Mücella Yapıcı ile İzmir Depremi sonrasında bir söyleşi:
"İstanbul Depremi Türkiye'nin beka sorunu olacaktır!"
Serdar Akinan'ın Hazırlayıp Sunduğu ''Ne Oldu?" Programının Bu Bölümünde Mücella Yapıcı İle Deprem Gerçeğini Masaya Yatırdık.
Mücella Yapıcı ile İzmir Depremi sonrasında bir söyleşi:
"İstanbul Depremi Türkiye'nin beka sorunu olacaktır!"
Serdar Akinan'ın Hazırlayıp Sunduğu ''Ne Oldu?" Programının Bu Bölümünde Mücella Yapıcı İle Deprem Gerçeğini Masaya Yatırdık.
İngiltere'de küçük yerel işletmelerden, iki bin 900 çalışanı olan büyük işletmelere kadar farklı türde 61 şirketin katıldığı pilot uygulama bugüne kadar yapılan en büyük ölçekli araştırma oldu.
Çalışma, '4 Day Week Global' tarafından Autonomy adlı düşünce kuruluşu, 4 Day Week Campaign ve Cambridge Üniversitesi ile Boston College'daki araştırmacılarla ortaklaşa yürütüldü. Aynı araştırmacılar daha önce de Amerika Birleşik Devletleri, İrlanda ve Avustralya gibi ülkelerde 33 şirket ve yaklaşık bin çalışanı kapsayan başka çalışmaya da imza atmış ve benzer bulgulara ulaşmıştı.
Altı ay süren araştırma kapsamında ücret kaybı yaşanmadan çalışma haftası beş günden dörde düşürüldü.
Deneme sonucunda katılımcı şirketlerden 56'sı haftada dört gün çalışma uygulamasını sürdürme kararı aldı. Bu şirketlerden 18'i uygulamadaki değişikliğin kalıcı olduğunu duyurdu.
Araştırma sonuçları, şirketlerin çoğunun iş performanslarını ve üretkenliklerini koruduğunu ve kuruluşlar genelinde ortalama yüzde 1,4'lük bir gelir artış olduğunu gösterdi.
Çalışanlar için ise stress, tükenmişlik hissi, anksiyete, yorgunluk ve uyku sorunlarının önemli ölçüde azaldığı görüldü. Deneme kapsamında hem ruhsal hem de fiziksel sağlıkta iyileşmeler yaşandı.
Çevre danışmanlık şirketi Tyler Grange, denemede yer alan şirketlerden biri.
Uygulamanın personeli üzerindeki etkilerini yakından takip eden şirket, çalışan mutluluğunun yüzde 14 arttığını ve ayrıca çalışanların yüzde 28 daha az yorulduğunu tespit etmeleri üzerine, haftada dört gün çalışmayı kalıcı hale getirme kararı aldı.
Şirketin genel müdürü Simon Ursell, işverenlerin dört günlük çalışma haftasından korkmak yerine, tam tersine "kucaklamaları gerektiğini" söyledi.
Haftada dört gün çalışmanın zorluklarının nasıl aşılabileceği ve bunun sonucunda elde edilebilecek pek çok bütünsel faydayı ilk elden gösterebildiklerini belirten Ursell "üç günlük hafta sonu" uygulamasına geçiş yapmak isteyen başka şirketlerin tavsiye ve deneyimlerini öğrenmek üzere kendilerine başvurduğunu açıkladı.
Araştırmayı yürüten kuruluşlardan 4 Day Week Campaign Direktörü Joe Ryle, İngiltere'deki deneme sonuçlarının "büyük bir atılımın" önünü açabileceği görüşünde. Ryle "Ekonominin çok çeşitli sektörlerinde elde edilen bu inanılmaz sonuçlar, ücret kaybı olmaksızın haftada dört gün çalışmanın gerçekten işe yaradığını gösteriyor. Artık bu uygulamayı ülke genelinde yaygınlaştırmanın zamanı geldi" diye konuştu.
Araştırmanın sonuçları İngiltere Parlamentosu'nda düzenlenecek bir etkinlikte milletvekillerine sunulacak.
Geçtiğimiz ay, Güney Cambridgeshire Bölge Konseyi, İngiltere çapında haftada dört gün çalışma uygulamasını deneyen ilk yerel yönetim olmuştu.
Bu değişikliğin ilk sonuçlarına göre personelin stres seviyesinin azaldığı ve hizmet sunumu üzerinde olumsuz bir etki olmadığı anlaşılıyor.
Görür'ün Twitter'dan yaptığı açıklamalar şöyle:
"Bazı sorulara toplu cevap veriyorum. Cevabım mümkün olduğunca basite indirgenmiş ve sizin anlayacağınız şekilde olacak.
Evrensel - Yer Bilimci Naci Görür
Kahramanmaraş’ta 6 Şubat sabahı meydana gelen 7.7 büyüklüğündeki deprem, 1939 Erzincan depreminden bu yana ülkemizde kaydedilen en büyük deprem olarak tarihe geçti. 1939 Erzincan ve 1999 İzmit depremleri, Kuzey Anadolu Fayı’nın ürettiği depremlerdi. Kahramanmaraş depremi ise Türkiye’nin diğer önemli fay zonu olan Doğu Anadolu Fayı’nda meydana geldi.
Doğu Anadolu Fay Zonu, kuzeydoğuda Bingöl ilinin Karlıova ilçesinden başlayıp güneybatıda Hatay’a kadar uzanan yaklaşık 600 km uzunluğa sahip sol yanal doğrultu atımlı bir fay zonudur. Kuzey Anadolu Fay Zonu ile birlikte Türkiye’nin en önemli iki fay zonundan biridir. Doğu Anadolu Fay Zonu’nun adlandırılması, 1971 yılında Bingöl’de meydana gelen 6.8 büyüklüğündeki depremin akabinde, eski adıyla Maden Tetkik ve Arama (MTA) Enstitüsü jeologlarından Esen Arpat ve Fuat Şaroğlu tarafından 1972 yılında yapıldı.
Aynı araştırmacılar 1975 yılında, bu fay zonunu oluşturan parçaları detaylarıyla çalışarak, fayın bölgesel ölçekte haritasını da ilk kez ortaya koydular. Sağ yanal doğrultu atımlı bir fay olan Kuzey Anadolu Fayı ile Karlıova’da kesişen Doğu Anadolu Fay Zonu, tıpkı Kuzey Anadolu Fay Zonu gibi Arabistan Levhası ile Avrasya Levhası arasında meydana gelen kıtasal çarpışma ve izleyen sıkışma sürecinin bir ürünü olarak gelişmiş. Kuzeydoğuda Karlıova’dan başlayan Doğu Anadolu Fayı, Adıyaman ilinin Çelikhan ilçesine kadar, dar bir vadi şeklinde uzanıyor. Çelikhan’dan güneybatıya doğru ise daha geniş bir alanda etkisini gösteriyor.
Fay zonu boyunca değişik boyutlarda fay vadilerine, fayın kendi örgüsü içerisinde büklüm ve sıçrama yaptığı alanlarda gelişen çöküntü ve tepelere, fayın kesip ötelediği birçok akarsu yatağında sapmalara rastlamak mümkün. Ayrıca fayın ana hattının üzerinde farklı derinliklere sahip, her biri doğa harikası olan birçok göl de bulunuyor. Kuşkusuz bunların arasında en önemlisi Elazığ il sınırları içerisinde, bin 248 metre rakımda bulunan 81 kilometrekarelik Hazar Gölü.
(…) Doğu Anadolu Fay Zonu’nun güneybatıya doğru devamında, Adıyaman il sınırları içerisindeki Gölbaşı Gölleri Tabiat Parkı’nda bulunan Gölbaşı, Azaplı ve İnekli gölleri ise yine bu fayın ürünü olan çöküntüler içerisindeki daha küçük ve sığ göller. Bütün bu güzellikleri, GPS verilerine göre yılda yaklaşık 10 mm’lik kayma hızına sahip Doğu Anadolu Fay Zonu’nun, insan ömrüne göre oldukça uzun, ancak jeolojik olarak oldukça kısa bir zaman diliminde ortaya çıkardığını bilmek, bu fayın ayrı bir özelliği. Kuşkusuz bu hareketlilik her zaman sessiz ve sakin bir tonda gerçekleşmiyor.
(…) 19’uncu yüzyılda birçok şiddetli depreme kaynaklık eden Doğu Anadolu Fay Zonu’nun 1866 yılında Karlıova-Bingöl, 1874’te Palu-Hazar Gölü ve 1893’te yol açtığı Çelikhan-Erkenek depremleri, olasılıkla 7 büyüklüğünü aşan depremlerdir. Tarihsel deprem geçmişi son yüzyıldaki aktivitesine göre daha fazla olan Doğu Anadolu Fay Zonu’nun meydana getirdiği depremlerin şiddetlerinin izlerini, fay zonu üzerinde bulunan birçok kentin tarihi yapılarında görmek mümkün. Palu Köprüsü bunların arasında ilk akla gelenlerden biri. Dahası, eldeki veriler Palu yerleşiminin tarihsel olarak ilk kuruluşundan günümüze değin doğal sebeplere (özellikle de bölgede meydana gelen depremlere) bağlı olarak yerleşim yerini birçok kez değiştirdiğine işaret ediyor.
Aktif faylar, ülkemizde halen kaynaklık ettikleri depremlerin şiddetleri ve verdikleri zararla anımsanıyor. Ancak bu yıkıcı etkileri gerekli mühendislik çözümleriyle azaltmayı başardığımızda, geriye az önce kısaca değindiğimiz doğal güzellikler kalacak. Doğu Anadolu Fay Zonu boyunca hareketliliğin oluşturduğu birbirinden güzel yüzey şekillerini ve doğaya kattığı zenginlikleri fark etmek, doğanın bu yıkıcı gücüne karşı bakış açımızı tamamıyla değiştirecek. Ancak o güne kadar Doğu Anadolu Fay Zonu’nun yakın gelecekte de büyük depremler oluşturabileceği gerçeğini göz ardı etmeden, bilgimizi ve tedbirlerimizi artırmamız en doğru yaklaşım olacak.
Atlas Dergisi
YAZI: DOÇ. DR. ALPER GÜRBÜZ, DR. FUAT ŞAROĞLU
"Başörtüsü mücadelesi hiçbir zaman İslamcı düşüncelerin kamusal alanda temsili mücadelesi olmadı; Müslüman kadının da dünyadaki özgürlüklerden, haklardan yurttaş olarak yararlanabilmesinin mücadelesiydi. Şimdi o kamusal alanda başörtülü kadın var ama kamusal alan artık açık ve kapsayıcı bir alan değil. Aralarından kurtarılmış birtakım kadınlar var ve bu kadınlar aynı zamanda başka kadınlar daha az özgür olsun diye çalışabiliyorlar. Dolayısıyla başörtüsü davası tam da başörtülüler tarafından kaybedilmiş vaziyette."
Akademisyen Ayşe Çavdar ile 1990’lardaki başörtüsü yasaklarını ve 90’lardan bugüne başörtüsü mücadelesini konuştuk.
28 Şubat sürecine başörtülü bir öğrenci ve gazeteci olarak birebir tanıklık eden daha sonra ise örtüsünü çıkaran Çavdar, 90’larda kadınların başını örtmek için verdiği mücadelenin, bugün kadınların başını açmak için verdiği mücadeleyle benzerliklerini anlatıyor.
Başörtüsü gibi tamamen kadınları ilgilendiren bir konuda, erkeklerin bu tartışmalarda öne çıktığını görüyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu durum 28 Şubat Dönemi’nde nasıldı, şu an nasıl?
Bir kere başörtüsü kadınları ilgilendirmiyor sadece. Böyle bakarsak erkeklerle kavgamızın sebebini de anlamamış oluyoruz. Olması gerekene değil, olana bakarak söylüyorum ki, başörtüsü şu anda biz istesek de istemesek de bir sembol. Toplumda belli bir grup insanın yaşadığını gösteriyor. Bir grup insan yalnızca Müslüman olmakla kalmıyorlar aynı zamanda İslam'ın sembollerini üzerlerinde taşıyacak kadar inançlı ve politik demek bu. Çünkü başörtülü olmayan da bir sürü Müslüman kadın var, başörtüsü takmamaları onları daha az inançlı yapmıyor ama onlarla diğerleri arasında şöyle bir fark oluyor; bir kısmı bunu üzerinde taşıyacak kadar siyasallaştırmış durumda.
Yani bu sadece kadınları ilgilendirmiyor. Eğer böyle bir siyasal manası olmasaydı ben örterdim mesela ve çok da mutluluk duyardım örtmekten ya da örtüp arada açmayı isterdim. Çünkü başörtüsü yalnızca İslami bir şey değil. Başörtüsü senin söylediğin tarafıyla, yani yalnızca kadınları ilgilendiren tarafıyla aynı zamanda son derece kadınsı ve çok hoş da bir aksesuar, dolayısıyla böyle bir şeyden, bir aksesuardan bahsetmediğimiz için üzerine acayip bir siyasal literatür binmiş, siyasal mücadeleler binmiş bir şeyden bahsettiğimiz için başörtüsü dediğimizde yalnızca kadınları ilgilendiren bir şeyden bahsetmiyoruz. Gönül isterdi ki öyle olsun ama öyle değil.
Başörtüsü 28 Şubat'ta muhalefetteydi şimdi ise iktidarda, aradaki fark bu. 28 Şubat’ta bir talep olarak vardı, bir özgürleşme talebi olarak vardı, başörtülü kadınların kamusal alanda dolayısıyla modern dünyanın içerisinde hareket edebilir hale gelmeleri gibi bir özgürlük talebi üzerinden vardı; şimdi ise başörtüsü kamusal alanda bu özgürleşmiş kadınların bulunması dolayısıyla birtakım sınırlandırmalar yapmaları söylemi ile geliyor. Bir kere en başta böyle bir farklılık var.
Yani 1990'larda, 28 Şubat öncesinde bir özgürlük söylemi, özgürleşme talebi olarak gelen başörtüsü bugün, o dönemde talip olunan özgürlüklerden vazgeçme, onları başka birtakım davalar ya da idealler adına bir tarafa itme, unutma gibi referanslarla kamusal alana taşıyor. Dolayısıyla 1990'lardaki başörtüsü söylemi ile bugünkü başörtüsü söylemi arasında 180 derece bir zıtlık var.
Mahfi Eğilmez