Translate

Katliam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Katliam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2022 Salı

Devletin Dahili Harbi

Nevzat Onaran: (Marksizm 2022'de yaptığı sunum)

Cumhuriyet demokrasiyle var olmadı; hep Türkçüydü, hep Sünni İslamcıydı. Modernite ve anti-emperyalizm söylemiyle halklara ne yaşatıldığı görmezden gelindi ve kurucu İttihatçı-Kemalist ideolojik-politik barikat aşılamadı. En temel insan hakkı can ve mal güvenliği hiç sağlanmadı. Milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın varlığı hedeflendi; çünkü “Türkiye Türklerindir!” 

1910’larda zuhur eden bu ırkçı politikanın 2022’deki Türkçesi “yerli ve millî”dir. İcrasını demografik yapının 1915’teki ve 2022’deki fotoğrafına dikkatli bakmakla görebiliriz. Yüzde 20 Hıristiyan ve Musevi nüfus malıyla canıyla tasfiye edildi, imha ve asimilasyonla gayri Türk İslam milletlerin Kürtlerin, Arapların ve Türk-Kürt Alevi Kızılbaşların demografik toprak bütünlüğü parçalandı. 1915’ten 1940’a çeyrek asırda devletin dâhili harbiyle Anadolu halkları beş kez kırıldı; yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Çalıştığım 1910-1940 dönemi, Türk devletinin temellendirildiği ve inşanın tamamlandığı kanlı yıllardır. Bu denli kapsamlı ve sürekli kılınan icraat hiç şüphesiz özünde ırkçı temizlik harekâtıydı. Harekâttı diyorum, çünkü devletin tüm şiddet aygıtı planlı olarak kullanıldı. Türk millî devleti rotası Balkan Harbiyle ilişkilendirilir. Zaman olarak iç içe geçmişlik vardır, ama İttihat ve Terakki aslında böylesi bir politik çizgiden uzaktı diyemeyiz. 

İttihat ve Terakki’nin, Makedonya ve Ermeni meselesindeki tavrı aslında Türk millî devleti rotasını içeriyordu. Makedonya meselesi Balkan Harbiyle ve Osmanlı’nın yenilgisiyle çözümlenince Ocak 1913 darbesiyle iktidarın tek hâkimi olan İttihat ve Terakki, Türkçü kimliğini şiddetle görünür kıldı. Zaten birkaç yıldır Ermeni meselesi özelinde İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) müzakeresinde hiçbir gelişme sağlanamamıştı. Hatta bu ikili görüşmede Ermenilerin 1870’lerden beri gündemde olan işgal edilmiş toprak sorunu dahi çözülememişti. Böylece 1908’de demokrasi için aralanan kapı 1913’te fiilen kapatıldı ve totaliter teşkilatlanmaya hız verildi. Yani devrim, Temmuz 1908-Ocak 1913 döneminde derinleşemedi boğuldu. 

Muhalefetin susturulduğu koşullarda 15-18 Ekim 1913’te kongresini yapan İttihat ve Terakki’nin kabul edilen programının 1’inci maddesiyle, adem-i merkeziyet reddedildi. Oysa o günlerde adem-i merkeziyet, millî meselenin çözümü için öneriliyordu. İttihatçılar merkeziyetçiliği kabulle kalmadı programına “Türkçü ve devletçi” olduğunu da yazdı. Bu, İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan beri bünyesindeki olanın beyanıydı, Türkçü-Sünni İslamcı programıyla icrasına devam etti. İttihatçıların ‘milli iktisat’ ve ‘Türkçülük’ adına yaptıklarının kalem kalem icra tarihi 1913 sonrasına aittir. Ve Cumhuriyet, 1878 darbesinin devamı 1913’ün politik/bürokratik kadro ve zihniyetinin zirvesidir. 

İttihat ve Terakki’nin 1913 çizgisi, 1839’da Tanzimat’la başlayan Hıristiyanları Sünni İslam’la eşitleyecek yürüyüşün Abdülhamid’in 1878 darbesiyle Anayasa’yı, Mebusan’ı tasfiye eden ve 1890’ların ortasında Sünni Kürt aşiretlerden teşkilatlandırılan 65 Hamidiye Alayıyla Ermenileri kıran Sünni İslamcı politikasından mirastır. Bu ‘kanlı yıllarda’ Ermeniler can güvenliği kaygısıyla kitlesel olarak Sünni İslamlaştı yani “ya İslam ya ölüm” ikileminde köylü Ermenilerin ‘tercihi’ İslam’dı. 1878, Tanzimat’la milletlerin (dinen) eşitleneceği vaadinin meşruiyetinde “can ve mal güvenliği” talebi mücadelesinde ısrarlı Hıristiyan ve Musevi milletlerin yeni statüsüne de darbeydi. Çünkü Rumların 1862’de, Ermenilerin 1860 ve 1863’te, Yahudilerin 1865’te onaylanan ve iç idari yapılarını düzenleyen nizamnameleriyle kazanılan resmiyet askıya alınarak fiilen geçersiz kılındı. Aslında 1878 darbesi Tanzimat’tan ve 1913 darbesi de 1908’den kopuştu. Bu anlamda Cumhuriyet, Tanzimat’ın ve 1908’in değil, 1878 ve 1913 darbesinin devamıdır. Abdülhamid 1878’ün ve İttihatçılar 1913’ün diktatörüydü.

1913, sadece 1908’den kopuşun değil, aynı zamanda harekât yılıdır. İttihat ve Terakki parti ve devlet olarak, yılsonunda Balkanlardan gelen muhacirleri Ege ve Marmara’da iskân etmek amacıyla Rumları Yunanistan’a kovalamayı planladı ve icra etti. Neler yaptığını Celâl Bayar da anılarında yazdı. Kovalamaya 1914’te de devam edildi. 1914 yazında toplanan Mebusan’da Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis, İslam muhacirlerin Üsküdar’dan Basra’ya kadar Osmanlı toprağına niye yerleştirilmediğini hatırlatmasına cevaben nazır Talât, “Bu muhacirleri, dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi” dedi. Bir yıl sonra Talât’ın emriyle Ermeniler, Suriye çölüne sürüldü. Hıristiyan milletlerini hedefleyen şiddet politikasının geçmişi genelinde Osmanlı saray düzeninde özelinde Abdülhamid icrasında vardı. Tanzimat’la asırlardır Sünni İslam egemenliğinde saray rejiminin çürümüş sisteminde İslam ve Hıristiyan çelişkisini çözmeye yönelik adımlara 1878 darbesiyle “dur” dendi. Hatta ibadet özgürlüğü var denilen Osmanlı’da, Fatih’in 1453’te yasakladığı kiliselerde çan çalmak ancak dört asır sonra Tanzimat’la 1856’da serbest oldu. Abdülhamid’in 1878’den itibaren Hıristiyanların kazanımlarını tırpanlayan imzaladığı Ekim 1895 Islahât Projesini “yok sayan” ve 1895’lerdeki Ermeni kırımı politikasına, 1908’de “dur” denirse de İttihatçıların 1913’te Anadolu’nun Hıristiyan Rum milletini kovalamasıyla yeniden “Hıristiyan milletler hedeftir” politikasının icrasına başlandı. 1914’ün baharından itibaren hedefte Hıristiyan Ermeni milleti vardır. 

İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu müzakeresinde ilerleme sağlanamazsa da 1878’den itibaren uluslarararası boyut kazanan Ermeni meselesinde büyük devletlerin devreye girmesiyle 8 Şubat 1914’te Osmanlı Ermenistanı için çözüm paketi imzalandı. Bunu, İttihatçı liderlerden Halil Menteşe de yazdı, “Ermenistan ıslahat paketi”ydi. İttihatçı hükümet imzaladığı paketin gereğini yapmamak tavrındadır ve Ermeni mebusların girişimi de sonuçsuz kalır. İttihatçı hükümet, 1914 yazında Avusturya prensinin öldürülmesiyle savaş tamtamlarının çaldığı atmosferi fırsat görerek 2 Ağustos 1914’te Alman paktına katıldı ve dâhilde de Osmanlı Ermenistanı özelinde yoğunlaştı. 

Almanya ile ittifak antlaşması imzasından üç gün sonra 5 Ağustos 1914’te seferberlik ilan edildi ve her Osmanlı gibi 45 yaşına kadar olan Hıristiyanlar dâhil tüm erkekler askere alındı. Bir ay sonrasında 6 Eylül’den itibaren Dahiliye Nazırlığı’nın emriyle Ermeni milletinden liderlik yeteneği olanlar izlenmeye başlandı. Bu, 1915’te olanları dikkate aldığımızda hazırlığın önemli kararıydı. Nitekim Ermeniler kitlesel sürülmezden evvel liderlik yeteneği olanlar 24 Nisan 1915’te tutuklandı. Ekim ayı sonunda Rus limanlarının vurulmasının ardından 11 Kasım 1914’te cihat fetvasıyla Osmanlı harbe girdi. Osmanlı koltuk değneği olduğu Hıristiyan Almanya ile Hıristiyan dünyasından İngiltere, Fransa ve Rusya’ya cihat ilan etti. Almanya’yla antlaşma gereği Kafkas cephesini açmakta pek heyecanlı Harbiye Nazırı Enver, 3. Ordu Komutanlığını üstlendi. Sarıkamış’ta iki haftalık muharebe sonunda 4 Ocak 1915’te Osmanlı Ordusu yenildi ve Rusya şarkta işgale başladı. Sarıkamış yenilgisi ardından peşi sıra kararlarla milleten Ermeniler hedefti.

Fetvayla dış düşman belirlenmişti ama içeride şifrelerin dilinde düşman, Ermenilerdi. Şifrelerde Ermeniler, savaşta şunu-bunu yapacak yorumuyla düşmanlaştırıldı. Van özelinde düşmanlaştırma, valilik ve Ermeni ileri-gelenlerinin ilişkide olmasına ve görüşmesine rağmen baskındı. Şifrelerde kalmadı, 28 Şubat 1915’te nazır Talât, “Ermeniler, iç düşman” tanımlamasını resmileştirdi. “İç düşman” ilanından üç gün önce Osmanlı ordusu Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve 12 Mart’ta da Ermeni polislerin tasfiyesi emri verildi.

24 Nisan’da Ermenilerin liderlik yeteneği olanların tutuklanmasından beş gün önce Erzurum, Van ve Bitlis valilerin şifresinde ortak karar bildirildi: Ermeni meselesi halledilmelidir. 24 Nisan’da Hitler’in 1939’da Polonya’da yaptığı gibi, Ermenilerin liderlik yeteneği olanlar tutuklanıp ölüm yolculuğuna çıkarıldı ve Mayıs’ta 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’yla kitlesel sürgüne başlandı ve sürgün mıntıkası Suriye ve Deyr-i Zor çölleriydi. Sürgün insanların bir başka yere götürülüp iskân edilmesi olduğunu hatırlarsak, İttihatçı hükümetin Ermenilere yaptığı toprağından kopartıp atmaktır. Sürülenlerin direnecek hali yoktu; çünkü 45 yaşına kadar olan erkekler 5 Ağustos 1914’ten beri askerdeydi ve 6 Eylül 1914’ten beri izlenen liderlik yeteneği olanlar da 24 Nisan’dan itibaren tutuklandı. Böylesine politika bütünlüğü tesadüflerle açıklanamaz. 

24 Nisan 1915 itibariyle Ermeni milletinin liderlik yeteneği olan Ermeniler tutuklanıp, sürüldü ve çoğu öldürüldü. 24 Nisan’da İstanbul’dan tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a sürülen 250 Ermeni’den 174’ü öldürüldü. Kapsam olarak Ermeni lider-aydın kırımı yani siyasikırım olarak başlayan imha, soykırıma dönüştü.

1919-1920’ye geldiğimizde Anadolu Ermenilerden temizlenmişti. 

Sıra Rumlardaydı: 1913-1914’te Yunanistan’a kovalandı ve savaşta Karadeniz’den içerilere sürüldü, kalanlar da 1920-1922’de Türk Kurtuluş Savaşı’nda tasfiye edildi.

9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan sonra 30 Ocak 1923’te imzalanan Yunanistan-Türkiye Mübadele Antlaşması gereği, Anadolu’dan 112 bin Rum gitti ve bunun 19.657’si Karadeniz’dendi. Detayına girmiyorum, oysa Rum mübadil toplamı 1,2 milyondur. Yani 1,2 milyon mübadil Rum’un 112 bini antlaşma gereği gitti. Peki 1,1 milyon Rum’a ne olmuştu?

Genelkurmay’a göre Türk Kurtuluş Savaşı dönemindeki 24 ayaklanmadan ikisi Koçgiri ve Pontos’tadır. İcrası ve sonuçları itibariyle diğer 22’sinden çok farklı olan bu ikisi üzerinde duracağım. Dönemsel analizden çıkardığım sonuç şudur: Merkez Ordusu bizzat Koçgiri ve Pontos harekâtı için 1920 sonunda kuruldu ve görevini tamamladıktan sonra da varlığına son verildi. Dahiliye Vekili Ali Fethi’ye göre Merkez Ordusu’nun Koçgiri ve Karadeniz’de yaptığı temizlikti. Merkez Ordusu, 9 Aralık 1920’de 3. Kolordu lağvedilerek kuruldu ve karargâh merkezi Amasya olup, komutanlığına Tuğgeneral Nureddin atandı. Sakallı Nureddin olarak da bilinir. 1921 sonunda Koçgiri ve Pontos harekâtını tamamlayan Merkez Ordusu, 25 Şubat 1922’de lağvedildi. Karadeniz’den sonra garp cephesinde görevlendirilen Nureddin, Büyük Taarruz’da 1. Ordu Kumandanı’dır ve iki yıl sonra da Mustafa Kemal’e rağmen seçilen mebustur.

Kumandan Nureddin ayağını Koçgiri’ye ve Pontos’a basmadan, Ankara’dan aldığı emirle ne yapacağını iki genelgeyle açıkladı. Gerekli güvence de verilmiş olmalı ki, Başkumandan Mustafa Kemal’in müdahalesiyle Nureddin’in yargılanmasıyla ilgili TBMM kararı, 16-17 Ocak 1922’de yeni kararla geçersiz kılınmıştır. Çünkü kumandan Nureddin, Meclis’in Koçgiri Tahkikat Heyeti Raporu’na göre Mustafa Kemal’in Meclis’te söylediği gibi verilen görevi yapmıştı.

Merkez Ordusu Kumandanının 3 Ocak 1921 tarihli emri, Koçgiri’de nüfusun İslam ve Hıristiyan dağılımının belirlenmesiydi. Bununla kalınmamış evrak kenarına düşülen notta “Alevi Kürtlerin imhası” yazılmıştır. Tesadüf değil, çünkü Koçgirililer Kürt Alevi-Kızılbaş’tır. Emrin evrakı yok, TBMM komisyon raporunda aktarımı vardır. Koçgiri, beş yıl öncesinde de hedefti, Ermenilerden temizlenmişti. Tasfiyenin sonunda 1914’te [Koçgiri’de] yüzde 20’yi aşan Hıristiyan nüfusu payı, 1927’de [Zara’da] yüzde 1,8’di. Ermenilere ne yapıldığını bilen Koçgirililer, harekât öncesinde, “Ermeniler gibi kesecekler” tedirginliğindeydi. Sivas Valiliği heyetinin, Koçgiri ileri geleniyle Ümraniye’de [İmranlı] görüştüğü 11 Mart 1921’de TBMM Başkanlığına muhtariyet için başvurulduğu ve 12 ile 18 Mart tarihli taahhütname imzalandığı ve Merkez Ordusu Kumandanlığına gönderildiği halde, Ankara’nın emri harekâtın planlandığı gibi yapılmasıydı. Sıkıyönetim ilan eden hükümet, 13 Mart’ta Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’i asayişi sağlamak için fevkalade yetkilendirdi ve harekât Nisan ve Mayıs’ta yapıldı. Harekâtta Genelkurmay’ın milis gücü Topal Osman çetesi de görevlendirildi ve Koçgiri imha edildi. TBMM heyetinin raporuna göre, 1000 Kürt öldürüldü, 1703 hane yakıldı ve malı-mülkü gasp edildi. Topal Osman’ın Koçgiri’deki vurgunu 30 bin küçük ve büyük baş hayvandı. Sivas valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’a göre 132 köy yakıldı-yıkıldı. Koçgiri’de Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın neler yaptığı, Meclis’te ancak dört ay sonra Ekim ayı başında müzakere edilebildi.

Koçgiri’de imhayı Dersim mebusu Hasan Hayri dâhil bilinen Kürt mebuslardan hiçbiri Meclis gündemine getirmedi. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni 21 Haziran 1921 tarihli önergesiyle Koçgiri’de ne yapıldığı sordu. Dönemin Başbakanı Fevzi’nin [Çakmak] cevabı ancak 24 Kasım 1921’de görüşüldü. Başbakan Koçgiri köylerinin yakılıp-yıkıldığını, 2000 Koçgirilinin öldüğünü ve Koçgiri aşiretlerin muhtariyet talebinin de kendilerine ulaştığını açıkladı.

Koçgiri’de ne bir ayaklanma teşkilatı ne de gerekli lojistik vardı. Hükümet, Merkez Ordusu’nu kurarken belirlediği planın gereğinin yapılmasını emretti. Valilik heyetiyle müzakere edilirken Koçgiri ileri gelenlerinin TBMM Başkanlığına muhtariyet başvurusu görmezden gelindi ve Koçgirililerin can ve mal güvenliği imha edildi. 21 Anayasası’nın muhtariyeti/federasyonu öngören hükmün (madde 11) gereği yapılsaydı kırım yaşanmazdı. Koçgiri’deki imha, 1920’lerde Kürt sorunu özelinde ciddi ilk kırılmaydı.

Merkez Ordusu ve Topal Osman çetesinin Koçgiri’den sonraki hedefi Pontoslular yani Karadeniz Rumlarıydı. 

1927’deki raporda, 1919 ve 1920’de Rum güçlerinin konumunun etkin olmadığı ve Karadeniz’e 3. ve 15. Kolorduyla egemen olunduğu yazıldı. 10 bin askeri, belli miktarda milis gücü olan Merkez Ordusu’na, 25 bin silahlı Rum’un nasıl yenildiği izah edilmeyen rapora göre, 11 bini aşkın Rum öldürüldü, ölen kadar Rum hükümete teslim oldu, yanan-yakılan Rum köylerinden bahsedilmedi ve 430 Türk-İslam hanesi yakıldı, 704 kişi ve 210 asker öldü. Anlaşılan o ki resmen sayısı ve konumu abartılan Rum güçleri imha edilmiş ve Rum milleti de binlerce yıllık yurdundan kopartılmıştır. Ölmeyen ve kovalanan dışında toprağında kalanlar da canını kurtarmak için Sünni İslamlaştı.

Cumhuriyet, içeride ve dışarıda tapu meselesinin çözümü üzerine bina edildi. İzmir’in Yunan ordusu işgalinden kurtarıldığı 9 Eylül 1922, aynı zamanda 1914’te dillendirilen gâvurdan da temizlenmesinin tarihidir. Dört gün sonra çıkan yangın temizliğin harekâtıydı, öyle de oldu; can derdine düşen Rum ve Ermeni milletleri kaçtı. Mallar yağmalandı. Mecliste hayli tartışıldı. İzmir özelinde ne olduğunun anlaşılmasını mümkün kılacak bir teşkilat kuruldu: 

İzmir sonrası Kasım başında Meclis’te, Ankara’nın konumunu belirleyecek iki karar kabul edildi. Bir (307 no’lu), Türkiye, Osmanlı’nın tek mirasçısıdır. İki (308 no’lu), saltanat ilga edildi. Resmen “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” denildi. Kadro olarak da devamıydı. Türk Kurtuluş Savaşı’nı teşkilatlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker-sivil politik ve bürokratik kadronun İttihatçı olduğu konusunda fikri birlik vardır ve bunu Mustafa Kemal de ifade etmiştir.

İzmir kurtarıldıktan sonra ve Cumhuriyet ilanı öncesinde iki temel adım atıldı. Birincisi, İttihatçıların 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nu yeniden düzenleyen 15 Nisan 1923 tarihli ve 333 sayılı mülkiyetin Türkleştirilmesinin özel kanunuydu. İkincisi, Lozan Antlaşması ve bunun TBMM’de kabul edilmesiydi. Türk millî devleti için 333 sayılı kanun içeride ve Lozan dışarıda uluslararasında tapu meselesinin çözümüydü. Cumhuriyet, bu tapu üzerine bina edildi! Lozan, bir yönüyle de Anadolu’dan Hıristiyanların temizliğine atılan imzaydı. 8 Kasım 1933’e kadar yürürlükte kalan 333 sayılı 6’ncı maddesiyle, başında sahibi olmayan her mülke devlet adına el kondu. Bunların Hıristiyan mülkü olduğunu Maliye Vekili Hasan Fehmi 3 Nisan 1924’te itiraf etti. Maddeyle, 1930’lar öncesinde en büyük devletleştirme yapıldı; artık fabrikadan tarlaya, konuta vesaire yüzbinlerce mülk devletindi. Müsadere yani zorla alım olmadığı iddiası en büyük yalandır; kimse malını devlete satmadı, devlet el koydu! Çünkü, sürülen veya kovalanan kişilerin mülkünün ve alacağının tasfiyesiyle görevli 1915’te ve 1923’te kurulan Tasfiye Komisyonlarının evrakından tek sayfa belge ortaya konmuş değildir.

Sasun’da 1890’lardan itibaren süren harekât 1930’larda tamamlandı, Ermeni Hıristiyan kimliği tasfiye edildi. İdari yapısındaki tüm değişikliğe rağmen Sasun’un, 1914-1927 döneminde Ermeni nüfusunun payı yüzde 46,6’dan yüzde 1,5’e gerilerken, İslâm nüfusunun payıysa yüzde 53,4’ten yüzde 98’e zıpladı. 1927’de Sasun nüfusunun anadile göre dağılımında 4557’si Kürt, 4215’i Arap, 238’i Türk ve 198’i Ermeni’ydi. Nüfusun demografik yapısındaki değişim, Türk millî devletin inşası sürecinde Ermeni milletine ne yapıldığının Sasun özelindeki icraatıydı. Hıristiyan nüfusun tasfiyesiyle İslâmlaşan Sasun’da yeni hedefse millettaş hale getirilmesiydi. 

Dersim vilayeti TBMM 23 Nisan 1920’de açıldığında altı mebusuyla vardı, ama 1926 ilga edildi ve on yıl sonra Tunçeli vilayeti kuruldu. 1935’te Başvekil İsmet İnönü ile 1931’de Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin raporunda Dersim için kaleme alınan maddeler, yapılacak kanuni düzenlemenin temel materyaliydi. 

Resmen Tunçeli vilayetinin teşkil edilmesi, silah toplanması, valinin muvazzaf kolordu kumandanı olması, 4. Umumi Müfettişin idamı infaz yetkisinin bulunması, seyid ile aşiret reislerinin sürülmesi, dağ başındaki köylerin yakılması, vergilerin toplanması, müfettişliğin esas idare şekli haline getirilmesi, askeri kuvvetlerin arttırılması gibi hususlar, Tunçeli Vilayeti İdaresi Kanunu maddeleri olarak kabul edildi ve uygulandı. Dersim’de taş taş üstünde bırakılmadı. 

Dönemin bir diğer kanunu 2510 sayılı İskân Kanunu’nda ırkçılığın tüm unsurları vardı. Kanunda Türk ırkından olan-olmayan (madde 7, 12 ve 13), Türk kültürüne bağlı [Sünni-İslâm] olan-olmayan (madde 10, 11), anadili Türkçe olan-olmayan (madde 11) ve soyca Türk olan-olmayan (madde 12) gibi ırk, din ve anadil kriterine göre ırki ayrımcılık yapıldı. Demografik yapı buna göre analiz edildi ve belirlenen politikalar uygulandı. İlk icra sahası Trakya’da Yahudiler kovalandı, devamında devletin Sasun ile Dersim dâhili harbiyle on binlerce insan öldürüldü ve sürüldü.

Eylül 1937’ye kadar Dersim’deki harekâtı değerlendiren İsmet İnönü, Başbakanlıktan alınmadan önce 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Hükümet Tunçeli’de vaziyete tamamen hâkimdir” ve “Bütün engeller ortadan kaldırılmıştır” dedi. İnönü yerine Celâl Bayar Başbakan oldu. Hikâyesini Cüneyt Arcayürek yazdı: “Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunçeli’yi temizlemek lazım geldiğine inanmışlar. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celâl Bayar’a sormuşlar ‘yapar mısın?’ diye. Celâl Bey, bize anlattıydı, ‘yaparım’ demiş, girişmişler.”

1937 yılı sonunda devletin Dersim’e hâkim olmasına, Seyid Rıza’yla altı yoldaşının 14/15 Kasım gecesi idam edilmesine, aranan pek çok aşiret liderinin yakalanmasına ve öldürülmesine rağmen 1938 harekâtı hazırlığına başlandı. 

17 Eylül 1937 itibariyle 265 Dersimli ve biri subay, 29 asker ve ’38’de ise 13 bin 160 Dersimliyle 122 askerle milis öldü. Bakanın açıklamasına göre öldürülen Dersimli toplamı 13 bin 806 TC vatandaşıdır. Bu yıllarda yaklaşık 20 bin Dersimli sürüldü ve aileler 4’er kişi olarak parçalandı. Irkçı planın icrasıyla on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.

Anadolu, Birinci Paylaşım Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı’yla Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerinden temizlendi. Irki temizliğin sonucunda resmi verilere göre bugünkü TC sınırlarında 1914’te yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevi nüfus payı, 1927’de yüzde 2,8’e geriledi ve bugün de yüzde 1 bile değildir. Gayri Türk ve gayri Sünni İslam milletlerin tasfiyesinde program üç aşamalıydı. Anadolu’dan sonra Trakya, ikinci hedefti ve öncesinde Rum ve Ermeniler temizlendiği için kalan Yahudiler de 1934 yazındaki resmi ve yerel güçlerin saldırısıyla kovalandı ve amaca ulaşıldı. 1934 sonrasında Yahudiler, Varlık Vergisi’nde olduğu gibi Hıristiyanlarla birlikte hedeftir. Üçüncü hedef, Hıristiyanların ve Musevilerin son sığınağı İstanbul’du. 1955’te İstanbul’da Hıristiyan ve Musevi’nin toplam nüfusta yüzde 12 olan payı 2022’de belki de yüzde 0,5’tir. 1955’te İstanbul’da 1,5 milyonun 179 bini Ermeni, Rum ve Yahudi (37 bin) iken, bugün 16 milyonda üç milletin toplamı tahminen 100 bin bile değildir. Peki, Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere ne oldu da yok oldular? 1915’ten 2022’ye sonuç olarak Anadolu, Trakya ve İstanbul Hıristiyan ve Musevilerden yani gayri İslam milletlerden temizlendi. 

Temizlik sadece demografik yapıyla sınırlı kalmadı, 1920’lerde yürürlüğe konulan 16 kanunla Ermenilerin ve Rumların iktisadi varlığı 1920’lerde ve devamında Türk-İslam’a transfer edildi ve tapuya kayıt işlemi de yapıldı. 1930’lar sonrasında da Yahudiler mülkü de Türkleştirme kapsamındadır. 1934’te Trakya’da Yahudiler, kitlesel mülksüzleştirilen milletti.

Cumhuriyet’in temellendirildiği ve inşasının tamamlandığı 1915-1940 döneminde 1915’te Ermenilere, 1921’de Koçgiri’de Alevi-Kızılbaş Kürtlere ve Pontos’ta Rumlara, 1937’de Sasun’da Ermenilerle Kürtlere ve 1938’de Dersim’de Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaşlara yapılanlar tek cepheli, devletin dâhili harbiydi. Sonuç ortadadır, devlet karşısında Ermenilerin, Koçgirililerin, Pontosluların, Sasunluların ve Dersimlilerin varlık gösterecek ne merkezi teşkilatı ne de lojistiği vardı. Yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Devletin Pontos veya Dersim dâhili harbinde, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan daha fazla insan öldü. Resmî verilere göre Karadeniz’de 16 bin Rum’la 1641 Türk-İslam yani asker-milis ve ‘38 Dersim’de 13.160 Dersimliyle 122 asker-milis öldü. Türk Kurtuluş Savaşı’nda 1919-1922 yıllarındaysa askerle milis kaybı 662’si subay 9167’dir ve bunun 2542’si Büyük Taarruz’dadır (26 Ağustos-9 Eylül 1922). 

6-7 Eylül yağmasının ve 1964 İstanbul Rumlarının kovalanmasının ardından devrimcilere karşı faşistlerin sokağa salınmasıyla 1970’lerde Türk devletinin risk analizinde sırada Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar vardı: Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’daki saldırılarda devrimcilerle Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar hedefti. 

Türk millî devleti icraatının doğrudan sonucudur ki, Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir. 

Sonuç olarak özellikle 1920-1923’te Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değerlendirmesinde anti-emperyalizm söylemi o kadar baskındı ki, Hıristiyan milletlerin Anadolu’dan temizlenmesi hiç dikkate alınmadı. Devamında da Cumhuriyet’in modernite icrasının, yaklaşık 3 milyon Hıristiyan’ın gasp edilen 100 binlerce mülkünün transferi ve tapulamasını sağlayacak 16 kanuni düzenlemenin yapıldığı, Kürtleri Türkleştirmenin programı Şark Islahat Planı’nın belirlendiği-uygulandığı ve Takrir-i Sükûn icra yıllarında yapıldığı da görülemedi. Bu, aslında Türk milliyetçisi olunduğunun malumudur. 

Bütünlüklü bakmalıyız; 1915’lerden 1920’lere madalyonun bir yüzünde Türk Kurtuluş Savaşı, Türk millî devleti, Cumhuriyet ve modernite hareketleri, diğer yüzünde 3 milyon Hıristiyan’ın temizlenmesi ve mülkünün gaspı, Şark Islahat Planı ve icrasıyla Takrir-i Sükûn şiddeti, Ermeni, Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim kırımları vardır.

Sorum şudur: Madalyonun hangi yüzünden bakıyoruz ve 1915-1940 dönemine ne diyeceğiz? 


marksist.org

21 Şubat 2021 Pazar

Stalinizm!

Jozef Stalin'in doğum günü ve ölüm günü nedenleriyle yılda en az iki kez kutsandığı bir üikede yaşıyoruz. SSCB Parti Politik Bürosu tarafından yazılıp, her dilde hazırlanıp basılarak ülkelere legal, (olanak bulunmayan yerlerde illegal) olarak dağıtılan propoganda yüklü kitapları okuyarak yetişmiş nesillerin bu "Stalin Hayranlığı"nı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama O'nun (kurduğu demeyeyim ama) geliştirdiği Parti Diktatoryasının ardıllarının dahi 1994 de artık yıkılmasına karar verdikleri yapının övünçle simgeleştirdiği Stalin hayranlığı, yeni nesiller için ancak bir propoganda ezberciliğinden başka bir anlama gelmez.
Bu "Stalin Severlik" bizden başka, bir de Yunanistan'da devam edegelen bir arıza. Bence, arızanın giderilmesi en başta Stalin fenomeninin oluşması sürecinden başlayarak tekrar ve tekrar anlatmakla giderilebilecek.
Bu bağlamda "hazret" hakkında internetten bilgi araştırırken rastladığım, bir inceleme yazısını, (kime ait olduğu bilinmiyor) kısmen güncelleştirerek; ve ilavelerle anlaşılır duruma getirerek yeniden yazmaya karar verdim. TO

Bugün Sovyetler Birliği tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi on beş-yirmi yıl önce bilmiyorduk, çünkü arşivler açık değildi. Sovyetler Birliği 1990’ların başında çöktüğünde, dağıldığında, parçalandığında, birçok arşiv yavaş yavaş açıldı.
Aşağıda yer alan yazılar, Peter Holquist’in çalışmalarına dayanıyor. Vaktiyle Cornell’de ders veriyordu, şimdiyse Princeton’da ders veriyor...
Ve Sheila Fitzpatrick’in Stalinizm üstüne daha yakın tarihli çalışmalarına dayanıyor.

Soru şu: Lenin’in Stalin’i getirmesi kaçınılmaz mıydı?
Bu zor bir soru. Sanırım, aslında ileride Sovyetler Birliği’ne dönüşecek olan şeyin yapısı, yani Bolşevik partinin işleyişi daha iktidara gelmeden kurulmuştu. Ana kavram "demokratik merkeziyetçilik"ti. Bu, Sovyet devletinin bir yukarıdan aşağıya karar alma ve gerekli haberleşmeyi aşağıya iletme aygıtı olarak düzenlenme biçimiydi. Prensipte, en yüksek düzeyde tartışmaların yürütülmesi gerekiyordu. Kararlar bir kere alındıktan sonra da Komünist Parti kanalıyla yayılacaktı. Ama kuşkusuz sırf Stalin’in paranoyası yüzünden(—biliyorsunuz, klinik bir paranoyaktı) milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Stalinizm idaresi altında, tartışma kavramının kendisi Sovyet karşıtı tutumla özdeşleştirildi.

Esasında, emekçi insanlar adına—ve ayrıca bir dereceye kadar da milliyetler adına – bir halk devrimi olarak başlayan şey, proletarya diktatörlüğü halini almadı; proletaryanın değil Komünist Parti’nin, Komünist Parti’ye dönüşmüş Bolşevik Parti’nin ve Stalin’in diktatörlüğü haline geldi.
Stalin’in paranoyası arttıkça haliyle tasfiyeler geldi. Kimilerine Batılı Komünistlerin katıldığı ve oturup infaz edilmelerinden kısa bir süre önce Nazilerin, İngiliz kral taraftarlarının ya da işte her kiminse işbirlikçisi olduklarını itiraf eden, hiçbir zaman ve kesinlikle yapmadıkları şeyleri itiraf eden insanları dinledikleri büyük göstermelik yargılamalar.

Peter Holquist’in izinden giderek, bugün vurgulanması gereken noktalardan biri, Stalinist terörün yapısı –iç savaşta ya da Lenin’in Sovyetler Birliği’nin ilk dönemindeki egemenliğinde bunun evveliyatını görmek mümkün. Ama en başta milliyetlerin özerk olacağını tahayyül eden insanların, onların bu umutları çabucak yok edildi.
Stalin bakandı ya da "Milliyetler Komiseri" dedikleri şey her neyse o işi yapıyordu. İşçilerin kendi kendini yönetiminin ve kendi kendini ve üretim araçlarını denetiminin bu cesur yeni dünyada uygulanacağı fikri, işçilerin polis ve Sovyet devleti tarafından bastırılan grev ve protestolarıyla fazlasıyla hızlı bir şekilde yerle bir oldu.

Buranın hakiki bir işçi cenneti olduğu ve her şeyin mükemmel yürüdüğü yanılsaması 1920’lerde, hatta 1930’larda da sürecekti. Ama söz hep dönüp dolaşıp “parlak gelecek”e geliyordu. Parlak çok kullanılan bir sözcüktü. Birazdan bunu açacağım. Gelecek parlak olacaktı. Muhteşem olacaktı. Ama fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı. Devrimi, Amerikalılara, Fransızlara, İngilizlere ve kapitalist güçlere, vesaire vesaireye karşı korumak için fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı.
Hepinizin bildiği gibi, hiç de öyle olmadı tabi ki.

Öncelikle bütün bunların perde arkasında bir devlet kurmaya çalışmanın zorluğu vardı. İç savaştan dolayı, kıtlık koşullarından dolayı ve salt muazzam ekonomik güçlüklerden dolayı da bunun nasıl yapılacağı belli değildi. Bütün bu milliyetleri kapsayan bir ülke var elinizde. Ural Dağları’ndaki, madenlerdeki ve daha sonra Leningrad adını alacak olan Petrograd şehrindeki sanayi üretimine rağmen esasında hala bir köylü ülkesi olan bir ülke.

Yazının Devamı

19 Aralık 2020 Cumartesi

Bir özsavunma öyküsü

40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI: BİR DİRENİŞÇİNİN TANIKLIĞI



22.12.2018
Söyleşi: Orhan Gazi Ertekin
Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi.
Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı.

Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet.

Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı.
23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi.

Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]

Söyleşi>>> https://birartibir.org/ sayfasından alınmıştır.


11 Eylül 2020 Cuma

Ankara Gar Katliamı 10 Ekim 2015

"Bu Katliam, Neredeyse Her Türlü Koşulu/İklimi Sağlanmış Bir Katliam"
10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu Üyesi İlke Işık ile Söyleşi

10 Ekim’de siz de miting alanındaydınız. Yaşananlara tanık olmak, olayın kendisine, iddianameye ve dava sürecine bakışınızı da etkilemiş olmalı. Ama önce bir “barış” mitingine neden gerek duyuldu diye sorayım.

Unutuyoruz aslında! 2015’te ne oldu bu memlekette? Biz neler yaşadık? Neyin içinden geçiyorduk? Çözüm süreci olarak adlandırılan ve bir süredir insanların ölmediği dönem sona erdirilmiş, bitirilmişti. Yeniden silahların ve savaşın konuşulduğu, insanların öldüğü bir yere doğru gidiyorduk. Temmuz’da Suruç Katliamı yaşanmıştı. Memleketin dört yanında IŞİD denilen tehlike dolaşıyordu. İşte o noktada, kitle örgütleri ve sendikalar bir miting yaparak “barış talebini” tekrar dillendirmek istedi.

Gelelim o güne.

On binlerce, belki yüz binlerce insan, hayatını “10 Ekim’den Önce” ve “10 Ekim’den Sonra” diye ayırıyor. Sadece orada olanlar değil, gelemeyenler, yetişemeyenler, televizyonlarını açıp bir mitingde katliam olduğunu öğrenenler için de durum bu. Korkunç bir şey!

Patlamalar, on binlerce insanın bir arada olduğu mitingin başında gerçekleşti. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştığımız kısa bir ânın ardından herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama yapamadık! Yaralılara yardım etmek yerine gaz bombalarıyla, çevik kuvvetle, TOMA, akrep denen araçlarla alana girmek gibi akıl almaz şeyler yapanları gördük, dehşetin devamını yaşadık. Ama çok kıymetli ve hâlâ devam eden bir şeye de tanıklık ettik: O gün orada başlayan dayanışma! Bir patlama olduğunu anlıyorsunuz. Tahmin ettiğinizden çok daha vahim bir tablo… İnsanların öldüğünü, yerde ağır yaralılar olduğunu fark ediyorsunuz. Bir iki dakika bile geçmeden sağ kalanlar, yaralananlara yardım etmeye çalıştı. Bu, kolay tarif edilebilecek bir şey değil! Daha kendinize bile gelemeden yardıma koşuyorsunuz. Benim unutmadığım şeylerden biridir: pankartlar sedye yapıldı. En acil durumdakiler, ses araçları ile hastaneye yetiştirildi. Alandaki sağlıkçılar insanüstü bir çabayla yaralılara müdahale etti. Onlar olmasaydı, belki çok daha fazla arkadaşımızı kaybedecektik. Çok hızlı örgütlenmiş bir dayanışmaydı ve halen devam ediyor. Hukuk alanını takip etmek için de, birbirimizle dayanışarak yaralarımızı sarmak, “yola devam edeceğiz ve hesabını soracağız” demek için de devam ediyor.

Davayı konuşmaya iddianameden başlayalım. Nasıl bir iddianame ile karşı karşıyayız?

Katliamın hemen ardından bir soruşturma başlattılar ama çok kötü bir olay yeri inceleme yaptılar, delilleri toplamadılar. Hatta kararttılar, şüphelilerin kaçmasına izin verdiler.

Savcılık sekiz ay boyunca, “gizlilik kararı verdim bakamazsınız. Siz benim hazırlığımı bekleyin” dedi. Sekiz ay sonra çıkan iddianame, felaket bir iddianameydi. Oysa dava açıldığında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi “ülkenin en büyük katliamı” diye ifade etti.

Ülkenin en büyük katliamının iddianamesi, çok kötü hazırlanmış bir soruşturmanın sonucu. Her açıdan baştan savma, yetersiz ve eksik. Çünkü, sadece sanıklarla ilgili kurulmuş bir iddianame: 36 sanığı buluyor, katliamı “bunlar gerçekleştirdi” diyor. Sanıklardan dördü yargılama sırasında tutuklandı, toplam on dokuz kişi tutuklu. Geri kalanlar ise firari!

Yunus Durmaz isimli katliam planlayıcısının evinde ele geçen dijital materyallerle oluşturulmuş, tamamen Yunus Durmaz’ın belgelerine dayanan iddianame, “hangi sanık hangi işi yapmıştır, bu sanıklar arasındaki ilişki nedir, Gaziantep yapılanması kimlerden oluşmaktadır, en tepesindeki kimdir, IŞİD’in Türkiye yapılanması neyin nesidir?” gibi basit sorulara bile yanıt vermiyor. Buna cevap vermediği gibi, “peki bu katliam nasıl gerçekleşti, başka sorumlu var mıdır?” sorularını da içermiyor. Bu kadar ağır sonuçları olan bir katliam için siz sadece “bu sanıkları buldum, bunlardan ibaret bir dava açtım” diyemezsiniz. Bu işi, bu kadar baştan savma yapamazsınız!

Ama yaptılar ve iddianameye, gaz kullanan çevik kuvvet polisi, sağlık önlemlerini yerine getirmeyen il sağlık müdürlüğü yetkilileri dahil, hiçbir kamu görevlisini dahil etmediler. Bize söyledikleri; hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu olmadığı idi. Biz ise yargılama boyunca, gerçeğin iddianamedekilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık. Avukat dayanışması olarak şu soruları sorduk: Bu sanıkların başka dosyaları var mı? Daha önce suç işlemişler mi? IŞİD ile ne zaman ilişkilenmişler? Bütün bunları bilmemiz lazım! Kim bu Yunus Durmaz? Kim bu Halil İbrahim Durgun? Kim bu bombacıları getiren araca eskortluk eden Yakup Şahin? Bütün bu soruları sormamız gerekiyordu. Savcı hiçbirini sormamıştı.

Sordukça, bu adamların haklarında defalarca dava açıldığını, takip edilen, bilinen kişiler olduklarını görmeye başladık. İlgili dosyaları getirtmek için ciddi bir mücadele yürüttük. Mücadele diyorum, çünkü bu dosyaların çoğunluğu Gaziantep’teydi ve Gaziantep Ağır Ceza Mahkemeleri, dosyaları ısrarla göndermedi. Biz gidip aldık, araştırdık. Çıkan sonuç vahimdi!

Ne vardı dosyaların içinde?

Dosyalar, sanıkların hemen hepsinin 2012’den beri izlendiğini gösteriyor. Daha ortada IŞİD yok, El Kaide var. Yani ta El Kaide döneminden beri izlendikleri, takip edildikleri ve bu örgütlenmeyi ısrarla ve aralıksız sürdürdükleri anlaşılıyor.

IŞİD dosyalarının en önemli isimlerinden biri Yunus Durmaz 2009’da Afganistan’a gidiyor, El Kaide kamplarında eğitim alıyor. Türkiye’ye döndükten sonra hep teknik takip altındaymış demek ki!

Dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yakalanıyor. Fakat birkaç soru sorup bırakıyorlar. Yunus Durmaz, bir kere bile gözaltına alınmamış. Sürekli izlenmiş, varlığı bilinmiş fakat hakkında tek bir gözaltı kararı verilmemiş. Emniyete girmişliği yok. Kimse -usulen de olsa- ifadesini almayı düşünmemiş.

Dosyaya intikal etmeyen bir Mülkiye Müfettişleri Raporu var. İddianameden çok daha fazla şey söyleyen ama dava dosyasına dahil edilmeyen rapor. 

Katliamın hemen arkasından İçişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü hakkında bir soruşturma başlatıyor. Soruşturma için görevlendirilen üç müfettiş, polis yetkililerinin tek tek ifadesini alıyor. İfadesi alınanlar arasında Ankara emniyet müdürü var, müdür yardımcıları var, güvenlik şube müdürleri var, istihbarat şube müdürleri var, TEM amirleri var. Ayrıca başka sorular da soruyor müfettişler; delilleri istiyor, toplu tabloyu anlatmalarını talep ediyorlar. Bu mitingle ilgili nasıl bir hazırlık ve planlama yaptıklarını, aldıkları ve almadıkları önlemleri öğrenmek istiyorlar. Dokuz klasörlük bir rapor hazırlıyorlar ve sonuç kısmında da “Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır çünkü gereken önlemleri almamışlardır” diyorlar.

Sonra…

Rapor Ankara Valiliği’nin önüne geliyor ve valilik, soruşturma açılmasına gerek görmüyor. Kararın usulen Savcılığa da gitmesi gerekiyor. Dosya Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor. Savcı aynı gün Ankara Valiliği’nin kararına katıldığını ifade ediyor. İşte tablo bu!

Sadece Ankara emniyet müdürü, güvenlik şube müdürü, müdür yardımcıları, emniyet müdür yardımcıları, TEM amirlerinin bir kısmı görevlerinden alınıyor. Ama haklarında açılmış tek bir soruşturma ya da dava yok.

Raporda kritik başlıklar neler?

Rapor hızla sonuçlandırılmış ve çok kapsamlı bir rapor. Birkaç noktayı vurguluyor ki, bunlar önemli: 10 Ekim gününe kadar, hatta 10 Ekim günü bile Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiş altmıştan fazla istihbarat var. Bu istihbarat, ülkenin dört bir yanından geliyor ve ısrarla diyor ki; “bazı kişiler var, bunlar canlı bomba olabilir”. İçlerinde Ankara katliamının bombacısı Yunus Emre Alagöz de var.

IŞİD’in eylem yapabileceği, bir hazırlık içinde olduğuna dair sürekli istihbarat geliyor. Hepsi bir silsile halinde Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşıyor. Ama asıl çok çarpıcı bir istihbarat var. Son derece net! Katliamın sadece gününü ve saatini vermemiş ama demiş ki, IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapabileceğine dair güçlü istihbarat almış bulunuyoruz. Bunun için gereğinin yapılmasını iletiyoruz.

Tarih, 14 Eylül 2015! Yani 10 Ekim’den -neredeyse- bir ay önce. Bu istihbarat neden önemli? Çünkü, kısa bir süre sonra 10 Ekim Barış Mitingi Düzenleme Komitesi, Ankara Valiliği’ne başvuru yapıyor. Düşünün, elinizde böyle bir istihbarat var ve önünüze bir miting başvurusu geliyor. Ama siz bu istihbaratı hiçbir şekilde değerlendirmiyor, tertip komitesine bilgi vermiyorsunuz! Sadece şöyle görüşmeler var; rahat olun biz her şeyi planlıyoruz.

Yanlış anımsamıyorsam, 10 Ekim Mitingi’nden bir ay kadar önce Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü yapılıyor. O dönemin hükümetine yakın sendikaların ve kitle örgütlerinin düzenlediği bir yürüyüş bu. Orada görevlendirilmiş polis sayısı ile 10 Ekim Barış Mitingi için görevlendirilmiş polis sayısını karşılaştırma şansınız oldu mu?

Oldu. Mülkiye müfettişleri, miting planlamasını istemişler ve sormuşlar; kaç polis görevlendirdiniz, nerede görevlendirdiniz, bunların pozisyonu nedir? Ankara Emniyeti de bütün görevli polislerin sayısını vermiş: 2.044… Müfettişler bunun üzerine kıyaslama yapabilmek için diğer mitinglerde görevlendirilen polis sayısını öğrenmek istemişler. Ellerine, Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü’nde görevlendirilen polis sayısı gelmiş. Küsuratı belki yanlış anımsıyorumdur ama 4.046 polis görevlendirilmiş o yürüyüş için.

10 Ekim’dekinin iki katı.

Evet… Bu bize şunu söylüyor; bir ay önce yapılan mitinge göre daha az önlem almışsın! Üstelik 10 Ekim Barış Mitingi, daha önce saydığımız tehditlerin olduğu, olası bir IŞİD saldırısının hedefindeki miting. Bunun tek bir açıklaması olabilir; önlem almak yerine, o canlı bombaların alana girebilmesi için gerekli her koşulu sağlamışsınız.

Bu kadar tehdit altında, bu kadar çok yurttaşın gar meydanına akmasını göze alıyorsanız, hiç kimseyi uyarmıyorsanız, bu mitingin yapılmasına engel olmuyorsanız, devlet olarak gereğini yapmak zorundasınız! Kitleyi, gar noktasında arayabilirlerdi. Daha önceki mitinglerde yapmamışlar, ısrarla bunu söylüyorlar. Ama bu sefer elinizde istihbarat var. Dolayısıyla, IŞİD’in bu mitingde bir şey yapabileceğini öngörmeli ve gar meydanında da arama yapmalıydınız. Kaldı ki, 13 Eylül’deki mitingde toplanma noktasında yapılmış arama! Sadece bu da değil. Bir gece önce yol araması da yapmıyor Ankara Emniyeti. Bunun da hiçbir açıklaması yok. Daha önce yapıyorsun, daha sonra yapıyorsun, ama 9 Ekim gecesini 10 Ekim’e bağlayan aralıkta yol araması yapmıyorsun!

Canlı bombalar Ankara’ya Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araba ile geliyor. Yakup Şahin’in kullandığı araç ise önden gidip eskortluk yapıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasında iki canlı bomba var; biri Suriyeli, diğeri ise Suruç bombacısının kardeşi Yunus Emre Alagöz. Bu kişi terör nitelikli kayıp şahıs olarak aranmakta ve kardeşi Suruç’ta kendisini patlatmış. Üstelik Ankara Emniyeti’ne gelmiş bir istihbarat var, Yunus Emre Alagöz’ün de canlı bomba olabileceğine dair. Arabaları kullananlar, yani Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin çok büyük olasılıkla teknik takipteler. İlaveten Yakup Şahin, yola çıktıktan sonra iki kez polis çevirmesine yakalanıyor. Arabasında uyuşturucu var. Buna rağmen gözaltı yapılmıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasının camları ise -yasak olmasına rağmen- siyah filmle kaplı. O da durdurulmuyor. Bu iki araç hiçbir engelle karşılaşmadan Ankara’ya geliyor. Bombacılar önce bir taksiye, sonra ondan inip bir başkasına binerek Gar’a geliyor. Hiç mi bir MOBESE görüntüsü yok bütün bu olan bitene dair?

Var; olmayan, arama… Tek bir arama yok, tek bir takılma, tek bir engelleme… Sözünü ettiğiniz Ceyhan’daki aramayı, biz mahkemeye sordurduk. “Yakup Şahin böyle bir ifade veriyor, bunu araştırmanız gerek,” dedik. Ceyhan Emniyeti arama yaptığını reddetti. Oysa Yakup Şahin’in ifadesi var. Hatta Halil İbrahim Durgun’a “Çevirmeden nasıl geçtin?” diye soruyor. Durgun’un yanıtı, “Karıştırma o işleri, geçtik bir şekilde,” oluyor.

Savcılığın hiç üzerinde durmadığı önemli noktalardan biri bu! Mahkeme -bizim ısrarımızla- bir kez sordu ama üzerine gitmedi. Koca bir muamma! Biliyoruz ki; Yakup Şahin’in oradaki görevi, olası bir çevirmeye karşı Halil İbrahim Durgun’a haber vermek.

Ceyhan’dan sonra bir daha hiçbir çevirme ile karşılaşmıyorlar. İki araç da Ankara’ya, sabaha karşı Gölbaşı tarafından giriyor. Yakup Şahin kent merkezine kadar gidiyor. Tekrar Gölbaşı’na dönüyor ve Halil İbrahim Durgun’a çevirme olmadığını söylüyor.

Duruşmada ifade veren yaralılar, aileler ve mitinge katılmak üzere Ankara dışından gelenler de tek bir kez bile çevirme ile karşılaşmadıklarını ısrarla vurguladılar. Oysa biliriz, Emniyet, miting katılımcılarını yolda defalarca kez durdurur. Neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulamadır bu. Ancak o gün mitinge katılmaya gelen kimsede “üst baş araması, araç araması, kimlik kontrolü yapıldı öyküsü” yok. İnanılmaz bir rahatlıkla Kızılay Meydanı’nı geçerek gelen otobüsler var. Ankara’da Kızılay Meydanı’na otobüs giremez! Zaten bunun dosyada somut belgesi de var. Ankara Emniyet Müdürlüğü yol aramasını 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece durduruyor. Yol aramalarını neden durdurduklarını sorduk.

Yanıt verildi mi?

Hayır, hiçbir yanıt verilmedi. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koymadılar. Mahkemeye -ısrarla- bu polisleri çağırıp dinlemek zorunda olduğunu söyledik. 14 Eylül tarihli istihbaratı gizlediğini söyleyen polis var, “Ben ilgili yerlere iletmedim, gerek duymadım,” diye itiraf ediyor zaten! İstihbaratı gizliyor, yol aramasına engel oluyor. Ankara İstihbarat Şube Müdürü Cihangir Ulusoy’un “Biz IŞİD’in bu mitingde eylem yapacağını hiç düşünmedik,” diye beyanı var. İstihbarat Şube’nin başındasınız ve bunu söylüyorsunuz: “IŞİD bugüne kadar hep HDP kitlesini hedef aldı. Hep HDP’lilerin olduğu yerlere saldırdı. Bu mitingin tertip komitesinde HDP olmadığı için IŞİD’in saldırmayacağını düşündük.” Bu, insan aklıyla alay etmektir!

Diyelim kabul ettik. HDP’nin bu mitinge katılacağına dair beyanatı var. Mahkemede 10 Ekim Barış Mitingi Tertip Komitesi’ni dinlettik. Komite, heyet önünde, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mitinge katılmasını beklediklerini söyledi. Yani Tertip Komitesi toplantılarda bu duruma ilişkin özel önlem alınması gereğini de hatırlatıyor. Kaldı ki, İstihbarat şube müdürü olarak sen böyle bir şey diyemezsin. IŞİD bu mitinge saldırmayacak diye kefil olmuşsan, o zaman korkunç bir suçla karşı karşıyayız demektir!

Türkiye’deki en kıyıcı eylemleri örgütlemiş olan IŞİD hücresi Gaziantep’te. Peki Gaziantep Emniyeti ne yapmış?

IŞİD Gaziantep hücresi bu ülkede beş katliam yaptı. HDP Diyarbakır Mitingi ile başlayan, ne yazık ki Ankara Katliamı’ndan sonra da Gaziantep Düğün Katliamı ile süren tam beş katliamda bu hücrenin imzası var.

Bu işin Gaziantep ayağını konuşmadan, dosyadaki sanıklardan nasıl bahsedebiliriz? Bunların nasıl örgütlendiği sorusuna birilerinin cevap vermesi gerekiyor. Tonlarca amonyum nitrat nasıl temin edilebilir? Bombaların içine yerleştirilen binlerce demir bilye nasıl bu kadar kolay bulunabilir? Katliamdan sonra basılan hücre evlerinden gördük ki, evler birer cephanelik; silah, mermi, canlı bomba yeleği dikmek için kumaşlar, terzi malzemeleri… Belli ki illegal bir hayat sürmüyorlar. Gaziantep’te kimse onlara ne yaptıklarını sormuyor. Son derece rahatlar, serbestçe dolaşıyorlar. Gaziantep onların yeri, onların şehri.

Telefonları dinlenmiyor mu?

Dinleniyor. Emniyet, bu adamların kim olduğunu gayet iyi biliyor. Bizim sanıklardan yola çıkarak bulduğumuz çok şey oldu: Mesela Gaziantep’teki Genç Ensar Derneği… Polisler, derneğe operasyon düzenliyor. “Dernek El Kaide’yi, IŞİD’i örgütlüyor” diyor. Derneğin önünde fizikî takip, fotoğraf çekimleri, telefon dinlemeler… hepsini yapıyorlar.

Genç Ensar Derneği’ne gelenler zaten Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Erman Ekici, Nusret Yılmaz. Bunlar bizim dosyamızdaki isimler; bir kısmı hükümlü, bir kısmı firari ya da ölmüş. Dahası dosyada, bir kroki var; Yunus Durmaz’ın evinin işaretlendiği kroki. Şöyle bilgiler gördük dosyada; “Nusret Yılmaz, şimdi Yunus Durmaz’ın evine örgütsel görüşme yapmak için gidiyor.” Yunus Durmaz’ın evini biliyorsun, bir buçuk yıl boyunca izliyorsun, dinliyorsun… Gözaltına almıyorsun.

O halde biz de şu soruyu sorarız: Bu katliamı Yunus Durmaz örgütlediyse ve sen onu 2014 yılına kadar izlediysen, örgütsel faaliyetini tespit etmiş olmana rağmen yakalamadıysan, aksine katliam planlayıcısının gezmesine izin verdiysen, o zaman buna izin veren Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyeti, TEM şube müdürleri; hepsi katliamlardan sorumludur.

Mahkeme aşamasında başka bilgilere de ulaştınız mı?

Yargılama 7 Kasım 2016’da başladı. İlk duruşmada sanık ifadeleri alındı. Sanıkların neredeyse hepsi birbirini Genç Ensar’dan tanıyordu. Bu çıktı ortaya. On dokuz tutuklu sanıktan ancak dördü ya da beşi bunu dememiş. Dikkatimizi çekti: Nedir bu Genç Ensar Derneği? Ne zaman kurulmuş, hâlâ faaliyette mi diye soralım, öğrenelim istedik. Dernekler Masası bir soruşturma yürütmüş mü? Dernek kapatılmış mı? Sanıkların sorgularını yapalım, başka suçları da var mı, aranmışlar mı? Haklarında iletişim tespiti kararı var mıdır? Mahkemeler iletişim tespit kararı almışsa, onları isteyelim. Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çevirme tutanaklarını, hücre evlerinin, depoların civarındaki MOBESE kayıtlarını isteyelim. Bunlar gibi pek çok talep… Savcının araştırma yapmadığı hususlar. İlk taleplerimizden biri, dernekler oldu. Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Emniyeti ısrarla bu derneklerin faaliyetlerine ilişkin sorularımıza cevap vermedi. Oysa son derece somut ve kolay bir talepti: Dernek kayıtlarına bakacaksın ve iki tane belge göndereceksin. Sonunda Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile bize dedi ki; Genç Ensar Derneği ile ilgili yapılmış hiçbir idari/adli işlem yoktur.

Hiçbir inceleme, hiçbir soruşturma yapılmamış. Bir noktayı daha bildirdiler; dernek bir genel kurul yapmış ve kendisini feshetmiş. Genel kurul tarihi ne? 10 Ekim 2015! İnsan gerçekten dehşete kapılıyor. Katliamı yaptıkları gün, genel kurul düzenleyip “dernek amacına ulaşmıştır, kapatalım” diye mi düşündüler acaba? Büyük final!

Hazırunda imzası olanlardan Ahmet Güneş, bizim dosyamızın firari sanığı. Ahmet Güneş’in orada imzasının olduğunu görünce, mahkemeye bu şahsın o tarihte yakalanıp yakalanmadığını bir kez daha sorduk. Çünkü Ahmet Güneş, Gaziantep örgütlenmesinde Yunus Durmaz kadar önemli bir isim. Lakabı “hoca” ve çok uzun bir süredir IŞİD örgütlenmesinde çalışıyor, Genç Ensar Derneği’nde eğitim veriyor. Ayrıca Suriye’de verdiği silahlı eğitimler de var. İşte bu Ahmet Güneş, Gaziantep’te bir trafik çevirmesine takılıyor. Aracında yapılan aramada, birçok IŞİD malzemesi bulununca gözaltına alınıyor, nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanıyor. Yargılama başlıyor. Yargılama devam ederken, çevirme sırasında bulunan dijital materyaller çözümleniyor ve Ahmet Güneş’in bizzat yaptığı bir infazın görüntüsüne ulaşılıyor. O kadar net ki görüntüler! Ama hakkında böylesine önemli belge/delil olan biri, sadece altı ay tutuklu kalıyor ve tahliye ediliyor. Şimdi birilerinin bunu sorması gerekiyor; Ahmet Güneş, neden tahliye edildi? Bizim dosyamızda neden hâlâ firari sanık?

Siz Ahmet Güneş’i yakaladınız ve tahliye ettiniz. Ahmet Güneş tahliye edilmeseydi, muhtemelen bu katliam olmayacaktı. Çünkü Ahmet Güneş bu katliamı planlayan Gaziantep hücresinin beyin takımı içinde olan biri. Bitmedi. Ahmet Güneş’le ilgili ulaştığımız bir başka dosya daha var. 2017’de Hatay’da ele geçirilen canlı bomba yeleklerindeki parmak izleri gibi.   

Bütün bunları öğrenince ne düşüneceğiz?

Bütün bunlar, “öfkeli genç çocuklar” söyleminin sonucu! Hükümetin o dönemki politikasını düşündüğünüzde, hiç kimsenin IŞİD’e terör örgütü demediğini anımsayacaksınız. Özellikle Gaziantep ve Adıyaman’da, IŞİD’e ne bir hâkim dokunabilmiş ne bir savcı iddianame yazabilmiş, ne bir emniyet müdürü üzerine gidebilmiş ne sınırdaki polis mücadele edebilmiş. Çünkü siz IŞİD’e sonsuz müsamaha göstermişsiniz. Sonunda da Gaziantep’ten muazzam bir IŞİD örgütlenmesi çıkmış. Kent IŞİD’lilerin at oynattığı bir yer haline gelmiş.

Kilis’ten İlhami Balı ile ilgili tapeler geldi. Biliyorsunuz ona “bir numara” deniyordu. Oysa bir numara filan değil, sınır sorumlusu. Sınırdaki subaylarla, komutanlarla görüşüyor, “geçemezsin, kafana sıkarım” diyor, kaçakçıları tehdit ediyor, kaçakçılık yapmalarını yasaklıyor. Açık ki, sınırları IŞİD kontrol ediyor.

Canlı bombalar, IŞİD’e katılanlar, mühimmatlar o sınırlardan geçti. Eğer siz sınırların kontrolünü IŞİD’e bıraktıysanız, biz de bu canlı bombaların sınırdan nasıl geçtiğinin hesabını sorarız.

Siz bütün bunları sordukça dava dosyası kaç klasör oldu?

Çok! Elimizde daha günlerce anlatabileceğim kadar belge var. Tablo da hemen hemen ortada iken mahkeme ne yaptı biliyor musunuz? Duruşmayı bitirme eğilimi göstermeye başladı.  

Esas hakkındaki mütalaa da iddianamenin neredeyse aynısı… Farkı; bir sanık -Erman Ekici- için daha fazla ceza istendi. Mahkeme heyeti, karar duruşması için, alelacele 2018 Temmuz sonuna gün verdi ve celseyi Sincan’a gönderdi. Yani 50 duruşma yaptığımız Ankara Adliyesi’nden davayı aldı, Sincan’a götürdü. “Yapmayın, adalet bunu göstermiyor, dosyanın kapsamı bu değil” dememize rağmen…

Karar duruşması yapıldı. Şubat 2019’da da mahkeme gerekçeli kararı açıkladı. Nasıl bir karar yazılmış?

10 Ekim Ankara Katliamı Davası gerekçeli kararı, 872 sayfalık bir metin. İddianame ve savcı mütalaası kopyalanarak hazırlanmış, katliamdaki sorumluluklara, toplanan delillere hiç değinmemiş, kılı kırk yararak bulduğumuz yeni delilleri es geçmiş bir karar… Yetmemiş, sanki hedef de şaşırtılmak istenmiş.

Nasıl?

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında; katliamın, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda toplanan emek demokrasi güçlerine değil, devlete ve hatta siyasal iktidara karşı işlenmiş olduğunu söylemiş. Oysa biz başından beri IŞİD’in insanlığa karşı suç işleyen cihatçı barbar bir örgüt olduğunu vurguluyoruz. Ayrıca, yine başından beri devletin, siyasal iktidarın sorumluluğundan söz ediyoruz. Siyasal iktidarın örgüte dair her açıdan sergilediği müsamahalı tutum, sempati dolu açıklamalar, katliamların yarattığı kaos nedeniyle 2015 Kasım seçimlerini kazandıklarını bizzat kendilerinin ilan etmiş olması ve bundan sağlanan fayda… hepsi bilerek es geçilmiş. Devletin sorumluluğu âdeta örtülmek istenmiş kararda. Hüküm, başından beri ısrarla vurguladığımız “insanlığa karşı suç” yerine “anayasal düzeni ihlal” maddesi üzerinden kurulmuş. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in, IŞİD’lilerin, bu dosyadaki sanıkların anayasal düzen ve siyasal iktidarla bir sorunu yok. Tersine bu katliam, barış mitingi için toplanmış ülke muhalefetine karşı gerçekleştirilmiş ve neredeyse her türlü koşulu/iklimi sağlanmış bir katliam!

Şu anda mahkeme firariler yönünden devam ediyor. Dolayısıyla Avukat Dayanışması olarak siz de iz sürmeye devam ediyorsunuz. Bu fasıldan ne umuyorsunuz peki?

Dosyada 16 firari sanık var. Dosya onlar açısından tefrik edildi. Biz firariler açısından devam eden mahkeme sürecinde, devlet yetkililerinin sorumluluğunu daha da yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz. Ahmet Güneş’in şu an firari olmasının sorumlusu Gaziantep’tir. İlhami Balı’nın, Edremit Türe’nin firari olmasının nedeni, zamanında gözaltına alınmamış olmalarıdır. Bu adamlar, yarın Türkiye’de yeniden bir işe giriştiklerinde, bunun sorumluluğu, zamanında bunu görmezden gelip önlem almayanlarda olacaktır. Örgütçü olanları belki bilerek yakalamadılar, belki de bilerek ellerinden kaçırdılar.

Firariler açısından dava sürmekteyken hayli tuhaf bir şey oldu; Ankara Adliye'sinde asıl dosyaya ait 9 klasör bulundu.

Doğru, oldukça tuhaf! Bir yıl önce 9 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Terör Suçları Soruşturma Bürosu Soruşturma Savcısı Fatih Şimşek imzasıyla adli yazışma usulüne aykırı olan ilginç bir yazı yazmış. Demiş ki; “09/10/2019 tarihinde Terör Suçları Ön Bürosu’na kimseye haber verilmeden bırakıldığı tespit edilen 9 klasör, 10/10/2015 tarihli GAR Patlaması Olayına ilişkin evraklar olduğu anlaşıldığından yazımız ekinde gönderilmiştir”. Bu 9 klasör katliamın üzerinden dört yıl sonra ortaya çıkıyor; içlerinde mahkemeden, müştekilerden, katılanlardan gizlenen belgeler var.

Evrakın tamamına yakını soruşturmanın ilk dönemine ait. Katliama yol açan bombaların nasıl temin edildiğine ilişkin çok önemli deliller var. Bu önemli! Yakup Şahin, 30 Eylül 2015’te, kendisi gibi katliam sanığı olan Hüseyin Tunç ile Nizip’te tarım ürünleri satan bir işyerine gidiyor. İki bin lira karşılığında “Amonyum Nitrat 33” tanımlı gübreyi satın almak istiyor. Ancak satıcı, alıcıların tedirgin hallerinden şüpheleniyor. Belge düzenlemek gerekçesiyle kimliklerini istiyor. Bunun üzerine, alıcılar acele bir şekilde dükkândan ayrılıyor. Satıcı aynı gün Nizip Emniyeti’ne ihbarda bulunuyor. Nizip Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada, şüpheli bir şekilde gübre satın almaya çalışan kişinin Yakup Şahin olduğu tespit ediliyor. Nizip Emniyeti TEM Bürosu, 2 Ekim’de tanık ifadelerini alıyor. Aynı gün Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Büro Amirliği ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bir yazı yazıyor. Yazıda, durumun önemi açıklanıyor, Yakup Şahin hakkında örgütsel bir ilişkisinin olup olmadığına ilişkin araştırmanın yapılarak bilgi verilmesi talep ediliyor. Buraya kadar gayet güzel! Ancak bu yazıdan sonra süreç, bıçak gibi kesiliyor. Mevcut evraktan, bu yazı ile ilgili nasıl bir işlem yapıldığı ya da herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyor. Soruşturma derinleştirilmiş miydi, nasıl sonuçlandırılmıştı gibi sorular, aradan dört yıl geçmesine rağmen halen cevaplandırılmış değil. Aynı Yakup Şahin birkaç gün sonra, yine Hüseyin Tunç ile Birecik’ten gübreyi temin ediyor ve Nizip’te kiraladığı örgüt deposuna koyuyor. Eğer en başta soruşturma derinleştirilse, Şahin’in örgütsel ilişkisi açığa çıkarılıp yakalansa ve ifadesine başvurulsaydı; gübre temin edilemeyecek, katliam planı açığa çıkabilecek ve önlenebilecekti. Ama hiçbir şey yapılmamış, Nizip Emniyet Müdürlüğü’nün bu konudaki çabalarına yanıt verilmemiş.

Yakup Şahin Ankara Katliamı’nın kilit ismidir. Bomba yapımında kullanılan amonyum nitratı temin etmiş, canlı bombaların Ankara'ya gelmesini sağlamıştır. Yakup Şahin durdurulabilirdi. Üstelik katliamdan sekiz gün önce durdurulabilirdi. Ama Gaziantep Emniyeti bunu yapmamıştır. Yapmadığı için de Şahin lazım olan gübreyi Birecik'ten temin etmiş, bomba hazırlanmış ve katliam planı hiç aksamadan uygulanmıştır. Katliama nasıl yol verildiği ve sorumlular, somut bir şekilde ortada aslında!  

Siz Gaziantep Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını ısrarla talep ederken ve mahkeme de bunları reddederken firari sanıkların bazılarının eşleri Türkiye'ye getirildi.

Evet, sanıkların eşleri ya da çatışmalı dönemde IŞİD kamplarında, bölgelerinde kalan kadınlar ülkeye dönüyor bir bir. Hiçbir sorun yaşamadan geliyorlar. Etkin pişmanlıktan yararlanacağız diyorlar. Bir süre tutuklu kalıp sonra tahliye ediliyorlar. Hatta bazılarının hiç tutuklanmamış olması bile muhtemel.

Bilgi saklayan, samimi hiçbir itirafta bulunmayan, IŞİD’e aktif katılımı olduğu gayet açık olan kadınlar bunlar. Haklarında ceza kararı bile verilmemiş. Öğrendik. Yani IŞİD’lilerin ödüllendirilmeleri bir şekilde devam ediyor. IŞİD tüm dünyada lanetleniyor, insanlığa karşı suçtan, savaş suçundan yargılanıyorken, Türkiye hâlâ onları korumaya, kollamaya devam ediyor.

Kimisinin eşi Türkiye’ye geldi ve bazı firarilerin izi de açığa çıktı. Hangi sanıklar bunlar ve neredelermiş? Türkiye'ye getirilme olasılıkları var mı?

Bu süreçte sık sık sanıkların nerede olduğunu, yakalanmaları konusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını sorduk. Çünkü bu konuda bize bilgi veren hiçbir kurum yoktu. Israrlı taleplerimiz neticesinde, Mustafa Delibaşlar ve Cebrail Kaya’nın SDG, Fadile Delibaşlar’ın Roj kamplarında, İlhami Balı’nın ise adı bildirilmeyen bir kampta olduğu tespit edildi.

Bu bilgiler neden şimdiye kadar verilmedi? Biz sormasaydık gönderilecek miydi gibi soruları Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sorduk tabii. İlhami Balı’nın bulunduğu kampın neden gizlendiği, hangi kampta bulunduğu konusunda açıklama yapılması gerektiğini de…

İlhami Balı ilginç bir isim. Sınırları uzun süre kontrol etmiş, giriş çıkışları denetlemiş biri. 2016 yılında Ankara’da bir otelde MİT’le bir görüşme yaptığına ilişkin haberler çıktı. O açıdan baktığımızda, bulunduğu kampın adının gizlenmesini manidar buluyoruz.

Hakikat dosyalarda yok! Peki ya adalet? O nasıl sağlanacak?

Şu andaki tutuklulara yüz milyonlarca yıl ceza verseler ya da yirmi kişiyi daha tutuklasalar da buna adalet denemez. Yaşadığımız katliam sadece tutuklu sanıkların becerebileceği türden bir katliam değil. Gaziantep örgütlenmesi olmasa, sınırlar teslim edilmese, Ankara’ya girişte ve alandaki polis önlemi bu kadar yetersiz olmasa, bu katliam kesinlikle gerçekleşmezdi! O yüzden bu katliamda payı/sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadeleye devam edeceğiz.

Biz kalabalık bir avukat ekibiyiz. Söyleşiye başladığım gibi bitireyim; böyle bir katliamı hem yaşayıp hem izini sürüp hem de hukuki anlamda mücadeleyi sürdürmek zor bir iş! Sadece birkaç kişi olsak, aileler bunca yıldır her duruşmaya ısrarla gelmese, yaşananları kamuoyunun gündeminde tutmak için ısrarla çaba sürdürülmese, yani bu dayanışma olmasa -avukatlar ne yaparsa yapsın- dava süreci çok eksik olurdu. 10 Ekim’in kamuoyu gündeminde hâlâ tartışılmasını sağlayan, bu dayanışma!

İnsan neden adalet ister, neden adalet için uğraşır? Çünkü yola devam etmek istiyorsun. Hayat bir yerinden kırıldı, bir daha asla düzelmeyecek, asla eskisi gibi olmayacak, biliyorsun. Ama ayakta durmak zorundasın. İşte orada adalet arayışı devreye giriyor. Adalet yerine geldiğinde, “evet uğraştım ama değdi” diyebileceksin. Ben ailelerimizin adli tıptaki hallerini hatırlıyorum. Bir de bu günlerine bakıyorum. İnanılmaz direnişleri, birbirlerinden aldıkları güç çok kıymetli ve hepimize örnek olması gereken bir şey! Bu büyük ve muazzam bir güç! Onlar devam ettiği sürece, biz de avukatlar olarak devam edeceğiz.

BİRİKİM

5 Eylül 2019 Perşembe

“Vur dediler vurduk, kır dediler kırdık"

6-7 Eylül pogromunun üzerinden 64 yıl geçti. Aralarında din adamlarının da bulunduğu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği, öncelikle Rumlar sonra da Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim toplumların dehşet günleri yaşadığı bu pogromla ilgili hala kamuoyuna mal olmamış belgeler var. Araştırmacılar Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül dönemin Anadolu Ajansı çalışanı Selçuk Emre’nin o vakitler yazdığı bir rapordan yola çıkarak o iki günde neler yaşandığına ışık tutuyor.

HÜSNÜ GÜRBEY-MAHSUNİ GÜL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı'nda bulduğumuz iki yeni belgenin (1) birincisinde; olayın bir numaralı tanığı olan ve Anadolu Ajansı kadrosunda gözüken Selçuk Emre’den, İstanbul Valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, şu istekte bulunur:
“6-7 Eylül hadise günü Vilayette bulunduğunuz zamanlardaki müşahadelerinizi (gözlemlerinizi) yazılı olarak bildirmenizi rica ederim. 14/12/1955
İstanbul Valisi/İmza”

Selçuk Emre, sunduğumuz raporu hazırlar. Rapor çok sade bir dille ve olayları hiç abartmadan olduğu gibi aktarır. Ayrıca raporda geçen olayların, yine aynı arşivde bulduğumuz “İstanbul Merkez Kumandanlığı Nöb. Subaylığı, sayı: 73 806 ve 7/9/1955” ve müteakip tarihlerde hazırlanan tutanaklarla tutarlılık göstermesi bakımından ayrı bir önem kazanır.

Raporun Tamamı