Translate

31 Mart 2020 Salı

Koronavirus Karşısında Popülistler

Murat Belge
Koronavirüs salgını şu sıralar sıkça söylendiği gibi zihnimizde yeni ufuklar açmıyor bence. Ama bir şey de yapıyor. Nedir o yaptığı “şey”? Eskiden beri zihnimizde olup da söylemediğimiz bazı sözlerin “bayat”, “gereksiz” v.b. damgası yemeden yeniden söylenebileceği bir ortam yaratıyor. Ve belki, söylendiği zaman ikna edici sözler olarak kulağa çarpmasına imkan veren bir zemin yaratıyor.
“Kapitalizm iyi bir sistem değildir” sözünün “yeni” bir söz olduğunu kimse düşünmez. Ama ne zamandır bunu ya da bunu akla getirecek şeyleri söyleyemez durumdaydık. Söylesek, “Daha iyisini söyle” cevabını alıyorduk. Reel-sosyalizmin geride çok az olumlu iz ya da anı bırakarak çökmesinden sonra genel bir “nutku tutulma” psikozuna girmiştik. Doğa gibi tarih de “boşluk” dinlemediği için bu cenahtan çıkmayan sesi öbür cenah çıkarıyordu. Oldukça pervasız bir kapitalizm, gürültülü bir hegemonya kurdu.
Bugünlerde çıkan bir tartışma da böyle beklenmedik bir genel afet durumunda “özgür” toplumların mı, yoksa “otoriter” toplumların mı tehditle daha başarılı mücadele verdiği konusundaydı. Böyle bir “konu” olmasının nedeni de hastalığın bazı Asya toplumlarında gösterdiği manzaraydı. Virüsün çıktığı yer olduğunu düşündüğümüz Çin kısa süreli bir sendeleme döneminden sonra toparlanmış ve salgını denetim altına almayı —görünüşte— başarmıştı. Ama Asya’da başarı yalnız Çin’in değil, onunla hiçbir yakınlığı olmayan Taivan’da, Hong Kong’da ve Güney Kore’de de elde edilmişti. Bu ülkelerin Çin’le yakınlığı olmasa da “otoriter” olmakta hepsi ortaktı. Bu durumda, başarı “otoriter model”de miydi? İşte özgür, demokratik modele uygun İtalya!.. İşte öteki Avrupa toplumları, İspanya, Fransa v.b...
Yakın gelecekte A.B.D.’nin bayrağı ele alıp öne geçeceği söyleniyor. Yani bir demokratik toplum daha.
Demokratik? İyi de, Amerika’nın demokratik tarihinden hiç de hoşnut olmayan Donald Trump karar veriyor Amerika’nın hangi durumda ne yapacağına.  Verdiği kararlar da ortada. Önce bunun bir “Demokrat yalanı” olduğuna karar verdi, sonra “Çin virüsü” diye tutturdu. Ciddi tedbir alınmasını alabildiğine geciktirdi. Bunu neye dayanarak Amerikan demokrasisinin yetersizliği olarak yorumlayabiliriz? Şu olabilir tabii: Trump gibi birinin başkan seçilmesi Amerikan demokrasisinde bir zaafın sonucu olarak değerlendirilebilir.
Bu makul, incelenmesi gereken bir konu. Ama Trump’ın saçma sapan davranışlarını Amerikan demokrasisiyle özdeşlemek doğru değil. Epey “dolaylı” denecek bir ilişki var iki konunun arasında.
Ayrıca Trump dünyada yalnız da değil. Yani, “demokratik dünya” yalnız virüse karşı değil, popülizme karşı da “geçirimli”. Şu anda “otoriteryanizm”e karşı başarısız çıkan da  demokrasiden çok bu popülizm. Örneğin Boris Johnson’ın Britanya’sı da ilginç evrelerden geçti. “Sürü bağışıklığı” diye hümanizminden geçilmeyen bir kavram ve bir stratejiyle yola çıktı Johnson. Buna mı “özgür toplum” ideolojisi diyeceğiz?  Zaten tarihin şu döneminde (ya da “dönemecinde) kapitalist (Batılı) toplumlarda “demokrasi” nedir, neyi belirler?
Toplum, yukarıda sözü geçen Asya toplumlarında olduğu gibi bireyi ezen bir varlık olmamalı. Sözgelişi Çin gibi bir ülke, böyle bir olayda kendini geri kalan dünyanın parmak salladığı ülke konumunda bulunca, sadece Çin’in itibarının korunmasını düşünüyor. Bunun için şu kadar bin kişinin adam yerine konmaması umurunda değil. Nasıl olsa nüfus bol.  Bunları rahatlıkla gözden çıkarabiliriz. O tip toplumlarda mantık böyle çalışıyor. 
Buna karşılık Batı toplumlarında bireyin dokunulmazlığının geçerli olduğunu varsayıyoruz.  Ama bu her zaman çok tartışmalı bir ilke olmuş. Henry Ford adında bir bireyin sahip olduğu servete sahip olmasının tartışılamayacağını söylüyorsak, bu servet birikimi “öbür bireyler”i nasıl etkileyecek, bunu tartışmaktan da vazgeçmemizi gerektiriyor.
Ayrıca, “bireyin özgürlüğü” bir “total sorumsuzluk” anlamına gelmez. “Birey” diyoruz, “toplum” diyoruz.  Bunların biri olmazsa öbürü de olmaz. Birini öbürüne egemen kılmak da akıl kârı değil. Sorun, makul dengeyi bulmakta. Onun için koronavirüs bağlamında “otoriter rejim” mi daha başarılı, “demokratik toplum” mu tartışması daha baştan yanlış bir tartışma oluyor.
Ne yazık ki dünya nüfusunun çoğu ne yapmanın doğru olduğunu, olacağını, aklın gösterdiği yoldan değil de, koronavirüsün verdiği dersten öğrenmeyi tercih etti—hâlâ da ediyor.

24 Mart 2020 Salı

Triyaj


Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler; hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.” diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların önceliği olurdu.


Fransız ordusunda Larrey adlı bir askeri doktor, hızlı bir sınıflama ve seçim sistemiyle, yani triyajla bacak kesmelerde diğer doktorlara göre daha çok oranda askeri yaşatmayı başarıyor (%75-80) oranında. Bu konunun ilk başlangcı oluyor.
Daha sonra bir Rus doktor, Kırım ve Kafkasya savaşlarında öncelikli olarak tedavi görecekler için seçme ilkelerini belirliyor ilk kez. Bunu Prusya ordusu da benimsiyor Ve sonra da bütün dünya ordularına yayılıyor. Modern tıpta özellikle acil servislerde büyük önem kazanıyor.

Örneğin gemilerin batışında, “önce kadınlar ve çocuklar” “en son kaptan” bir triyaj ilkesidir.
Yani büyük felaketler, savaşlar ve pandemilerde kimin öncelikle tedaviye alınacağı, kimin önce kurtarılacağı, yani “yangında ilk kurtarılacak” olanı seçmek, bunun ilkelerini belirlemek zorunludur.

Triyajda çeşitli ülkeler ayrıntıda farklılıklar gösteren standartlara sahipse de, esas olarak beş aşamalı bir triyaj kabul görmüştür ve uygulanmaktadır ve bu aşamaları sembolize eden renkler vardır:
Kırmızı: hayati tehlike, derhal müdahale
Sarı: Ağır yaralı
Yeşil: Sonra müdahale
Mavi: yaşama şansı yok
Siyah: Ölü

*

Peki ya binlerce kırmızı, yani acil müdahale bir anda gelirse ne olacak?

Önümüzdeki günlerde hastanelere binlerce “hayati tehlike”, yani kırmızı hasta yığılacak, eldeki yoğun bakım yatakları binlerin yüzde veya binde birine bile yetmeyecek ve bu muhtemelen bu böyle, en iyi ihtimalle yaz ortasına kadar, birkaç ay sürecek, (ertesi yıla uzama olasılığı bile var).
Yani acil müdahale gerektiren ağır hastalar içinde de seçim yapılmak zorunda kalınacak. Durumları eşit derecede acil olanlar veya daha yaşlı ama daha umutvar olmakla birlikte daha genç ama daha az umutvar olan arasında yaşaması ve suni solunum aygıtına bağlanması için kim seçilecek?
Doktorları kimin yaşayacağına karar verme ahlaki yükünden ve sorumluluğundan kurtarmak için, olabildiğince nesnel kriterler belirlenmiştir. Ancak gelecek hasta sayısı, zaman kısıtlılığı personelin yorgunluğu ve sınırlılığı nedeniyle bu “nesnel” kriterler bile işe yaramayacaktır.

Kaldı ki, bu hastalıkta henüz böyle ölçütler de yoktur ve belirlenmiş değildir.
Bu durumların nesnel bir kriteri o kadar zordur ki.
Bu gibi durumlarda seçim yapmak zorunda kalan doktor ve diğer personel genellikle travma sonrası rahatsızlıklar gösterir.
Bu durumda ne olacak?

Zamanında sokağa çıkma yasağı ilen etmeyerek, hastalığın yayılma hızını yavaşlatmak için elinden geleni yapmayarak, yoğun bakım ve suni solunum cihazlarını, bunları kullanacak personeli azami düzeye çıkarmayarak, sayıları gizleyerek ve az göstererek, sorunun hastalığı yavaşlatma ve kapasiteyi aşmama olduğunu gizleyerek bizzat virüs aracılığıyla hükümet bir triyaj (ayıklama, seçim) yapıyor. Yani önceliği daha genç ve sağlıklı olanlara veriyor.
Bu “büyük triyaj”.
Böylece yaşlı nüfusu ölüme terk etmiş oluyor.
Bir de hastaneye gidenler içinde de ikici bir triyaj olacak. Bu da “küçük triyaj”
Büyük bir olasılıkla gençlere vs. öncelik tanınarak, birinci triyajda virüsün gözünden kaçanlar, bu ikinci triyajda eleneceklerdir.

*

Bu geleceği apaçık olan yığılmayı engellemek için hiçbir şey yapmayan, sorunu bu yığılmayı engellemek ve hastalığın yayılışını yavaşlatıp zamana yaymak gibi bir strateji izlemeyen hükümet apaçık olarak yaşlı nüfusun büyük ölçüde soykırıma uğratmayı planlamış bulunmaktadır.
Muhalefet de sorunun bu olduğunu hiçbir şekilde öne çıkarmayarak hükümete fiilen destek olmuştur ve olmaktadır.

Daha önceleri insanlar dillerinden, dinlerinden, “ırklarından”, siyasi görüşlerinden dolayı defalarca soykırımlara uğramışlardır.
Bunun benzerini saf ve sağlıklı olanı seçmeyi kısmen öjenikler, naziler savunurdu bir zamanlar.
Ama şimdi ilk kez hasta ve yaşlıların soykırımı karşısındayız.

İngiltere’nin uygulayacağını söylediği “sürü bağışıklığı” tamı tamına bir yaşlı ve hasta soykırımıdır.
Ve başlangıçta buna hiç tepki vermeyen İngilizler sonra tepki verince hükümet geri adım atmak sorunda kaldı ama tedbirleri hala fiilen bu yaşlı ve hasta soykırımını engelleyecek durumda değildir.

Türkiye’de ise hükümet resmen bunu istedi ve bütün stratejisini, bunun gizlenmesi üzerine, dikkatleri başka noktaya çekme ve bunu açıklayanları bastırıp susturma ve tüm toplumu fiilen bu soykırımdan habersiz bırakma üzerine kurdu.
Şu ana kadar da bunu başardı,
Erdoğan ve damadının gülmelerinin nedeni budur. Güzel günlerden, ekonomik başarılardan söz etmelerinin nedeni budur.

Eğer toplumdan ses çıkmaz ve sıkı durup on binlerce hasta ve yaşlı insanın boğulurak ölümünü “solunum yetmezliği” ve “zatürre” raporlarıyla gizler ve bu soykırımı kişisel ve ailevi trajediler olarak topluma kabul ettirebilirse kendi açısından başarıya da ulaşmış olacak ve kendisiyle suç ortağı ve iyice çürümüş bir toplum yaratacaktır.
Çünkü yaşayanlar tıpkı Ermeni mallarına konmuş Müslümanlar gibi bu suç ortaklığından maddi bakımdan kazançlı olarak çıkacaklardır. Ölen yaşlı ve hastaların masrafının azalması sosyal sigortaların hastalık ve emeklilik sigortalarının örneğin soluklanmasına yol açacaktır. Buradan küçük ödülleri kalanlara dağıtmak memnuniyetsizlikleri bastırmaya yarayabilir.

*

Yaşlı ve hastaların bu soykırımı yepyeni bir olgudur.
Herkes bu salgının yol açacağı sosyolojik değişmelerden söz ediyor.
Böyle tahminlerde bulunmak entelektüel bir spor haline geldi. Ama bu sporu yapanlar gerçek bir olgu karşısında susuyorlar.
Kimseden çıt çıkmıyor.
Yaptığım paylaşımları çok az insan paylaşıyor.
Sadece korku değil bunun nedeni. Haydi benim dilim sivri, önermelerim keskin köşeli ama yumuşak ve yuvarlak da olsa konuyu öne çıkaran yok.
Ezop dili veya başka olanaklarla da başkaları aynı şeyleri söylemeyi deneyebilir.
Bu bile yapılmıyor.
Ortada bu soykırımı sessizce bir kabullenme de var.
Bu korkunç bir durumdur. İnsanlığın, toplumun sonudur.
*
Peki neler yapılabilir?
Oyunun kuralları değişmiş bulunuyor.
Bu artık bildiğimiz dünya değil.
Hayatın ve toplumsal yaşamın en temel sorunları karşısındayız.
Örneğin böylesine bir soykırım söz konusuyken işçilerin durumundan söz etmek gibi şeyler nesnel olarak bu soykırıma onay vermek anlamına gelmektedir.
Bu satırların yazarı bir Marksisttir.
Marksizm de gerçekliğin somut olduğunu, her şeyin her an kendi zıddına dönebileceğini söyler.
İşte böyle bir anda bir Marksistin görevi bu değişimi görmek ve ona uygun bir strateji ve program uygulamak ve geliştirmektir.
Nasıl “Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.” diyorsak, bununla bilinen bütün ezberleri bozuyorsak, şimdi de acil olarak yine ezber bozan tedbirler önereceğiz.
*
Türkiye’de acil görev Hükümet’in bu gizleme ve soykırım stratejisin ve planını bozabilmek için her şeyi yapmaktır.
Aşağıda bu bağlamda en acil ve somut öneriler yer alıyor.

Bunları bir, en temel bir yerde bulunma hakkı üzerinden sivil direniş önerileri yapan bir Marksistin şimdi derhal ve kesin olarak sokağa çıkma yasağı önermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Çünkü soykırımı biraz olsun engellemenin ve hükümetin oyununu bozmanın tek yolu budur.

Pandemi’nin yayılma hızını yavaşlatmak ve ölümcül tehlike içindeki hastaları bakım kapasitesinin altına çekebilmek için acilen şunlar yapılmalıdır.
1) Derhal, acilen, hiçbir gevşetmeye mahal vermeden, kesin ve istisnasız sokağa çıkma yasağı. Tüm sivil nüfusun evlerine kapanması, evsizlere barınak bulunması.
2) Hapishaneler, yatılı okullar vs.’de yaşayanların birbirine virüsün bulaşmayacağı ölçüde mesafeli yaşayabilmeleri için evlerine yollanmaları veya evleri olmayanlara kalacakları yerler sağlanması.
3) Tüm nüfusun evde kaldığı sürece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için, ilk elde tüm ordu, polis, bekçi ve diyanetten maaş alanları görevlendirmek. Yani ordu ve polisin ve bekçilerin vs. asli görevi evine kapatılmış yurttaşların alışverişi, iaşe ve ibadesi gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Şu anki durumla baş edebilecek tek kullanılabilir güç bunlardır. Bunun için başka ülkelerde bulunan tüm güçlerin ülke içine çekilerek ihtiyaç olan yerlerde görevlendirilmesi
4) Tüm ödemeler, borçlar, dondurulmalı, ihtiyacı olan her yurttaşa, eşit miktarda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir para verilmelidir. Yurttaşlara bu paraları vermek, bu paralarla ihtiyaçlarını alıp onlara getirmek tüm ordu, polis vs. gibi personelin temel görevi olmalıdır.
5) Ülke yönetimini Türkiye Büyük Millet Meclisi ele almalı ve sürekli toplantı halinde bulunmalıdır. Meclis tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, kendisine karşı sorumlu bakanları ve diğer komisyonları görevlendirmelidir.
6) Yurttaşlar birbirinden izole olacağı için, büyük önem kazanacak tüm medya organları, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar vs. gibi sivil toplum örgütlerinin kontrolüne verilmelidir.
7) Tüm hastaneler ve sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalıdır. Tüm sağlık kurumlarının yönetimi, efektif bir çalışma ve koordinasyon için, tam sağlık kurumlarının yönetimi sağlık personelinin kontrolüne verilmelidir.
8) Ancak tarihte görülmemiş, devletin şiddet araçlarını yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendiren ve onların yaşamlarını en az kayıpla sürdürmesinin aracı kılan böyle tedbirlerle uçuruma doğru giden arabaya ani fren yaptırıldıktan ve uçuruma yuvarlanmak engellendikten sonra, neyin nasıl yapılacağına yine halk karar verebilir.
9) Tarihte daha önce görülmemiş tüm ezberleri bozan bu pandemi ve sonuçlarıyla yine tarihte benzeri görülmemiş ezber bozan tedbirlerle baş edilebilir.

21 Mart 2020 Cumartesi
Demir Küçükaydın

22 Mart 2020 Pazar

Gençler, Yetişkinler ve Yaşlılar… Bir de Özgürlükler


Özgür Arun

Korona virüsünün küresel düzeyde bir halk sağlığı sorunu olduğunu anladığımızda, Çin, Güney Kore ve İtalya’da vakaların sayısı hızla artmıştı. Süreç içinde elde edilen verilerde salgından en çok etkilenerek yaşamını yitirenlerin yaş gruplarına göre dağılımları da sıkça sunuluyordu. Çin’den gelen güncel verilere dayanarak birçok uzman ölüm oranlarının en fazla 80 yaşın üzerindeki insanlarda görüldüğünü vurguluyordu. Önce Çin, sonra Güney Kore’den gelen ilk bilgiler, 80 yaş üzerindeki kişilere ilişkin bu tespitlerin benzerliğini ortaya koymuştu. Nitekim Asya’da Çin ve Güney Kore’den sonra, dünyanın başka bir yanında, İtalya’da da ölüm oranlarının yüksek olmasının nedenini, İtalya’nın Avrupa’nın en yaşlı ülkesi olduğuna bağlıyorlardı. Salgının ilk duyulduğu günden bu yana okuduğum tüm yazılarda sunulan bilgilerin tamamı yaş gruplarına göre verilmekteydi. Güney Kore’den yapılan bir açıklamada, 30 yaşın altındaki hasta sayısı verildikten hemen sonra bu yaş grubunda hiç ölüm olmadığı, ama 80 yaşın üzerindekilerde ölümlerin daha sık gözlemlendiği belirtiliyordu. Uluslararası basında çıkan diğer yazılarda da benzer olarak 80 yaşın üzerindeki kimselerin salgından daha fazla olumsuz etkilendiği vurgulanıyordu.

Matematiği seven bir sosyolog olarak sayılar her zaman ilgimi çekmişti. Üniversite birinci sınıftayken cebir dersi almak istediğimde danışmanım kendisiyle eğlendiğimi sanmış, o da bu şakaya katılıp beni odasından kovmuştu. Öyle ya, bir sosyoloğun sayılarla ne işi olabilirdi ki?! Bu şakada ne kadar ciddi olduğumu bir türlü anlatamamıştım. Sonraki yıllarda, sayıların nasıl sunulduğunu, onlara yüklenen anlamları, az ile çoğun nasıl tarif edildiğini, mukaddes, mümtaz ve makbul olanı nitelendirmek üzere sayıların nasıl kullanıldığını kavramaya çalıştım. Şimdi salgından etkilenen insanlara dair sayıların sunuluş biçimine baktığımda çok etkileniyorum. Yaşamını yitiren insanlara ilişkin sunulan veriler her gün güncelleniyor, yeni bir anlam dünyası oluşturuyor. Sunulan tüm verilerde yaş grupları birbiriyle kıyaslanıyor. Hangi yaş grubunda kaç kişinin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Ardından bu verileri yorumlayan uzmanlar, yaşlıların sokağa çıkmamasını, çarşıya, pazara, alış veriş merkezine, hastaneye ya da benzeri mekânlara gitmemesini üstüne basa basa dile getiriyor. Sadece uzmanlar mı? Görebildiğim kadarıyla kendini yaşlıların dışında tutan hemen herkes… Peki kim bu yaşlılar? Bu süreçte okuduğum yazıların tamamında, dinlediğim konuşmaların hepsinde 60 yaş, yaşlı sayılmak için temel sınır. Zaten yaşlılık çalışmalarında da 60 (ya da 65) yaş yaşlanmanın sınırı olarak kabul ediliyor. Türkiye’de gerçekleştirilen güncel bir yaşlanma çalışmasında da, kime yaşlı denilir sorusunun yanıtı bu tespitlerle örtüşüyor: Toplumumuzdaki yetişkinlerin verdikleri yanıtlara göre ortalama 64 yaşından büyüklere yaşlı deniliyor. Sonuç olarak şu günlerde hakim bir söylem kendini gösteriyor, 60 yaşın üzerindeyseniz risk grubundasınız ve evden dışarı çıkmamalısınız!

Geçen gün konuştuğum bir arkadaşım da bu görüşlere benzer olarak, yaşlıların büyük risk taşıdığını ve buna rağmen neden ısrarla dışarıya çıktıklarını, çarşıya, pazara, hastaneye gittiklerini anlamadığını söylüyordu. Konuşmamız sırasında biraz şaşırmıştım zira kendisi de yaşlıydı! Bana sıkça söylemiyor ama 60 yaşın üzerinde! Benim kısa pantolonla gezdiğim halimi bilir! İşte bunu bana sıkça söylüyor. Öte yandan, benim de kısa pantolonlu halini bildiğim bir tanıdığım, bu sırada dışarı çıkıp kitapçıya gittiği için babasına çok kızıyordu "Hiç lafımızı dinlemiyor, ne işi var bu yaşta sokakta!?” Bunları duyduktan sonra biraz daha dikkat kesildim tartışmalara. Neredeyse dinlediğim herkes, yani hemen herkes demeliyim zira kendini yaşlı saymayan herkes, yaşlıların ne yapması (ve neleri de yapmaması) gerektiğini vurguluyordu. Vaziyet çok ciddiydi! Nasıl sokağa çıkarlardı ki? Otursunlardı evlerinde dayılar ve teyzeler! Hasta sayılarının kamuoyuyla paylaşılmasıyla hızla büyüyen bu tepki nasıl oldu da yaşlılara yöneldi bir anda? Hastalığı daha fazla yaydıkları düşünüldüğü için mi? Yoksa çok daha fazla öldükleri vurgulandığı için mi? Sanırım yaşından dolayı insanlara karşı ayrımcı tutumların ortaya çıkmasında her iki kaygı da etkiliydi.

Öncelikle hastalığı yaydıklarına ilişkin düşünceler keskin bir önyargı olabilir. Çünkü, Japonya’da toplum sağlığı komitesi başkanı profesör Omi yaptığı açıklamada, hafif belirtilerle hastalığı atlatan ve hasta olduğunu fark etmeyen insanların bunu salgına dönüştürdüğünü bildirmişti. Bu kişilerin hastalığı daha fazla kişiye bulaştırdığını söyledikten sonra gençlerin toplum için büyük tehlike olduğunu belirtiyordu.[4] Nereden çıktı şimdi gençler? Profesör Omi ve ekibinin çalışmalarına göre gençlerin hastalığı daha kolay atlattığı görülmüş. Nitekim diğer ülkelerden gelen veriler de benzer bir eğilimi gösteriyordu. İddialara göre, gençler korona virüs kaynaklı hastalığı daha kolay atlatıyorlardı. O zaman gençler evlerinden çıkmasındı! Ne işleri vardı gençlerin sokakta, çarşıda, pazarda, alışveriş merkezinde, hastanede ya da benzeri mekanlarda?! Dünyanın en yaşlı ülkesinden, yaşlıların oranının %30’u aşmış olduğu ve süper yaşlı toplum olarak tanımlanan ülkesinden gelen bu çarpıcı açıklamayı duysalar “gençlerin” ne tepki vereceğini merak ediyordum. O nedenle etrafımdaki bir kaç genç bireye anlattım bu açıklamayı. Tepkileri gecikmedi: "Ne demek sokağa çıkmamak! Bu büyükler de kendilerini ne sanıyorlardı! Her işimize karışıyorlardı!” Haksız değiller, değil mi? Toplumumuzda büyüklerimiz kime ne yapacağını, nasıl davranacağını, kimin nasıl oturup kalkacağını, ne giyip neyi giyemeyeceğini mütemadiyen söylüyorlar. Kime? Gözlemlediğim kadarıyla sıkça çocuklara, bir de kadınlara. Sürekli neyi yapmaları (ya da yapmamaları) gerektiği söyleniyor. Son günlerde ise bir o kadar sıkça yaşlılara! Her üçünde de kaygılar farklı ama.

Öte yandan, verilerde sunulan ölüm oranlarına bakıp, yaşlılar için kaygılanan iyi niyetli insanlar (gençler?) bambaşka bir yerden sesleniyorlar, ebeveynleri adına endişe ediyorlardı. Nitekim, Bussiness Insider yazarlarından Hilary Hoffower güncel bir yazısında annesiyle yaşadığı diyaloğu şöyle anlatıyordu[5]: “Bugün attığı mesajda annem saçını kestirmek için kuaföre gittiğini, oradan da bankaya geçtiğini yazdığında deliye döndüm. Hemen şöyle yanıt verdim: Sen 60 yaşın üstündesin!!! Bankalar pis yerler!!! Nereden çıktı şimdi saç kestirmek!!! Ya hastalanırsan!!!”

Hoffower ve arkadaşlarının, ki hepsi 20 ile 30’lu yaşlarda olan kişilerdi, en büyük endişesi hastalığa yakalanmaktan ziyade ebeveynlerinin hastalığa yakalanmasıydı. Verilere bakıp, tıpkı profesör Omi’nin açıklamasında olduğu gibi, gençlerin virüsü yaşlılara bulaştıracaklarından endişe ediyorlardı. Sanırım bu süreçte bir anda ebeveynlerinin yaşlandığını fark etmişlerdi. Milenyum kuşağı olarak tarif edilen insanlar içindeki bir kesim, anne ve/ya babalarının yaşlandıklarını şimdi fark ediyordu. Dahası yaşlanmak ya da yaşlı olmak, bilhassa bu zamanda, korkunçtu!

Yaşlanma korkusu ve buna bağlı olarak kaçınma, yaş ayrımcılığının da önemli boyutunu oluşturuyor. Yaş ayrımcılığı (ageism) çok sinsi, kendi içinde üç tarafı olan bir ayrımcılık türü. Yaşlanma korkusu, kaçınma ve yaşlılığa ilişkin kalıp yargılar gündelik yaşamda kuşaklararası etkileşime olumsuz şekilde yansıyor.

Bunlardan birisi bebek konuşması. Bebek konuşması, ya basitleştirilmiş biçimde ve abartılı mimiklerle konuşmak ya da aşırı samimi tarzda seslenmek, karşısındaki kişinin sosyal statüsünü olumsuz etkileyen bir davranış tarzı. Bununla birlikte aşırı şefkat, aşırı ilgi de bu tip ilişkinin bir yanı. Bunlar anaç ayrımcılar!

Bir diğer yandan yaşlı kabul edilen kişinin konuşmasına ya da fikirlerine karşı dışlayıcı yorumlar, kınama, tartışmayı/konuşmayı kontrol etme, ilişkinin şiddet içeren, olumsuz görünen diğer tarafı. Bunlar kibirli ayrımcılar!

Her iki ilişki biçimine de son günlerde sıkça rastlamak mümkün. Bununla birlikte, bir diğer ilişki kurma biçimi aşırı bağdaşma olarak kendini gösteriyor. Yaşlı kabul edilen kişinin yapamayacağı önyargısıyla işlerini onun adına yapmak da yaş ayrımcılığının göstergesi. Bu kişiler yardımsever ayrımcılar!

Ne olursa olsun her biri belirli bir yaşın üzerindeki kimseleri homojenleştiren, hep birbirine benzeyen biçimde tarif eden, kurbanlaştıran, topluma yük olarak algılanmasına neden olan yaklaşımlar. Belirli bir yaşın üzerindeki kimselerin, yaşlıların, diğer kuşaklardan farklı olarak, hep birbirine benzediğini varsaymak, tüm yaşlıları düşkün, hasta, işsiz güçsüz ve topluma yük olarak görmek büyük bir yanılgı. Oysa, tıpkı çocukluk, gençlik, yetişkinlik gibi yaşamın diğer dönemleri ne kadar olağansa, yaşlılık dönemi de yaşamın o denli olağan bir evresi. Bu evrenin nasıl geçirileceği ise yaşamın ilk dönemlerinde verilen kararlardan ve yapısal eksiklerden etkileniyor. Yaptığım araştırmalar, saha çalışmalarım ve kişisel gözlemlerim, yaşlıların türdeş bir toplumsal grup olmadığını, kimliklerin ve yaşam tarzlarının yaşamın bu evresini çeşitlendirdiğini gösteriyor. Türkiye’de yaşlanma harikulade bir serüven olabileceği gibi, bir ıstırap da olabiliyor. Toplumsal cinsiyet, etnisite ve sınıf bu süreçte çok çok belirleyici.

Niyetleri ne olursa olsun, yaşlılara ne yapması (ve yapmaması) gerektiğini söyleyenleri bugünlerde sıkça duymaya devam edeceğiz gibi. Benim en büyük korkum, hastalığın daha fazla insana bulaştığı duyulduğunda ayrımcı tutumların da daha fazla davranışa dönüşmesi. Yıllar önce okuduğum satırları tekrar anımsıyorum: Hasta olduğumuz için özgürlüğümüzü elimizden alıyorlar. Yasalara boyun eğdik oysa (Jack London, Diriliş).

BİRİKİM

20 Mart 2020

21 Mart 2020 Cumartesi

Naomi Klein I İmkânsız görünen aniden mümkün hale gelir



“Bu fikirlerin çoğu daha bir hafta önce fazla radikal bulunup dışlanıyordu. Şimdiyse, bu krizden çıkmanın ve gelecekte yeni krizler yaşanmasını önlemenin tek makûl yolu olarak görünüyorlar.”
2007 tarihli Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi’nin yazarı, şimdilerde Bernie Sanders kampanyasının militanı Naomi Klein’ın The Intercept’te yayınlanan “Koronavirüs kapitalizmini mağlup etmenin yolu” başlıklı konuşmasını huzurlarınıza getiriyoruz.


BirartıBir Forum & Express

20 Mart 2020 Cuma

Rüyalar ve milliyetçilik

Ahmet Altan
Tarih boyunca kâhinler, müneccimler, psikiyatristler rüyalarla ilgilenmişler, bunlardan anlamlar çıkarmışlar, geleceğimizin, geçmişimizin, sorunlarımızın izlerini bu bulanık şekillerde aramışlar. Ama hiçbiri yaşadığımız bu esrarengiz olayın sırrını çözememişler. O sır orada öyle duruyor.

Rüyalar, içimizde, zihnimizin derinlerinde, bizim denetleyemediğimiz, müdahale edemediğimiz bir gücün varlığını bize gösteriyor. İnsanın içinde kendisinden bağımsız bir varlığın yaşaması ve bu varlığın insan yorulduğunda, çevresindeki gerçekleri algılayamadığı bir uykuya dalıp bilinci kapandığında ortaya çıkması bana ürpertici geliyor. Bizim bedenimizi, zihnimizi, sinir sistemimizi kendi arzularına göre kullanabilen bir “yabancıyı” içimizde taşıdığımızı düşünmek, bizzat kendi varlığımızı bir sırra dönüştürüyor.

Bilincimizin ürettiği bütün düşünceler bir mantık çerçevesiyle bağlı oldukları hâlde rüyalar mantık çerçevesini paramparça edebiliyor. En rasyonel, en mantıklı, en tutarlı insanlar bile rüyalarında mantıktan, gerçeklerin tutarlılığından koparak uçuyor, korkuyor, öfkeleniyor, şehvete kapılıyor. Bambaşka biri hâline geliyor.

Üstelik içimizdeki bu “yabancı” fevkalâde ayrıntılı imajlar oluşturabiliyor. Hiç tanımadığımız, görmediğimiz, düşünmediğimiz insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla karşılaşıyoruz, onların gözlerini, çiçeklerini, kanatlarını bütün çizgileriyle görebiliyoruz.

Bu nasıl oluyor? Bu “yabancı” kim? Neden içimizde böyle birini taşıyoruz? “Bizim” bilmediğimiz bunca ayrıntıyı o nasıl biliyor?

İnsanlar gibi toplumların da içlerinde bir “yabancı” barındırdıklarını, yorulup uykuya daldıklarında, bilinçleri kapandığında da bu “yabancının” vahşi bir barbar olarak “milliyetçilik” kılığında ortaya çıktığını düşünüyorum. Uygarlık, bilinçlerimizi terbiye ettiği, “bizi” mantıklı bir düşünce sistematiği içinde tuttuğu hâlde içimizdeki “yabancıyı” terbiye edemiyor. En azından şimdiye kadar bunu yapamadı. En mantıklı, en rasyonel toplumlarda bile bu mantıksız “yabancı” varlığını sürdürüyor.

1900’de ve 1905’te Max Planck ve Einstein insanlık tarihinin en büyük buluşlarından ikisini Almanya’da gerçekleştirdi. O dönemde Almanya bilimin ve teknolojinin merkeziydi.

Einstein’ın buluşuna sahne olan Almanya’da sadece otuz yıl sonra Naziler iktidara gelmişti. Kırk yıl sonra ise Almanya milyonlarca insanını kaybetmiş, mahvolmuş, acılar içinde bir topluma dönüşmüştü.

Böylesine gelişmiş bir toplumun içinden kendisini de dünyayı da parçalayan mantıksız bir canavar nasıl çıktı?

O “canavar” orada, içlerinde, kendilerinden bile gizli duruyordu çünkü. Diğer bütün toplumlar gibi hamaset nutuklarıyla uykuya daldıklarında mantıktan kopuk bir duygular yığını hâlinde belirdi.

Tarihi, mantıklı nedenlere, ekonomik çıkarlara dayandıran açıklamalar arar insanlık. Tarih, bu arayışlara inandırıcı cevaplar vermez her zaman Moğolların dünya nüfusunun onda birini öldürmesi nasıl bir mantıkla açıklanabilir? Bütün imparatorlukların, bütün toplumların tarihinde mantıksız canavarlıkların izlerini rahatlıkla bulabiliriz.

Bir grup insanın kendilerini kavim, kabile, devlet, millet, din olarak diğerlerinden ayırıp, kendi grubunun diğer herkesten daha değerli olduğuna inanmasıyla başlar mantıktan kopuk “uyku” ve canavar ortaya çıkar.

Bugün insanlık gene bir uyku evresine giriyormuş gibi görünüyor. En gelişmiş toplumlarda bile “biz en büyüğüz” diyen liderler kafalarını kaldırıyor. Toplumlarda bir yorgunluk ve uyku ihtiyacı belirdiğinde bu liderler çoğalıyor ve onlar uykunun daha da derinleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. O zaman da hepimizin içinde yatan, bizim denetimimiz dışındaki canavarlar harekete geçiyor.

Milliyetçilik, mantıkla ilişkisini koparmış bir budalalıktır. Ne olduğunu bile tam kavrayamadığımız karanlık bir boşluğun içinde dönüp duran minnacık bir gezegenin üstünde hiçbir toplum diğerinden daha değerli değildir. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi milletten olursak olalım hepimizin ortalama ömrü belli. Birbirimize “ben senden daha değerliyim” diye bağırıp sonra ölüyoruz. Ölüm zaten herkesin “eşit” olduğunu tartışmasız biçimde gösteriyor. Daha “değerli” bir millet varsa ölmesin de onun diğerlerinden daha üstün olduğunu görelim.

Toplumlar entellektüellerini böyle kanlı uykulardan insanları kurtarsın diye yaratıyor. Çünkü insanlık bir yandan kendi içinde canavarlar beslerken bir yandan da bundan kendini korumaya uğraşıyor. Siyasetçiler, bayraklar, marşlar, nutuklarla uğursuz ninnilerini söylerken, entellektüellerin de milliyetçiliğin nasıl bir budalalık olduğunu, bu küçük gezegeni sınırlarla, silahlarla böldüğümüz sürece ortak bir acıdan kurtulamayacağımızı anlatarak toplumu uykuya dalmaktan koruması gerekiyor.

Ölüm karşısında eşit olan bir canlılar topluluğuyuz, kim kimden daha değerli ya da daha üstün olabilir? Biliyorum, tarih bu mantıksız iddianın üstünde inşa edildi. Ama tarihi değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Kimsenin daha değerli olmadığı yeni bir tarih başlayamaz mı? Aklımızın, mantığımızın, bilincimizin, bilinçdışı canavarlığımızı engellediği bir döneme giremez miyiz? En azından bunun için uğraşamaz mıyız?

Ben bunun için mücadele edeceğimize, yeni bir tarihin başlangıcına çok yaklaştığımıza, çekilen acıları durdurabileceğimize inanıyorum.

Toplumların uyumalarını engellediğimizde bireylerin daha rahat uyuyup, kendi içlerindeki “yabancılarla” tehlikesiz maceralar yaşayacağı bir hayatımız olur. O zaman huzur içinde rüyaların sırrını çözmeye uğraşırız.


Libération gazetesi 

18 Mart 2020 Çarşamba

Dünya'nın kuzey manyetik kutbu, Sibirya'ya doğru çok hızlı bir şekilde kayıyor

Dünya'nın kuzey manyetik kutbu, Kanada'dan Sibirya'ya doğru hızla kayıyor. Manyetik kutup o kadar hızlı yer değiştiriyor ki, ABD Ulusal Jeo-Mekansal Zeka Ajansı (NGA) ve İngiltere Savunma Coğrafya Merkezi'nden (DGC) bilim insanları gezegenin manyetik alanını tanımlayan ve tüm modern navigasyon sistemlerinin çalışmasını sağlayan, Dünya Manyetik Modelini güncellemek zorunda kaldıklarını açıkladı.

Dünya Manyetik Modelinin son güncellemesi 2015 yılında yapılmıştı ve bu güncellemenin 2020 yılına kadar sorunsuz kullanılması bekleniyordu, ancak manyetik alan son zamanlarda hızlı bir değişime geçti. Bu yüzden araştırmacılar güncellemeyi hemen yapmak zorunda kaldıklarını açıkladı.

DÜNYA'NIN MANYETİK KUTUPLARI NEDİR?
Bu görünmez kuvvet, üzerinde durduğumuz zeminin yaklaşık 3 bin 200 kilometre altında bulunan çekirdekte olan biten hareketlilikten kaynaklanıyor.

Yaklaşık 5 bin 700 santigrat derece sıcaklıkta çoğunlukla sıvı ve demirden oluşan çekirdek, Ay'ın hacminin üçte ikisine yakın bir hacme sahip bulunuyor. Dünyanın manyetik alanını da burası oluşturuyor. Gezegenlerin ve özellikle dünyamızın manyetik alanlarının nasıl oluştuğu henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş olmamakla beraber, bu konuda birçok varsayım ortaya atıldı. Bu varsayımların en güçlüsü ise, gezegenlerin dev birer dinamo gibi davranarak kendi manyetik alanlarını oluşturdukları yönünde kendisini gösteriyor.

DÜNYA'NIN MANYETİK KUTUPLARININ OLUŞUMUNU AÇIKLAYAN KURAM: JEODİNAMO
Jeodinamo kuramına göre; sıvı demirin hareketi sonucu bir elektrik akımı oluşur ve bu akım manyetik alanların oluşumuna sebebiyet verir. Yüklü metal parçacıkların manyetik alanlardan geçmesiyle, devamlı ve döngüsel bir elektrik akımı ortaya çıkar. Çekirdekteki sıvı metalin daimi hareketine bağlı olarak bir miktar manyetik alan oluşur ve bu alan çekirdekte yeni akımlar oluşturur. Bu akımlar ise daha fazla manyetik alana sebep olarak geri beslemeli bir döngü ortaya çıkarır.

Bu döngü ise tıpkı mıknatısta bulunan manyetizma gibi davranır: İtici ve çekici güç.

Bu manyetizma Güney Kutbu yakınlarında Dünya'dan çıkar ve gezegeninin etrafını dolaşarak Kuzey Kutbu yakınlarından tekrar çekirdeğe döner. Coğrafik ve manyetik kutuplar birbirlerine yakın olsalar da aynı yerde değildir.

MANYETİK KALKAN GÖREVİ GÖRÜYOR
Bizi Güneş'ten ve diğer yıldızlardan gelen zararlı ışınımdan koruyan en önemli kalkan, manyetik alandır. Manyetik alanın, gezegenin çevresinde oluşturduğu doğal kalkana manyetosfer deniyor. Tüm gezegenler için basit bir manyetosfer tanımı, "Bir gezegenin kendi manyetik alanının oluşturduğu, elektrik yüklü parçacıkları içeren katman" şeklinde yapılabilir. Manyetosferler, manyetik alanın yapısına bağlı olarak yaklaşık küresel biçimdedir.

DÜNYA'NIN MANYETİK ALANI ÇOK HIZLI KAYMAYA BAŞLADI
Manyetik alan tarafından oluşan kutupsallık, evrensel bir sabit değildir. Tarih boyunca kutuplar pek çok kez yer değiştirdi, kuzey ile güney tersine döndü. Kutuplar, yaklaşık 40 bin yıl önce böyle bir teşebbüste bulunup başarısız oldu. En son yaşanan tam dönüşüm, yaklaşık 780 bin yıl önce gerçekleşti.

Dünyamızın manyetik alanı binlerce hatta milyonlarca yıldır yaklaşık aynı yoğunlukta kalabilir, ancak tam olarak bilinmeyen nedenlerle zaman zaman zayıflar ve bu zayıflamanın ardından muhtemelen birkaç bin yılda yön değiştirir.

Dünyanın manyetik alanı son on yılda endişe verici oranlarda zayıflıyor ve bu da Dünya'nın manyetik kutbunun yer değiştirmesi üzerine etkileri konusunda yaygın bir endişe oluşturuyor.

Colorado Boulder Üniversitesi ve Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin (NOAA) Çevresel Bilgi Ulusal Merkezlerinde jeomanyetikçi olan Arnaud Chulliat, “Yer değiştirme arttıkça hata daha da çok artıyor.” diyor.

KUZEY KUTBU'NDAN SİBİRYA'YA DOĞRU KAYIYOR
2018 başlarında, NOAA ve Edinburgh'daki İngiliz Jeolojik Araştırmaları'ndan araştırmacıların, Dünya Manyetik Modeli'nin seyir hatalarının mümkün olabileceği noktaya kadar yanlış olduğunu ortaya çıkardı.

Güney Amerika'nın altındaki jeomanyetik kutup ve kuzey manyetik kutbunun hareketi daha da hızlandı. Kuzey manyetik kutbu yıllardır sürekli olarak Kuzey Kutbu'ndan Sibirya'ya doğru kayıyor. Bununla birlikte, son birkaç on yılda, yılda yaklaşık 15 ila 55 kilometre arasında bir hız kazandı.

KUTUPLARIN YER DEĞİŞTİRMESİ DÜNYANIN KORUMASINI ZAYIFLATACAK
Normal şartlarda Güneş'ten gelen malzeme Dünya'ya yaklaşık 16-18 saatte ulaşıyor ve manyetosferimiz tarafından manyetopoz olarak adlandırılan bir bölgede karşılanıyor. Dünya'nın manyetik alanı gelen malzemeyi etrafımızdan dolaşacak şekilde yönlendiriyor ve bizi koruyan bir kalkan gibi davranıyor. Ancak az bir miktar malzeme kutuplardan içeri girdikten sonra iyonosferde salınıyor. Kısaca savunma mekanizmamız bu şekilde işliyor. Kutupların terslenmesi de uzun bir sürede gerçekleştiği için Güneş'in etkisi doğrudan nüfuz etmiyor, koruyucu alan nedeniyle edemiyor.

Dünya'nın manyetik alanı gezegenimizi tehlikeli güneş ve kozmik ışınlardan dev bir kalkan gibi koruyor. Kutuplar değiştiğinde (veya değişim denemesi olduğunda) bu kalkan zayıflar. Bilim adamları bu aşamada manyetik alanın olağan gücünün onda birine kadar zayıflayabileceğini tahmin ediyor. Yer değiştirme denemesi esnasında manyetik kalkanımız yüzyıllar boyu tehlikeye girebilir ve bu süre boyunca uzaydan gelen radyasyonun gezegenimizin yüzeyine daha da yakınlaşmasına izin verebilir. Dünya'daki değişiklikler daha şimdiden Güney Atlantik'teki alanı zayıflattı. Bu dönemde radyasyona maruz kalan uydularda ise hafıza sorunları yaşanıyor.

Bu radyasyon henüz yüzeye erişmiş değil. Fakat bir noktada manyetik alan yeterince azaldığında, farklı bir hikaye karşımıza çıkabilir. Kozmik radyasyonun Dünya'yı nasıl etkilediği konusunda bu alanda uzman olan Boulder Üniversitesi ve Colorado Üniversitesi Atmosferik ve Uzay Fizik Laboratuvarı Direktörü Daniel Baker, gezegenin bir kısmının bu geri dönüşüm sırasında yaşanamaz hale gelmesinden korkuyor.

GÜNEŞ'TE YAŞANAN BİR PATLAMA KANADA'YI ELEKTRİKSİZ BIRAKMIŞTI
Güneş'in aktif olduğu yıllardan birinde, 1989'da, Güneş patlamasının etkisi Kanada'da görülmüş ve Kanada'nın bütün elektrik sistemi çökmüştü.

GEZEGENİN YAŞAM DESTEK SİSTEMİ BOZULUYOR
Bilim insanları daha önce kutup değiştirmeleri ile kitlesel yok oluşlar gibi felaketler arasında bir bağ kurmuyorlardı. Fakat günümüz dünyası, 780 bin yıl önce yaşanan son tam kutup değişiminden oldukça farklı bir çağa girdi.

Bugün üzerinde yaklaşık 7,6 milyar kişi yaşayan dünyanın atmosferi ve okyanus kimyası 1970'lerdekinin iki katı ölçüde değişiyor, gezegenin yaşam destek sistemi bozuluyor. Büyük şehirler, endüstriler ve yol şebekeleri kuruldu ve daha güvenli yaşam alanlarına erişim sağlandı. Ancak bunlar yapılırken bilinen tüm türlerin üçte biri yok olma yönüne itildi ve daha birçok habitat tehlikeye atıldı. Bu yıkıma bir de kozmik ve ultraviyole ışınım eklendiğinde, dünya üzerinde oluşacak yıkıcı tablo gözler önüne serilmiş oldu.

MANYETİK ALAN KORUMASININ AZALMASIYLA UYDULAR VE ELEKTRİK ŞEBEKELERİ BOZULABİLİR
Güneşten gelecek zararlı radyoaktif parçacıklar, insan yaşamının artık vazgeçilmez birer parçası olan ve sayısı gün geçtikçe artan uyduları bozabilir ya da bunlara kötü şekilde zarar verebilir. Manyetik alan korumasının azalmasıyla uydularda meydana gelen hasarlar, elektrik şebekelerini kontrol eden uydu zamanlama sistemlerini etkileyebilir.

Elektrik şebekeleri çalışmadığı zaman, cep telefonlarını, ev aletlerini ve çok daha fazla şey kullanılabilir olmaktan çıkar. Bir anda kesilen elektrikler yüzünden, hastaneler yedek güç kaynakları bulmak için mücadele edebilir ve çok sayıda yaşam tehlikeye girebilir.

Bütün bunlara bağlı olarak GPS teknolojisi de tehlikeye girebilir ve bu durum, askerî operasyonlardan bireylerin yol bulma kabiliyetine kadar her şeyi etkileyebilir.

İçinde bulunulan “verilerin her şeyi yönettiği bir çağda” insanların iletişim kurma şeklinden gezinme alışkanlıklarına ve hükümetlerin işleme şekline kadar her şey, verileri gönderme ve depolama şeklinde yatıyor. Bu yüzden eğer uydular hasar görür veya işlevsiz hale gelirse, bilinen yaşam sonsuza kadar değişebilir.

Timeturk

20 02 2020

15 Mart 2020 Pazar

Buzullarda saklı hastalıklar yeniden canlanıyor

Jasmin Fox-Skelly 

 10 Mayıs 2017
buzullarda saklı mikroplarTelif hakkıNPL
Yüzyıllardır buzullar ve donmuş toprak tabakası içinde etkisiz duran bakteri ve virüsler, iklim değişikliği ile ısınan yeryüzünde yeniden tehdit oluşturabilir.
Tarih boyunca insanlar bakteri ve virüslerle yan yana yaşadı. Biz bazı hastalıklara yol açanlarına karşı direnç geliştirirken, onlar da yeni bulaşma yöntemleri geliştirdi.
Yüz yıl kadar önce Alexander Fleming penisilini bulduğundan beri antibiyotik kullanıyoruz. Buna karşılık bakteriler de antibiyotiğe karşı direnç geliştirecek şekilde evrildi. Aradaki mücadele devam ediyor.
Peki yüzlerce, hatta binlerce yıldır ortalıkta olmayan veya daha önce hiç karşılaşmadığımız ölümcül bir bakteri ya da virüsle karşılaşsak ne olur?
İklim değişikliği sonucu binlerce yıldır donmuş topraklar ve buzullar erimeye başladığı için bugün eski virüs ve bakterilerin yeniden canlanması ihtimali oldukça yüksek.
Göç eden ren geyikleriTelif hakkıNPL
Image captionGöç eden ren geyikleri
Ağustos 2016'da Sibirya'daki Yamal Yarımadası'nda 12 yaşında bir çocuk ölmüş, en az 20 kişi de şarbon nedeniyle hastanelik olmuştu.
Bu durum, 75 yıl önce şarbondan ölen bir geyik cesedinin çözülen buzlar nedeniyle yüzeye çıkmasına bağlandı. Şarbon bakterisi toprağa ve suya karışmış, bölgedeki iki bin geyiğe hastalık bulaşmıştı.
Normal koşullarda, her yaz 50 cm derinliğe ulaşan yüzeysel donmuş topraklar çözülür. Fakat dünya giderek ısındığı için daha derin tabakalarda da çözülme gözleniyor. Dolayısıyla bu tür vakalarda artış olabilir.
Zira donmuş topraklar bakterilerin uzun süre, belki de milyonlarca yıl canlı kalması için ideal ortam sağlıyor. Bu durumda bazı hastalıkların yeniden gündeme gelmesi söz konusu olabilir.
Şarbon sporlarıTelif hakkıALAMY
Image captionŞarbon (anthrax) sporları
Kuzey Kutup Dairesi'nde ısı artışı diğer bölgelerden üç kat daha hızlı.
Soğuk, karanlık ve oksijensiz ortamdan dolayı donmuş topraklar mikrop ve virüsler için iyi bir koruyucu. İnsanlara ve hayvanlara hastalık bulaştırabilecek virüsler, geçmişte salgın hastalıklara yol açmış olanlar da dahil, bu tabakada canlı kalmış olabilir.
20. yüzyılda bir milyonu aşkın geyik şarbondan öldü. Bunlara derin mezarlar kazmak mümkün olmadığından cesetleri yüzeye yakın. Rusya'nın kuzeyinde bu şekilde 7 bin toplu gömüt bulunuyor.
Ancak donmuş toprak altında başka nelerin bizi beklediği bilinmiyor. Örneğin araştırmacılar Alaska'nın tundralarında 1918 İspanyol gribi virüsünün kalıntılarını buldu. Bubonik veba ve çiçek virüslerinin de Sibirya'da gömülü olma ihtimali var.
Antarktika buzullarıTelif hakkıALAMY
Image captionAntarktika buzullarında saklı çok eski bakterileriler bulundu
2011'de yapılan bir araştırmada, donmuş toprakların erimesi sonucu, 18. ve 19. yüzyılda kol gezen ölümcül hastalıklara yol açan virüs ve bakteriler, özellikle bu mezarlıkarın yakınındaki insanlar bakımından yeniden tehlike teşkil edebilir.
Örneğin 1890'da Sibirya'da büyük bir çiçek salgını olmuş, bir kasabanın nüfusunun yüzde 40'ı hayatını kaybetmişti. Bu insanlar Kolyma Nehri'nin kenarında donmuş toprakların üst tabakasına gömülmüştü. 120 yıl sonra nehirden taşan sular kıyıları aşındırıp erozyonu hızlandırdı.
1990'larda yapılan araştırmalarda, Sibirya'nın güneyinde Taş Devri'nden kalma insan kalıntıları bulunmuş, bunların vücudunda çiçek hastalığına özgü yaralar tespit edilmişti. Araştırmacılar çiçek virüsü görmeseler de bu virüsün DNA kalıntılarına rastlandı.
Neandertal kalıntılarıTelif hakkıALAMY
Image captionSibirya'da Neandertal kalıntılarına rastlandı
Bu, buzda donmuş halde duran bakterilerin hayata dönmesinin ilk örneği değildi.
NASA araştırmacıları 2005'te Alaska'da 32 bin yıldır donmuş olan bir bakteriyi canlandırmayı başarmıştı. Mamutlar döneminde hayatta olan bu bakteriler buzlar çözülünce yeniden hareket etmeye başlamıştı.
Bundan iki yıl sonra ise Antarktika'da buzulların altında donmuş, 8 milyon yıllık bir bakteri yeniden hayata döndürüldü. Aynı çalışmada 100 bin yıllık bakteri de canlandırıldı.
Ancak donmuş haldeki her bakteri canlandırılamaz. Şarbon bakterisi spor ürettiği için ve bunlar çok dayanıklı olduğundan 100 yıldan fazla donmuş halde kalabilir.
Aynı şekilde tetanoz bakterisi, felce ve ölüme yol açan botulizm bakterisi ve bazı mantarlar da uzun süre buzda donmuş halde canlılığını koruyabilir.
Naica mağarasındaki kristaller
Image captionMeksika'daki Naica mağarasındaki kristaller
Virüsler de uzun süre dayanabilir. Araştırmacılar 2014'te, Sibirya'da 30 metre derinlikte 30 bin yıllık iki büyük virüsü (Pithovirus sibericum and Mollivirus sibericum) yeniden canlandırmıştı.
Virüsler canlandıkları andan itibaren hastalığa yol açabiliyor. Bu iki virüs sadece tek hücreli amipleri etkiliyor. Fakat bu durum, insana bulaşan virüslerin de canlanması ihtimaline işaret ediyor.
Bu riski yaratan şey sadece küresel ısınma ile donmuş toprakların çözülmesi değildir. Kuzey Buz Denizi'ndeki buzlar eridiği için Sibirya'nın kuzey kıyılarında maden ve mineral arama çalışmaları, petrol ve doğal gaz için sondaj çalışmaları kârlı hale geliyor.
Bu çalışmalar, eski bakteri ve virüslerin yeryüzüne çıkıp canlanması riskini arttırıyor. Bunlar yeni salgın hastalıklara yol açabilir. Bunların DNA'ları hasar görmüşse canlanması mümkün değil. Ancak çok daha dayanıklı olan büyük virüsler için aynı şey geçerli değil.
Lechuguilla mağarasındaki selenit kristalleriTelif hakkıNPL
Image captionLechuguilla mağarasındaki selenit kristalleri
Uzmanlar bu nedenle Arktik bölgesine gelen ilk insanlara ait virüslerin, hatta nesli çoktan tükenmiş Neanderthal ve Denisovan gibi insan türlerinin taşıdıkları hastalıkların yeniden gündeme gelmesi riskine dikkat çekiyor. Rusya'da 30-40 bin yıl öncesine ait Neandertal kalıntılarına daha önce rastlanmıştı.
Bazıları, belli hastalık virüslerinin yeryüzünden silinmiş olması gibi sahte bir güven duygusuna kapılmamak ve bu riske karşı tedbir olarak aşı stoklarının bulundurulması gerektiğine inanıyor.
Eskiden kalma bakteri ve virüslerin bulunduğu yer sadece buzullar değil. Şubat 2017'de NASA araştırmacıları Meksika'da bir madendeki kristaller içerisinde 10-50 bin yıllık mikroplara rastladıklarını açıkladı.
Bunlar, kristalin sıvı kısımlarında sıkışmış ve çıkarıldıklarında çoğalmaya başlamış yeni bir mikrop türüydü.
New Mexico'daki bir mağarada ise 300 metre kadar derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulundu.
Tibet platosundaki donmuş toprak tabakasıTelif hakkıNPL
Image captionTibet platosundaki donmuş toprak tabakası
Bu bakterinin insanlara hastalık bulaştırmadığı, ancak 18 doğal antibiyotiğe karşı dirençli olduğu görüldü. Antibiyotikle daha önce karşı karşıya gelmemiş bu bakterinin direnç göstermesi, bakterilerin direncinin milyonlarca, belki de milyarlarca yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bakterinin bu özelliği, zor koşullarda rakip organizmalara karşı üstünlük kazanmak için geliştirdiği sanılıyor.
Rusya ile Kanada arasındaki Bering bölgesinde 30 bin yıldır donmuş topraklarda bulunan bakterilerin genleri 2011'de incelendiğinde de bunların bazı antibiyotiklere karşı direnç gösterdiği görülmüştü.
Peki bütün bunlardan kaygı duymak gerekir mi?
Yer altında ne kadar tehlike olduğunu bilmediğimiz için bazıları boşuna kaygı duyulmaması, asıl dikkatlerin iklim değişikliğine yöneltilmesi gerektiğini söylüyor. Örneğin dünya giderek ısındığı için kuzey ülkeleri de sıtma, kolera, dang humması gibi daha sıcak iklimlerde görülen hastalıklara maruz kalabilir.
Bazıları ise eski bakterilerin teşkil ettiği riski tam olarak bilmesek de bunları göz ardı edemeyeceğimize inanıyor. Zira bağışıklık sistemimiz için yabancı olan bu canlılarla karşılaşma halinde hastalık bulaşması riski, bunların antibiyotik direnci de göz önünde bulundurulduğunda göz ardı edilecek gibi görünmüyor.
BBC Earth
Bu makalenin İngilizce aslını BBC Earth sayfasında okuyabilirsiniz.


12 Mart 2020 Perşembe

"Türkiye'de Corona Testi Yaygın Yapılmadığı İçin Yeni Saptandı"



İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Pınar Saip, corona virüsünün Türkiye’de yeni saptanmasının sebebinin, testin yaygın yapılmamasından kaynaklandığını söyledi. Saip, ayrıca halkın salgına karşı gerçekten hazırlıklı olup olmadığını Türk Tabipler Birliği gibi bağımsız kurumlar aracılığıyla teyit etmek istediğini, bu durumun Türkiye’nin kritik zamanlarda iyi sınav verememesinden kaynaklandığını ifade etti.

Prof. Dr. Saip, “Büyük bir ihtimalle yaşlıların çok ortada olmaması ve daha çok evlerde günlerini geçiriyor olmaları, onlara hastalığın bulaşmamasını sağladı. Hafif seyreden vakaları da çok saptayamadık. Türkiye’de testin yaygın yapılışı da söz konusu değil. Bu nedenlerle Türkiye’de virüs, beklenenden daha geç saptanmış oldu” diye konuştu.

“Havaların ısınmasıyla virüsün etkisi azalacaktır”

Corona virüslerinin sıcağa dayanıksız virüsler olduğunu ifade eden Prof. Dr. Pınar Saip, “Havalar ısındıkça mutlaka etkinliği azalacaktır. Sadece COVID-19 denilen yeni tip corona virüsle ilgili seyirin nasıl olacağı konusunda henüz net bilgilerimiz yok. Virüs kendi içinde mutasyonlar geçirebiliyor. Bu nedenle ancak bütün süreç tamamlandıktan sonra her şeyi çok net ve kesin konuşabilir bilim dünyası. Ama şu an için havaların ısınmasıyla etkisinin azalacağını öngörebiliriz” diye konuştu.

“Sosyal Medya Paylaşımlarına soruşturma açılması bir şeyler saklanıyormuş imajı yaratıyor”

Sosyal medyada yapılan paylaşımlarla ilgili soruşturmaların başlatılmış olmasının çok gereksiz bir uygulama olduğunu belirten Saip, “Siz doğrusunu verirsiniz ama birtakım şeylere soruşturma açmaya başladığınızda sanki bazı bilgiler gizleniyormuş imajı yaratıyor. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipler Birliği olarak bizimle de iletişim içinde olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü emir komuta zincirindeki açıklamalar, ast-üst ilişkisi içindeki açıklamalar millete güven telkin etmiyor. O yüzden de halktan, bizim gibi bağımsız bakabilen kurumlara çok fazla sorular geliyor. Gerçekten vaka var mı yok mu? Hakikaten hazırlıklı mıyız diye teyit etmek istiyorlar. Bunlar şüpheyle karşılanıyor. Bu durum, ülkemizin şimdiye kadar iyi sınav verememesinden kaynaklanıyor. Domuz gribi olayında, Çernobil faciası sonrası televizyonlarda içilen çaylar sanki bize bir şey olmaz gibi bir izlenim verilmesi halkta bir birikim yapmış durumda. Bu yüzden Türk Tabipler Birliği’yle sağlık bakanlığının iletişim halinde olması ve süreci insanları da bilgilendirerek yürütmesi gerekli ki toplumdaki bu panik havası azalsın” dedi.

“Hastanelere aşırı yığılma var. Bu durum gerçek hastaların erişiminde sıkıntı yaratabilir”

Türkiye’nin sağlık alt yapısı olan bir ülke olduğunu belirten İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof.Dr. Saip, yaşanabilecek olası sıkıntıları da sıraladı.
Prof. Dr. Saip, “Hastanelere genel olarak aşırı bir yığılma var. Biz de çok kışkırtılmış bir sağlık talebi olduğu için günde 3 milyona yakın poliklinik yapılmakta. Hekimlerin baktığı hasta sayısı çok fazla. Bütün bunlar gerçek hastaların erişimine de engel teşkil edebilir. Bu yüzden çok gerekli olmadıkça bu dönemde hastanelere başvuruların fazla olmamasına dikkat etmek lazım. En yoğun ve iç içe olunacak yerler hastane koridorları olacağı için kişilerin korunmak adına da oralara gitmemesi lazım. Başkalarına yaymama adına da yoğun yerlerde bulunulmamasında yarar var” diye konuştu.

“Devletin birinci basamak hizmetlere yeterli materyalleri göndermesi gerekiyor”

Prof. Dr. Saip, “Birinci basamak çok önemli. Aslında devletin birinci basamağa büyük yatırım yapması gerekiyor. Aile hekimi arkadaşlar şu anda maske ve edevat dağıtımının çok yeterli olmadığını söylüyor. Buralara bir an önce yeterli materyallerin gönderilmesi gerekiyor” dedi.

VOA


5 Mart 2020 Perşembe

Barbie, Türkiye'den yüzücü Sümeyye Boyacı’yı seçti

Çocukların en sevdiği oyuncaklar arasında yer alan 'Barbie bebeğin' üreticisi, 2020 yılı için Türkiye’den rol model olarak 17 yaşındaki Milli Yüzücü Sümeyye Boyacı'yı seçti.
Barbie, rol model olarak Türkiye'den yüzücü Sümeyye Boyacı’yı seçtiAmerikalı oyuncak üreticisi Mattel, 2015 yılında başlattığı "İlham Veren Kadınlar" serisi kapsamında çocuklara kendi potansiyelinin farkında olmaları için çeşitli ülkelerden başarılı kadınları rol model olarak seçiyor.
Amerikalı firma, söz konusu başarılı kadınlardan esinlenen oyuncak Barbie bebek üretiyor. Genç kızlar ve erkeklere ilham kaynağı olan sporcu, bilim insanı, sanatçı, yazar gibi farklı mesleklerden gelen kadınlar seçiliyor. Bu projenin amacı yıllardır devam eden ön yargıları yıkmak.
Her sene birçok ülkeden rol model seçilen başarılı kadınlardan oluşan rol modeller arasında daha önce Türkiye’den Çağla Kubat ve Gülse Birsel yer alıyordu
Yarım asırdan fazla süredir raflarda yerini alan, zaman zaman ise tartışmalara yol açan Barbie, oyuncak endüstrisindeki rekabete rağmen 150'den fazla ülkede her yıl 58 milyon bebek satmaya devam ediyor.

*Sümeyye Boyacı 5 Şubat 2003, Eskişehir'de dünyaya geldi. Doğumundan itibaren iki kolu olmayan Boyacı, 2008 yılında yüzmeye başladı.
2016'da Berlin'de düzenlenen ve kariyerinin ilk uluslararası yarışı 30. Uluslararası Alman Şampiyonası'nda mücadele etti. Boyacı burada 50 m sırtüstü gençler B S5 kategorisinde altın madalyanın sahibi oldu.
2016 Yaz Paralimpik Oyunları'ndaki 50 m sırtüstü S5 kategorisinde 8. oldu. 2017'de Avrupa Paralimpik Gençlik Oyunları'ndaki 50 m sırtüstü S1-5 kategorisinde bronz madalya kazandı.
2018'de, Dublin'deki Avrupa Paralimpik Yüzme Şampiyonası'nda, 50 m sırtüstü S5 kategorisinde altın madalya kazandı.