapitalist, işçi arzını da üretir, talebini de

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünün arz talebinde zarlar, hilelidir!

Kara büyü 4: Kapitalizmde tam istihdam mümkündür

Sermaye, bir spiral gibi biriktikçe birikir ve katlandıkça katlanır. Her birikim evresinde (o sektöre göre) az ya da çok işçiye ihtiyaç duyar. Fakat eğer herkes istihdam ediliyorsa ne olur? Ortada işçi yok demektir. Bu yüzden sermayenin her büyüme evresinde işçi az bulunduğu için işçinin değeri gittikçe artmaya başlar. Bu durum, gittikçe bir tıkanmaya sebep olur. Marx’ı aştıklarını düşünen ve kapitalizm içinde bu tür sorunların aşılabileceğini düşünen bazı büyücüler, türlü tekniklerle, devlet eliyle kapitalizmde tam istihdamın (kağıt üstünde) mümkün olduğunu göstermişlerdir. Bu büyücüler, işçilerle burjuvazi arasında bir iş birliği falan olmadığını, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle çatıştığını, aslında işin politik yanını unutmuşlardır. Proletarya tam istihdama yaklaştıkça taleplerini haliyle arttırma eğilimi güder. İşsizlik ya da yedek sanayi ordusu işçilerin taleplerini arttırmasına engel olmak için kapitalistlerin kullandığı bir silahtır.

Kimi kara büyücülerse, bütün sanayiler eksiksiz istihdam sağlıyorsa, buna “tam istihdam” derler. Geriye işsiz bir grup kaldıysa buna da “doğal işsizlik” derler. Böylece hem kapitalizmde tam istihdamın hem mümkün olmadığını söylerler hem de işsizlikle tam istihdamı birbirinden ayırarak bir büyü yapmış olurlar.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalizmde işsizlik olmak zorundadır. Bu yüzden tam istihdam mümkün değildir.

Kara büyü 5: Fırsat eşitliği bireyleri eşit kılar

Şöyle bir adalet tanımı yapalım: “Adalet eşite eşit, eşitsize eşitsiz davranmaktır.” Bu tanıma göre diyelim ki elinizde 10 tane bilye var ve bunu iki çocuğa adil bir şekilde paylaştıracaksınız. Her iki çocuğun da elinde 5 bilye varsa eşit bilyeye sahiptirler. Bu durumda elinizdeki 10 bilyeyi 5’er 5’er çocuklara dağıtırsınız. Yani eşite eşit davranırsınız.

Fakat diyelim ki birinin elinde 3, diğerinin elinde 7 bilye var. Bu durumda da elinde az bilye olana 7, çok bilye olana 3 bilye verirsiniz. Bu durumda da eşitsize eşitsiz davranmış olursunuz.

Farz edelim ki sınıflı bir toplumda ya da eşitsiz bir toplumdasınız. Bir sınıfın elinde 9, diğer sınıfın elinde 1 bilye var. Sizin de elinizde 10 bilye var. Bunlara eşit yaklaşırsanız 5’er 5’er dağıtmanız gerekir. Birinin elinde 6, diğerinin elindeyse 14 bilye olur. Ne oldu? Eşitsizlik ortadan kalkmadı.

Çünkü eşitsiz olana eşit yaklaşmak eşitsizliği ortadan kaldırmaz.

Kapital bir de şunu ekler: Bu iki sınıf birbirine bağımlıdır. Ve sınıflardan biri bilye üretir. Diğeri de onun bilye üretmesi için ona ücret öder. Birinin elinde 9, diğerinin elinde 1 bilye vardır. Elinde 1 olan, her gün 5 bilye üretir ve yalnızca 1 tanesi alıp 4’ünü ürettirene verir. 5 gün sonra 1 bilyesi olan 5 bilyeye, 9 bilyesi olansa 29 bilyeye sahip olacaktır.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalist sistemde eşitsize eşit davranmak (ya da fırsat eşitliği) eşitsizliği arttırır.

Kara büyü 6: İşçi kendi vasfını attırdıkça, emek gücü piyasasındaki değeri artar

Avrupa’da Endüstri Devrimi gerçekleşmeden önce manifaktürel işletmeler vardı. Bunlar, iş bölümünün aynı fabrikalar gibi ayrıldığı (Hatta fabrikalardakilerden bile daha fazla iş bölümünün olduğu) fakat makinelerdense el yordamıyla işlerin yürütüldüğü işletmelerdi. Faytonlar, saatler, iğneler ve çiviler vb. bu sanayilerde yapılırdı. Burada çalışan işçiler yüksek maaşlıydı. Çünkü her bir işi el yordamıyla yaptıkları için zanaatkar olmaları gerekiyordu. Bir çırağın da kalfa olması yedi yıl gibi uzun bir süreyi kapsıyordu. Bu yüzden o dönemlerde işçi olmak, aynı zamanda belirli bir işte uzman olmak ve iyi geçinmek demekti. Fakat işçiler bulunmaz Hint kumaşı olduklarını bildikleri için pek sıkıya gelemiyorlar. Ustabaşı bir şey dediğinde hemen grev yapmaya kalkıyorlardı. Sermayeci bu uzman işçilere muhtaçtı.

Endüstri Devrimi’yle birlikte makineler, bu demir devler hemen sahneye girmeye başlamıştı. Çünkü sermayeci, bu yüksek ücret verdiği ve uzmanlığıyla övündüğü için kendini bir şey sanan zanaatkar işçiden kurtulma derdindeydi. Makineler, artık her yeri kaplamış, uzman işçilereyse gerek kalmamıştı. Mesela dikiş makinesi icat edildiğinde terzilerin yüzde 80’i işsiz kalmıştı. Bundan şu çıkar: Ne kadar vasıflı olduğunuzun bir önemi yoktur. Sizin işinizin önemli bir kısmını daha ucuza yapabilecek bir teknoloji gelişir gelişmez birden ücretleriniz düşmeye başlayacaktır. Örneğin 1990’larda finans kapitalin gelişmesiyle ortaya çıkan “Yuppiler” olarak bilinen kentli, eğitimli beyaz yaka olan işçi sınıfı katmanı bir süre değer görmüştür. Çünkü finans kapitalin gelişme göstermesi, para dolaşımını hızlandıracak teknolojik gelişmeler demekti. Bu da internetin yaygınlaşmasını doğurdu. İnternetle beraber hizmet sektörünün birçok kolu bu alana kaydı ve beyaz yakanın altın dönemleri (yalnızca bir süre daha) uzamış oldu. Fakat yapay zeka teknolojisi, yalnızca kafa işi yapan bu işçilerin değerini her geçen gün düşürüyor. Bu hep böyle olmuştur. Mesela 1948 Marshall yardımlarıyla birlikte Türkiye’de biçerdöver ve traktör sayısı hızlıca ivmelenmeye başlamıştır. İşte bu dönemlerde en çok demirciler ve tamirciler değer görüyordu. Çünkü traktör parçası bulmak neredeyse imkansızdı.

Tamirciler bir dönem kazandı. Fakat milyonlar köyden kente göçtü.

Kapital bize şunu öğretir: Teknoloji refah üretmek yerine, her zaman işçiye karşı kullanılmış bir silah görevi görmüştür.

Kara büyü 7: Girişimcilere (sermayeye) destek olursak istihdam artar ve yukarıdan aşağıya refah damlar

Birikim arttıkça, zorunlu olarak istihdamın artacağına dair tek bir kanıt yoktur. Birikim arttıkça istihdam azalabilir de. Endüstri Devrimi bize göstermiştir ki, sermayenin birikimi artar, fakat o birikimle kapitalist daha çok makine aldığı için beraberinde işsizlik de artar.

İstihdam edilen insan sayısı da artmıştır. Fakat ücretler düştüğü için ailedeki herkesin çalışma zorunluluğu da artmıştır. Arz ve talep, madalyonun iki yüzü değildir. Talep var diye arz olmayabilir. Arz var diye talep olmayabilir. Talep ve arz birbirine bağımlı, fakat kendi iç dinamikleri de olan bir mekanizmadır. Yani aralarında diyalektik bir ilişki vardır.

Ayrıca dünyanın en büyük arama motoru tekeli “Google” ne kadar istihdam üretiyor? Ya da Instagram? Dünyanın en zenginleri birikimlerine oranla ne kadar istihdam üretiyorlar?

Ya da farz edelim ki sermayeciler, istihdam üreten işlere yönelmiş olsunlar. Gene bu para aşağıya damlamaz. Çünkü bazı sermayeciler birleşirler, büyük anonim şirketler oluştururlar. Birikimleri büyüdükçe büyür ve eninde sonunda altta kalanların yetişemeyeceği bir noktaya gelirler.

Adam Smith’den beri bildiğimiz üzere bu sistem, tekel üretir. Tekel bir problemdir. Çünkü tekel, sermayenin belirli kişi veya gruplarda toplanmasına sebep olur. Bu kişi ve gruplarda o kadar fazla sermaye birikir ki, büyük bir kısmını harcamaları ne mümkündür ne de buna ihtiyaç duyarlar. Böylece sistem tıkanmaya başlar. Su tıkanmıştır… Yukarıdan aşağıya damlamaz olur.

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimindeki artış, istihdam üretebilir de üretmeyebilir de.

Kara büyü 8: İşçi sınıfı flulaşmıştır ve artık Marx’ın bahsettiği gibi bir işçi sınıfı yoktur

Kapital yazıldığında işçi sınıfı, yalnızca ABD, Fransa ve İngiltere’de toplumsal sahneye çıkmıştı. 1860’lardan sonra Almanya ve Japonya da onların peşinden gelmeye başlamıştı.

Dünyanın büyük bir kısmı hâlâ kapitalistleşmemişti. Ayrıca köylü sınıfı, uzun yıllar nüfus olarak ağırlıkta olan sınıf olarak kalacaktı…

Peki günümüze bakalım… Dünyanın yüzde 60’ından fazlası proleterleşmiş durumda… Köylü sınıfı bitmek üzere… Orta sınıfsa emperyalist ülkelerde yüzde 10-15 arası, yarı sömürge ülkelerdeyse yüzde 18-20 arası… Dünyanın yüzde 99’u kapitalistleşmiş durumda… Dünyada bütün sınıflar oran olarak gerilerken, proleterya sınıfı en baskın sınıf haline geldi… Dünyadaki gelir adaletsizliğine baktığımızdaysa 1980’lerden bu yana, üst yüzde 1 ile alt yüzde 50 arasındaki makas sürekli arttı… Mesela şu andaki ABD’de olan gelir adaletsizliği, 29 Buhranı dönemindeki gelir adaletsizliği ile aynı!

1980’lerden beri hem kamu işletmeleri satıldığı için, hem de sermaye giriş çıkışları kolaylaştığı için sendikaların gücü yerle bir oldu…

Sıfır saatlik sözleşme biçimleri ve deproleterleştirme, gene son 40 yıllık süreçte arttı…

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimi arttıkça, işçi sınıfı da artar. Her sermaye birikimindeki artış, beraberinde işçinin fakirleşmesini getirmeyebilir. Ama (genelde) işçi sınıfının fakirleşmesi ve sayısının artması sermaye birikimindeki artışa işarettir.

Kara Büyü 9: İşçi sınıfı muhafazakarlaştı; artık kimlik, cinsiyet vb. gibi ayrımcılıklardan doğan zulümler ve bunların özneleri daha devrimcidir

Bu kara büyüye çok uzun cevap vermek gerekebilir, başka teorilere de başvurmak, meseleyi genişletmek gerekebilir. Fakat Kapital meselenin özünü bize kanıtlamıştır.

Öncelikle proletarya, kapitalizm içerisindeki rolü gereği bir sınıftır. Proletarya, bu sınıfsal rolü gereği, kapitalist birikimin yalnızca aracı olmakta değil, aynı zamanda onun yeniden üretiminde de görev alır. (Sektörel bazda değişse de) Mesela bu ay çalıştığınızda aldığınız ücret, muhtemelen geçen yılın artı değerinden gelir. Yani aslında bu ay harcadığınız emek, bir sonraki yılın artı değeri içindir. Yani proletarya hem değer üretiminin aracı hem de yeniden üretiminin aracıdır. İşte onu ana potansiyel devrimci özne yapan şey durmadan eylem yapması, sokaklarda gösteriler düzenleyip düzenlememesiyle ilgili değil, sınıfsal konumudur. O, mevcut dünyanın yeniden üretilmesini durdurabilecek yegane sınıftır.

Sınıflı toplumlarda, sınıfların çıkarları birbiriyle çatışır. Bu yüzden bir ulus, cinsiyet vb. gibi hareketler de (Bunu dile getirmek zorunda değiller) uyguladıkları pratiklerden bu çatışmalı toplumda, belirli bir sınıfa yönelik saf tutmak zorunda kalırlar. Yani kısaca çıkarları birbiriyle zıt olan sınıflı toplumlardaki her hareket eninde sonunda bir sınıfın safında kendisini bulmak zorundadır. Bugün bu ya proletarya olacaktır ya da burjuvazi. Bu yüzden herhangi bir kimlik hareketini, edindiği veya edineceği sınıf karakterinden kopararak ele almak mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Proletarya, her iş günü, dünyanın olduğu halinin yeniden üretilmesini sağlar. Fakat her iş günü yeniden ürettiği dünyanın maddi ve kültürel zenginliklerinden biraz daha kopar.

Kara büyü 10: Sermaye ile işçi arasında devlet ara buluculuk yapabilir; sosyal adalet, kapitalizmde kalıcı ve insani bir çözümdür

Bu kara büyüye de uzun ve detaylı cevap vermek gerekebilir. Fakat işin özünü şöyle vurgulayalım: İçi bal dolu olan bir kavanozun kapağını açın ve yemek masasının tam ortasına dökmeye başlayın. Başlangıçta belirli bir bölgeye döktüğünüz için belirli bir yerde birikmeye başlar. Fakat sonrasında bal, biriktikçe etrafa yayılmaya başlayacaktır.

Dökme biçiminiz de şöyle olsun: Başlangıçta hafif hafif dökün… Sonrasında biraz daha kavanozu yukarı kaldırıp, daha yoğun dökün… En sonundaysa iyice kavanozu ters çevirip boca edin… Peki ne yaptınız şimdi? İşte bu sermaye birikiminin sürecidir. Biriktikçe yayılma eğilimindedir ve birikim süreci de hep artan oranlı olmak zorundadır.

Devletse sermaye temsilcisiyle proleter arasındaki bu ara buluculuğu yapabilecek (Ya da belirli özel koşullarda bile uzun süre sürdürebilecek) kudrete sahip değildir. Kapitalist ürettikçe üretir. Haliyle tüketildikçe tüketilmesini de ister. Tüketilmesini de sağlayacak olan devlettir.

Devlettir de… Sermayenin her birikim evresinde devletin daha çok insana bu ürünleri tükettirmesi gerekir. Ve problem üstüne problem… Tek ülkede kapitalizmde sermaye kendisine nasıl yol bulacaktır? Üstüne üstlük işçi sınıfı da devlet destekliyken ve asla taviz vermiyorken?

Kısaca sermayenin kuyruk acısı, proleterin de evlat acısı olduğu sürece dost olmaları mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalistin tek derdi artı değer oranını arttırmaktır. Bu yüzden kalıcı bir sınıf uzlaşısı mümkün değildir.

 İsmail Kuşkondu (Evrensel)



22 Ağustos 2025 Cuma

Turgut Uyar, şiir ve sınıf mücadelesi

Bre ağalar bre beyler paşalar
Yağız atlar kıraç kıraç yeri eşeler
Vuruşmaya gel gel eder köşeler
durmak değil dövüşmek çağlarıdır

“İkinci Yeni" anlatılmayan şiirden yanadır… Düşünceyi silmek, anlamı elinden geldiğince yok etmek ister… İkinci Yeni’nin anlamdan anladığı bir anlamsızlık anlamıdır. Bunu bilinçli bilinçsizlik diye de tanımlayabiliriz… İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır… Düzyazının ilkeleri olan bitim, anlam, demeç, düşün gibi ilkelere karşıdır”. Bunlar 1960 yılı ortalarında İlhan Berk’in sözleri. “İkinci Yeni bir şey anlatmaz, bir şey söylemez… Çünkü bu şiirin amacı bir şey söylemek değil, şiirin kendisini kurmaktır… Bu şiir, bir şey söylerse, söylediği rastlansaldır. Yani ozan bir düşünceyi, bir duyguyu, bir olayı anlatmak için mısra kurmaya gitmez, kelimeleri alır, onlardan mısrasını kurar.” Bu sözler de Muzaffer Erdost’a ait, 1956’da söylemiş.

O sıralarda Muzaffer Erdost İkinci Yeni’nin önde gelen kuramsal taraftarlarından, İlhan Berk ise en sivri, en acımasız uygulayıcılarından. O günden bu yana Berk’in yazdığı şiirleri, yukarda ifade ettiği görüşlerin ışığında okuyunca, şaşırtıcı bir şey yok; hep aynı ilkeler doğrultusunda yazmış. Yine o günlerde “Anlam rastlansallığa indirgenebilir” diyen Ece Ayhan için de aynı şey geçerli.

Ancak, İkinci Yeni’nin önde gelen şairleri arasında sayılan Turgut Uyar’ın şiirinin gelişimi daha ilginç, ilk bakışta belki biraz da şaşırtıcı.

Turgut Uyar ilk olarak 1949 yılında ödül kazanan “Arz-ı Hal” adlı şiiriyle ilgi çeker. Jüri üyesi Nurullah Ataç’ın özellikle övdüğü şiir Uyar’ın aynı yıl yayımlanan ilk kitabına da adını verir. “Anlamı elinden geldiğince yok etmek” şöyle dursun, tümüyle naratif olan şiir Tanrı’ya hitaben yazılmış, insanlığın halini anlatan bir arz-ı haldir (“Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni. / İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini. / Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun? / Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!…”). Dahası, vezinli ve kafiyelidir şiir : Hece vezniyle yazılmıştır ve beş kıt’anın hepsinde a, b, c, c, b, a kafiye düzeni vardır.

Arkasından 1952 yılında Türkiyem gelir. Bu kitap da birincisinin özeliklerini sürdürür. Pek suya sabuna dokunmayan, memleket sevgisi, aşk ve avarelik şiirlerinden oluşur. Önemli ölçüde Orhan Veli etkisi (“Sevdalı olmalı, hovarda olmalıyım / Sebatsız kuşlara benzer. / Bir Kayseri’de, İstanbul’da / Bir yıldızlarda olmalıyım”. Veya “Ben sana kürk alamam doğrusu / Güzel bileklerine bilezik alamam. / Bir kap yemek, bir elbise. / Öyle bir tad var ki fakirliğimizde / Başka hiçbir şeyde bulamam”…), biraz da Cahit Külebi etkisi sezilir (“Şimdi katar katar trenler Anadolu’da / Bahardan bahara dolaşmaktadır. / Biri Sivas’tan kalkar, biri Malatya’ya varır. / Gurbetçiler Ardahan’dan Posof’tan / Yayan yapıldak dağları aşmaktadır.” veya “Tezek kokuları gelir uzak köylerden / Bulutlar bir geçer, bir geçmez / Kantar köprü vefakar ve çileli / Sürmelim aman, / Dağlar başında eyleşir”…).

Türkiyem‘deki şiirlerin her biri özenli bir bütünlük oluşturur, bir şey söyler, bir şey anlatır. Kitabın önsözünde Nurullah Ataç’ın dediği gibi, “şiir bir akıl işidir de onun için. Şair öyle kendini duygularına bırakamaz, düşünerek, neye varacağını bilerek çalışır, ölçer, tartar da her her mısraını öyle yazar”.

Derken, 1950’lerin ortalarında İkinci Yeni patlak verir, Muzaffer Erdost Pazar Postası‘nda “Bir şey söylemeyen şiir” adlı yazısını yazar ve şiirde yıllarca sürecek bir hokkabazlık dönemi başlar. Ve Arz-ı Hal ile Türkiyem şairi Turgut Uyar şöyle şiirler yazmaya başlar:

“Ey yorgun atlar, sayı bilmeyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün kişilerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip bugün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara”

veya

“Bir Arabistan ve karşılıksız bir çek
Bir para ile dengesi
korkunun sonsuz gelgiti kanında
külotlar, korseler ve adamlar…”

Ne “anlatılan”, “söylenen” bir şey kalmıştır artık, ne vezin, ne kafiye. Gerçi Turgut Uyar düzyazılarında, soruşturmalara verdiği cevaplarda ve mülakatlarda Berk ve Erdost kadar aşırı görüşler ileri sürmez, aksine şiirde “düşüncenin, anlamın değerini yitirmeyeceğine” inandığını ifade eder. Dahası, İkinci Yeni’yi eleştirmeye başlayan ilk İkinci Yeni’cilerden biri olur; 1960’ta söyle der: “Bu yıl içinde bazı ozanlarımızın birim olarak kelimeye, bir yaşantıya bağlı olmayan, görüntüye fazlaca yaslanmasından ötürü, şiirlerini korkulu bir oyun durumuna, bir büyük boşluğun kıyısına getirdiklerini yahut getirmek üzere olduklarını gördük… kelimeye bu kadar güvenmek, bağlanmak, ister istemez ‘görüntü yapma’ gayreti, özentisi, hatta hastalığı olarak sonuçlanmaktadır”. Buna rağmen, Turgut Uyar 1950’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına kadar yukarda verdiğim örnekler türünden şiirler yazar; adı İkinci Yeni’nin başlıca şairleri arasında anılır.

Yukardaki örneklerin alındığı 1962 tarihli Tütünler Islak‘tan 1974 tarihli Toplandılar‘a atladığında, Uyar’ın şiirinin tanınmayacak ölçüde değişmiş olduğu görülür. “70-73” altbaşlıklı bu kitaptaki şiirler Türkiye’de o yıllarda yaşanan çalkantılı toplumsal olayların, keskinleşen sınıf mücadelesinin ve nihayet 1971 darbesinin yarattığı vahşet ve yenilginin yağında kavrulmuş şiirlerdir. “Küçük keşişler” , “külotlar, korseler” gibi zırvalıklar gitmiş, bunların yerini “geleceğin sevgisi”, bu gelecek için mücadele edenler, generaller, ölüm ve direnenler almıştır.

Kitabın en güzel şiiri (ve Toplandılar adının kaynağı) olan “Kıştan Kalan Soğukluk” özelikle incelenmeye değer.

“Yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı”

dizeleriyle başlayan şiir, şöyle biter:

“yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
suyumuz bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler”

Sözü edilen kış kuşkusuz 1971-72 kışı, 12 Mart 1971 darbesinin arkasından gelen kış. Askeri cuntanın sosyalistlere, örgütlü işçi sınıfına, aydınlara ve her türlü muhalefete kan kusturduğu, binlerce kişinin tutuklanıp işkence gördüğü kış. “Öldürülen çocuklar” Kızıldere’de basılarak öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşları ile 6 mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları.

Bütün bunlar karşısında, Uyar’ın tepkisi şu :

“kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye.”

Ülkede olup bitenlerin dışında değildir Uyar, tarafsız değildir. Kitlelerden, direnenlerden yanadır :

“sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silâh kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
– sana onu da öğretirim –
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken

(…)

beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur”

Kalabalıklarla birlik durduğu içindir ki Uyar sadece “şimdilik” hüzünlenmektedir. Hüznün yanında umut da vardır :

“çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde”

Kitaptaki bütün şiirler tekrar tekrar yukarıda vurguladığım temaları işler. Bir yandan, ülkedeki olaylar karşısında duyulan hüzün ve öfke (“hem insan ne kadar taşıyabilir şuncacık yüreğinde / bunca gemiler bunca trenler gazeteler / oradan oraya taşırken en kötü haberleri” veya “saatler sabahı çalar bazı kentlerde / bir baltanın pırıltısı karışır suyun sesine / ve hüznü kine dönüştürür elleri ustalıkla / yepyeni bir dirim hızında”), bir yandan da yazının başına aldığım dörtlükte ifadesini bulan mücadele isteği ve direnme azmi (“ben şimdi diyorum ki / buna inanmak gerek / bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek devam etmek adına” veya “niyetim bin yıl direnmektir bu halimde bile”).

Turgut Uyar 10-15 yıl boyunca İkinci Yeni’nin önde gelen şairlerinden biriyken, 1974’te Toplandılar‘ı nasıl yazabilir? Doğru, 1970’lere gelindiğinde İkinci Yeni bir akım olarak tükenmiştir, ama birçok şair aynı hat üzerinde devam etmektedir. Uyar’ın şiiri ise (Edip Cansever’inki gibi) değişmiştir artık. Bu değişikliğin nedenini şiir tarihinde değil, Türkiye’nin tarihinde aramak gerek.

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi Türkiye’de de 1968 yılı ve daha genel olarak 1960’lar bir dönüm noktasıdır. İkinci Dünya Savaşını izleyen 20-25 yıl boyunca dünya ekonomisi akıllar durdurucu bir hızla büyür, tarihin en çarpıcı ekonomik gelişmesi yaşanır. Bir avuç Marksist dışında, teorisyenler kapitalizmin artık krizlerini aştığını, sonsuz bir büyüme ve refah döneminin açıldığını yazar. Derken, 1960’larda, tam da Marksistlerin öngördüğü gibi, sistem tekrar tıkanmaya başlar. Yirmi yıldır bir yeraltı nehri gibi gözlerden uzak durmuş olan sınıf mücadelesi yeniden yerüstüne çıkar. Öğrenci hareketlerinin ateşlediği fitilin ardından işçi sınıfı tarih sahnesine çıkar. Fransa’da 10 milyon işçi tarihin en büyük genel grevini gerçekleştirirken, Vietnam’dan Çekoslovakya’ya, Amerika’dan Türkiye’ye keskin mücadeleler patlak verir.

Türkiye’de gelişmeler birbirini izler: 1961’de Türkiye İşçi Partisi kurulur, 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu kurulur; bir yandan Kavel, Paşabahçe, Demir Döküm gibi epik grevler yaşanırken, bir yandan da öğrenci hareketi giderek radikalleşir, silâhlı örgütler doğurur. Nihayet, 15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfı tümüyle siyasi bir talep için (DİSK’i kapatma çabalarına karşı) sokaklara dökülür, iki gün boyunca İstanbul’u işgal eder. Dizginleri elinden kaçırmak üzere olan egemen sınıfın tepkisi artık alışageldiğimiz tepki olur: 12 Mart darbesi ve acımasız bir baskı.

Böyle günlerde Türkiye’de değil de Merih’te yaşarmış gibi şiir yazmak mümkün müdür? Mümkündür elbette, aralarında İkinci Yeni’nin önde gelen bazı şairleri de olmak üzere birçok şair öyle yazmışlardır. Ancak, İkinci Yeni’nin iyi şairleri bir yerden sonra artık Merih’te yaşarmış gibi, dünyada olup bitenin dışındaymışlar gibi şiir yazmayı bırakırlar. Turgut Uyar’ın sözleriyle “yaşantıya bağlı olmayan görüntülere yaslanan” , “bir büyük boşluğun kıyısında” yazamazlar artık. Yaşantı gelip kendini dayatmıştır çünkü. İkinci Yeni’nin büyük şairleri Turgut Uyar’la Edip Cansever, yaşantıyı kaale alırlar; bir yandan yaşantının içindedirler (Cansever TİP üyesi olur), bir yandan da yaşantı şiirlerine yansır. İkinci Yeni’nin tükenmesi şiirin içsel bir olgusu değildir, yükselen sınıf mücadelesi öldürmüştür İkinci Yeni’yi.

Sanırım günümüzde de yaşantıya bağlı olmayan şiirler yazan şairleri İkinci Yeni’ninkine benzer bir akibet bekliyor. Türk-İş gibi ılımlı bir sendikanın genel grev yaptığı bugünler eğer daha keskin sınıf mücadelelerini getiriyorsa, neslimin şairleri şöyle bir seçenekle karşı karşıya kalacak: Ya yaşamdan kaynaklanan şiirler yazmaya başlayacaklar, ya da yaşantı onları silip geçecek, unutturacak.

"Roni Margulies’in Adam Sanat dergisinin 120. sayısında, Kasım 1995’te yayımlanan Uyar’la ilgili makalesi "

MARKSIST.ORG              


5 Mart 2025 Çarşamba

Kızıl Rosa


Emeği Geçenler :
Yazar  :Kate Evans
Çevirmen  :Devrim Kılıçer
Hazırlayan  :Süreyya Karacabey

"Vardım, Varım, Varolacağım!"
Rosa Luxemburg



Rosa Luxemburg politik solun ve devrimci sosyalist düşünce evreninin önde gelen eyleyicilerinden biridir.

Rosa bir düşünürden daha fazlasıydı, çünkü tarih ve burjuvazi karşısında devrimci bir ayıraçla konumlandırdı kendini. Kadınların muhalif dünyadaki kararlılıkları ve mücadeleleri bizzat onun sesinden işitildi.

Mücadeleci, açık sözlü, uzlaşmaz, yetenekli, üretkendir... Mahkemelerde yargılanan değil, yargılayandır... Birçok devrimci gibi kaç kere tutuklandıysa da hapishaneler "ödünsüz devrimciliğini"(Troçki ) engelleyememiştir. Yeni bir dünya kurma coşkusunu hiç yitirmeyen coşkulu bir kadındır Rosa... Görev insanıdır.

Rosa, O bütün dünya solunun ve devrimcilerinin yoldaşı, aşkı olarak kalacak ve elbette bütün dünya devrimcilerinin ortak hafızasını temsil edecek daima.

1919'da devlet görevlileri tarafından katledilişinden sonra Rosa, varlığından hiçbir şey kaybetmedi: Devlet ve zenginler, savaş çığırtkanları ve milliyetçiler, din, güç ve ırk düşkünleri, cinsiyet yücelticiler ona hala düşman ve onun fikirlerini hala tehdit olarak görüyorlar. Devrimciler ve ezilenler onunla hala aynı fikirdeler, onun fikirleri hala dünya devrimcilerinin gökkuşağı. Onun fikirleri ve hayatı, dünya devrimcileri için hala mücadeleci bir ekosistem koruması yaratıyor o ekosistemde huzur veren koruyucu bir meşe ağacı. Devrimciler için Rosa hala "yükseklerde uçan mücadeleci bir kartal"(Lenin).

Rosa'nın fikirleri ve etkileyici olduğu kadar ilham verici olan yaşam öyküsü, Kate Evans'ın harika çizgileri ve anlatısı sayesinde okurun dünyasına açılıyor.

Rosa'nın özel hayatını, yoldaşlığını, mücadelesini-devrimciliğini, hapishaneleri, devletin vahşetini ve işkencelerini Rosa'nın yoldaşları ve izleyicileri olan mücadeleci Kürt-Türk-Laz... Kısaca bu coğrafyanın kadınlarından daha iyi kim bilebilir ki?..

27 Şubat 2025 Perşembe

Sevim Belli'nin Arkasından

Türkiye sosyalizminin anıtlaşmış bir şahsiyetine, Sevim Belli’ye veda ediyoruz. Her ölüm, o hayattan güç alanlar için yeterince trajiktir. Ama onu toprağa verirken içimizin sızlaması yalnızca bu, davaya sadakat anıtının geri gelmemecesine aramızdan ayrılmasından değil, Sevim Belli’nin son ferdi olduğu sosyalist hareketimizin çok özel bir kuşağının da onun gidişiyle mutlak olarak “ebediyete intikal” edecek olmasından…
Sevim Belli, aramızdan ayrılana kadar, “eski sosyalistler” kuşağının yaşayan sonuncu halkasıydı. “Eski sosyalistler” tek parti devrinde de, Demokrat Parti devrinde de, toplumsal ve entelektüel yaşamın kıyısına itilmeye direne direne sosyalist teoriyi yüksekte tutarak; sosyalist politikayı işçilere taşımak uğruna polis takibine, falakalı işkencelere, hücre hapislerine göğüs gererek; cezaevlerinde olmadıkları tüm zamanlarda fikri maddesiyle buluşturmak için yeni yordamlar, siyasi polisi atlatmak için yeni yöntemler icat ederek daima işçilere ve gençliğe ulaşma gayretini sürdüre gelen 1910-20 doğumlu devrimcilerdi. Onlar, 1960’larda Türkiye’nin üzerindeki deli gömleği bir nebze yırtılır yırtılmaz buluşacakları 1968’liler için de, siyasi polis ve istihbarat için de, anti-komünist basın için de “önemli”ydiler.
Bu önemin kaynağında 1930’ların sonlarından 1950’lerin sonlarına kadar süren çok ağır baskı koşullarında bir yandan Marksist teoriye sıkı sıkıya sarılırken öte yandan fikri kitlelere taşımak gayretinden de asla caymayan sebatkarlıkları ve örgütlerini hayatları pahasına savunurken işkencecilerinin bile saygı duymaksızın edemeyecekleri yüksek ahlaki ilkelere bağlı kalışları vardı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Sevim Belli, Şevki Akşit, Nuran Akşit, Rasih Nuri İleri ve diğerleri, 1960’larda gürül gürül akmaya başlayan siyasal düşünce ve yazın alanından aydınlara, öğrencilere, işçi önderlerine ulaşarak geniş bir parlamento dışı demokratik mücadele platformu inşasına ön ayak olma çabalarının başını çekerken Marksist düşünce kaynaklarının yeni kuşaklara ulaştırılmasında da istisnai bir rol oynadılar. Denebilir ki, onların sistematik çabaları olmasa, Türkiye sosyalist hareketi devrimci teoriye çok daha kısmi ve iğreti bir biçimde ve çok daha gecikerek ulaşmış olurdu. Sevim Belli, bu kuşağın ve bu özel insan topluluğunun, sosyal ve politik hayatta en öne çıkan bir üyesi olmayabilirdi ama, bu başına gelmedikçe önde olmayı şu kadar olsun önemsemediğini, kendisini Marksist düşünüşün baş yapıtlarını gençliğe ve aydınlara taşımakla görevli saydığını okumaya vakit ayıranlar bilir.
Geriye dönüp baktığımızda pek çok Marksist düşünce kaynağının ve Marksizmin üzerinde yükseldiği entelektüel mirasın genç kuşaklara onun çevirileriyle ulaştığını görebiliriz: Marx ve Engels’in yapıtları Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Alman İdeolojisi, Fransa'da Sınıf Savaşımları, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Ücretli Emek ve Sermaye, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı; Lenin’in felsefi metinleri, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sosyalizm ve Anarşizm; Charles Darwin’in Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyişi, İbni Haldun’un Mukaddimesi hemen akla gelenler…

Sevim Belli’yi Mihri Belli’den ayrı düşünmek pek güç de olsa, henüz 20’lerinin başlarındaki devrimciler bile ikisinin başlı başına birer şahsiyet olduğunu ilk bakışta sezebilirdi. Tanımayanlar, Türkiye’nin en uzun ömürlü devrimcilerinden biri olmasına bakarak Sevim Belli’nin kişiliğinin baskın bir biçimde 1950’lerin, 1960’ların havasını barındırdığını düşünmeye eğilimli olabilirler. Oysa Sevim Belli, devrimci karakterinin kaçınılmaz bir yansısı olarak yüzü Kürtlere, kadınlara, gençlere dönük yaşayışının her dem taze tuttuğu bir insandı. 1990’lar sonrasının tüm yeniden kuruluş süreçlerinde sorumlu roller üstlendi. Zamanın izini en çok Sevim Belli’nin bakışlarında görebilirdiniz -ama yaşam yorgunluğunun değil, görmüş geçirmişliğin yansısı olarak.
“Eski sosyalistler” bu dünyadan şanla şerefle geçtiler, Sevim Belli’nin en sona kalmasını bu kuşağımızın çektiği bunca zahmete doğanın verdiği bir ödül olarak düşünmek de mümkün. Hiçbir “sertlik” gösterisi eski sosyalistlerin kapitalizme ve zulme meydan okuyuşunu, Sevim Belli’nin bütün fotoğraflarında dudağının kenarına yerleşiveren o hafif müstehzi ifadeden daha “sertçe” özetleyemez. Hiçbir görüntü, kuşağının öz saygısını ve ait olduğu yüksek ahlaki değerler evrenini Sevim Belli’den intikal eden zarafetten daha güzel bir surete büründürerek temsil edemez.
Geride bıraktıkları bu büyük mirası hak etmek, sonraki kuşaklarımız için büyük bir sorumluluk sınavı olacak.

Sevim Belli’nin adı ve eseri devrim ve sosyalizm mücadelemizdeki müstesna yerinde yaşamaya devam edecek. 

Ertuğrul Kürkçü

28 Ocak 2025 Salı

McCarthy Dönemi

ABD’de Cadı Avı




McCarthy Dönemi, 1950’lerin başında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan bir siyasi süreç olarak bilinir. Bu dönem, senatör Joseph McCarthy’nin öncülük ettiği komünizm karşıtı bir kampanya ve cadı avı olarak adlandırılan bir dönemi içerir.

McCarthy, komünist etkileri ve casusluğu halk arasında büyük bir tehlike olarak lanse ederek, Hollywood’dan devlete birçok alanda yer alan kişilerin komünist faaliyetlerle ilişkilendirilmesine yol açtı.



McCarthy Dönemi’nin belirgin özellikleri:

Komünizm Karşıtı Kampanya: Joseph McCarthy, 1950’de Wisconsin Senatörü olarak göreve geldi. 1950’lerin başında, ülkenin içinde ve dışında komünist casusluğun arttığına dair endişeler büyüdü. McCarthy, komünistlerin ve komünist etkilere sahip kişilerin hükümet, ordue ve eğitim alanında yer aldığı iddialarıyla dikkat çekti.

Cadı Avı: McCarthy, komünizmle suçlanan kişilerin halk arasında cadılar gibi kovalandığı bir atmosfer yarattı. McCarthy ve destekçileri, ünlü kişileri, sanatçıları, yazarları ve diğerleri gibi birçok kişiyi komünist eğilimleri veya sempatileri nedeniyle suçladı. Bu suçlamalar, çoğu zaman somut delillere dayanmıyordu.

Hollywood on: Hollywood’da, sinema endüstrisinde çalışan birçok kişi McCarthy’nin cadı avı kampanyasından etkilendi. “Hollywood On” olarak da bilinen bu dönemde, birçok senarist, yönetmen ve aktör komünist bağlantıları veya sempatileri nedeniyle suçlandı ve kara listelere alındı. Bu, birçok kişinin kariyerlerinin sona ermesine veya zorlaşmasına neden oldu.

Joseph Welch Duruşması: McCarthy’nin popülaritesi ve itibarı, 1954 yılında Joseph Welch adlı bir avukatın “Siz, Sayın Senatör, ne zaman utanacaksınız?” sözleriyle gerilemeye başladı. Bu sözler, McCarthy’nin taktiklerinin ve suçlamalarının ahlaki açıdan sorgulanmasını başlattı.

McCarthy’nin Düşüşü: Joseph Welch’in sözleri ve medyanın McCarthy’yi sorgulaması sonucunda, McCarthy Dönemi’nde yaşanan cadı avı atmosferi yavaşladı. 1954 yılında, McCarthy’nin Senato’da yaptığı soruşturma ve ifşa çalışmaları sona erdi.

Sonuç olarak, McCarthy Dönemi, Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasi korku ikliminin yoğunlaştığı bir dönemi temsil eder. McCarthy’nin komünizmle suçladığı birçok kişi, suçsuz oldukları halde kariyer ve itibar kaybına uğradılar. Bu dönem, Amerika’nın iç politika tarihinde önemli bir yer tutar ve demokrasi ve ifade özgürlüğü konularında derin düşündürücü dersler sunar.





Foto Walt Disney:
McCarthy dönemi komitesine komünist olduğundan şüphelendiği çalışanlarının adlarını verdi. Disney’in 26 yıl boyunca çevresindeki yönetmenler, yazarlar ve oyuncular hakkında FBI’a muhbirlik yaptığı biliniyor.

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus