Translate

28 Aralık 2017 Perşembe

Yenilmeyen 'doğru' yenmiş sayılmaz!

Kendine güvendiğin için yalancı değilsin.
Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin.
Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır.
Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek.
Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz.
Doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki... Yüz bin yıl su altında yıkanmış, düzelmiş çakıl taşı gibi.


Yaşar Kemal, "Teneke"



27 Aralık 2017 Çarşamba

Küçük Burjuva Ideolojisinin Eleştirisi

Maksim Gorki 1930


Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, ""hümanist"" edebiyatın etkisi, ""yasaların ruhu"", burjuva ""gelenekleri"" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: ""Tanrım, bize acı!""
Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa, şu şekli alır: ""Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım.""
Gazeteler hergün küçük burjuvaya; İngilizce, dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en iyi insanı olduğunu aşılar.
Oysa, ""medeni"" dünyanın bu en iyi vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye sormuş:
- Ne istersin? demiş.
Vahşinin verdiği karşılık çok sadedir:
- Çok az çalışmak, çok az düşünmek, ve daha çok yemek.
Öyle bir başka insan tipidir ki küçük burjuva, ciddi bir şekilde öğrenilen düşünme tekniği, onda düşüncenin gelişmesini durdurur. Olayların etkisiyle kendisine yabancı bir takım düşünceleri benimsediği olur küçük burjuvanın. Ama bu düşünceler onu hasta eder. Örneğin bir cilt hastalığına tutulmuş gibi, sanki böbreklerinde taş varmış gibi olur. O zaman din, karamsarlık, içki, sefahat, rezalet çıkarma, vb. gibi hastalığı, sancılıları dindiren ilaçlara sık sık başvurur.
Bütün bu söylediklerimizin boş ve havada kalan bir takım sözler olmadığını göstermek için bir örnek vereceğiz: Bundan on bir yıl kadar önce isyan eden Rus işçilerinin ve köylülerinin kararlılığı sayesinde halkın kitle halinde öldürülmesine, kazançlarını artırmak amacıyla, Avrupalı efendiler tarafından dört yıldır sürdürülen bu öldürme işine (Birinci Paylaşım Savaşına) son verildi. Para babalarının ve siyasi maceracıların bu kanlı ve canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların ""düşünce"" yaşamına ne getirdi?
Bu çekilen acılar küçük burjuvalara hiç bir şey getirmedi, boşlukta dönüp duran düşüncelerinin o her zamanki sürecinde hiç bir değişiklik yapmadı. Küçük burjuva şuna inanmıştır: Din ahlakın temelidir, din olmadıkça devlet de olamaz. Oysa burjuva devletinin ahlaksız olduğu, hırsızlığa, yağmaya, emekçi halkın sömürülmesine dayandığı gün gibi apaçıktır. Savaş sırasında birbirlerini iğrenç bir şekilde öldürme ve boğazlama işinden, ""Hiç bir zaman öldürmeyeceksin"" ve ""Kendi cinsinden olanı, kendi sevdiğin gibi seveceksin"" diye buyuran Tanrı imdada çağırmayı gayet doğal bulmuşlardır.
Savaştan sonra, küçük burjuvaların ""hümanizma""sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir ""insanseverlik"" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.
Kapitalist Avrupa devletleri süratle yeni bir savaşa hazırlanmaktadırlar. Askeri uzmanlar yeni savaşın kimyasal bir savaş olacağını ve yıkımları, insanlara saldığı dehşet ve korku, 1914-1918 savaşından önceki savaşları gölgede bırakacağını ifade etmektedirler. Askeri meselelerde uzman olan bir yazar, yanılmıyorsam general Douhet, Mattina (Sabah) adlı İtalyan gazetesinin 15 Ocak 1929 tarihli sayısında Amiral Battavia'nın şu sözlerini aktarmaktadır:

""Mühendis - general Bourloen'in yaptığı hesaplara göre, uçak kullanmak koşulu ile bunlardan atılan 500 ton kadar fosgen gazı on bir hektarlık bir alanı, yani Paris şehrinin kapladığı araziyi yarım saat içinde yerle bir etmeğe yeter de artar bile.""

Albay Bloch ise, şunları söylüyor:
""Bir eve düşen 500 kiloluk bir fosgen bombası burada oturanların hepsini öldürür.""

Bu bomba patlayınca, 100.000 metreküplük bir bulut vücuda getirecek, etkisi korkunç mu korkunç olacak. 30 metre genişliğinde, 100 metre uzunluğunda bir sokak düşünelim, bu sokağın havası yerden 35 metre yüksekliğe kadar zehirlenecek. Eğer hava rüzgarlıysa, çapı bir kilometre alan bir çember içindeki delikleri, kapı ve pencere aralıkları iyi tıkanmamış evlerin hepsi zehirlenecektir. Amerika Birleşik Devletleri ordusunun kimya levazımı hizmetlerinin şefi olan general Fries şunları söylüyor:

""450 kiloluk bir levist bombası New-York'un 10 mahallesini oturulmaz hale getirecek, bu sevimli mamulü ihtiva eden yüzlerce tonluk bomba bütün New-York'taki canlı şeyleri, suyu ve bütün gıda maddelerini zehirleyecek ve bunlar bir hafta süre ile kullanılamayacaktır.""

Lord Nalsburg ise, 11 temmuz 1929 tarihinde Lordlar Kamarasında yaptığı bir konuşmada, 40 tonluk arsin gazının bütün Londra halkını öldüreceğini haber vermişti.

""Kimya savaşının etkilerine karşı mücadele vasıtaları da mükemmelleştirilmektedir. Hızla üreyip çoğalabilecek bir mikrop ve bu mikroba karşı bir serum aranıyor. Böylece bu mikroba bulaşmış olan halk iyileşmek için serum isteyecek, serumu icat edenler de, örneğin veba aşıladıkları halka kendi koşullarını izah edeceklerdir.""

Avrupa gazeteleri yaklaşan savaş hakkında bu türlü ya da buna benzer haberleri sık sık yayınlamaktadırlar. Bu makaleleri okuyan Avrupalı küçük burjuvalar hiç şüphe yok ki, bu gazlarla çocuklarının, karılarının, ihtiyarlarının zehirleneceklerini anlayacaklardır.
Londra'nın, Paris'in, Berlin'in büyük meydanlarından birinde birkaç hırsız, birkaç haydut toplanıp hangi mahalleyi soyalım, bu işi nasıl kıvıralım, diye ulu orta tartışmaya kalkışacak olsalar, küçük burjuvazi, ""toplumsal bakımdan tehlikeli"" olan bu vatandaşların bu mütevazı niyetlerini şu ya da bu tarzda önlemek için, mutlaka harekete geçecektir. Oysa, milyonlarca insanı kitle halinde öldürme tasarılarını herkesin önünde gazetelerde, Millet Meclislerinde, Cumhurbaşkanlarının verdikleri ziyaretlerde tartışılan son derece, ama cidden son derece cani ve toplumsal bakımdan tehlikeli olan ""insanlara kıyanların"" niyetlerini önlemek, küçük burjuvaların hiç mi hiç akıllarından geçmez.
""Hümanizma""yı bir tarafa bırakalım. Mülkiyet hakkındaki içgüdüsü ile insanoğlunun yeryüzünde yaşamasını sağlama içgüdüsü küçük burjuvalarda bir korku bir tasa uyandıracak gibi gelir, küçük burjuvadaki rahatına düşkünlük eğilimi kendisini: ""savaş istemiyorum!"" diye haykırmağa zorlayacak gibi gelir. Yoo, hiç de böyle bir şey yaptığı yok.
Sovyet iktidarı Avrupa hükümetlerine derhal silahları bırakma (silahsızlanma), sonra da, silahları dört yıl içinde bırakma tasarısı önerdiği zaman, küçük burjuvazi bu teklifleri duymamazlıktan geldi. Bu teklifleri elbette ki duydu. Ama, dar ve gelenekler altında ezilip kalmış alan düşüncesinin işleyiş tarzı kendisine, bu basit, aydın ve kelimenin tam anlamıyla insanca olan önerinin gerçekleşmesi mümkün olmayan, tamamen hayalci bir şey olduğunu düşündürdü.
Daha başka bir çok şey küçük burjuvazinin gözüne gerçekleşemez ve hayali gibi göründü. Örneğin, Fulton'un buharlı gemisi, Yabloçkin'in elektrik ampulü, özgür ve cesur zekanın kültürü yaratan, yaşamı zenginleştiren bu gücün kazandığı sayısız zaferler küçük burjuvazinin gözüne böyle görünürdü.
Küçük burjuvanın temel koşulu şudur: ""Böyle gelmiş, böyle gider"". Bu kelimelerin çıkardığı ses bir saat rakkasının otomatik hareketini düşündürür. Küçük burjuvazi gerçekten, sahiden çürümektedir. Tıpkı ""her balık baştan kokar"" dedikleri gibi.
Küçük burjuvazi Sovyetler Birliğindeki devrimci düşünceye sahip işçilerin ve köylülerin ""yırtıcılardan ve asalaklardan temizlenmiş işçi devleti kurmak"" amaçlarını da hayali ve gerçekleşemez bir şey sayar.
Sovyet gazetecileri, ""evdeki pislikleri"" süpürüp sokağa atmakla küçük burjuvalara bol bol yedek ""düşünce gıdaları"" vermiş oldu. Bu çürümüş artıklarla beslenen küçük burjuva tekrar canlanır, mutlulukla gülümser, kendi soyundan olanlara göz kırpar: ""Göreceksiniz bu tutmaz, yine bizim dediğimiz çıkacak.""
Sevinmeğe ne hakları var: Evi her türlü pislikle kirleten, hâlâ da kirletmeğe devam eden kendileri değil mi? Kibirlenmeğe hakları var: İşçi köylü iktidarının demir bir süpürge ile temizlemeğe çalıştığı pislik, çamur, toz yığını, her şey yüzyıllar boyunca bunların yarattıkları gerçek, küçük burjuva gerçeğidir.
Tanrının inayetine ve ""ahiret""te, cennetteki güzellerine inanmasına, lafta kalan ""düşüncesi""ne rağmen, küçük burjuva son derece ""maddi""dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile, ekonomik refahı ile meşguldür. ""Çok yemek, pek az çalışmak, pek az düşünmek"" ister. Onun için: ""İşte bak şeker azaldı, yumurta bulunmuyor, tereyağı ise aslanın ağzında..."" diye mırıldanır, söylenir, sızlanır durur.
Bunların 1916'dan beri azaldığını, devrim düşmanı generaller ve küçük burjuvazinin ""ideolojik önderleri"", Rusya'yı kurtarmak için, emekçi halkın öldürdüğü ve ekonomisini mahvettiği yıllarda bütün bu ""gıda maddelerinin"" hemen hemen yok olduğunu elbette ki unutmuştur. Örneğin Napoleon'un Moskova seferinin, Kornilof, Denikin, Kolçak, Vralgel tarafından girişilen ve özel mülkiyetin türlü ""idealistleri""nden ilham alan gemi azıya almış daha başka ""yurtseverler"" tarafından girişilen harekat yanında çocuk oyuncağına benzediğini küçük burjuva unutmuş gibidir. Yedi yıl süren savaş yüzünden mahvolan ülke ekonomisinin daha geniş çapta ve teknik bakımdan 1914 yılından öncesine oranla da mükemmel şekiller içinde geliştirildiğini küçük burjuva görmek istemez. Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde sıkışmış kalmış olduğundan, kendisini şahsen ilgilendirmeyen her şeye karşı kayıtsızdır, ıslık çalıp: ""Eskiden ne çok vardı, şimdiki ne kadar az!"" der ve Sovyetler Birliğinde aklı başında insan, işçi ve köylü kitleleri arasından çıkmış kültürlü emekçi sayısının hızla artışına da gözlerini yumar. Tabii, bunun böyle olması işine gelmez, onda düşmanlık duyguları uyandırır.
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektuplar'ından bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, akım yaratıcı gücünü, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1851 de şunları yazmıştır: ""Bilinç insanın başına gelebilecek en büyük beladır."" Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: ""Üstün zeka insanı tiksindirir"" demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanat eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Bilinç altının korkunç güçlerini, içgüdünün güçlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir ""şehvet prensibi"" heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:

""Düşünce acı kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır.""

Söylemeğe gerek yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'ın yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin mantıki gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık vermiyor. Söz konusu olan şey filan ya da falan yazar değil, son derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa, gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce yaşamı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür yaşamını kolektif temeller üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmış bir takım kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü inkar etmek, aklın ""akli olmayan"" ya da ""bilinçaltı"" karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi yapılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki, etkisinin güçlü olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pekala zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var.
Fıkra şu:
Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:
- Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?
- O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.
Verilen karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pek doğru da değil. Bazı insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:

""Kitabı açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep bizim kullandığımız kelimeler ama, ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye babacan, sarhoş tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği, gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza vurur:
- Gidi melunlar, derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep endişe içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış.""

Mektubun bu bölümünü, işçi kitlelerinden birinin düşüncesinin orjinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şey değil elbette bu. Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikayet eden mektupları geçiyor elime:

""Küçük burjuvanın zafer kazanmak için yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor.""

Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:
""Bir marş bestelemişler: 'özel ticaret yapan kadın'ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık...""
Küçük burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş yavaş ""kahramanlaştıran"" kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar, Gogol'un Kaput hikayesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in ya da Leonid Andreyef'in Düşünce adlı eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün koşullarına ayarlayarak, yeni bir karakter yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor: ""Yahu benim de derin ,duygularım varmış meğer!"" diyor. Bizim eski bildik Makar Davuşin ve daha bir çok ""ezilenler ve hakaret görenlerin"" yeni kitaplarında dirilttikleri şeyler işte bunlardır. ""Şeker, yumurta, tereyağı bol değil"" diye neredeyse Dostoyevskivari acılar çekecekler.
Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek sevilen ""eşsiz kişiliği"" mutlak özgürlüğe susamış adam, ""benliğini"" göstermek emelinde alan ve küçümsediği gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modern edebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile yaratılmış ,bir kahraman hikayesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer :

""Bütün ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, bireysel yoldur. Çünkü, dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir.""

Bereket versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü, bazen, aşağıdaki sözlerle dolu olan kitaplar da var:

""Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha güçlü, uykudan daha tatlıdır.""

O kimse bu cümlenin şüpheli üslubu ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor:

""Sanatçıyı sıradan bir insan sayan şüpheciler, 'yaratma' ile mest olduğum sıradan insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim.""

Yazar, büyük bu şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden kendilerinin ""zekanın aristokratları"" olduklarına inanıyorlar. Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçe daha çok lafebesi romanlar sunuyorlar. Eleştiriler birbirini yiyip duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata sokulduğunun farkına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler.
Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni ""toplumsal felsefe sistemi"", burjuvazinin dünyaya egemen olmak için doğa, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını güçlü biçimde kanıtlayacak sistemler kuramadı. Nietzchenin: ""Yaşam saçmadır, yalan şarttır"", ""insanın üstüne atılan kurttur"", hakikatinde yüz kızartıcı, doğaya aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'ln Batman Çöküşü adlı kitabı, bu soydan daha bir çok kitaplar burjuvazide kahraman, azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında, vaktiyle, tamamiyle yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı ve Denizden Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline gelmektedir. ""Devletin temelinin"" -sağlam burjuva ailesinin- sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen örgür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikar maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanya'da, kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor. ""Kulampara ve zurefa"" kulüpleri, lokantaları açılmasına kanun izin veriyor. Büyük burjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almış yürümüştür. Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici düşüncenin toplumsal yaşamın bugünkü koşullar karşısında ilerlediğine işaret etmek yerinde olur. Bu ilerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri doğa güçlerine egemen olmağa, bilincin gerçeği olarak, emekçi kitleleri toplumsal üstünlüklerini, siyasi iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor. Eski toplumsal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı güç karşısına çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlakı, kolektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ıztıraplı olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları birbirleriyle ilişkilerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kolektifçiler oldukları halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir miras. Ama, insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni ""tavır ve hareket kuralları"" yaratacak güçte değildir.
Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik- toplumsal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçük patronu kültürlü emekçiler, yeni devletin bilinçli kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki bilinçli bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva ""ideolojisi"" zehirinin dirilmesine karşı, ""ezilen ve hakaret gören"" küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü söylemeğe hacet var mı?
Günümüzün kahramanı, ""halk kitlesi""nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi, mektup yazarı işçi, köylü, asker, okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, genç doktor ve genç ziraat mühendisi, ""tecrübeli"" ve eylemli köylü, buluş yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız...
*

Halk kitlelerinin bir çok şeye ihtiyacı yardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebi belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli alan şey, modern yaşal, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga Yoldaş ""dergiciliği"" örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki yaşamı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi. ""Kurulu makinaları andıran vatandaşlar, beni ""söz, kişi özgürlüğü"" ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmayacaklardır. Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek toplumsal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp: ""Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama, gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşayayım"" diye haykırmasıyla başlar. Haykırmaktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yandan, adeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.
Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözönüne aldığını ve zekasını yeteri kadar besleyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama, işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki o acayip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?
Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabii, kültür sahibi olmadıklarını da anlatan. iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek var?
Edebiyat kavgalarını inceleyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksistler burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bir kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmemizin, kendilerine ""ideolojik çizgiyi"" aslında tam bir doğruluk ve açıklık vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat, çoğu zaman, ""ana çizgi""yi karartmakta, ve kalem tartışması da, hele taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin ""karanlık, karışık"", ""zıtlıkla dolu"" olmasından sık sık şikayet ediyor.
Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: ""Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi tartışıyorlar"". Bir başkası ise, yazdığı mektupta alay ediyor: ""Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?""...
Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar konferansları düzenlemeleri ""bugünkü zihniyet""in emrettiği bir şeydir.

1929


TEK BAŞINA YAŞAYAN KURT:
ŞERİT
İşçi sınıfı bütün ulusların birleşmesine taraftar kılan kafalı burjuvanın ""belini kırdıkça"", ölümün hızlı adımlarla yaklaştığını gören bu burjuvanın çığlıkları daha çok duyulan ve daha çok kulak tırmalayan hale gelmiştir. Bu burjuva, kendi şahsında, ""bütün Rus halkının ölümü""nü sezdiğine inanır. Marazlı bir kendini beğenme ile kendinden geçtiğinden bir sarhoş gibi yıkıldığını göremez, ayağının altından yerin kaydığını sanır. Kendine ""yeryüzünün tuzu"" gözü ile bakmaya alışmıştır. Ve ""tuzdan yoksun toprağın kısır, verimsiz"" olduğunu bilir.
Kişinin özgür katılması olmadıkça; kalın kafalı burjuva ""tuz olarak katılmadıkça, yarının uygarlığını imkansız görür."" Oysa, bir çok tuz çeşitleri vardır! Asitler bunlardandır; bir çok tuzlar da, toprağı iştaha getirip, bereketli kılar. Asitli toprağa ""tuzla"" ya da ""manlaha"" denir. Küçük burjuvalar, Ekim 1917 Devriminden sonra, toprak sahipleri, sanayiciler, bankerler, maceracılar ve haydutlar tarafına geçerek, işçiye ve köylüye epey tuz hatta ""en acı""sından pek çok tuz yutturmuşlardır. Gizli örgütler, türlü ihanet hareketleri siyaset hastası ve devrim düşmanı beyaz Rus göçmenlerin hareketleri, çocukların bile suratlarına tükürecekleri Besedovski, Solomonof, Dimitriyevski ve hempalan gibi işçi köylü iktidarının eski uşaklarının iğrenç ihanetleri gösteriyor ki, işçi sınıfına ve Sovyet iktidarına hala zarar vermeğe devam etmektedirler.
Bir çok tuz çeşitleri vardır. Bir de tek başına yaşayan, parazit ""asalak"" olanı vardır. Bunun, yakın bir şekil benzerliğinden başka, tuza benzer tarafı yok. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız tek başına demektir. İnsanın bağırsaklarında yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar. Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır. Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir şekilde ürer.
Tıp biliminin bize öğrettiğine göre, şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş şeklinde kendini belli eder.
Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar.
Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ""bir tek"", ""eşsiz"" olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o, her merasimde bulunur: ""Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü"" olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister. Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir.
İnsanseverdir, insancıldır. Bunu her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır. Hatta genç kadınlar verdiği öğütlerde şöyle der:

""İnsan bozulmuş etten bile faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve hizmetçiye yedirin.""
Küçük burjuva derin ve keskin zekalı bir yaratıktır. 1929 yılında kah Prag'da, kah Paris'te görünür:

""İktisadi eşitliğin, kültürün yarınki gelişmesi üstünde ne gibi bir yankısı olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. Unutmamalı ki, kültür, ihtiyacın etkisi altında maddi refaha ulaşmak emeli ile gelişmiştir. Şimdi, maddecilerin ideali olan maddi refaha varırınca, bu emelin kaybolup kaybolmayacağını bilmek söz konusudur.""

Dindardır.
1927 yılında şunları yazar:

""İlk günahı dünyaya kadın getirmiştir. Şeytan, hepimizin anası olan Havva'yı kokmuş nefesi ile zehirlemiş ve onu çürümenin, şehvetin aleti haline getirmiştir. Kötü şehvet düşkünlüğü, cinsi sapıklık insanoğlunun içine işlemiştir.""

Bu parça eski Marksist, bugün azılı papaz olan S. Bulgakof'un Nişanlının Dostu adlı kitabından alınmıştır. Kitap kulamparalık ile iğdiş etme arası bir şeyi vaaz etmektedir.
Bir teklerden birinin ""şehvet düşkünlüğü""nün ve günahın kaynağı olarak kadın hakkındaki bu kara taassup düşünceleri bana 10 nisan tarihli bir mektup gönderen okuyucunun da hoşuna gider belki. Bu mektubun sahibi, ""kadın"" hakkındaki makalem dolayısıyla, bana şu soruyu soruyor:

""Dinin yaşadığına gerçekten inanıyor musunuz?""
Hayır, inanmıyorum. Emekçi halkı ezen bir silah olarak din hala vardır. Yüz kızartıcı, kötü, insanlık dışı rolünü oynamağa devam etmektedir. Bu rolü özellikle katolik dini gayet güzel oynamaktadır; başında da Tanrıyı temsil eden ""bir tek"" adam vardır; bu adam Tanrıya yalvarmış, Alman ve Avusturyalı katoliklerin kökünü kazımakta Fransız ve İtalyan katoliklerine yardım etmesini istemiştir.
Bizim ""bir tek"" Sovyetlerden biri son günlerde bana çok öfkeli bir mektup yolladı; mektupta diyor ki :

 2nci SAYFA


12 Aralık 2017 Salı

Küçük Bir Sene

   Aslı Vatansever
“Koca bir yıl daha geçti,” diye cümlelerle bitiririz her seneyi. Ama bazen seneler küçücük geçer, birikerek büyür insanın içinde bir tümör gibi. Sen de giderek hem daha hassas, hem daha kötücül olursun, bir tümör gibi. Kendi derdinle dünyanın derdinin kesişmesini görmekten hassasiyetlerin keskinleşir, o derde derman olamamaktan yorulduğunda kendine dönüp, kendi içine büyüyen bir tümör gibi kötücülleşirsin. Dışarıdan bakanlar için büyük olaylar olmaz. Kimsenin önemsemediği, önemsenmedikçe cinayete dönüşen ölümler olur. Ölüme yatanların ölmediği, ama diğer hepimizin vicdanının yavaş yavaş, göz göre göre öldüğü cenazeler kalkar sessizce. Cenazelerin sessizliğinden utandıkça utanmaktan yorulur, kötücülleşirsin. Çünkü çok utanç da taşınabilecek bir şey değildir, illa ki başka bir suçlu arar insan; umursamazlığı özler. Yaşamak zor iştir, hayatta kalmak daha kolaydır.

Hayatta kalanlar bir seneyi daha devirir, yaşamamak pahasına. Yaşamadıkça hayatın uzar. Yaşandıkça biten bir hikâyedir nitekim hayat. Bunu öğrendiğin seneyi asla unutmazsın. Kayda geçmeyen ölüm tarihindir o senin zira; yaşamaktan vazgeçip hayatta kalmayı tercih ettiğin sıfır noktasıdır. Sana sunulan sıtma ile veba arasından seçim yapıp nefes almaya tamah etmeyi öğrenmek geri dönüşü olmayan bir derstir. Öğrenirsin. En kolay öğrenilen, yeri geldiğinde tekrar en kolay unutulan şey budur.
Anlatacak hikâyelerin bittikçe cümlelerin uzar. Hikâyeler hayal gücü ister, merak ister, olay ister. Yaşamayı gerektirir. Hayatta kalmanın hikâyesi olmaz, Knut Hamsun gibi açlıktan yaşam hikâyesi çıkarmayacaksan. Fazlasıyla banaldir hayatta kalmak. Listeleri takip etmektir savaşa gidecek kafileleri takip etmek gibi, “bir sonraki ne zaman çıkacak”, “kimlerin adı olacak” diye. Senin seçmediğin ama kurmak zorunda olduğun yeni bir hayatla, artık senden bağımsız, başka bir zamanda akan geçmişin kopukluğunda bir şeyler yapıyor, hiç değilse senden beklenen gündelik görevleri gerçekleştiriyor görünmeyi gerektirir. Birilerine ses olma talebinin küstahlığını ve imkânsızlığını sana kendi sefaletinle anlatan bir yenilgidir. Yenilmeyi öğrenmek -hayatta kalmayı öğrenmek kadar olmasa da- kolaydır, fakat bir kere öğrenildi mi bir daha kolay kolay unutulmaz. Kendi başına bir duruşa dönüşür, kader haline gelir fazla ezberlersen.

Bazı seneler takvimlerin düzenini, mevsimlerin sırasını değiştirir. Günler, aylar 7 Şubat, 25 Şubat olmaz; “Mülkiye’yi dağıttıkları” gece olur, Mehmet Fatih’i öldürdükleri gün olur. Senin kışların yazların da mevsim olmaktan çıkar artık; ülkene dönemediğin an olur, en yakın arkadaşının sürgünde uzakta bir yerde bir başına doğum yaptığı ay olur, başka bir arkadaşının pasaportu iptal edilmeden havaalanına yetişmeye çalışırken arabada çocuklarıyla vedalaştığı sabah vakti olur, bir başkasının ölmeden evvel annesinin elini son kez tutamadığı gün olur. İradenle kimbilir kaçıncı kere dalga geçilen bir akşamüzeri olur. Bütün bunlar olurken tarihi değil, kime sarılıp ağladığını hatırladığın bir kopuk an olur. Kürt illerinin darmadağın olduğu, bir başka dünya kadar uzaklaştığı mevsim olur. Senin artık ne orada, ne burada olmadığın bir uzak zaman olur.

Artık var olmayan bir his dünyasını geri almaya çalışmaktan mıdır bilinmez, hiçbir şey hissetmedikçe daha da hırçınlaşır insan. Şimdiki ânı kırıp dökersek, bir evvelkine, orada yarım kalana döneriz umududur belki de. Sertçe çarpıp geçen ama izlerini henüz tanıyamadığımız bir seneye direnme dürtüsü... O senenin açtığı yaraları görmezden gelip, “ben kendi yaralarımı kendim açacağım” inatlaşması... Yenilmeyi unutmak, onu öğrenmekten zordur nitekim. Kaybetmeyi hazmedemeyen, kaybettikçe güreşmeye doymayan ve artık kaybetmiş olmaktan başka hiçbir erdemi olmayan bir dövüşçü olmak gibi. İşin kötüsü, yenilgisi dünya konjonktürü tarafından sanki tam da istenen buymuş gibi kutlanan ve kutsanan. Bir süreliğine kendisine “güneşin altında” bir yer verilen. Ve o sürenin kısıtlılığı, artık hayatımızda yeri olmayan takvimlerle gene de inatla hatırlatılan.

Geçmişi hatırlamak bir lanettir böyle anlarda. Sadece artık geri dönemeyeceğin benliğinin anısı çok acı verdiği için değil, geçmişin koşullanmışlıkları, ilişkileri, öfkeleri ve tanışlıkları zorunlu olan yeninin önünde ağır bir bagaj gibi durduğu için de. Ve sürgündeki insanlar yüklü bagajlarla dolaşamazlar, sürgün “hafif seyahat etme”yi gerektirir. Sadece bildiğin her şeyden değil, tanıdığın kendinden ve kendini kurduğunu sandığın tüm fikir ve yargılardan da kopmayı gerektirdiği için. 21. yüzyılın insanı “kuşlar gibi özgür” kılması da böyledir işte, bunu da öğrenirsin. En zor öğreneceğin, ama en zor unutacağın şey de budur. Bir ömür harcamayı gerektirir. Ve harcatır o ömrü, izin verirsen.

Ve fakat silik ve sinik bir senenin bile unutturamayacağı, çok daha önceden öğrenmiş olduğun, senin yaşam sürenin bile öncesine dayanan ve ötesine uzanacak bir öğreti vardır. Nereden gelip de senin içine işlemiş olduğunu tam olarak bilemezsin, ama belli belirsiz bir mefhumun vardır elbet: Ya binlerce yıllık insanlık tarihinin mirası, ya lisans hocalarından birinin kürsüde söyledikleri, ya babanın söylediği bir söz, ya annenin hayattaki duruşu, ya Gramsci’nin biyografisi sayesinde, ya da çok daha fazlasını yaşayıp da hâlâ sana cesaret vermeye çalışan güzel insanların yüzü suyu hürmetine bir vakit öğrenip de unutmadığın; hayatın önemsiz görünen, yeni yıllarla, havai fişeklerle, yılbaşı dilekleriyle ölçülemeyecek küçücük saliselerinde saklı bir histir o. Nasıl öğrendiğini bilmediğin ama asla unutmayacağın tek şeydir. Bununla birlikte, gündelik olanın toz dumanında çok kez unutmayı tercih ettiğin bir öğretidir. Onu unutmak hayatta kalma gailesini kolaylaştırır ama hatırlamak da bittiğini sandığın bir ömrü geri getiren tek şeydir.
Bazen hayatta kalmanın bile bir sorumluluk olduğuna, nefes aldığın müddetçe mücadelenin bitmediğine, yenilgilerin kader olmadığına, zaten iradeden gayri bir kader de olmadığına, koşullar seni yuvadan düşmüş bir güvercin yavrusu kadar “özgür” kılıyorsa senin de -ona inat veya onun sayesinde- uçmayı öğrenebileceğine dair derstir bu. Fark etmeden öğrendiğin, düşmanlarının öğrenmenden en çok korktuğu şeydir, çünkü bir kere öğrendiysen asla unutmazsın. Sen yuvadan düştüğünde diğerlerinin haberleşmek için kullandıkları yegâne araç; uzaklara gitmen gerektiğinde seni içine alacak olan, kendileri de uçmayı yeniden hatırlamaya çalışan titrek kanatlı göçmen gruplara katılmanı sağlayacak tek öğretidir o. Yerden uzaklaştıkça beraber hatırlayacağınız, hatırladıkça hızlanacağınız, bundan sonra ne zaman yere inip ne zaman tekrar yükseleceğinizi beraber kararlaştırmanıza olanak verecek tek güçtür. Bunu tekrar hatırladıktan sonra 2016’ların, 2017’lerin, 2018’lerin önemi kalmaz, kendi mevsimlerinizi kendiniz belirlersiniz. Ve sırf -hâlâ kış saati/yaz saati, gregoryen/hicri takvim tartışmalarında boğulan bir insanlık tarihine gülmek için değilse bile- binlerce yıldır lanetleye kutlaya bitiremediğimiz aziz ve acınası kavgaya şöyle bir uzaktan bakmak için dahi değer o dersi hatırlamaya.


Aslı Vatansever
BİRİKİM
12.Aralık 2017




1 Aralık 2017 Cuma

Hukuk Nedir?


Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, “Bana uy; Beni gerçekleştir” buyruğu ile seslenir. Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür.
“İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür.”

İdesi ve ideali adalet olan hukuk, genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: "Hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir." Bu tanımdan, hukukun üç ayrı fonksiyonu yerine getirdiğini görmekteyiz. Bu fonksiyonlar düzen, pratik yarar ve adalettir.

HUKUKUN TOPLUMDAKİ FONKSİYONLARI

1. Düzen fonksiyonu: Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenleyip insanların barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.

2. Pratik yarar
: (Sosyal İhtiyaçların Karşılanması) Hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Hukuk bu fonksiyonu ile toplum içinde yaşayan insanların, birbirleri ile kurmak zorunda oldukları ilişkilerini ve biyolojik, psikolojik bir varlık olarak insanın yapısından kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hukuk bu fonksiyonu ile doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayları da çeşitli hükümlerle düzenler. Hiçbir hukuk düzeni yaşamın temel gerçeklerini görmezden gelemez. Hukuk düzeni, insanın doğal yapısına ve bundan ileri gelen ihtiyaçlarına uygun olmak zorundadır. Hukuk önemli ölçüde, ekonomik gerçeklere de bağlıdır; ekonomik ihtiyaçlara uymalı ve onları karşılamalıdır.

3. Adalet: Hukuk bu fonksiyonu ile belirli bir düzenleme altına aldığı sosyal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gerçek kimliğini kazanır. Hukukun idesi ve ideali adalettir. En kısa tanımıyla adalet, “bir eşitlik düşüncesi”dir.
“Adalet, nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) olmak üzere iki değişik anlamda kullanılır. Adalet aslında ahlâki bir kavramdır; Bu kapsamda, erdem, fazilet anlamında kişisel bir özelliği deyimler.

Kişi her zaman haklı olana yönelir, herkese kendine düşeni vermek yolunda sürekli ve değişmez bir çaba gösterir. İşte bu tutum ve çabayı gösteren adalet, özne (süje) ile ilgili oluşundan ötürü öznel (sübjektif) adalet olarak nitelenir. Bir erdem olan öznel adaletin dışında ve ondan önce nesnel (objektif) bir adalet kavramı vardır. Nesnel adalet, kişinin bir özelliğini değil, kişilerin somut durumlarda gerçekleştireceği ilişki biçiminin bir özelliğini deyimler.

İşte hukuk alanında hukuki değer olarak söz konusu olan adalet de, bu nesnel anlamda adalettir. Çünkü hukuk, insanlar arası ilişkileri biçimlendiren, onlara görünür ve algılanabilir bir düzen veren, bu amaca yönelen normlar bütünüdür.”

Toplum içindeki davranış ve ilişkilerin değerlendirilmelerini içeren kurallar bütünü olarak hukuk, bu değerlendirmelerde adalet ölçüsünü kullandığı ve kullanmak durumunda bulunduğuna göre, adaletin böylece, hukukun da bir değerlendirilme ölçüsü olacağı doğaldır. Hukuk normlarında adalet acaba ne ölçüde yansıtılmıştır ? Mevcut hukuk ne denli adaletlidir ? İşte burada yasa üstü adalet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu, tüm hukuk sistemine ve sistemlerine egemen bulunan, nesnel ve salt bir değer niteliğindeki adalettir. Hukuk bir toplum düzenini içerir. Hukukun varlık nedeni de adalettir; gerek mevcut düzeni korumak, gerekse onu değiştirmeyi meşrulaştırmak için her zaman adalete başvurulur. Nesnel ve yasa üstü adalet hukukta karşımıza kurulu hukuk düzenlerinin asli örneği, olması gereken hukuk anlamında hukuk idesi olarak çıkar. Bu niteliği ile adalet, mevcut hukuk düzenlerinin kendisine uygun olup olmadığı açısından bir değer ve değerlendirme ölçüsü olur. Yine bu özelliği ile adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Hukukun gerçekleştirmek amacını güttüğü şey adalettir.

Birbirleri ile olumlu ve olumsuz karşılıklı ilişkilerde bulunan bu üç fonksiyon denge içinde olduklarında, adil bir hukuk düzeninin gerçekleşmesi sağlanır. Normal olarak tüm hukuk normları bu üç fonksiyonu da kapsar.

Sonuç olarak hukuk, hem adaleti gerçekleştirecek, hem toplumsal yaşama uyacak, hem de bu toplumsal yaşamın barış içinde sürebilmesi için bir düzen görünümünü sağlamaya çalışacaktır.

HAK VE YASA

Hak : Yasalarla koruma altına alınniış menfaatler. Hak için kabul edilmiş sınır, klasik ifadesiyle " yasalarla çizilmiş, başkalarının hak sınırı " dır. Şu halde hak kavramı ile çoğu kez fertlerin kişisel haklılık yorumları uymayacaktır. "Bu büyük bir haksızlıktır, bu nasıl hak? " şeklindeki ifadelere sıkça rastlamaktayız. Bu ifadeler ferdi değerlendirmeler olup çoğu kez hukuken desteklenmemektedir. Halbuki bizim açıklamaya çalıştığımız hak kavramı ferdi olmayıp toplumsaldır. Bu nedenle sübjektif değil, objektiftir. Yasa : Toplum hayatını düzenleyen, önceden belirlenmiş makam (Yasama organı) tarafından, önceden belirlenmiş usul ve esaslara uyularak yapılıp toplumun tüm fertleri (belirli istisnalar hariç) için geçerli ve bağlayıcı olan, zorlayıcı unsur (müeyyide) taşıyan yazılı hukuk kuralı. ' Anayasa Madde 75-100 arasındaki hükümler Yasama organını düzenlemiş ve bu organın Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmiştir. T.B.M.M. nin görev ve yetkilerini düzenleyen 87.nci maddesi ise, bu görev ve yetkilerin (kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak, Bakanlar Kurulu ve Bakanları denetlemek, Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek, bütçe ve kesin hesap kanun taşanlarım görüşmek ve kabul etmek ...) olduğu şeklindedir.
Anayasa Madde 88 " Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri (belli sayıda olmaları şartı ile) yetkilidir. Kanunların görüşme usul ve esasları iç tüzükle düzenlenir." .

Anayasa Madde 89 "Cumhurbaşkanı, TBMM'ce kabul edilmiş yasaları onbeş gün içinde yayımlar. Yayımlanmasını kısmen ya da tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere aynı süre içinde gerekçeli olarak TBMM'ne geri gönderir..." ifadesini taşımaktadır. Yasa dışında birtakım hukuk kuralları da vardır ki; bunların başında tüzük, yönetmelik", nizamname, talimatname, sirkü vb. gelir. Bunlar yasalara oranla daha alt derecede kurallardır. İlgili oldukları yasalara dayanılarak çıkarılırlar ve genellikle o yasanın uygulamasını detaylı olarak gösterirler. Bu alt kurallar, gerek bağlı bulundukları yasayla, gerekse de diğer yasalarla uyumlu olmak zorundadırlar.


HUKUK DEVLETİ

Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı, Platon ve Aristoteles’ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu.
Buna göre hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenler de ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı.
İngiltere’deki ilk anayasal belge olan Magna Carta’da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve Montesquieu’nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası’na da yansıyan ‘’doğal haklar’’ kuramı ve ‘’insan hakları’’ anlayışı, hukuk devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi.
Bu gelişimin yarattığı birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin sağlam temellere dayandırılmasını sağladı.
Devletin amacının yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman öğretisi, ‘’hukuk devleti’’ (Rechtsstaat) deyimini ‘’polis devleti’’ (Polizeistaat) kavramının karşıtı olarak kullandı.
Yapıtlarında ‘’hukuk devleti’’ deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak tanımladı.
Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir görüştü.
Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekir.
20 yüzyılda özellikle Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen’in bu biçimselci görüşü hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa’sı hukukunda ortak bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil, genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4) Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari rejimde gerçekleştirilir.

Türkiye’de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık Sami Onar’ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961 Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti deyimine yer verir.

1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir. Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır. Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmündeki kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz (m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim Kanunu’nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m. 3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa yollarına baş vurulamaz.

İLERİCİ HAREKETTE HUKUKUN YERİ VE ÜSTÜNLÜĞÜ

‘’Hukuk her zaman ve öncelikle kapitalizmin kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı bir hukuk olmakla birlikte bu, onun ilerici karakterini görmezlikten gelmemizi gerektirmez.’’
Pek doğal ki, ‘’çelişik ve bağdaşmaz çıkarları olan sınıflara bölünmüş bir toplumun hukuk sistemi, ister istemez , öncelikle iktidardaki sınıfın ihtiyaçlarına cevap verecektir.’’ Fakat, ‘’hukuk, ikinci derecede olmak üzere, ezilen sınıfın ilişkilerini de düzenler ve bir ölçüde ihtiyaçlarına da cevap verir.’’ Ayrıca, ekonomik ve siyasal alandaki sınıf savaşımı yoğunlaştıkça ve sınıfsal güç dengesi ezilen ve sömürülen sınıflardan yana değiştikçe, egemen sınıf ödün vermek zorunda kalmaktadır. Egemen sınıfça verilen her yeni ödün, ‘’devletin hukuksal kurallarına yansır ve hukuksal alanda yeni bir hak ve özgürlüğün doğmasını sağlar. Bu bakımdan, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin burjuva hukukunu, ‘’ödünlerle sulandırılmış baskı hukuku ‘’ olarak tanımlayanlar da vardır. Ezilen ve sömürülen sınıfların, egemen sınıfı ödün vermeye zorlamaları ve bunu sağlamaları, düzenin tüm kurumları açısından sonuçlar doğurur. Egemen sınıfın çıkarları onarılamaz yaralar alır. İşte bu nedendendir ki egemen sınıf, güçler dengesi olarak verir vermez, tanıdığı ödünleri geri almak için faaliyete geçer. Ne var ki, bu mümkün olsa bile artık eski noktaya dönmek olanaksızdır. Yığınlar, o ödünün önemini kavramışlardır ve onu tekrar elde etmek için savaşım vereceklerdir. Böylece egemen sınıftan elde edilen her yeni ödün, toplumun demokratikleştirilmesini sağlar ve ‘’onu, niteliksel değişim’’ anına biraz daha yaklaştırır. Ezilen ve sömürülen sınıfların, egemen sınıfın baskı aracı olan hukuktan yararlanmaları ve demokrasi savaşımında hukuk silahını kullanmaları, tüm bu nedenlerle mantıki ve zorunludur, fırsatçılık değildir. Ayrıca, ‘’hukuk, sadece bireylerin özgürlüklerinin sınırlandırılması değildir. Aynı zamanda, iktidarın da özgürlüklerinin sınırlandırılmasıdır. ‘’ Bu açıdan da ilerici harekette, demokrasi savaşımında hukuk, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından önem taşır. Ancak, iktidarın özgürlüğünün, yani hareket alanının sınırlanmasının biçimsel olduğunu da belirtmek gerekir. Fakat buna rağmen hukukun bu yönünden yararlanmak son derece önemlidir. Çünkü, ‘’ iktidarın elinde kuvvet vardır ‘’ ve ‘’ hukuk bu yönüyle, biçimsel de olsa, yalnızca geciktirici bir işlev de görse, ( iktidarın elindeki bu ) kuvveti de sınırlandırmaktadır.’’ Tüm bu vergiler karşısında, hukuk konusunda ‘’bir ölçüde tarihsel değişim karşısında bulunuyoruz. ‘’; kapitalizm, egemenliğini yitirdiği için hukuku bir araç olarak kullanmayı artık reddetmekte, baskıyı yoğunlaştırmakta, hukuk-dışılığa düşmektedir. Buna karşı işçi sınıfı, deneyimle hukuku kendi yararına kullanmayı öğrenmiş olduğu için ona sarılmakta, sınıf savaşımında ondan yararlanmaktadır diyebilir miyiz? Burjuva hukukunun ilerici niteliğinin gözden kaçırılmaması gereğine ve onu, sınıf savaşımında ile bir demokrasinin kurulması yolunda kullanmanın çok önemli olduğunu ve gözden çıkarılmaması gerektiğini belirtelim.

Ne var ki, ezilen ve sömürülen sınıf olarak işçi sınıfı, hukuk silahı ile ancak belli hedeflere varabilir. Bu hedef, öncelikle burjuva demokrasisi sınırlarının genişletilmesi ve zorlanması olarak saptanabilir. Fakat, en ileri bir burjuva demokrasi bile, ‘’insanlığın ilerledikçe gerileyen bir geçmişidir ve giderek daha açık bir şekilde, toplumun çıkarlarını karşılamak yeteneği olmadığını ortaya koymaktadır.’’ Bu nedenle, işçi sınıfı hareketi ‘’kendisinin burjuva hareketinin genişletilmesi uğruna savaşımla sınırlayamaz. O zaman, işçi sınıfı burjuva demokrasisinin ötesinde bir demokrasiyi, işçi sınıfı ve bağlaşıklarının iktidarındaki ileri bir demokrasiyi kurmayı da hedef olarak seçecektir. İşçi sınıfı, bu hedefe varmada da hukuk silahından yararlanacaktır.

İşçi sınıfı hareketinin, insanın insan tarafından sömürülmeyi, ‘’temel amacı, halkın artan maddi ve manevi (kültürel, entelektüel) ihtiyaçlarını mümkün olan en tam biçimde karşılamak’’ olan toplum düzeninin kurulması yolundaki hedefine varmada da, hukukun (üst yapının temel alt yapıyı etkileyebilmesi nedeniyle) belli ölçüde yararı ve yeri olabilir.
İşçi sınıfının, tüm hedeflerine varmada hukuk silahını gereken zaman ve yerde ustalıkla kullanabilmesi için iki sapmadan sakınması gerektiğini de belirtelim. Bunlardan biri sağ sapma denilen burjuva hukukunun önemini abartmak; diğeri ise, sol sapma denilecek olan, hukuku tamamen önemsiz saymaktır. Hukuk, bu iki çizgi arasında ustalıkla kullanıldığında çok önemli ve değerli sonuçlar verebilir



www.genbilim.com



26 Kasım 2017 Pazar

7 TİP'li genç nasıl öldürüldü, hukuk nasıl katledildi?

Ankara Bahçelievler'de, yaşları 20 ile 26 arasında değişen 7 Türkiye İşçi Partili (TİP) üniversite öğrencisi genç, (..) 1978 yılında, 8 Ekim'i 9 Ekim'e bağlayan gece ülkücü katiller tarafından hunharca katledildi.
Bahçelievler katliamı; Sabahattin Ali'den Abdi İpekçi'ye sırf görüşleri nedeniyle bu ülkede katledilen aydınların, gençlerin, siyasetçilerin, gazetecilerin katillerinin nasıl korunduğuna ilişkin hukuk katliamının da hikâyesidir. Öyle bir hikâye ki; Sabahattin Ali'den 7 TİP'li gence ve Abdi İpekçi'ye uzanan cinayet serisindeki katil şebekesinin bu ülkede hapiste    yattığı toplam süre, 28 Ocak 1982 tarihinde Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan’ı katleden terörist Hampig Sasunyan'ın ABD'de yaklaşık 35 yıl cezaevinde yattığı süreyi bulmadı, bulamadı, buldurulmadı!
"Devlet için kurşun atanlardan şeref duyduğunu" açıklayan bir geleneğin hukuku değil, ancak katili olabilirdi. Bütün bu cinayet serisinde bu düzen işledi, devlet -on yıllardır kaybettiği yakınlarının ardından günleri değil saatleri sayarak acıyla yaşayan insanların gözünün içine baka baka- hukuku değil katilleri korudu.

'Milli hislerle' katledilen 41 yıllık büyük bir hayat

Bahçelievler katliamından önce Sabahattin Ali cinayetin ve sonrasını hatırlayın.
Hikâyeleri, romanları, şiirleriyle Türkiye edebiyatında unutulmaz izler bırakan Sabahattin Ali, yaklaşık 70 yıl önce, 2 Nisan 1948'de öldürüldüğünde 41 yaşındaydı.
Fikirleri nedeniyle soruşturmalar, davalar, tutuklamalarla geçen hayattan yorulmuştu. Ülkesinden kaçmaya karar verdi. 1948'de satın aldığı kamyonla gittiği Kırklareli bölgesinde yurt  dışına kaçma girişiminde bulundu. Cesedi 16 Haziran 1948'de Kırklareli'nin Sazara köyü yakınlarında bulundu. Cinayet aylar sonra kamuoyuna duyuruldu ve 12 Ocak 1949'da Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü açıklandı.
Peki kimdi bu Ertekin?
Ali Ertekin, inzibat başçavuşuyken “silah çaldığı” gerekçesiyle ordudan atılan bir astsubaydı. Ordudan atılmasının ardından bir süre inşaatlarda çalıştığını söyledikten sonra aldığı görevi şöyle açıklayacaktı:
Sonra Milli Emniyet'te bana vazife verdiler!
Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde 30 Nisan 1949'da başlayan yargılama 15 Ekim 1950'de sona erdi. “Cinayeti milli duygularla işledim” diyen Ertekin için mahkemenin “Türk Milleti adına” açıkladığı ceza 4 (yazıyla dört) yıl oldu!
Ve Ertekin, aynı yıl çıkarılan af yasasından yararlandırılarak tahliye edildi.
Soruşturmalar, davalar, tutuklamalarla geçen 41 yıllık yaşamına iki şiir kitabı (Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağanın Serenadı), beş öykü kitabı (Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk), üç roman (Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna) ve beş çeviri sığdıran, önemli bir bölümü edebi değer taşıyan yüzlerce mektup bırakan Türkçe'nin en büyük seslerinden Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden katili, devlet "milli duygular koalsiyonu"yla serbest bırakmıştı!


Abdi İpekçi'nin katili nasıl kaçırıldı, nasıl korundu?

Abdi İpekçi cinayetini ve ardından yaşananları hatırlayın...
İpekçi, 1 Şubat 1979'da, İstanbul'da evine giderken ülkücü Mehmet Ali Ağca'nın düzenlediği silahlı saldırıda katledildi. Ağca, cinayetten yaklaşık beş ay sonra, 25 Haziran 1979’da yakalandı. Dönemin Sıkıyönetim Askeri Savcısı Ahmet Koç, yıllar sonra, 2010'da, NTV'de Can Dündar'ın sorularını yanıtlarken "polis yakalandıktan sonra katilin evini aramak için iki hafta bekledi, üzerinden çıkan adres ve telefonları tam 1,5 ay boyunca araştırmadı" açıklamasını yapacaktı.
Sıkıyönetim Komutanlığı da, polisin istediği ek sorgu süresini vermeyi uygun bulmadı. Dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı emekli orgeneral Necdet Üruğ da aynı programda, "polisin ek süre istediği zamana kadar verilen süreyi zaten değerlendirmediğinin görüldüğünü, polisteki ideolojik kamplaşmanın tetikçinin kaçırılmasına neden olabilir düşüncesiyle sorgu için talep edilen ek süreyi vermediklerini" açıkladı.
Peki ne oldu?
Tetikçi Ağca “polisin elinden kaçmasın” diye götürüldüğü Maltepe Askeri Cezaevi’nden, yakalandıktan tam 128 gün sonra, 25 Kasım 1979’da asker yardımıyla kaçırıldı! O sırada Maltepe Cezaevi’nde askerliğini yapan er Bünyamin Yılmaz, CNN Türk'te Rıdvan Akar'ın sorularını yanıtlarken “Ağca’yı kaçırmam için bana emir verildi. Oral Çelik'in verdiği para ve silahları cezaevinde Ağca'ya teslim ettim. Onu asker elbisesi giydirerek kaçırdım” diyecekti.
Gıyabında yapılan yargılamadan sonra Ağca önce idam cezasına çarptırıldı. İdam cezası daha sonra ağırlaştırılmış müebbete çevrildi, gasp suçları da cinayet suçuyla içtima edilerek bu sürenin içine kondu. Ancak müebbet hapis cezaları, “Rahşan affı” olarak bilinen düzenlemeyle 10 yıla indirildi. Böylece Ağca'nın cinayet ve gasp suçları için yatacağı süre de 10 yıla düşürülmüş oldu!
Ağca, cezaevinden ve Türkiye’den kaçırıldıktan sonra Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunma suçundan  İtalya'da 19 yıl 1 ay cezaevinde tutuldu ve 14 Haziran 2000'de Türkiye'ye iade edildi. Ancak İtalya'da yattığı süre Türkiye'de zaten 10 yıla indirilmiş bulunan cezasından düşüldü ve Ağca bütün dünyayı şaşırtan bir kararla 12 Ocak 2006'da tahliye edildi! “Yanlışlıkla” tahliye edilen ilk ülkücü katil Ağca değildi! Yapılan itirazın ardından “yanlışlık” yapıldığı kararına varıldı ve serbest bırakılan Ağca 8 gün sonra cezaevine döndü ve 18 Ocak 2010'da tahliye edildi.
Böylece, İtalya’da yaralama nedeniyle 19 yıl 1 ay hapsedilen Ağca'nın, Türkiye gazeteciliğinde büyük bir iz bırakan Abdi İpekçi'yi öldürmek ve gasp suçları için sadece 10 yıl cezaevinde kalması yeterli görülmüştü. Ve on yılın arasına "yanlış bir tahliye" teneffüsü sokuşturmak da ihmal edilmemişti!
Benzer cinayetlerde devlette devamlılık ilkesi hiç aksamadı. Misal, Bahçelievler katliamından sonra yakalanabilen katiller, tam beş yıl önce, hem de Dünya Hukuk Günü'nde serbest bırakıldı.

Bahçelievler: Reis ve İdi Amin'i iş başında

Evet, Bahçelievler katliamı... Bu köşede defalarca yazılan hikâyeyi hatırlayalım.
Sene 1978, 8 Ekim'i 9 Ekim'e bağlayan gece. Yer; Ankara'da Bahçelievler semti. Ülkücülerin “Reis”i Abdullah Çatlı'nın yaptığı plan akşam saatlerinde yürürlüktedir. Ekip, bölgeyi iyi bilmektedir. Zira, ülkücülerin “İdi Amin”i Haluk Kırcı, eylemden önce Bahçelievler'de keşif yapmıştır.
Ekip, 8 Ekim 1978 akşamı Bahçelievler 15. Sokak'taki 56 numaralı apartmanın önündedir. Hedef, 2 numaralı dairedir. Evet, 56 / 2. Bu numaradan koyarlar yapacakları işin adını; “5-6-2 / Tamam Reis!

Kırcı kapıya gizlice kulak verir, içerde en az birkaç kişi olduğunu rapor eder. “Sürümden kazanacakları” bir grup olduğuna göre, eyleme geçilmesine karar verilir. Ercüment Gedikli “Dadaş Kahvesi”ne giderek destek için Ömer Özcan ve Duran Demirkan'ı bulur. Saat 22:00 sıralarında 56. Sokak'a geri dönülür. Demirkan sokakta, Özcan apartmanın önünde “gözcü” olarak bırakılır.

Silahsız öğrenciler bayıltıldı ve...

“Reis” Çatlı da sokakta otomobilinin içinde beklemektedir. Haluk KırcıErcüment GedikliMahmut Korkmaz ve Kürşat Poyraz gizlice apartmana girerler. 2 numaralı dairenin kapısında silahlarını çekip, zili çalarlar. Birazdan aralanan kapıya yüklenirler, ellerinde silahlarla artık içerdedirler.

Evde, hepsi Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan 5 üniversite öğrencisi vardır. Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü öğrencisi Serdar Alten (23), Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses (26), Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Efraim Ezgin (23), Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencileri Latif Can (20) Osman Nuri Uzunlar (20).

Baskın, gençler televizyon izlerken yapılmıştır. Cinayet ekibi biraz şaşırmıştır, zira öğrencilerin hiçbirinde silah yoktur!
Olsun, Reis planı yapmış, İdi Amin harekete geçmiştir artık. Öğrencilerin ellerini arkadan bağlayıp, yüzüstü yere yatırırlar. Ancak evdekilerin sayısı tahmin ettiklerinden çok olunca Çatlı'ya danışmaya karar verirler. “Bekleyin” der Çatlı ve birazdan elinde eter ve pamukla gelir. Öğrenciler, önce eter koklatılarak bayıltılırlar.

Bu sırada kapı çalınır. Zili çalanlar, yine TİP üyesi olan öğrenciler Faruk Erzan ve Salih Gevence'dir, arkadaşlarını ziyarete gelmişlerdir. Onlar da içeri alınır. "2-3 komünist”i temizlemek için girdikleri evdeki öğrenci sayısı 7'ye çıkmıştır!

Çatlı'nın talimatıyla başlayan katliam

Yine Çatlı'ya danışırlar. Çatlı'dan gelen talimat üzerine son gelen iki öğrenci, dışarıda bekleyen otomobile bindirilir. Yanlarına da Haluk Kırcı ile Kürşat Poyraz oturur. Farları yakılmayan araç Eskişehir yoluna doğru hareket eder ve bir süre sonra bir tarlanın yanında durur. Faruk Erzan ve Salih Gevence araçtan indirilir, 500 metre kadar tarlanın içine götürülür. Kırcı ve Poyraz silahlarını çekip, biraz önce arkadaşlarını ziyarete gelmiş iki genci, kafalarına ateş ederek öldürürler.

İki kişi tamamdır, ama işin büyüğü evdedir, hemen Bahçelievler'e dönerler. Plana göre evde bayıltılmış olanlar da ikişer ikişer Eskişehir yoluna götürülecektir. Önce yavaş yavaş uyanmaya başlayan Serdar Alten'i otomobile taşırlar. Ancak o sırada yoldan geçen bir polis aracı Çatlı'yı kuşkulandırır. Acaba, tarlada öldürdükleri iki öğrencinin cesedi mi bulunmuştur?
Bu kuşku üzerine plan değiştirir Çatlı, plan evin içinde icra edilecektir! Ama nasıl yapılacaktır bu iş? Aralarında tartışırlar. Pratik öneri İdi Amin'den gelir, yani Haluk Kırcı'dan. Bayıltılanlardan Osman Nuri Uzunlar'ı mutfağa götürür tel askıyla boğmaya çalışır. Ama hemen ölmez delikanlı, bu kez yüzüne var gücüyle havluyla bastırır ve boğar Kırcı.

Diğerlerini boğmak zor gelince...

Geride dört delikanlı daha vardır ve boğma işi biraz uzun sürmektedir. Bu kez Kırcı plan değiştirir. Tarladaki cinayette kullanılan silahı alır, ardından “Siz dışarı çıkın” der üç tetikçi arkadaşına. Ve odaya dönüp, elleri arkadan bağlı dört öğrenciye ateş açar.
Misyon tamamdır! Evlerinde televizyon izleyen 5 öğrenci ile onları ziyarete gelen 2 arkadaşları başarıyla katledilmiştir! Abdullah Çatlı otomobille binanın önüne gelir ve hep birlikte uzaklaşırlar.
Karşı binada oturan ve silah seslerini duyan iki polis, kapısını kırarak girdikleri dairede vahşetle karşılaşırlar. Ancak, gençlerden Serdar Alten ölmemiştir. Saldırganları tarif eder ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılır.

Ekip, haberlerden bir kişinin ölmediğini duyunca Ankara'yı terk etmeye karar verir. Çatlı, memleketi Nevşehir'e, Kırcı da memleketi Erzurum'a gider. Bu arada ağır yaralı olan Alten savcıya ifade verir. Ülkücülerin saldırdığını, “Reis” diye hitap edilen biri olduğunu, “34 PD” plakalı bir aracı kullandıklarını anlatır. Alten 8 gün dayanacak ve o da 17 Ekim 1978'de hayatını kaybedecektir.

Çatlı yakalanır ve İstanbul'a götürülüp bırakılır!

Polis önce aracı bulamaz. Ancak Nevşehir-Avanos yolundaki bir akaryakıt istasyonunda yapılan bir ihbar sonucu “34 PD 137” plakalı araç bulunur. Ancak 34 rakamı, aslında “06” olan plakanın üzerine kartonla yapıştırılmıştır. Nihayet, aslında “06 PD 137” olarak tespit edilen gerçek plaka, ülkücü Mustafa Mit'e ait çıkar!

Mustafa Mit, askeri savcı Enis Tunga'ya, aracın örgüt için alındığını ve (Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı) Muhsin Yazıcıoğlu ile (yardımcısı) Abdullah Çatlı'nın kullanımına verildiğini anlatır.

Abdullah Çatlı 8 Kasım 1978'de Adapazarı'nda yakalanır, ama olay yeri Ankara'ya değil, İstanbul Emniyeti'ne götürülür ve orada bırakılır!

Peki sonra?
Kısa cevap, bazılarını Kahramanmaraş katliamında da gördüğümüz bu katillerin devlet nezdinde “kahraman” olduğudur! İki kişi zaten yakalanamaz. Abdullah Çatlı, devletin emin adamı olarak çalışırken, malum, 3 Kasım 1996'daki trafik kazasında, yanındaki emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ ile birlikte hayatını kaybeder. Evet Çatlı, sözüm ona aranmaktadır, ama yanında sadece emniyet müdürü değil, o sırada iktidarda olan DYP'nin Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak da bulunmaktadır. Kaza yapan araç da, Urfa'da “korucubaşı” olarak bilinen Bucak'ındır.

Tansu Çiller'in “Başbakan Yardımcısı” olarak “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” diye sahiplendiği Çatlı, bu Çatlı'dır.

Firari katilin nikâh tanığı
 

Peki İdi Amin? Sözüm ona idama mahkûm edilir, ama iki kez “yanlışlıkla” tahliye edilir! O yanlış tahliyenin ardından aranırken, yani firardayken Erzurum'da anlı şanlı bir düğün yapar. Firari katilin nikâh tanığı, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar'dır!
Uzatmayalım...
Abdi İpekçi'nin katili Ağca'nın Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker desteğiyle kaçırılmasının ardından Abdullah Çatlı'nın evinde saklandığını, sonra Çatlı'nın memleketi Nevşehir'e gönderildiğini...
O sırada, sonradan Susurluk çetesinin kahramanı olan, eski Özel Harekât Daire Başkanıİbrahim Şahin'in de Nevşehir Emniyeti'nde çalıştığını...
O dönemde katiller için sahte pasaport matbaası gibi çalışan Nevşehir Emniyeti'nin pasaport bölümünde bir süre sonra yangın çıktığını, bütün evrakın yok edildiğini...
Devlet görevlisi-siyaset-mafya ilişkilerini ortaya döken Susurluk skandalından sonra, emniyetin sözüm ona aradığı Abdullah Çatlı'nın, Emniyet Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin ile halay çekerken fotoğraflarının ortaya çıktığını... Halaya, Ömer Lütfü Topal cinayetine karışan özel harekâtçı polislerin de eklendiğini...  Çatlı'ya Mehmet Ağar imzalı ruhsatlar, belgeler verildiğini uzun uzun anlatıp canınızı daha fazla sıkmayalım.

Bir heykel kadar kararlı devletimiz malum, yine iş başında, iz peşinde; gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, insan hakları aktivistleri hapiste.
Velhasıl Sabahattin Ali cinayetinden 70, Bahçelievler katliamı ve Abdi İpekçi cinayetinden 39 yıl sonra aynı yerdeyiz. Umut etmekten başka çare hissedemeyecek kadar umutsuz bir yerde...
Hiç olmazsa unutmayalım. Katledilen insanların hatırasına, hunharca cinayetlerde yakınlarını kaybedenleri bir ömür boyunca yaralayan acılara hürmet için unutmayalım.
Yaptıklarının utancını, kıydıkları insanların tertemiz hayatlarıyla birlikte devletin koruduğu katillerin boynuna asmak için, unutmayalım...



Doğan Akın
T-24
09 Ekim 2017

24 Kasım 2017 Cuma

Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı? "Sekiz Öğüt"

"Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır"
Yale Üniversitesi'nde Holokost (Yahudi Soykırımı) çalışmaları yürüten Profesör Timothy Synder'in faşizm koşullarına göre nasıl yaşanması gerektiğini anlattığı öğütleri...

1. Öğüt

Otoriterliğin gücünün büyük bir kısmı bizim ona kazandırdığımız bir güçtür: Şimdilerde yaşadığımıza benzer zamanlarda, baskıcı bir hükümetin uygulamaları yüzünden zarar görmekten çekinen insanlar o hükümetin kendilerinden daha neler isteyebileceğini düşünürler. Hükümet bunları talep etmeyi henüz aklına getirmemiş olabileceği veya göze alamadığı halde, insanlar kendilerine uygulanacağını hayal ettikleri baskıya göre hareket etmeye başlarlar.

Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır.

Bunu şimdiye kadar yapmış olabilirsiniz, bundan sonra yapmamaya dikkat edin.

2. Öğüt

Elde kalan kurumları savun. Savunulacak kurum bir gazete, bir okul, bir üniversite, bir sivil toplum örgütü, bir dergi, bir sanat kurumu, bir dernek olabilir. O kurumlarda etkin olmaya çalış, hiç olmazsa varlığını hissettir. Bir davayı takip et. Bir gazeteyi satın alarak yaşat. Biz kurumları sahiplenmezsek, onlar için ve onlar adına harekete geçmezsek kurumlar hiçbir zaman bizim olmazlar. Kurumlar kendi kendilerini savunamazlar. Baştan beri sahiplenilip savunulmazlarsa faşizm geldiğinde kurumlar domino taşları gibi düşerler.

Ek: Başkalarıyla mutlu hayat ancak adil kurumlar varsa mümkündür diyor Paul Ricoeur. Kendi hayatına çekilmek, kendini toplumsal olayların akışına teslim etmek sana mutluluk getirmez, çünkü kurumsal adaletin olmadığı yerde mutluluk da yoktur. Mutluluk içte yaşanan bireysel bir ruh haline indirgenemez.

3. Öğüt

""Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır."" (W. Benjamin)

Faşist rejimlerde devlet liderleri kötü örnek oluştururlar: Onların muktedir kıldığı bazı kişilerin artık yasaya uymama özgürlüğü vardır. Bazı kişilere, gruplara rant, talan, yalan özgürlüğü verilmiştir; zayıflara da sadece yalanlara inanma, katledilme, tecavüz edilme özgürlüğü kalmıştır.

Böyle zamanlarda, normal halde işler düzgün yürüdüğü için kullanılması pek gerekmeyen meslek ahlakı dilinizi hatırlayın. Meslek ahlakı, adil pratiği savunmaya yarar. Avukatlar işini iyi yaparsa, yargıçlar işini iyi yaparsa bir hukuk devletini yıkmak zorlaşır. Bu diğer kurumlar için de geçerli. Kurumlar insanlar sayesinde vardır. Meslek ahlakı, muktedirin sizden yapmanızı talep ettiği yanlış işleri niye yapamayacağınızı gerekçelendirmeye yarar.

4. Öğüt

Politikacıları dinlerken bazı kelimeleri nasıl kullandıklarına dikkat edin. Bu kelimeleri sorgulamayı öğrenin. ""Terörist"", ""vatan haini"" gibi kelimeler çok geniş bir anlamda kullanılmaktadır. ""Olağanüstü hal"", ""aciliyet"" gibi çok önemli kavramları duyduğunuzda uyumayın.

Olağanüstü halde hükümet yetkililerine göre terör, devletin bekasına karşı olduğuna hükmettikleri tutumların bütünüdür. Küçük bir çocuğun yaptığı yaramazlık, mini etekli bir kadın, öpüşen eşcinsel bir çift, bir popstarın bir mitinge katılma davetini geri çevirmesi, facebook'ta bir haber sitesinde çıkmış bir haberi paylaşmak, barış için verilen bir imza, bir gazeteyi okumak, sembolik dayanışma eylemleri terör ile yan yana getirilebilir. Terör unsuru olarak algılanan şeyler yeri geldiğinde taş, sopa, flama veya bir baret dahi olabilir.

Peki, gerçekte terör nedir? Terörist diye kime denir? Teröristlerin amacı veya hedefi nedir?Terör kelime anlamıyla herhangi bir amaç uğruna, konu ile ilgisi olmayan bireylere yöneltilmiş şiddet eylemlerinin bütünüdür. Terörist siyasal davasını kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak davranışlarda bulunan, eylemler yapan kimsedir. Politikacılar, gazeteciler, yazarlar terörist değildirler.

Yurtsever dil kullanılarak şiddete başvurmayan insanların ""terörist"" olarak adlandırılıp dışlanmasına veya cezalandırılmasına öfkelenin, öfkenizi uygun bir dille ifade edin.

5. Öğüt

Akıl almaz şeylerle karşılaştığında, örneğin ülkede bir yerde bir canlı bomba patlayıp yüz kişi öldüğünde veya başka bir terör eylemi gerçekleştiğinde sakin ol ve şunu hatırla: tüm otoriter rejimler, iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için böyle saldırılara gerek duyarlar, sivillerin zarar gördüğü böyle olaylara göz yumar, kışkırtır, hatta planlar ve gerçekleştirirler. Bu olaylara tanık olan insanlar korkacak, endişeyle yaşayacak, hayatlarını daraltacak, özgürlüklerini daha az talep edecek, kendiliğinden hareket etme güçlerini, bir araya gelme isteklerini kaybedeceklerdir. Bu duygulara kapılan bir halkın, güvenlik gerekçesiyle özgürlükleri elinden alınsa bile güçlü bir lideri destekleme eğilimi artar. Reichstag yangınını düşün. Hitler bu olayı bahane ederek güçler ayrımını ve dengesini ortadan kaldırmış, çok partili siyasal hayatı sona erdirmiştir. Bu eski bir oyundur, bu oyuna gelme.

6. Öğüt

Dile özen göster. Herkesin kullandığı cümleleri kullanmaktan kaçın. Herkesin söylediği bir şeyi söyleyeceksen bile onu nasıl söyleyeceğine kafa yor. Sadece ne dediğin önemli değil, nasıl dediğin de çok önemlidir. Faşizme karşı mücadele faşistlerin kullandığı dili kullanarak yapılamaz. Düşünen, kavramaya çalışan, kavramsallaştıran, sorgulayan, şüphe eden, ötekini dinleyen, duyan, hisseden, hatta konuşturan bir söyleme biçimi edinmeye çalış. Toplumsal olaylar karşısında kitlelerin kapıldığı heyecan, hiçbir 'şok' seni bu dilden vazgeçiremesin. Tepki dilini o anda kuramıyorsan tepki verme, daha sonra konuş.

Küfretme: küfrün kadın nefreti, cinsiyet temelli nefret söylemi, erkek iktidarını güçlendiren bir dil olduğunu aklında tut. Küfür, öfkesinin sebeblerini açıklayacak kadar düşünmeye ve konuşmaya vakti olmayanların çaresizliğidir. Lümpen faşistler böyle konuşur. Öfke dilini kullan, öfkeni ifade et, fakat bunu yaparken düşünmeyi bırakma.
Yatmadan önce internete girme. Elektronik aletlerini yatak odası dışında bir yerde şarj et ve oku. Bunun sebebi şu: Sadece sosyal medya okumamalısın. Düşünce dilini inceltmek, geliştirmek için kitap okumalısın. Yaşadıklarımızı daha iyi düşünmek için ne okumalı? Belki Václav Havel’in Güçsüzlerin Gücü’nü, George Orwell’in 1984’ünü, Czesław Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ını, Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ını, Hannah Arendt’ın Totalitarizmin Kaynakları’nı ya da Peter Pomerantsev’in Hiçbir Şey Doğru Değil ve Herşey Mümkün’ünü.

7. Öğüt

İtiraz et. Birileri etmeli. Doğruyu söyle. Birileri doğruyu söylemeyi göze almalı. Bu senin karakterin için de önemli. Ne fazla gözü kara ol ne de çok korkak biri: Cesaret söyleyeceklerini doğru zamanda, uygun bir dille söyleyerek iki uçtan kaçınıp ortayı düşünerek bulmaya denir. Elbette hiçbirimiz kendimizi kolayca ele vermemeli, hapse girmemeye çalışmalıyız. Ama biz bile konuştuğumuz için hapse giriyorsak dışarısı içerisinden çok daha kötü hale gelmiş demektir. İnsan cesurca konuşa konuşa cesur biri olur. Bunu yapamazsak, yavaş yavaş yalanların içinde kendimizi de kaybederiz. Zamanla bizden eser kalmaz. En büyük kayıp hakikatin kaybı, kendiliğin kaybıdır.

Sözde ve davranışta etrafa uyum sağlayarak, sürüden biri gibi davranmaktan vazgeç. Çoğumuza çocukken öne çıkmamayı, göze batmamayı, böylece daha az zarar göreceğimizi öğretmişlerdir. Şimdi farklı bir şey yapmak ya da söylemek insana kendisini garip hissettirebilir. Çoğunluk susarken konuşmak seni tedirgin edebilir. Fakat zaten artık herkes tedirgin değil mi? Tedirginlikle yaşamayı başarıyorsak biraz daha tedirgin olmayı göze alabiliriz.

Aslında içinde bulunduğumuz şartlarda, bu huzursuzluk olmadan özgürlük mümkün değil. Sen bir örnek oluşturduğunda, sessiz çoğunluktan olmanın efsunu ortadan kalkar, korku eşiği daha kolay aşılır, diğerleri de seni takip edip itiraz etmeye başlayacaktır.

8. Öğüt

Doğru ile yanlışın birbirinden ayırt edilebileceğine, gerçeği bulabileceğimize ve doğruyu söyleyebileceğimize inan.

Gerçeğe ulaşma çabanda seni yoran, umutsuzluğa kaptıran, hakikat arayışından vazgeçmene sebep olabilecek bir bilgi kirliliği, siyasi çarpıtma, algı operasyonu, savaş propagandası var. Ülkede medya iktidarın söyleminin dışına çıkamıyor. Farklı düşünen gazetecilerin çoğu hapiste. Gerçeğe savaş açılmış sanki.

Medyaya bakarak savaş bölgelerinde ne olduğuna karar vermek zor. O bölgede çıkarları olan veya bilfiil savaşan devletler kendi amaçları doğrultusunda açıklamalar yapmaktalar. Sivil halktan kişiler kendi deneyimlerini aktarmaya çalıştıklarında onlar da, terörist olmakla suçlanıyor. Sosyal medyada muktedirlerin binlerce trolü dolaşıyor, sırf söyleme aykırı deneyimlerin bize iletilmesini engellesinler, biz gerçeğe ulaşamayalım diye.

Faşizmde yalanın toplumsal olarak örgütlendiğine tanıklık ederiz. Halkın bir kısmının bunu fark ettiğini, kabul ettiğini ve artık hakikatle, gerçekle, olgularla ilgilenmemeye başladığını hissederiz. Normal zamanlarda ahlaksızlık olarak görülen edimler artık kanıksanmaktadır. Muktedirin topluma söyledikleri yalanların, çelişkilerin, tutarsızlıkların, saçmalıkların artık önemi yoktur. Kitleler güçten yana olmayı varoluşunun koşulu gibi görmektedir.

Bu durumda sana da çeşitli söylemler arasında dolaşmak, farklı söylemleri, sözleri, yazıları birbiriyle karşılaştırarak hakikate ulaşmaya çabalamak kalmıştır. Her okuduğuna inanmaman, bağlamı gözden kaçırmaman, satır aralarını okuman, safsataları ayırt etmen, yapılan konuşmaların performatif boyutunu gözden kaçırmaman gerekir.
Dil gerçekliği şekillendiriyor elbette ve bunu yapmaya aday birden fazla dil var. Gerçeğe ulaşma çabanda başkalarının somut deneyimlerine, yaşananın diline öncelik vermeyi ilke edin. Tanıklıkları dinle.

Olgular çıplak değilse bile olgular yoksa özgürlük de yoktur. Eğer hiçbir şey doğru değilse iktidarı da kimse eleştiremez, çünkü eleştirinin bir zemini yoktur. Hiçbir şey gerçek değilse, herşey gösteriden ibarettir. Parası olan düdüğü çalıyor demektir.


Bu yazı medium.com'dan alınmıştır


Çeviri: Prof. Zeynep Direk / İst. Uni.

Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünme

Batı Marksizminin toprağı oldukça bereketlidir. Reel sosyalist iktidarın, Marksizm-Leninizm adıyla rafine edip durallaştırdığı Marksist düşünce, Batı Marksizmi olarak adlandırılagelen bir dizi yaklaşım sayesinde çoğullaşıp zenginleşti. Karl Korsch bu çoğulluğun en önemli simalarından. Onun entelektüel etkinliği, felsefi ve sosyal bilimsel çabanın zirveleştiği bir topluluk olan Frankfurt Okulu’nun en önemli kaynaklarındandır.
1950’de kaleme aldığı Günümüz Marksizmi Üzerine On Tez (Ten Theses on Marxism Today)[1] adlı sarih ve tok çalışması, Korsch’un düşünüşünün temellerini gözler önüne serer. Burada yapılmaya çalışılacak olan şey, Korsch’un bu metindeki tezlerinin açılım ve açmazlarının izini sürmektir. Fakat bunun öncesinde Marksizm hakkında bazı tespitler yapmak gerekiyor.
Marksizm bir referans obsesyonunun nesnesidir. Onu aşma çabası bile onun dolayımından geçmek ister. Bu durum semavi dinlerin kurucu metinleri karşısındaki tavırları akla getirir. Örneğin İslâm ekseri olarak Eş’ari kelamının egemen olduğu bir görünürlüğe sahip olsa da, Mutezile gibi akılcı, Dehriyun gibi materyalist birçok farklı yoruma zemin sunmuştur. Bunların yanı sıra Ali Şeriati’nin[2] senkretik bir çılgınlık olarak karşımıza çıkan varoluşçufeminist ve Marksist İslâm’ı, yorumun çoğul imkânlar barındırdığının bir diğer karşılığı olarak okunabilir. Aynı şey kuşkusuz ki Hıristiyanlık için de geçerli. Hıristiyan Ateizmi[3], Augustinus’un Mesiyanist Komünizmi, Chavez’in Hıristiyan Marksizmi[4] ve gibi birçok farklı yorumdan sözedilebilir.
Belli bir süre için düşüncenin sabit yönelim nesnesi olarak taşlaşan semavi anlatıların başına gelen şey Marksizmin de başına geldi. Bu noktada sorulması gereken soru, bazı düşüncelerin zaman içinde neden yorumun asli uğrağı haline geldiği sorusudur. Bu soru belki de politik psikolojinin cevap vermesi gereken bir soru. Zaman içinde serpilen, entelektüel hegemonyasını kuran ve iktidarlaşan düşünce sistemleriyle kurduğumuz ilişki birçok bilinçdışı dalgalanmanın etkisi altında olabilir. Aydın, iktidarlaşmış bir doktrin karşısında yer yer söylemin zoruna karşı kendini savunmak için egemen söylemi içeriden oymaya çalışır ya da bazen egemen olan söylemin heybeti karşısında teslim olur. Kuşkusuz ki bazı büyük anlatılara dair obsesif düşkünlük salt bir politik psikolojizmle ya da kolayıcılık pragmatizmiyle açıklanamaz. Ama bazı anlatıların neden kendi karşıtını bile kendisi aracılığıyla ürettiği sorusu, gerçekten kıymetli bir sorudur.
Marksizmin belli bir dönem için entelektüel habitusun aşılmaz ufku[5] olarak yankılandığı, enteresan bir şekilde her türden yaklaşımın Marksizmin dolayımından geçerek rüştünü ispat ettiği bir gerçek. Özellikle post-yapısalcılığın serpildiği 1960’lı yıllara kadar, durum buydu. Sonrasındaysa entelektüel hegemonya post-modernizme doğru kaydı ve neo-Nietzscheci veya Foucaultcu diyebileceğimiz bir  fetişizmle karşı karşıya kaldık.
Marksizm entelektüel hegemonyasını, iktidarlaştığı yerlerde de muhalif bir hareketin teorik izleği olarak konumlandığı yerlerde de duyurur. Fakat yazının başında da belirtildiği gibi, Marksizmi rehber edinmiş politik hareketlerin zafer kazandığı yerlerde teori çölleşmiş, fakat Marksizmin muhalif olanın sözü olduğu yerlerde teori serpilip gelişmiştir. Doğalcı anarşizmin, iktidardan uzaklaştıkça iyileşen insan kavrayışını akla getiren bu durum gerçekten de ironik. Fakat tüm bu tartışmalar bir kenara, gerçekten de Marksizmin bir kanonu olup olmadığı ve Marksizmin Marksist eleştirilerinin[6] handikaplarının neler olduğu soruları, genelde tüm teorik girişim açısından, özeldeyse Korsch’un metnini irdeleme çabası açısından sorulması icap eden sorular.
Marksizmin kanonunu tespit etme girişimi bir dizi tehlike barındırır. En temel tehlike yorumun sınırıyla ilgili sorunun yaratabileceği tehlikedir. Fakat bunu burada tartışmak yersiz olur. Yine de yorum meselesiyle ilgili indirgemeci olmayan bir çizgiye yerleşmenin daha objektif olacağını belirtelim. Aydın Afacan’ın da sık sık vurguladığı gibi, indirgemecilikle suçlanan Marksizmin, indirgemeciliğe indirgenmesi de indirgemeci bir falsodur ne yazık ki.[7]Fakat Marksizmin tüm farklı yorum veçheleri içerisinde kendisini koruyan, amiyane tabirle tözsel nosyonları vardır ve bu bağlamda Marksizme dair göreli bir indirgeme mümkündür.
Marksizm, yığın hareketlerinin vasatı içerisinde yüzeysel bir alımlanmaya tabi tutulduğu için, Marksizmi anlama çabası Marksist çıkarsama silsilesinin başlangıç noktasından değil varış noktası olan komünist özgürleşme çağrısı üzerinden ele alınır genelde. Oysa Marksizm her şeyden önce  bir tür felsefi tavırdır ve onun tözsel zemini diyalektik ve tarihsel materyalizmin metodolojisidir. Marx, “gökyüzünden yeryüzüne inmez, yeryüzünden gökyüzüne yükselir”. Onun temel felsefi güzergâhı Hegelci evrenin tepetaklak edilmesiyle yol alır. Althusser’in bir çeşit metafizik olarak konumlandırdığı ve dışarıda bırakmayı önerdiği Marksist materyalizm[8], maddenin bir substanz olarak kavrandığı bir doğa anlayışı olarak karşımıza çıkar. Marx’ın materyalizmi, kendisini doğal hareketin zıtlıklar üzerinden serpilip geliştiği ve ilişkiselliğin mutlaklaştırıldığı bir diyalektiğe empoze eder. Marx’ın her eserinde Althusser’in mahkûm ettiği türden bir materyalizmi görmesek de, Althusser’in de kabul ettiği gibi mümkün dünyaların tümünde maddenin diyalektik hareketinin bir doğa yasası olduğu tezi Marx’ın eserlerinde şüphe götürmez bir şekilde duyurur gibidir kendisini. Fakat Marksizmin açtığı felsefi çığır, onun bu doğa görüşü üzerinden değil, bu doğa görüşünü de içine alan tarihselciliği üzerinden gerçekleşir. Marx, Demokritos ve Epiküros üzerine yazdığı tezde bile, Epiküros’un clinamen, yani sapma temelli esnek ve olumsallığa açık diyalektiğini olumsuzlar ve Demokritos’un mutlak mekanizmle giydirilmiş atomculuğunu benimser.[9] Marx’ın doğa görüşünün tarihle ilgili meselelere sıçraması ve diyalektik materyalizmin bir tarihsel materyalizm olarak yankılanıp bu tarihselci metodun içeriklendirilmesi, Marx’ın bir felsefi devrim olarak anlam kazanmasına vesile olmuştur. Marx, kendi teorik başarısının ne diyalektiği keşfetmek, ne materyalizmi benimsemek ne de sosyalizmi savunmak olduğunu; esas başarısının bir fizikçiden ziyade bir biyoloğa benzer şekilde tarihsel hareketin yasalarını ve yönünü keşfetmek olduğunu söyler. Kapital’in Almanca ikinci baskısı için yazdığı  önsözde Marx, St. Petersburg’da yayımlanan Vyestnik Yevropi adlı bir gazetenin 1872 tarihli sayısında kendisiyle ilgili çıkan bir yazıdan şu alıntıyı yapar ve kendisinin bu denli iyi kavranmış olmasından memnuniyet duyduğunu belirtir:   
“Marx için önemli olan tek şey, incelediği olguların yasasını bulmaktır; bu olgular, belli bir tarihsel dönemde belirli bir biçim ve karşılıklı ilişkiler içersinde oldukları sürece, onun için önemli olan, yalnızca onlara egemen olan yasa değildir. Onun için daha da önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin, yani bir biçimden başka bir biçime, bir ilişkiler düzeninden, farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerinin yasasıdır. Bu yasa, bir kez bulunduktan sonra, bunun toplumsal yaşamda ortaya çıkan etkilerini ayrıntılarıyla inceler. Bunun sonucu olarak, Marx, ancak bir tek şeyi dert edinir: Katı bilimsel incelemelerle toplumsal koşulların birbirini izleyen sıralarının zorunluluğunu göstermek ve kendisine temel çıkış noktaları görevini yapacak gerçekleri elden geldiğince tarafsız saptamak. Bunun için, aynı zamanda, hem şeylerin bugünkü düzeninin zorunluluğunu ve hem de insanlar inansınlar ya da inanmasınlar, onun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, hepsi aynı şeydir, kaçınılmaz olarak içinden geçeceği bir başka düzenin zorunluluğunu tanıtlaması yeter. Marx, toplumsal hareketi, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan, tersine, onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak ele alır…”[10]
Tarihsel hareketin de tıpkı doğadaki hareket gibi doğal maddenin boyutlanmış bir formu olarak diyalektik bir çerçeveye sahip olduğu görüşü, Marksizmden beslenen hiçbir yorumun dışarıda bırakamayacağı bir teorik tözdür. Marx’ın oylumu geniş külliyatının hiçbir satırında, tarihselciliğin dışarıda bırakıldığı bir iddiayla karşılaşmayız. Toplumsal hareketin, maddi üretim ilişkilerinin belirleyici etkisi altında toplumsal sınıflar arasındaki ilişki dolayımıyla belirlendiği ilkesi Marx’ın teorik çabasından sökülemez. Bu bağlamda tarihin yönüproleteryanın ontolojik statüsübelirlenimin mahiyeti gibi tarihselci metodun içeriklendirdiği meseleler hakkında tarihselciliği dışarıda bırakmayan her türden yorum Marksizme değgindir. Neo-Marksizm olarak adlandırılagelen bir dizi yaklaşım, ortodoks Marksizmi bu bağlamlar temelinde sökmüştür zaten. Örneğin Althusser, Engels’in vulger ekonomizmi dışlayan satırlarında ve Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumairei’nde[11] Marx’ın devletle ilgili dile getirdiği iddialarda da karşımıza çıkan göreli özerklik açılımını zenginleştirdi ve üst-belirlenim (sur-determine) kavramı temelinde psikanalitik, cinsel ve benzeri birçok bağlamın yapısal değerini gözler önüne serdi. Althusser üretim ilişkilkerinin belirleyiciliğinin ancak geçici bir süre üst-yapıların gücü karşısında söneceğini fakat son tahlilde iktisadi belirlenimin zafer kazanacağını söyler. Bu, göreli özerklik kavramına karşılık gelen gerçekliktir. Üst-belirlenim denilen şeyse, üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinin başka belirleyenlere edilgen bir belirleyicilik payı vermesinden başka da bir şey değildir. Althusser’in bu atılımı, Frankfurt Okulu’nun proleteryanın ontolojik statüsünü sorunsallaştıran ve tarihin sonuyla ilgili Marksist tarihsiciliği[12] sarsan yaklaşımlarıyla daha da farklı bir boyut kazandı. Bunların yanı sıra Gramsci’nin hegemonyateorisiyle, Michel Henry’nin Marksizmin etik sükselerini devralan tinselciliğiyle, Benjamin’in mesiyanizmiyle ve bunlara benzer birçok farklı açılımla çoğullaşıp zenginleşen Marksist düşünce, tüm bu görünümler içerisinde tözsel açıdan değil, ilineksel açıdan işleyen bir eleştiri temelinde, yeniden yapılandırılır. Çünkü tarihin, üretim ilişkilerinin belirlenimi altında diyalektik bir harekete tabi olduğunu reddetmeye başladığınız an, artık Marksizmin metodolojisinden uzaklaşmaya başlarsınız.
Karl Korsch’un On Tez’i de tözsel değil, ilineksel bir eleştiri olarak karşımıza çıkıyor. Korsch, Marksizmin, toplumsal kurtuluş ve sosyal devrim çabasının objektif rotasını işaret edecek bir teori olarak tümden sahiplenilmesinin gerici bir tavır olduğunu ve bunu artık tartışmanın bile anlamsız olduğunu söylüyor öncelikle (I. ve II. Tez). Korsch’a göre o günün temel sorunu Marksizmin tekelci tavrını kırmaktır (IV. Tez). Marx’ın, sosyalist mücadele birikimi içerisinde, bir bütün olarak anlamlı olan bir tarihsel mirasın taşıyıcılarından biri olarak kabul edilmesi ve Marksist ikonizme karşı ikonaklastik bir girişim çağrısı Korsch’un metnindeki en önemli akslardan birisi gerçekten de (V. Tez). Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından sabitleştirilmesini (VI. Tez, üçüncü kısım) ve burjuva devriminin politik biçimlerinin sahiplenilmesini olumsuzlayan (VI. Tez, ikinci kısım) Korsch; Marksist devlet tezini, kapitalizmin zorunlu bir tarihsel uğrak olarak konumlandırılmasını ve iki aşamalı devrim teorisini reddetmektedir (VII. Tez).
Korsch’a göre özellikle iki aşamalı devrim teorisinin ve devlet tezinin billurlaştığı aksın altının çizilmesi, Leninist izleğe vesile olmuştur (VII. Tez). Fakat Korsch’un bu noktada ıskaladığı bir nokta var. Leninist girişim belki de Marksizmin içindeki ilk teorik yeniliktir. Lenin, Korsch’un da söz ettiği Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından temel dolayım uğrağı olarak konumlandığı yaklaşıma karşı çıkmış ve az gelişmiş ve geç kapitalist, yarı-feodal bir ülkede proleter devrimi savunmuştur. Leninist girişimin bunun dışında iki temel yontusu daha vardır; Lenin, içinde bulunduğu tarihsel durumda burjuvazinin devrimci rolünü kaybettiğini ve kapitalist sıçramanın da ancak komünist rotayı takip etmekte kararlı olan bir öncü sınıf partisi dolayımıyla gerçekleşeceğini söylemiş ve 21. yüzyılın temel çelişkisini ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki çelişki olarak konumlandırmıştır. Bu yaklaşım Mao’nun Teori ve Pratik[13] adlı eserinde çelişkilerin yer değiştirmesi ve asli çelişki, tali çelişki gibi kavramlar temelinde daha oylumlu bir şekilde yinelendi. Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var; Marx’ın, devrimin Batı’nın gelişmiş sanayi merkezlerinden yeşereceğini söylemesi farklı şekillerde algılanmıştır. Marx açısından Batı, devrimci sürecin tarih bilimsel olarak kesinlenmiş merkezi miydi, yoksa Marx bir tarihsel trendden mi söz ediyordu? Bu konu da tartışılmayı hak eden bir konu. Fakat son tahlilde Lenin’in Marksizm içindeki bir yenilik olduğu yadsınamaz. Lenin’in söylediği bazı şeyler Marx’ın hiçbir eserinde gerçekten de yoktur. Bir kere Marx, Manifesto’da ulusların ölümünü ilan etmiştir. Ona göre para ulusunun zaferi kaçınılmazdı ve bu durum ulusal antagonizmaları sönümlendirecekti. Evet Marx, kapitalizmin küreselleşeceğini hem Manifesto’da hem de Kapital’de öngörmüş ama bunun sonuçları konusunda yanılmıştı. Durum hiç de ulusal antagonizmaların yok olmasıyla sonuçlanmadı ve 21. yüzyıl etnik kıyımların ve milli mücadelelerin yüzyılı oldu. Lenin’in buradaki farklılığı sadece ulusal olanın kazanacağı değeri öngörmesi değil, aynı zamanda ulusal kurtuluşu sosyalizm için zorunlu bir uğrak olarak konumlandırmasıdır. Belki bu nokta olumsuz bir yenilik olarak görülebilir ve Marx’ın daha sürnasyonal bir çehreye sahip olduğu söylenebilir. Fakat yine de, sınıf çelişkilerinin başka çelişkilerle boyutlanabileceğini söylemek daha heterodoks bir yaklaşım gibi duruyor ve bu bağlamda Lenin ve Mao belli bir teorik başarının taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyorlar. Lenin’in Marksizm içerisinde yol açtığı bir oylum daha var. O da ilginç bir şekilde Marksizmin ontolojik tarihselciliğinin epistemolojikleştirilmesi. Somut koşulların somut tahlili formülünde yankılanan bu yaklaşım, Marksist praksis anlayışını oldukça farklı bir bağlama oturtmuştur. Leninist teoride teori, pratiği tümden kuşatamaz. Bu yaklaşım bugün için geçerli olanın yarın için geçersiz olabileceği bir esneklik payı yaratır teoride. Bu yaklaşım daha sonraları Frankfurt Okulu’nun kapitalizmin tarihsel anlamını tarihsel bir bağlam içerisinde irdelemek temelinde mutlakçı olmayan bir epistemolojik konuma yerleşmesinde de karşımıza çıkar. Sartre da Critique of Dialectical Reason’da[14] tarihsel hareketin yasalarıyla ilgili mutlak kesinliğin söz konusu olmadığını, tarih bilimsel bilginin tarihsel bir mahiyeti olduğunu vurgular.[15] Bu durumda kapitalizmin yasaları ve yönüyle ilgili iddialarımız görelileşir ama aktüel olarak objektif olma payesini de korur. Bu yaklaşım gerçekten çığır açıcıdır.
Korsch’un Leninizmle ilgili bir diğer tespitiyse, Bolşevizmin devrimci bir fonksiyondan ziyade rejimi muhafaza eden bir ideolojik aparata dönüşmüş olduğudur (VIII. Tez). Bu bağlamda Korsch, aslında sosyalizm kisvesine bürünmüş bir egemen sınıf ideolojisinin tekelci ve bürokratik egemenliğinden söz ederek, Marksizmin sınıflar ve devlet ilişkisini araştırmayı hedefleyen ve analizlerini bu temele oturtan politik yaklaşım tarzını sürdürmüş olur. Korsch bizi, Ekim Devrimi’nin eleştirel bir analizini yapmaya çağırmakta ve Marksizmin sınıf mücadeleleri bağlamındaki fonksiyonlarını açımlamaya davet etmektedir (IX. Tez). Korsch’un son olarak neşter vurduğu reel sosyalist izlekse, tekelci ve bürokratik temelde örgütlenmiş bir devlet kapitalizminin proleteryanın özgürleşmesi ve gelecekteki komünist sekansın zaferi için mutlaklaştırılmasıdır. Korsch’a göre, proleteryanın kurtuluşu ve insanlığın sınıfsızlaşmış yönetimselliğe ulaşması için yapılması gereken tam da bu tarz bir tekelciliğin dışlanmasıdır (X. Tez). Kuşkusuz ki bu yaklaşım tümden Marx’a aykırı olmasa da, Marx proleterya diktatörlüğünün köylülüğü dönüştürmesi, burjuvazinin tümden mülksüzleştirilmesi ve iki aşamalı devrim sürecinin bir gereği olarak sosyalist sanayinin planlı işletimi gibi bazı görevlerle donatır devrimci iktidarı. Bu iktidar tümden sovyetik iktidarın tekelciğini içermese de, Marx üretim araçlarının yönetiminin komünist sekansa kadar tamamen demokratik bir ilişkisellik içerisinde gerçekleştirilmesine karşıdır.[16] Çünkü sosyalizm, bir sonraki zorunlu tarihsel uğrak olarak komünizmin objektif koşullarını inşa etmekle mükelleftir. Lenin de bunu benimsemişti. Dolayısıyla Stalinist gulagın Marx ve Lenin’le hiçbir ilişkisi olmadığını söylemek yangından mal kaçırmaktır.
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında, Korsch’u ve bu bağlamda Marksizmi yeniden okumak anlamlı olsa gerek. Reel sosyalist tiranlığın artık ortalarda olmadığı günümüz dünyasında, Marksizmi irdeleme çabası muhalif olma şanını yeniden kazanmıştır. Nasıl ki Marx sonrası hiçbir şey artık eskisi gibi değilse, Duvar’ın çöküşünden sonraki dünyada da Marksizm artık eskisi gibi olamaz. Korsch’un da belirttiği gibi, yapılması gereken şey sosyalist birikimin bütünlüğü içerisinde Marx’ı anlamaktır. Günümüzde sol duyarlılık belki de hiç olmadığı kadar ve gezegenlerarası bir ihtiyaçtır. Edgar Morin’in de vurguladığı gibi solun eşitlik, özgürlük ve adalet şeklinde özetlenebilecek üç etiko-politik köküne bugün ekolojik bir kök ekmek gerekmektedir. Marksizm ise tüm handikaplarına ve materyalist dogmatizmine rağmen, devrimin nesnel koşullarını irdelemeye çalışan gerçekçi bir ütopizmi talep etmesi bağlamında hâlâ günceldir.
Ulaş Bager Aldemir - Birikim

[1] Taylan Erkıpçak’ın yayımlanmamış çevirisi temel alınmıştır.
[2] Bkz. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı. Çeviren: Hüseyin Hatemi. İstanbul: İşaret, 2007.
[3] Ernst Bloch, Hıristiyanlıktaki Ateizm. Çeviren: Veysel Atayman. İstanbul Ayrıntı, 2013.
[4] Latin Amerika solunun Hıristiyan düşüncesiyle kurduğu olumlu ilişki için bkz. Frei Betto, Fidel ve Din; Frei Betto ile Marksizm ve Kurtuluş Teolojisi Üzerine Sohbetler. Çeviren: Özgül Erman. İstanbul: Ayrıntı, 2016.
[5] Sartre’ın o meşhur diktumunu hatırlayalım: “Marksizm çağımızın aşılamaz ufkudur.”
[6] Demir Küçükaydın’ın aynı adlı bir kitabı bile vardır: Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi. Köksüz Yayıncılık, 2009.
[7] Bkz. Aydın Afacan, Bulut Defteri. İstanbul: Yazılı Kağıt, 2017.
[8] Bkz. Louis Althusser, Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş. Çeviren: İsmet Birkan. İstanbul: Can, 2016.
[9] Bkz. Karl Marx, Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri. Çeviren: Hüseyin Demirhan. Ankara: Sol, 2000.
[10] Karl Marx, Kapital 1. Çeviren: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol, 1993, s. 26.
[11] Bkz. Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. Çeviren: Tanıl Bora. İstanbul: İletişim, 2016.
[12] Marx’ın tarihselciliği, tarihsel harekete bir son biçmesi bağlamında tarihsicidir. Marx da tıpkı Hegel gibi tarihselciliğini tarihsicilikle örtmüş ve imha etmiştir.
[13] Bkz. Mao Çetung, Teori ve Pratik. Çeviren: N. Solukçu. Ankara: Sol, 2012.
[14] Bkz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason I-II.  Translator: Alan Sheridan-Smith. London & New York: Verso Book, 2004.
[15] Aslında bu tartışma bilimin epistemik değerinin tarihselliği dışında, bilimin tarihsel üretilme koşullarıyla ilgili bir bağlama da oturtulabilir. Ama bu durum bilimin objektif anlamını sarsabilir. Althusser, bilimin iktisadi belirlenimin tarihsel etkisine maruz kaldığını ama bilimin bir yanıyla bütünüyle özerk ve tarih-aşırı bir objektiviteye sahip bir fenomen olduğunu söyler.
[16] Bkz. Karl Marx, Hayalet. Çeviren: Güçlü Ateşoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2017.