Translate

22 Ocak 2024 Pazartesi

Özerklik Nedir? (Demokratik ve Yerel Özerklik)

Özerkliğin Anlamı ve Kapsamı

Özerklik, sözcük anlamı itibariyle, yönetim açısından dış baskılardan ve denetimlerden bağımsız olma halini tanımlar. "Muhtariyet" olarak da bilinen sözcüğün bir diğer adı "otonomi"dir. Bir yerel topluluk, yerel nitelikteki işlerini kendi iradesiyle, kendi kendine ve kendi organları ile yapıyorsa ve tüm bunları yapabilmesine olanak sağlayan kaynakları mevcutsa özerktir. Yani, özerklik, kısaca kendi kendine yetme ve yönetimde serbest olma durumudur. Özerklik, dokunulmazlık anlamına gelmez. Aynı şekilde, bağımsız olmak demek de değildir. Özerkliğin sınırları ve çerçevesini anayasa ve yasalar belirler. Eğer, yasaların olumsuz şekilde yorumlandığı, ülke çıkarlarıyla uyuşmayan kararların alındığı ve bu kararların uygulandığı bir ortam varsa, bu ortamı oluşturan topluluk özerklik kavramının niteliklerine ters düşüyor demektir. Özerkliğin asli amacı, hizmettir. Verilen hizmetlerin daha iyi yürütülmesi hedeflendiği için özerklik uygulanır. 

Özerklik, yasalarla belirlenmiş çerçeve içinde kaldığı müddetçe, idarelerin kendi faaliyetlerine hakim olacakları kuralları, kendi seçtikleri organlar vasıtasıyla koymaya hak ve yetki sahibi olmasıdır. Bir başka tanıma göre ise, özerklik, yerel yönetimlerin yasalarla belirlenmiş sınırların içinde kalarak, yerel işlerini kendi sorumlulukları ile ve kendi seçilmiş organları ile yerel halkın faydasına ve çıkarlarına uygun olarak düzenleme, belirleme ve yönetme hakkı ile imkanıdır.

Özerklik, yerel yönetimlere daha fazla hareket alanı ve hürlüğü verir. Bu sayede, yerel yönetimler yerel hizmetlerini kendileri planlayıp iç örgütlenmelerini kendileri tamamlarlar. Özerkliğin en dış çerçevesini belirleyen anayasa ve yasalar, kimi zaman özerkliğin kısıtlanmasına ve yok edilmesine de yol açabilir. Bu yüzden, özerklik bir ülkenin anayasasında çok net biçimde tanımlanmış olmalıdır. Günümüzde, özerkliğin yaygın olarak uygulandığı pek çok ülke vardır. 

Özerkliğin üç temel amacı bulunur. Bu amaçlar:

  • Yerel birimlerde gittikçe artan, hizmetle ilgili talepleri karşılamak için yerel yönetime yetki vermek ve ona esneklik sağlamak.
  • Yerel yönetimlerin, kendi koşullarına ve ihtiyaçlarına en uygun yönetim yapısını kendilerinin belirleme hakkına sahip olmaları.
  • Yerel yönetimi, merkezi yönetimin müdahalelerinden korumak. Kendi halkını daha iyi tanıyan yerel yönetimin, yeni oluşan ihtiyaçlar ve hizmetler için kendi kendine aksiyon almasını sağlayarak, merkezi yönetimi sürekli olarak talep ve baskıya muhatap etmemek.

Özerkliğin iki anlamının olduğu kabul edilir. Böylece, yerel ve demokratik özerkliğin de iki farklı yönü ortaya çıkmış olur. 

İlki, yerel yönetimlerin tüzel kişiliklerinin özerkliğidir. Bu tip yerel özerklik, yerel yönetimin organlarının merkez yönetimle ilişkilerini ilgilendiren tiptir. Burada, yerel yönetimin merkezi yönetimden tamamen bağımsız olması beklenmez. Önemli olan, görevlerini, merkezi yönetim müdahale etmeden kendi imkanları dahilinde yapmalarıdır. Bu tip özerklik şu sonuçları beraberinde getirir:

  • Merkezi yönetim ile yerel yönetimin birbirinden ayrı iş ve işlevlerinin olması.
  • Yerel yönetimlerin maddi imkanlarının kuvvetlendirilmesi, bununla ilgili önlemlerin alınması.
  • Merkezi yönetimin, yerel yönetim üzerindeki denetiminin sınırlanması.

İkincisi ise, ilgili bölgede bulunan yerel halkın özerkliğidir. Burada, yerel yönetimin halkla ilişkisi konu alınır. Seçilmiş yerel yönetim organları, halkı layıkıyla temsil edebilmeyi önemser. O yüzden, bu yerel özerlikte, halkı temsil edebilecek kişilerin seçilmesine olanak tanıyan bir seçim ortamı sağlanmalıdır. Bu çeşit özerkliğin nitelikleri ise şöyledir:

  • Yerel yönetimlerin hakim olduğu birimlerde, yapılacak etkinliklerin yerel organlar tarafından belirlenmesi.
  • Yerel yönetimlerin, merkezi yönetimler tarafından değil, ilgili yerel birimi oluşturmuş halklar tarafından denetlenmesi.

Özerklik kavramı, Batı Avrupa'nın feodalizmden kapitalizme geçişi aşamasında ortaya çıkmış bir ilkedir. Bu değişim gerçekleşirken, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yapıların gelişmesine yardımcı olan, demokrasinin ve onun getirdiği düzenin uygulanabilmesine olanak sağlayan bir kurum olarak dikkat çekmiştir. Modern devlet yapısında, merkezi yönetimler ve yerel yönetimler ahenk içerisindedir ve ayrıca yerel yönetimlerin anayasada belirlenmiş ve tanımlanmış bir özerklik alanı vardır. Bu kavram, günümüzde kazandığı ekstra önem nedeniyle, çoğulcu demokrasinin egemen olduğu toplumlarda daha çok karşımıza çıkar. 

Özerklik kavramı hem genel çerçevesiyle, hem de yerel ve demokratik özerklik alt başlıkları ile 1960'lı yıllardan beri başta Avrupa'da olmak üzere tüm dünyada tartışılmaktadır. Özellikle 1990'lı yıllarda, hakkında sayısız akademik çalışma yapılarak Avrupa'da entegrasyonu hız kazanmış ve ulus-devletler yavaş yavaş geri plana çekilmeye başlamıştır.

1985'te imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 

Demokratik Özerklik Nedir?

Demokratik özerklik, bir devletin içinde, siyasal egemenlik yetkilerinin değil ancak yönetim yetki ve görevlerinin bir kısmının yerel seçimle iş başına gelmiş temsili yapılara devir olma durumudur. Ülke bütünlüğü dahilinde, halkın yerel yönetimde söz ve karar sahibi olması demektir. Bu görev icra edilirken, yerel halk kendi farklılıklarını da özgürce ifade edebilecektir. 

Demokratik özerklik, tüm yerel halkın, etnik kimlikleri, inançları ve yaşam biçimleri önemsenmeksizin baskı altında olmadan, kendilerini özgürce ifade edebildiği, hizmetin eşit şekilde dağıtılabildiği ve halkın yönetime katılabildiği adil bir toplumu amaçlar.

Demokratik özerkliğin hayata geçmesi ve devam ettirilebilmesi için anayasada tanımlanması ve yasalar tarafından güvence altına alınması şarttır. Bununla birlikte, hem siyasi hem de idari yapılanmada reform gerektirir. Bu idari modele göre, birbiriyle yoğun şekilde sosyo-kültürel ilişkilerde ve ekonomik münasebette olan komşu illeri ihtiva eden, yapı anlamında seçilerek görev başına gelmiş il genel meclislerine benzeyen, ademi merkeziyetçi nitelikte bölgesel meclisler kurulur. 

Demokratik özerkliğin çerçevesi aşağıdaki şekilde belirlenir:

  • Bir ülkenin siyasi ve idari yapılarında demokratikleşmeyi sağlamak birincil amaçtır. Bu nedenle köklü bir reformdan söz eder.
  • Devlet sistemini değiştirerek sorun çözmeyi değil, toplumun öz yeterliliğini esas alarak sorun çözmeyi baz alır.
  • Bir devletin sorunlarının çözümü için geliştirilecek yöntemlerde, yerel halkı ve yönetimi güçlendirmeyi, halkı söz sahibi kılmayı ve onların kendilerini ilgilendiren kararları kendilerinin alabilmesini esas alır.
  • Halkın karar alma mekanizmaları ile süreçlerine dahil olması için demokratik katılımı esas alır ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini baz alır.
  • Yalnızca etnik temelli ve toprağı baz alan özerklik anlayışını değil, kültürel farklılıkların hür biçimde ifade edilebildiği bölgesel ve lokal yapılanmayı savunur.
  • Bayrak, resmi dil gibi tüm ülkeyi ilgilendiren ana unsurları hala geçerli görür. Bununla birlikte, özerk bölgelerin kendi dil ve sembollerinin ifadesini de özgür kılar ve bunun demokratik öz yönetimin oluşması için gerekli olduğunu düşünür.
  • Demokratik özerk yönetimler, bölge meclisi şeklinde örgütlenir ve meclislerde görev ve sorumluluk alan kimseler bölge meclis temsilcisi olarak adlandırılır. Meclisler, hem meclis başkanını, hem de görevli oldukları alandaki işleri yürütecek yürütme kurulunu seçer. Bu kurulun üyelerinin ve başkanın meclisin aldığı kararların uygulanmasında sorumlu olması beklenir.
  • Bölgelerin hepsi, o bölgenin özel ismini ya da bölge meclisinin yetki ve sorumluluk sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılır.
  • Demokratik özerkliğe göre, illerin valileri, merkezi yönetimin aldığı kararlarla birlikte, bölge yürütme kurulunun aldığı kararları da uygular. Bakanlıklara bağlı taşra teşkilatlarının da aynı şekilde işlemesi beklenir. İl genel meclisleri, belediyeler, muhtarlıklar ve benzeri idari yapılar yine varlıklarını sürdüreceklerdir.
"

⥅Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı

Yerel özerklik olgusu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın 3. maddesinin 1. fıkrasında şu şekilde açıklanmıştır: "Yerel makamların, yasalarla belirlenmiş sınırların içinde, kamu işlerinin mühim bir kısmını kendi sorumlulukları içinde ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönete hak ve yetkisine sahip olmalarıdır." Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise, bu hakkın, direkt, eşit, adil ve genel oya dayanan bir gizli seçim sonucun göre, serbest şekilde seçilen üyelerden oluşmuş ve kendilerine karşı sorumlu olan yürütme organlarına sahip olan meclisler ya da kurul toplantıları tarafından kullanılabileceği belirtilmiştir. 
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın tanıdığı yerel özerklik ilkesi, yerel yönetimlerin kendi  ana kurallarını koyma, kendi lokal işlerini istedikleri ve belirledikleri gibi idare etme, merkezi yönetimin yerel işlere karışmasını engelleme, kendi yerel kaynaklarını oluşturma ve yerel birlik üyelerinin genel refahı ve mutluluğuna fayda sağlama hak ve yetkisini kullanmasını içerir.  Yerel özerkliğin sağlanması ve gerçekleşebilmesi için, alınacak kararlara, bu kararları alacak ve uygulayacak organlara ve maddi imkanlara dair bazı şart ve koşulların mevcut olması gerekir. Bu koşullara göre, ancak aşağıdaki durumlarda özerklikten söz edilebilir:

  • Yerel yönetimler karar alacakları zaman, üst makamların izin veya onay vermesini beklemeden, onlara bağlı olmadan hareket edebiliyorlarsa,
  • Yerel yönetimlerin görevli ekibi, merkezi yönetimin etkisinden uzakta kurulabiliyor ve onların tesirinde çalışmıyorsa,
  • Merkezi yönetimin, yerel yönetim ekibini görevden almak, kendi iradesiyle atamak gibi yetkileri yoksa,
  • Yerel yönetimin organları seçilerek göreve geliyorsa,
  • Yerel yönetim, yetkilerini, sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirebilmek için kafi miktarda maddi imkanlara sahipse.

Eğer yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin ön iznini veyahut onayını istiyorsa, bu izin ve onaylar olmadan karar alamıyor veya uygulayamıyorsa, ekiplerinin üzerinde merkezi yönetim tarafından kurulmuş bir baskı mevcutsa, maddi imkanları zayıfsa veya merkezi yönetime bağlı durumdaysa, yerel yönetimlerin özerkliğinden söz edilemez. 

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na göre, yerel yönetimlere aşağıdaki nedenler dolayısıyla önem verilir. Ayrıca, onların geliştirilmesi için uygulanması gereken kurallar ve özerkliğin sağlanması aşamasında dikkat edilmesi gereken faktörler vardır. Tüm bu maddeler şu şekilde sıralanabilir:

  • Yerel yönetimler doğrudan halka dayanırlar. Bu nedenle demokratik rejimin dayanağı ve temeli niteliğindedirler.
  • Vatandaşların kamu işlerinin belirlenmesinde ve idaresinde katkı sunmalarını sağlar. Bu eylemi direkt olarak yapabildikleri yer yerel yönetimlerdir.
  • Yerel yönetimler daha fazla yetki ve sorumluluk sayesinde vatandaşlara daha aktif ve etkili biçimde hizmet sunabilirler. Ayrıca vatandaşlara daha yakın bir yönetim sağlarlar.
  • Yerel yönetimlerin yargı yoluna başvurma hakkında kısıtlama yaşamamalıdır.
  • Yerel yönetimlerin karar alma mekanizmaları özgürce yapılacak seçimler sonucu belirlenmelidir.
  • Yerel yönetimler görev ve sorumluluklarını yerine getirirlerken, merkezi yönetim onlara minimum düzeyde müdahalede bulunmalıdır.
  • Yerel yönetimlerde yapılacak denetimlerde yasaya uygunluk esas alınmalıdır.
  • Yerel yönetimler, görev ve sorumluluklarıyla orantılı olacak bir gelir sahibi olmalıdır. 

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 15 Ekim 1985'te sözleşme olarak imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yürürlüğe girmesi amacıyla gerekli olan koşulların yerine getirilmesinden sonra, 1 Eylül 1988 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. 

Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı 21 Kasım 1988 tarihinde imzalamıştır. 1991 senesinde ise 3723 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylanmasına karar verilerek, 1992 yılında 92/3398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır. Bu onay Resmi Gazete'de 3 Ekim 1992'de duyurulmuştur. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın yürürlük tarihini 1 Nisan 1993 olarak belirlemiştir. Ayrıca, bazı hükümlerini benimsemiş, yedi tane hükmüne ise çekince koymuştur.

Hakan Kutluay - www.makaleler.com/ozerklik-nedir

21 Ocak 2024 Pazar

Liberalizm efsanesi



Sosyalistler bir yandan özgürlükler için gerekirse liberallerle de yan yana gelerek mücadele eder, bir yandan da somut bir gerçeklik olan neoliberalizmin yıkımına karşı mücadele ederler çünkü kapitalizme karşı mücadele somut bir mücadeledir.


Son yıllarda liberalizm, sol içinde bütün bağlamından soyutlanarak hakaret yerine kullanılan bir sözcük hâline geldi. Eskiden her beğenmediğine faşist demek modaydı, şimdi bunun yanına bir de liberal eklendi.

Saf Kemalistlerden, utangaç Kemalist ulusal solculara kadar bu sözcüğü kullanma alanı konusunda geniş bir uzlaşı var: Darbeye karşı mücadele ediyor, statükonun gerilemesinden yana tavır alıyor, Kürt halkına, başörtüsüne özgürlük talep ediyorsanız liberalsiniz. Oysa ne liberalizm onların tariflediği gibi bir şey, ne de Marksistler liberalizme karşı böyle mücadele ederler.

Liberalizm nedir?
Liberalizm, Aydınlanma sürecinde ortaya çıkmış en önemli düşünsel ve siyasal akımlardan bir tanesidir. Liberalizmin temelini oluşturan düşünürlerden birisi olarak John Locke anılabilir. İngiliz filozof Locke’a göre devlet bireylerin gönüllü bir toplumsal sözleşmeyle oluşturduğu bir yapıdır. Burada liberalizmin çok temel bir varsayımını görmek mümkündür, liberalizm bireyleri tek tek çıkarları etrafında ele alan ve toplumsal süreçleri bireyler arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak gören bir düşünce biçimidir. Liberalizm, burjuva sınıfının ortaya çıktığı bir aşamada ortaya çıkmıştı, feodalizme karşı tepkinin de bayraktarlığını üstlenmişti.

Bireyin doğuştan var olduğu varsayılan temel haklarını savunan politik bir çizgi ve ekonomide tam rekabeti savunan bir ekonomik çizgi savunuyorlardı. Bu klasik liberaller açısından etik bir projeydi. Ekonomi ve politika liberaller için bütünüyle birbirinden ayrıydı. Adam Smith ve onu izleyen ekonomi politikçilere göre kapitalist ekonomiye yön veren, insanların iradesinden bağımsız nesnel yasalardı. Bu yasaların sürebilmesi için ekonomiye müdahale edilmemeli, serbest rekabet garanti altına alınmalıydı. Herkes kendi çıkarını gözeteceğinden bir süre sonra toplumun genel refah seviyesi de yükselecekti. Piyasadaki herhangi bir bozulma, “piyasanın görünmez eli” tarafından zaten düzenlenecekti.

Bu düşünceler kapitalizmin gelişimi içinde elbette birer fantezi olarak kaldı. Piyasanın görünmez eli diye bir şey yoktu, hiç olmadı. Piyasanın eli, devlet olarak örgütlenmişti ve gayet sertti. Liberalizmin, politik idealleri pek çok zaman ekonomik gereklilikler yüzünden bastırıldı. Dolayısıyla liberalizm, toplumsal bütünlüğü anlayamadığı için her zaman eksik bir düşünce olarak kaldı. Elbette “bireylerin rasyonel eylemi”ne dayalı liberalizm ile toplumu sınıflar mücadelesi üzerinden açıklayan Marksizm arasında her zaman bir gerilim vardı.

Marksizmin liberalizm eleştirisi
Marksizm, pek çok kavramını kendisinden önceki ekonomi politikçilerden dolayısıyla liberallerden devralmıştı. Ancak Marx, işçi sınıfının toplumu dönüştürücü gücünü görmüştü ve klasik ekonomi politiğin eleştirisini geliştirdi. Ancak bugün algılananın aksine Marx, kendi düşüncesini liberalizm karşıtlığı üzerinden kurmadı, o kapitalizmin işleyiş yasalarını ve bunun içinde işçi sınıfının bir toplumsal devrim aracılığıyla toplumu değiştirebileceğini gösteriyordu. Marx’tan sonraki Marksistler için de aynı durum geçerliydi. Örneğin; Lenin ve Bolşevikler belirli koşullar altında Rusya’daki Çarlık Rejimi’ne karşı liberallerle işbirliği yapmayı dahi uygun görüyorlardı. Ayrıca liberal demokrasilerin kendisinden daha gerici rejimlere karşı savunulması Marksistler açısından vazgeçilmez bir görevdi.

Bu marksizmin, liberalizme karşı bir mücadele yürütmediği anlamına gelmez. Marksizmin bizzat kendisi özgürlüğün kazanılmasının tek yolunun işçi sınıfının iktidarından geçtiğini söylemekle liberalizmin ekonomi ve politikayı birbirinden ayıran anlayışına en sert eleştiriyi getirir.

Liberalizme karşı devleti savunanlar
Bugün liberalizme karşı mücadele ettiğini iddia ederek, özgürlükleri savunan devrimci Marksistlere “liberal” sıfatını bir küfür olarak layık görenler genel olarak ulus-devletin statükosunu sözde bir liberalizme karşı sahipleniyorlar. Nereye baksalar liberalizm görenler, mevcut toplumda en büyük sorunu da liberaller olarak görmek gibi bir hastalığa sahipler. Yani sermayenin rahatça sermaye birikimini sürdürebilmesi için ulus-devleti oluşturanlar, daha sonra askeri darbeler aracılığıyla neoliberal ekonomik politikaları zorla tesis edenler, işçi sınıfını baskı altına alan devlet mekanizması sorun değil. Darbecilere karşı çıkan “liberaller” sorun. Ulus-devletin yasaklarından yana tavır alanlar “Marksist”, yasaklara karşı çıkanlar “liberal”. Liberalizme karşı ulus-devletin yanına sığınmanın tek bir adı vardır, o da gericiliktir.

Bir de ekonomizmi Marksizm zannedenler var. “İşçi sınıfı” lafını ne kadar çok anarsa, ne kadar ekonomik mücadele yürütürse o kadar Marksist olduğunu zannedenler aslında liberallerle ortak bir zeminden dünyayı algılıyorlar: ekonomiyi politikadan ayrı tutuyorlar.

Soyut değil somut mücadele
Günümüzde temel sorun soyut bir liberalizm değildir. Marksistler, liberalizme karşı soyut bir politika değil, gerçek sorunlar etrafında ekonomiyi ve politikayı birleştirmeye çalışan devrimci bir politika yürütürler. Sosyalistlerin derdi asla liberalleri sindirmek olamaz çünkü sosyalistler, faşistler hariç herkes için sınırsız örgütlenme ve söz söyleme özgürlüğünü savunurlar. Siyasal özgürlüklerin en tutarlı savunucusu sosyalistlerdir.

Sosyalistler bir yandan özgürlükler için gerekirse liberallerle de yan yana gelerek mücadele eder, bir yandan da somut bir gerçeklik olan neoliberalizmin yıkımına karşı mücadele ederler çünkü kapitalizme karşı mücadele somut bir mücadeledir.

Can Irmak Özinanır / Sosyalist İşçi

15 Ocak 2024 Pazartesi

Deniz Gezmiş • Yusuf Aslan • Hüseyin İnan

Sanıklar ve avukatları savunmalarında; Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini açıklayarak, siyasal iktidarın; temsil ettiği sınıfların çıkarlarına aykırı gördüğü Anayasayı nasıl rafa kaldırdığını, reformları nasıl bir kenara ittiğini ve giderek Anayasayı nasıl ihlal ettiğini açıklar. Gerçek suçluların bu iktidarın başında bulunanlar olduğunu kanıtları ile ortaya koymaya çalışırlar. Deniz Gezmiş mahkemede yaptığı savunma ile tarihe önemli bir not düşer.

Gezmiş savunmasında;
“Bu iddianamede 3 suç unsuru ileri sürülüyor.
1. Varlığımızı Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmiş olmak.
2. Kanuni ve legal bir örgütün üyesi olmak.
3. Marksist-Leninist düzen kurmak istemek.

Ayrıca iddianamede Türkiye halkının birtakım etnik gruplardan teşekkül ettiği iddialarını bizim ortaya attığımız ithamı mevcuttur. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi kararında ve Misak-ı Milli’de şu vardır;
Misak-ı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim, Türk ve Kürt kavmi yaşamaktadır. Birinci T.B.M.M kararı böyledir. Bölücülük olarak kabul edildiği takdirde, Birinci TBMM’yi ve Mustafa Kemal’i de bölücü olarak kabul etmek gerekir. Bu iki kardeş unsur, Birinci Kurtuluş Savaşını müştereken başarmışlardır. Güney cephesinde omuz omuza savaşmışlardır. Bu ikisine birden biz ‘Türkiye halkı’ diyoruz ve bu iki kardeş unsur, ikinci bağımsızlık savaşını da müştereken başaracaklardır. Asıl bölücüler, bu gerçeği kabul etmeyenlerdir. Ayrıca memleketin huzurunu bizim bozduğumuz iddia ediliyor. Memleketin huzurunu kimlerin bozduğu ortadadır. Kimler 30 milyon çalmıştır? Kimler devlet hazinesini kardeşlerine peşkeş çekmiştir? Anayasayı uygulamamıştır? Bunlar ortada iken, bilinirken, bunlardan bahsetmeyip memleketin huzurunu bozduğumuz iddiaları değersiz ve mesnetsizdir.

Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, egemenlik ilkelerini, milli bütünlüğü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir? Bunu evvela tespit etmek gerekir.
Karakollarda işkence gören, meydanlarda kurşunlanan, bakanların emri ile hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz. Asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.

Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede, 35 milyon metrekare vatan toprağı işgal altında iken, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz, gülünç olmaktadır.
Mustafa Kemal sağ olsaydı çok şaşırırdı.

Ben şunu iddia ediyorum ki, hareketimiz tamamen anayasal bir harekettir. Anayasanın başlangıç ilkesinde belirtilen ‘ulusun zulme karşı direnme’ hakkını kullandık. Bu sebeple haklı olduğumuza inanıyorum. Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden Türkiye halklarına armağan ettik.
Bu sebeple ölümden korkmuyor, çekinmiyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar, kendi canlarının telaşına düşsün. Ve ben, 24 yaşımdayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.”


17 Mart 1971 günü kendilerini Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) savaşçıları olarak tanıtan Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, Kayseri-Sivas Karayolu üzerinde Şarkışla’da yakalanmıştır. Yakın arkadaşlarından Hüseyin İnan ise yaklaşık bir hafta sonra 23 Mart 1971 günü Kayseri’de yakalanır.
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve 19 arkadaşı THKO (Türk Halk Kurtuluş Ordusu) davasından Türk Ceza Kanunu 146. Maddesinin, “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler,” muhtevası gereğince Anayasal düzeni zorla değiştirmek suçlaması ile idam cezası istemiyle yargılanırlar.

Savcılık iddianamesinde;
1- 12 Ocak 1971 tarihinde Ankara İş Bankası Emek Şubesi soygunu,
2- 5 Mart 1971 günü Ankara Balgat’taki Amerikan tesislerinden dört Amerikalı askerin kaçırılması eylemlerine dayanılarak TCK 146. Maddesine muhalefet, Anayasal düzeni zorla değiştirmek, suçlamalarıyla sanıklar hakkında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde idam istemi ile dava açılır.
Cumhuriyet Savcısı, Hüseyin İnan’ın yakalanmasının üzerinden sadece üç gün geçmesinden sonra 26 Mart 1971 günü davayı açar. Bu derece ağır bir suçlamayla açılan davada savcı iddianamesini inanılmayacak ölçüde hızlı bir sürede hazırlamıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve 19 arkadaşı hakkında sadece bir günlük sürede hazırlanan iddianamede savcı bir kısım sanıklar hakkında idam cezası istemektedir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşları 13 Nisan 1971 günü yargıç önüne çıkartılır.

Yazının tamamı

*Türkiye Barolar Birliği Yayınları

10 Ocak 2024 Çarşamba

Jeanne D’arc’ın Yargılanması

1456 yılında Papanın emri üzerine toplanan mahkeme Jeanne D’arc’ı gıyabında yeniden yargılar ve suçsuzluğuna karar verir. Jeanne D’arc, 16 Mayıs 1920’de Papa XV. Benedictus2 tarafından azize ilan edilir.
24 Haziran 1920 günü toplanan Fransız Parlamentosu mayıs ayının ikinci pazar gününü Jeanne D’arc onuruna ulusal bayram günü kabul eder.

Jeanne D’arc, Galileo’nun yargılanmasından yaklaşık 200 yıl önce yaşamış ve Engizisyon Mahkemesinin ilk sanıklarından biri olarak yargılanıp mahkûm olmuştur.
Jeanne D’arc 6 Ocak 1412 günü Fransa’nın Domremy Kasabası’nda orta sınıfa mensup son derece sofu ve Katolik olan, çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin, Jacgues D’arc’ın kızı olarak dünyaya gelir. Çocukluğunun ilk yıllarında kiliseden yoğun din eğitimi almıştır. Koyu dindar olan annesi, küçük yaşlarında Katolik Kilisesinin temel ilkelerini öğretir.

Çocukluğunu “Yüz Yıl Savaşları”1 olarak anılan, İngilizlerin Fransız Tahtını ele geçirmek için Fransız halkına yaptığı katliamların hikâyelerini dinleyerek geçirmiştir. Düzgün fiziği ile bir kız çocuğundan çok sağlıklı bir erkek çocuğunu andırmaktadır. Henüz on iki yaşına geldiğinde tanrının sesini duyduğunu ve bazı görüntüler aldığını, tanrının kendisini Fransa’nın düşman işgalinden kurtarmak ve Veliaht Prens Charles’i tahta çıkartmak için görevlendirdiğini belirtir.

Sağlıklı ve atletik bir yapıya sahip olan D’arc’ın bu ifadeleri önceleri etrafındakiler, yakın çevresi ve din adamları tarafından ciddiye alınmayıp alayla karşılanır. 1429 yılına kadar Jeanne D’arc’ın aldığı görüntüler ve kulağına gelen sesler haberi kulaktan kulağa yayılır. Fransız ordu yetkilileri ve din adamları haftalarca süren sorgulamalarla onu yakından incelerler, dini bilgilerini ve kendisini sınarlar. Verdiği bilgiler neticesinde prensin yakınları Jeanne D’arc’ın Veliaht Prens Charles ile görüşmesini sağlarlar.

Jeanne D’arc, Veliaht Prens Charles ile yaptığı uzun görüşmelerden sonra prens ve yakınlarına duyduğu seslerin ve görüntülerin gerçek olduğuna inandırır. Henüz on yedi yaşında olan Jeanne D’arc ile Prens Charles birlikte zırh kuşanıp Fransız Ordusu’nun başına geçerler. İlk olarak yedi aydır işgal altında bulunan Orleans kentini, İngiliz işgal güçlerini bozguna uğratarak kurtarırlar. Daha sonra Patay’da işgal güçlerine karşı başarı elde ederek Patay’ı da düşman işgalinden kurtarırlar.


Fransızlar, işgalci güçleri sürüp çıkartan ve milliyetçi duygularını yeniden canlandıran Prens Charles ve Jeanne D’arc’a büyük hayranlık duymaya başlamışlardır. Fransızlar Jeanne D’arc’ı bir azize gibi görmeye başlarlar. D’arc, 17 Temmuz 1419 günü Prens Charles’ı Reims’e götürerek Fransa Kralı olarak taç giymesini sağlar.




Eylül 1429 günü İngilizler Paris’e saldırırlar. D’arc, çarpışmalarda yaralanmasına karşın askerlere cesaret vermek amacıyla savaş alanından ayrılmaz. 23 Mayıs 1430 günü İngilizler ile işbirliği yapan Burgonyalılar, “Orleanslı kız” olarak tanınan Jeanne D’arc’ı yakalayarak İngilizlere teslim ederler.

Soruşturmanın hazırlık aşamasında Jeanne D’arc tutuklanır ve soruşturmayı yapmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyon soruşturmaya D’arc’ın hayatının büyük bölümünü geçirdiği Domremy kasabasına gider ve yakınlarından onunla ilgili bilgiler toplar.
Ancak komisyonun topladığı bilgiler D’arc’ın lehinedir. Domremy ahalisi ve tüm yakınları onu dini inançlarına bağlı, saf ve nezih bir hayat süren, çevresindekilere yardım eden bir genç kız olarak değerlendirirler. Engizisyon yargılamasına esas olması amacıyla yapılan bu soruşturma sonucundan beklenen sonuç alınamaması üzerine, soruşturma raporları mahkemeye sunulmaz.
Kilisenin kendi içinde yaptığı ön soruşturmadan sonra Jeanne D’arc, 20 Şubat 1431 günü Engizisyon Mahkemesinin önüne çıkartılır.
Bir zamanlar ulusal kahraman olarak anılan D’arc, sanık olarak toplam 76 maddeden oluşan (Bazı kaynaklar suçlama sayısının 70 olduğunu belirtmektedirler) son derece ağır ithamlar ile suçlanmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar özetle:
“Büyücülük, falcılık, sahte peygamberlik, Kötü ruhları çağırmak, Sihirbazlık yapmak, Katolik İnancı hakkında kötü şeyler düşünmek, Kâfirlik, puta taparlık, mezhep değiştirmek, Tanrıya ve azizlere karşı kâfirlik, Fesatçılık, huzur ve barışı bozuculuk, kana ve kan dökmeye susamışlık, Kadınlığa yaraşan utanç duygusundan yoksunluk, erkek elbisesi giyerek savaşçılar gibi davranmak, kilise disiplinine karşı gelmek, Prensleri ve halkı doğru yoldan saptırmak, Tanrıyı hiçe sayarak kendisine tapınılmasını kabul etmek, Ellerini ve elbisesini herkese öptürmek,Tanrıya gösterilmesi gereken saygıyı ve yapılması gereken tapınmayı gasp etmek.”

D’arc, tüm suçlamaları tek tek reddeder. Dini konularda uzman bir ilahiyatçı gibi kendisini savunmasına karşın hukuki konularda bir avukattan yardım istemiş, bu istemi kabul edilmemiştir.

Yazının Tamamı

*Türkiye Barolar Birliği Yayınları