Translate

28 Aralık 2020 Pazartesi

Enflasyon Nasıl Düşürülür?

Mahfi Eğilmez - Enflasyon Sorunu ve Kökenleri

Son günlerde ‘Türkiye’nin en önemli sorunu enflasyondur onu çözersek her şey çözülür’ şeklinde bir söylem aldı yürüdü. Enflasyon gerçekten önemli bir sorundur ve mutlaka çözülmesi gereklidir. Özellikle de dünyada enflasyonun, yalnızca sorunlu ülkelerde kaldığı bu dönemde düşürülememesi kabul edilebilir bir mesele değil. Bunların hepsi doğru ama nasıl ki yüksek faiz yüksek enflasyonun sonucuysa enflasyon da başka şeylerin sonucudur.

Enflasyon sorununu çözebilmek için önce enflasyonun nereden kaynaklandığına bakmak gerekir. Enflasyonun iki kaynağı vardır: Talep kökenli enflasyon ve arz (ya da maliyet) kökenli enflasyon.

Eğer bir ekonomide arz miktarı değişmediği halde talep miktarı artıyorsa o zaman ekonomide talep kökenli enflasyon oluşur. Talep kökenli enflasyon çeşitli nedenlerle ortaya çıkar. Örneğin nüfus artmışsa talep de artar. Ya da her şey sabitken merkez bankası piyasaya daha fazla para sürmüş ve bu para tüketicinin eline geçmişse talep yine artar. Talep enflasyonunu önlemenin yollarından birisi piyasadaki para arzını düşürmek ve/veya faizleri enflasyonun üzerine yükselterek pozitif reel faiz vermek ve bu yolla insanları daha fazla tüketimden vazgeçirip tasarrufa yönlendirmekten geçer.

Eğer bir ekonomide arzda daralma ya da maliyetlerde artış oluşmuşsa o ekonomide arz yönlü enflasyonist baskıdan söz edilebilir. Arzda daralma, talep düşmediği halde üretim miktarında düşüş olması halidir. Ki bu fiyatların yükselişe geçerek enflasyon oluşumuna yol açabilir. Maliyetlerde artış üç şekilde ortaya çıkabilir: (1) Üretim faktörlerine ödenen bedellerde artış olabilir (ücret artışı, kira artışları, finansman maliyetleri ve dolayısıyla faizlerde artış.) (2) Girdi fiyatlarında artış olabilir (üretimde kullanılan hammadde, ara malı, sermaye malı fiyatları artabilir.) (3) Kurlarda artış ortaya çıkabilir. Bu durumda üretimde kullanılan ithal girdilerin fiyatları artabilir. Petrol, doğalgaz fiyatlarında artışın etkilediği enerji fiyat artışlarına ek olarak kurda ortaya çıkan artışlar bu tür girdilerin ithal fiyatlarını dolayısıyla firmaların üretim maliyetini artırır.     

Türkiye’de durum

Türkiye’de Kasım 2020 itibarıyla yıllık manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 14,03 olarak açıklandı. Bu enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her ikisinin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.

YAZININ TAMAMI - www.mahfiegilmez.com/2020/12/enflasyon-nasl-dusurulur.html

24 Aralık 2020 Perşembe

‘Şahsım’ emperyalizmi ve bazı gerçekler

Figen Yüksekdağ Son zamanlarda elde avuçta satacak bir şeyi kalmayan iktidar, “Türk tipi antiemperyalizm” satıyor. Bu da “Türk tipi başkanlık” gibi bir şey. Aslında benzemek şurda dursun, tahrip edip köküne kibrit suyu dökmeyi tarif ediyor. Hitler’in dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği, halk ve emek hareketlerinin sermaye iktidarları karşısında büyük tehdit oluşturduğu bir dönemde, Nasyonal-sosyalist adını taşıyan partiyle sahneye çıkması en bilinen örneklerdendir. Ardından sadece sosyalizm değil, cüzi insan hak ve değerlerinin canına okumaya yeminli bir savaşa gömülmüştü dünya. Yani, egemenlerin büyük insanlık mücadelesinin ürettiği müspet kavram ve değerleri “işgal ederek” yürüttüğü siyaset, o kavramların en uç karşıtına denk düşüyor. Çünkü en kaba, ırkçı milliyetçilikle mühürlenmiş zihniyet ve pratikten başka bir şey çıkmaz. Olsa olsa böyle akla zarar “akıl oyunları” çıkar.

Şimdilerde Türkiye’de benzer oyunları sergileyen bir iktidar hüküm sürüyor. AKP’si, MHP’si, Susurluk-derin devlet çeteleri “milli çıkarlar” adı altında savaş ve şiddet politikalarını tırmandırırken, bunu büyük emperyalist devletlere karşı bağımsızlık ve diklenme gösterisine dönüştürüyor. İşin bir yanı gösteri, bir yanı gerçek. Kendini cihan fatihi sayma cakaları ne kadar gösteriyse, bu hayalle yatıp-kalkıp bulduğu her fırsatta oraya buraya yayılmacı tırnakları atma pratiği de o kadar gerçek. Ama eski emperyal Osmanlı ruhunu çağıran, ümmetin liderliği hayaliyle, büyük Turan düşlerini harmanlayan dönemin egemenleri, ne yaparsa yapsın ruh çağırmaktan öteye gidemiyor. En azından sözünü ettiğimiz eğilimlerce desteklenen ve şişirilen, Erdoğan’da simgeleşmiş bir “şahsım emperyalizmi” seviyesine gelebiliyorlar.

Bu tür emperyalizmin bazı özellikleri var. Güçlü olana diş geçiremeyip, kaos ve istikrarsızlık üreterek kendine alan açma, ulaşabildiği her yere savaş ihraç etme ve esas olarak büyük emperyalist devletlerle en üst düzeyde işbirliği… Bitti mi? Tabii ki hayır. Gücü sadece mazlum halklara yeter bu türün, Kuzey Suriye’de halkın ağır bedellere ve ölçüsüz zulme rağmen bir avuç statü kazanma ihtimali karşısında kaplan kesilenler, ABD’nin “kafası gidik” başkanının elinde yıllarca yedikleri tokat ve aşağılanmayı yutarlar. Kürtlere düşmanlığa hizmet eden bu çeşit uşaklığa gönüllü koşarlar. Bugün ABD’yle birlikte bölgede kapsamlı bir anti-Kürt operasyonunda ortaklaştıkları gibi.

“Van minüt”la başlayan tribünleri coşturup, bu arada cüzdanları yürütme taktiği hala en canlı yönetme tarzıdır. Milliyetçilik ile hipnotize edilen kitlelerle, “hem aklınızı hem nafakanızı alırım” gibisinden alay eden bir tarzdır bu. Ama alay edilerek yönetilme taktiğinden en ağır payını alan HDP ve sol partiler harici muhalefettir. “Türkiye’nin oradaki buradaki çıkarları” borusu çalınca hemen iktidarın ardında hizalanan, muhalefet ayarları bozulan bir siyasi zaafiyet hali var oldukça, bu iktidar da var olma gücü bulacaktır. Siyaseti “gösteri sanatlarıyla” algı hokkabazlığıyla harmanlayıp, kendilerine biricik bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hikayesi yazanlar, muhalefetin boş bıraktığı alanda at koşturmayı, ayrıcalık haline getirecektir elbette. Muhalefeti 5. kol faaliyeti yürütmekle, düşman devletlerin ajanı olmakla karalayanlar, ABD’de lobilere yedirdikleri paranın, Avrupa kurumlarına verdikleri rüşvetin ve kapıların-kameraların ardında rica-minnet sergiledikleri kalitesizliğin hesabını vermedikleri için rahattırlar. Nasıl olsa kirli siyaset toprağında ürettikleri yalan mahsüllerinin hazır alıcısı vardır.

İktidarlara gelişlerini ve hala kalışlarını emperyalizme borçlu olanların, yalan ve manipülasyona da dayansa söylem üstünlüğü edinmesi, Türkiye siyasetinin arızalı tarafı. En son 2018 genel seçimlerini, başta Londra’daki faiz lobisi gelmek üzere uluslararası finans tekellerinin ve emperyalist devletlerinin “Henüz AKP ve Erdoğan ile işinin bitmemesi” nedeniyle şaibeli biçimde kazananlar, şimdi canhıraş halde kendilerine verilen ödevi yapıyorlar. Türkiye-Kürdistan coğrafyasının kaynak ve birikimi, tarihte görülmemiş düzeyde satışa getiriliyor. Önceden sadece Batı merkezli emperyalizme olan bağımlılık, şimdi Avrasyacı çizginin ağırlık kazanmasıyla, Doğu merkezli emperyalizme de bağımlılığa dönüştü. Çift dikiş, katmerli bağımlılık ve hizmet hali yani. Böyle olunca Amerika’yla Rusya, NATO’yla Avrasya arasında savrulup duran, büyük devletlerin birbirine karşı, oyun tahtasına dönen, kafası duman olmuş bir acayip “Güçlü Türkiye” manzarası çıkıyor ortaya.

Görünürde sergilenen bol hot-zotlu ve gerilimli ilişkinin aksine, hakim devletler zayıf halkayı yakalamış bırakmıyor. İktidar ömrünü uzatmak için her türlü pazarlığı yapacak, her çeşit “al gülüm-ver gülüm” ilişkisine girebilecek bir iktidardan daha zayıf halka olabilir mi, emperyalistler için? Haliyle AB’den ABD’sine, Rusya’sından Çin’ine, yıllardır idare ediyorlar bu iktidarı. Onlara rağmen değil, onların her türlü desteği, açık-gizli anlaşmalarıyla AKP-Saray-MHP rejimi kendini sürdürüyor.

Türkiye’deki rejimin, bilhassa da son 18 yılın emperyalizmle yapısal ilişki tarihinin ve güncel örneklerin, alternatif demokratik siyaset tarafından ele alınması, halkları aydınlatmanın, gerçeği ifşa etmenin başlıca gündemlerinden olması önemlidir. İktidarın yalandan yazdığı hikayenin kendisinin inanması, inanmayanı da sopa sallayarak kabule zorlaması karşısında demokratik muhalefet etkin bir söylem geliştirebilmeli.

Emperyalizme ilk günkü kadar bağlı, mazlum haklara ise acımasız ve emperyal iktidar siyasetine kim “milli çıkar” hamasetiyle doğrudan-dolaylı destek veriyorsa, tarihsel suçların ortağıdır; bunu da unutmamak gerekir. Küresel emperyalizme benzemeyen ama bölgesel-yerel anlamda en az onun kadar yıkıcı, sömürücü karakter taşıyan “Şahsım” emperyalizmi çizgisi etrafında kümelenenler, az-buçuk muhalefet pozisyonlarını da yitirirler. Zaten tam da bu nedenle iktidar karşısında gerçek bir başarı kazanamıyorlar; çünkü demokratik fark taşımıyorlar.

Açık ki, siyasi iktidar ve paydaşlarının sözünü ettiğimiz bu mutant emperyalizm, antifaşist halk hareketiyle aşılabilir. Bu bilinç ve hareket etrafında birleşen halklar, bölgesel ve küresel barış, kardeşlik, dayanışma eksenine dayanan alternatif bir düzeni var edebilir. Ortadoğu’nun bağrında yeşeren “Demokratik ulus” program ve deneyimi, bu hedefin uzak bir hayal olmadığını gösteriyor.
Figen Yüksekdağ'ın Özgür Politika'da yayınlanan yazısı

19 Aralık 2020 Cumartesi

Bir özsavunma öyküsü

40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI: BİR DİRENİŞÇİNİN TANIKLIĞI



22.12.2018
Söyleşi: Orhan Gazi Ertekin
Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi.
Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı.

Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet.

Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı.
23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi.

Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]

Söyleşi>>> https://birartibir.org/ sayfasından alınmıştır.


17 Aralık 2020 Perşembe

Pandemi ve ölümün normalleştirilmesi

Amerika Birleşik Devletleri, ülke tarihinin en yoğun toplu ölüm dönemlerinden birinin ortasında bulunuyor. Sadece bir hafta içinde 16 binden fazla insan —günde ortalama 2.300 insan— koronavirüsten öldü.

1918 “İspanyol gribi” pandemisi sırasında ise, ABD’de iki yılda yaklaşık 675 bin kişi —günde ortalama binden daha az insan– hayatını kaybetmişti. 1995’te, korkunç AIDS salgınının doruğunda, bir yılda 41 bin kişi –günde yaklaşık 112 insan (bugünkü oranın 20’de 1’i)— öldü.


İspanya’nın Barselona kentinde bulunan Collserola morgunda, içlerinde gömülmeyi veya yakılmayı bekleyen koronavirüs kurbanlarının bulunduğu tabutlar. (Fotoğraf Kaynağı: AP/Creator: Emilio Morenatti)

Önümüzdeki birkaç gün içinde, koronavirüsten toplam ölüm sayısı, 300 bini geçecek. Başka bir ifadeyle, tüm ülkedeki her bin kişiden biri koronavirüsten ölmüş olacak. Kalp hastalığını ve kanseri geride bırakan koronavirüs, artık ABD’deki başlıca ölüm sebebidir.
Bu ölüm seviyesinin her gün, her hafta, her ay meydana geldiği koşullarda verilen resmi yanıt, ortaya çıkan felaketi önemsememek biçimindedir. Ölüm “normalleştirilmiştir.”
Medyada ölü sayısı her gün bildiriliyor. Hatta zaman zaman, her iki ebeveynin de ölmesi veya bir ailenin yok olması gibi özellikle korkunç olaylar aktarılıyor. Fakat sonra konu bırakılıyor ve haber bülteni bir sonraki maddeye geçiyor. Bu dinmeyen felaketin büyük ve acil bir müdahale gerektirdiğine dair hiçbir kabul söz konusu değil. Kimin, nerede ve hangi koşullarda öldüğünü inceleme girişiminde bulunulmuyor.

Beyaz Saray’daki faşizan diktatör bozuntusu Trump, ölümler önemsizmiş gibi davranıyor. Daha önce de “hemen hemen hiç kimse” etkilenmedi, demişti. Trump yönetiminin tüm politikası, hastalığın yayılmasını ve ölümleri durduracak koordine bir müdahaleyi engelleme üzerine kurulmuştur.

Başkan seçilen Joe Biden ise, geçtiğimiz hafta, gelişigüzel bir biçimde, “Ocak ayına kadar 250.000 kişinin daha ölmesi muhtemel,” diyordu. Bu devasa ölü sayısını, acil bir eylem gerektirmeyen kaçınılmaz bir kozmik olaymış gibi sundu. Bu tahminin gerçekleşmesini önlemek için herhangi bir acil müdahale talebi olmadı. Salı günü Biden, okulların açık kalması gerektiği talebine odaklanan koronavirüs politikasını özetledi. Egemen sınıf, okulların açık kalmasını, işçileri işyerinde tutma bakımından olmazsa olmaz olarak görüyor.

Ölümün normalleştirilmesi, kökleri sınıf çıkarlarına dayanan, “ekonomik sağlık” ile “insan yaşamı”nı kıyaslanabilir olgular olarak ele alma ve ikincisi karşısında ilkine öncelik verme kararından doğmaktadır. Bu kıyaslama ve önceliklendirme, siyaset kurumunun, oligarkların ve medyanın yaptığı gibi kabul edildiğinde, toplu ölümler kaçınılmaz görünür.
Bu berbat hesaplama yönteminden şu slogan ortaya çıkar: “Çare hastalıktan daha kötü olamaz.”

Kapitalizm altında, “ekonomi”, işçi sınıfının sömürülmesi demektir. “Çare” —yani hayat kurtarmak için alınacak en temel tedbirler —kâr birikimi sürecini etkilediği ölçüde, kabul edilemezdir. İşçi sınıfından artık değer çıkarılmasını baltalayan veya bu artık değeri acil durum önlemleri ve sosyal hizmetler aracılığıyla kapitalistlerden başka tarafa yönlendiren her şey reddedilmelidir.

Buradan şu sonuç çıkar: İşçiler ölmelidir. Marx, kapitalizmin “ölçü tanımayan hırsı”ndan, “artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlık”tan söz ettiğinde, bunlar sadece edebi ifadeler değildir; bunlar, dehşet verici toplumsal gerçekliği ifade ederler.

Egemen sınıfın ABD’de ve dünya genelinde pandemiye verdiği yanıt, pandemiden önceki koşullardan kaynaklanmaktadır. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın göreve gelip, “toplum diye bir şey yok” (Thatcher) diye ilan etmelerinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Thatcher ve Reagan tarafından pazarlanan sağcı liberteryen “serbest piyasa” ideolojisi, Bill Clinton gibi Demokratlar ve Tony Blair gibi İşçi Partililer tarafından benimsenerek siyaset kurumunun bütün parçalarının temeli haline geldi. Onların gerici “serbest piyasa” çareleri, her ülkedeki kapitalist politikaların temelidir.

Onlarca yıldır, hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, sosyal harcamalarda ve programlarda kesinti yaparak giderek daha büyük meblağları mali piyasalara akıttılar. Bu süreçte, şirketlerin sadece insan haklarına sahip olduğu, şirketlerin —ve mali oligarşinin— çıkarlarının insanlardan üstün olduğu ilan edildi.

İnsan hayatının yalnızca soyut bir ekonomik öneme sahip olduğu finansallaşmış bir dünyada, artık değer üretmekle meşgul olmayanlar —ve bakım maliyetleri, emek gücünün harcanmasıyla üretilen artık değer kitlesinden çıkarılanlar— “değersizdir.” Kâr-zarar hesapları nerede yapılırsa yapılsın, Malthus’un hayaleti her zaman oradadır.

Bu temel sınıfsal mantıktan, uygulanan şu politika çıkar: virüs tehdidinin önemsiz gibi gösterilmesi, zenginler için devasa kurtarma paketi, fabrikaları ve okulları geri açma kampanyası. Bu politikanın öngörülebilir sonuçları şu anda gözler önüne seriliyor.

Egemen seçkinlerin umursamazlığını şiddetlendiren başka faktörler de var. Koronavirüs pandemisi, öncelikle yaşlıları ve işçi sınıfını etkileyen bir hastalıktır. COVID-19; fabrikalarda ve yüz yüze çalışmanın olduğu işyerlerinde hızla yayılıyor, birçok kuşağın aynı haneyi paylaştığı ve genellikle sosyal mesafe olanağının bulunmadığı evlerde yaşayan işçi sınıfını orantısız şekilde etkiliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastalıktan hayatını kaybedenlerin yüzde 80’i, emeklilik yaşı olan 66’dan yaşlıydı. Ülkedeki COVID-19 vakalarının sadece yüzde 5’i bakım evlerinde görüldü ancak bu tesislerdeki ölümler, toplam ölümlerin yüzde 40’ına (100 binden fazla insana) denk düşüyor.

Fakat virüsün egemen sınıfa ve bizzat Beyaz Saray’a kadar yayılması bile, izlenen politikayı etkilemedi.

Pandeminin durdurulması ve hayatların kurtarılması, bu felaketi yaratan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktan ayrılamaz. Ölümler önlenebilecek olmasına rağmen yüz binlerce insanın hayatının anlamsızca kurban edilmesi, kapitalist düzenin gerici ve insanlık dışı karakterinin ve yerini sosyalizme bırakması gerektiğinin en büyük kanıtıdır.

Andre Damon, David North
10 Aralık 2020
https://www.wsws.org/tr

15 Aralık 2020 Salı

Neden sosyalizm enternasyonalist olmalı

... ve Rosa Luxemburg'dan bu konuda ne öğrenebiliriz

Michael Löwy

Rosa Luxemburg kadar enternasyonalist sosyalizm gündemine bağlı hisseden çok az Marksist düşünce lideri vardır. Yahudi, Polonyalı ve Alman'dı, ancak tek "anavatanı" Sosyalist Enternasyonal'di. Bununla birlikte, radikal enternasyonalizmleri, onları ulusal sorun üzerinde tartışmalı konumlara da götürdü. Örneğin, memleketi Polonya'ya gelince, yalnızca Polonya Sosyalist Partisi von Piłsudski'nin "sosyal yurtseverleri" tarafından yapılan ulusal bağımsızlık talebine karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda Polonya'nın kendi kaderini tayin hakkını (ve Rusya'dan ayrılma) desteklemeyi de reddetti. . 1914'e kadar, bu duruşu öncelikle "ekonomik" bir şekilde haklı çıkardı: Polonya ekonomisi Rus ekonomisine iyi entegre edilmişti. bağımsızlık, gerici aristokratik ve küçük-burjuva sınıflardan tamamen ütopik bir talep. Ona göre uluslar esasen "kültürel" fenomenlerdi, bu yüzden "kültürel özerkliği" milliyetçi özlemlere uygun yanıt olarak gördü. Ancak yaklaşımlarında görünmeyen şey, Lenin'in vurguladığı ulusal sorunun siyasi boyutudur: halkların demokratik kendi kaderini tayin hakkı.

Luxemburg, soruna metinlerinden en az birinde çok daha açık ve diyalektik bir şekilde yaklaşıyor: 1905'te yayınlanan “Enternasyonalizm ve Sınıf Mücadelesi” adlı makale koleksiyonunun girişinde. Lehçe Kutsal Yazılar ». Bununla, her ulusun "sosyalizmin en temel ilkelerinden doğan" (1905, 192) meşru bağımsızlık hakkı ile Polonya örneğinde reddettiği, böyle bir bağımsızlığın çabalamaya değer olup olmadığı sorusunu birbirinden ayırır. Ayrıca ulusal baskının, "fanatik, ateşli isyan ve nefreti" kışkırtan "barbarlığında en dayanılmaz şey" olduğunu vurgulamaktadır (ibid., 217).

Lüksemburg'un enternasyonalizmini ele alan analizlerin çoğu - benimki de dahil - uluslar sorunu üzerine gerçekte sorunlu tezlerine odaklanıyor. Eksik kalan, pozisyonlarının olumlu yönleri, yani Marksist proleter enternasyonalizm kavramına olağanüstü katkıları ve milliyetçi ve şovenist ideolojilere boyun eğmeyi inatla reddetmeleridir.

"Bütün ülkelerin işçileri birleşin!"

Georg Lukács History and Class Consciousness (1923) adlı kitabında Lüksemburg'un Marksizmine ayrı bir bölüm ayırdı. Burada, diyalektik bütünlük kategorisinin "kuralı" nın "bilimdeki devrimci ilkenin taşıyıcısı" olduğunu ileri sürer (Lukács 1923, 39). Ona göre, Luxemburg'un yazıları, özellikle de ana eseri "The Accumulation of Capital" (1913), bu diyalektik yaklaşımın mükemmel bir örneğiydi. Aynı şey enternasyonalizmi için de söylenebilir: bütün toplumsal ve politik sorunları bütünlük açısından, örneğin uluslararası işçi hareketinin çıkarları perspektifinden yargıladı. Bu diyalektik bütünlük ne bir soyutlama ne de boş bir evrenselcilikti: Luxemburg çok iyi farkındaydı uluslararası proletaryanın kültürü, dili ve tarihi ile yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösteren insanlardan oluştuğunu. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük ölçüde farklılık gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar.

Bu nedenle, Sosyal Demokratların saflarına yükseldikten sonra bile, Alman militarizmine herhangi bir taviz vermeyi ve savaş kredileri veya seferleri için parlamento onayını reddetti. Partinin sağ kanadının müzakere etmeye istekli olduğunu açıkça kınadı: silahlanmada yaratılan "gerekli işlere" atıfta bulunarak haklı gösterilemeyecek bir sosyal demokrasiden teslim olarak. Peter Nettl, bir dereceye kadar akademik de olsa Luxemburg biyografisinde, tamamen yanlış bir şekilde, SPD'nin duruşuna direnişinin, yüksek işsizliğin sınıf mücadelesi için iyi olduğu inancıyla beslenen, tamamen resmi bir “kuru çalışma” olduğunu iddia ediyor (Nettl 1969).

Sınırsız dayanışma

Lüksemburg, zamanının birçok sosyalistin aksine, konu Avrupa'ya geldiğinde enternasyonalizmin ilkelerini savunmakla kalmadı. Avrupa devletlerinin sömürgeciliğine erkenden karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların mücadelelerine sempatisini açıkça ifade etti. Ayrıca, 1904'te Güney Batı Afrika'daki Herero ayaklanmasının acımasızca bastırılması gibi, Afrika'daki Alman Reich'ının sömürge savaşlarına da yönelikti. Haziran 1911'de yaptığı bir konuşmada, Herero hakkında şunları söyledi:

«[…] 'Suçları', sömürü için açgözlü endüstriyel şövalyelere ve beyaz köle sahiplerine teslim olma ve anavatanlarını yabancı işgalcilere karşı savunma konusundaki isteksizlikleriydi. [...] Bu savaşta da Alman silahları kendilerini bolca şöhretle kapladı. […] Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yüzlercesi tarafından yanan çölde kovalandı […] »(1913a, 537).

İmparatorluğun 1911'de "Fas krizinde" Agadir'e silahlı botlar gönderdiği Kuzey Afrika'da Almanya'nın (Fransa'ya) emperyalist küstahlığını kınadı ve Cezayir'deki Fransız sömürgeciliğini, geleneksel Arap klanına karşı burjuva özel mülkiyetine zorla karşı koyma girişimi olarak yorumladı. Komünizmi zorla. Sosyal Demokratların Parti Okulunda 1907'den 1908'e kadar siyasal ekonomi üzerine verdiği derslerde, gelişmiş ülkelerdeki sanayi proletaryasının modern komünizmi ile sömürgelerdeki emperyal, kâr güdümlü egemenliğin ilerlemesine direnen erken komünist güçler ve yapılar arasındaki bağlantıları vurguladı. En önemli ekonomik analizi "Sermayenin Birikimi" nde açıklıyor

«Sermaye, soruna şiddetten başka bir çözüm bilmez, bu da tarihsel bir süreç olarak sermaye birikiminin değişmez bir yöntemi olan, yalnızca Genesis'te değil, günümüzde de. Oysa ilkel toplumlar için, böyle bir durumda var olma ya da olmama sorunu olduğu için, tam bir tükenme ya da yok olma noktasına kadar yaşam ve ölüm için direniş ve mücadeleden başka bir davranış yoktur. Kolonilerin sürekli askeri işgali, yerli ayaklanmaları ve sömürge rejiminin gündemindeki kalıcı fenomenler olarak onları devirmek için yapılan kolonyal seferlerin nedeni budur. " (1913b, 319)

O zamanlar, yalnızca sömürge haçlı seferlerini kınayan değil, aynı zamanda sömürgeleştirilenlerin direnişini destekleyen çok az sosyalist vardı. Bu tutum, Avrupa ilgi odağı olsa bile, Lüksemburg enternasyonalizminin gerçekten evrensel karakterini ortaya çıkarmaktadır.

Tutarlı savaş rakibi

Lüksemburg, Avrupa'da artan savaş tehlikesinin farkındaydı ve Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını kınamaktan asla yorulmadı. 26 Eylül 1913'te Frankfurt yakınlarındaki Bockenheim'da bir konuşma yaptı ve öfkeli bir enternasyonalist itirafla sona erdi: "Eğer biz Fransızlara ve diğer kardeşlerimize karşı öldürücü silahları kullanmamız bekleniyorsa, o zaman bağırıyoruz: Bunu yapmayacağız!" (27 Eylül 1913 Halk oylaması). Daha sonra "kamuya itaatsizlik çağrısı" ile suçlandı. Şubat 1914'te mahkeme salonunda tekrar militarizme ve savaş politikasına saldırdığı bir savunma konuşması yaptı ve Birinci Enternasyonal'in savaş durumunda genel grev çağrısı yapan 1868 tarihli bir kararından alıntı yaptı. Konuşma sosyalist basında basıldı ve savaş karşıtı edebiyatın bir klasiği haline geldi (Luxemburg 1914). Lüksemburg bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, ancak imparatorluk yetkilileri onu tutuklamaya cesaret edemediği 1915'te savaşın başlangıcına kadar değildi.

Avrupa'daki pek çok sosyalist, Birinci Dünya Savaşı'nın başında “anavatanı savunmak” için hükümetlerinin arkasında dururken, Lüksemburg hemen emperyalist savaşa direniş örgütledi. Ağustos 1914'te savaşın ilk haftalarında bile resmi "vatanseverlik" ve onun saldırgan dilinin yankısı yoktu. Aksine, SPD liderliğinin enternasyonalizm ilkelerine ihanetinin önde gelen eleştirmenlerinden biri haline geldi. Nettl, Lüksemburg'un SPD'nin gidişatına yönelik "artan nefretini" anlama girişiminde "çok kişisel bir güdüye" atıfta bulunuyor: "" resmi "Almanların beceriksizliği karşısında Lüksemburg gibi göçmenlerin ebedi ve zar zor bastırılmış sabırsızlığı ve hayal kırıklığı" Nettl 1969, 422). Bu tür bir açıklamanın yararlı olduğunu düşünmüyorum, savaşa muhalefet yabancı "göçmenler" ile sınırlı olmadığı ve aynı zamanda Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi şahsiyetleri de içerdiği için. Luxemburg'un öfkesi “göçmenlere özgü sabırsızlıktan” değil (aynı eserde), ama ömür boyu sürecek bir enternasyonalist inançtan kaynaklanıyordu.

Luxemburg, anti-militarist ve anti-milliyetçi propaganda faaliyetlerinden dolayı birkaç kez hapse atıldıktan sonra, şu pozisyona saplandı: "Savunması her şeye tabi olması gereken proleterlerin anavatanı, Sosyalist Enternasyonal'dir." (1916a, 47) İkinci Enternasyonal, "sosyal şovenizm" dediği şeyin etkisiyle parçalandı. Lüksemburg, açık bir yol gösterici ilkeye göre bir arada tutulan Yeni Enternasyonal'in kurulmasını istedi:

“Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm yoktur ve sınıf mücadelesinin dışında da sosyalizm yoktur. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne barışta ne de savaşta sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez. " (Aynı eser, 46)

Bu şüphesiz, Karl Kautsky'nin Enternasyonal'in barış zamanında bir araç olduğu ve bir savaş durumu için uygun olmadığı şeklindeki ikiyüzlü argümanına bir tepkiydi. Luxemburg'un "Sosyal Demokrat Azınlığın Siyaseti" ndeki kişisel beyanı da onun etik ve siyasi değerlerinin hareketli bir beyanıdır:

«İşçilerin dünya kardeşliği benim için yeryüzündeki en kutsal ve en yüksek şey, yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; Bu ideale sadakatsiz kalmaktansa hayatımdan vazgeçmeyi tercih ederim. " (1916b, 178).

Milliyetçiliğe karşı uyarı

Rosa Luxemburg'un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin yıkıcı sonuçları hakkındaki uyarıları, geleceğe dair mucizevi bir öngörü anlamında değil, ama birlikte önlenmesi gereken yaklaşan felaketler konusunda insanları uyaran İncil peygamberleri Amos ve Yeşaya açısından peygamberlik niteliğinde bir şeyler içeriyordu. . Luxemburg, emperyalizm ve kapitalizm devam ettiği sürece her zaman yeni savaşlara karşı uyarıda bulundu:

“Dünya barışı, kapitalist diplomatların uluslararası tahkim mahkemeleri, 'silahsızlanma' üzerine diplomatik anlaşmalar […], 'Avrupa ittifakları', 'Orta Avrupa gümrük birlikleri', ulusal tampon devletler ve benzeri gibi ütopik veya temelde gerici planlarla sağlanamaz. Kapitalist sınıflar tartışmasız kendi sınıf egemenliklerini uyguladıkları sürece emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılamaz. " (1916a, 44f)

Milliyetçilikte işçi hareketi için ölümcül bir düşman ve militarizm ve savaş için üreme alanı olarak görüyordu: "Sosyalizmin bir sonraki görevi, proletaryanın milliyetçi ideolojinin etkisiyle ifade edilen burjuvazinin koruyuculuğundan entelektüel kurtuluşudur." (Aynı eser, 47). “Fragment über Krieg. Ulusal sorun ve devrim ”(1918), savaşın son yılında milliyetçi hareketlerin hızlı yükselişinden endişe duyuyor:“ Bugün milliyetçi Blocksberg'de Walpurgis Gecesi ”(1918b, 368). Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahipti: bazıları az gelişmiş bir burjuva sınıfının (Balkanlar'daki gibi), diğerleri (İtalyan milliyetçiliği gibi) emperyalist-kolonyal yönelimin ifadeleriydi. Luxemburg'a göre, milliyetçiliğin dünya çapında yayılması, ortak bir çıkarla birleştirilen çok sayıda bireysel çıkarı ortaya çıkardı: Ekim Devrimi olayından bu yana büyüyen bir dünya proleter devriminden gelen tehdit duygusu. Milliyetçilikle Lüksemburg, ulusal kültürü veya kimliği tanımlamadı, ancak diğer her şeyi ulusa tabi kılan bir ideoloji (“her şeyin üstünde Almanya”) tanımladı.

20. yüzyılda milliyetçilik, milli savunma ya da bazı halk yaşam felsefesi adına işlenen suçlar dikkate alındığında uyarıları son derece ileri görüşlü idi. Stalinizm de, "tek ülkede sosyalizm" doktrininde somutlaşan Sovyet devletinin milliyetçi yozlaşmasının sonucuydu. Lüksemburg, ulus-devlete dayalı bir politikanın bu tehlikelerini erkenden fark etti: bölgesel çatışmalar, "etnik temizlik" ve azınlıklara yönelik baskı. O sırada öngöremediği tek şey soykırımdı.

Küreselleşmiş bir sol için pusula

Rosa Luxemburg'un enternasyonalizminin bugün bizim için önemi nedir? Bugünkü koşullar, 20. yüzyılın başındakilerden kesinlikle tamamen farklıdır. Yine de, enternasyonalist mesajları iki yönden alakalı, belki de o zaman olduğundan daha alakalı.

21. yüzyılda kapitalist küreselleşme, tarihsel olarak eşi görülmemiş boyutlara ulaştı. Müstehcen eşitsizlik biçimlerini hızlandırır ve çevre üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Toplamda sekiz milyarder ve çokuluslu şirketlerin sahipleri, insanlığın en yoksul yarısınınkine eşdeğer bir servete sahipler (Oxfam 2017). Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve G-7 devletleri gibi uluslarüstü dernekler gibi kurumlarla, neoliberalleşmeye odaklanan bir yönetici sınıf bloğu ortaya çıktı. Çeşitli emperyalist çıkarlar arasında çelişkiler olduğuna dair hiçbir şüphe yoktur, ancak bunlar işçi hareketinin geri kalan kazanımlarını yok etme, kamu hizmetlerini ortadan kaldırma gündemiyle birleşmişlerdir. Kârları özelleştirmek ve kayıpları toplumsallaştırmak ve sömürü yoğunlaştırmak. Bu dünya çapındaki sürece, görünüşte tarafsız ve şeyleşmiş finansal piyasalar mekanizmaları yoluyla gücünü genişletebilen bir finans kapital hakimdir.

Bu küresel güce karşı yerel ve ulusal direniş biçimleri gereklidir, ancak yeterli değildir. Gezegensel düzeyde sapkın bir gezegen sisteminin üstesinden gelinmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, anti-kapitalist direniş küreselleştirilmelidir. Lüksemburg günlerinden komünist ve sosyalist enternasyonalistler artık bu formda neredeyse yok. Avrupa Solu Partisi veya Latin Amerika São Paulo Konferansı gibi bazı bölgesel örgütler var, ancak bunlara karşılık gelen uluslararası ittifaklar yok. 1938'de Leon Troçki tarafından kurulan Dördüncü Enternasyonal, hala dört kıtada faaldir, ancak çok az etkisi vardır.

En büyük umut, yeni bir enternasyonalizm kültürü yeşeren küresel adalet hareketidir. Kapitalist küreselleşmeye karşı direniş, 2001'den beri dünya sosyal forumlarında ağ kuran çeşitli aktörlerin gevşek bir birlikteliği, bir "hareket hareketi" olarak oluştu. Sürecin pek çok umudu yerine getiremediği ve sınırlarına ulaştığı gerçeğine rağmen: yakınlaşma ve sendikacıların, feministlerin, çevre aktivistlerinin, işçilerin, küçük çiftçilerin, yerli halkların, gençlik örgütlerinin ve aynı zamanda sosyalist grupların düzenli bir araya gelmesi. kapitalist küreselleşmeye karşı mücadele önemli bir adım olmaya devam ediyor. Şimdiye kadar, ana odak noktası deneyim alışverişi ve bireysel ortak kampanyalar olmuştur.

Luxemburg'un mirası bu hareket (ler) için çeşitli şekillerde öğretici olabilir: Düşmanın sadece "küreselleşme" veya "neoliberalizm" değil, bir bütün olarak kapitalist dünya sistemi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi, “ulusal egemenliğin” güçlendirilmesi veya ulusalın savunulması olamaz, yalnızca uluslararasılaşmış bir direniş olabilir. "İmparatorluk" un alternatifi, kapitalizmin daha düzenlenmiş veya daha insani bir biçimi değil, yeni bir sosyalist ve demokratik dünya medeniyetidir. Ulusal sınır tanımayan iklim değişikliği gibi yeni ekolojik zorluklar açısından bu daha doğrudur. Küreselleşmiş kapitalizmin yıkıcı dinamiğinin sonucudur, bu sınırsız genişlemeye ve büyümeye bağlıdır. Yalnızca küresel olarak karşılanabilirler:

Rosa Luxemburg'un milliyetçilik zehri uyarısı bugün her zamankinden daha gerekli. Milliyetçilik ve ırkçılık, çeşitli "vatansever", gerici ve (yarı) faşist varyantlarda dünya çapında ilerlemektedir. İslamofobi, anti-Semitizm ve Roman karşıtı ırkçılık genellikle hükümetlerin gizli veya açık desteğiyle öfkelenir. Neo-faşist partiler ve otoriter hükümetler göçmenlere karşı nefret çağrısı yapıyor. Orbán, Salvini ve Trump, göçmenleri günah keçisi yapan ve onları kendi ulusal, etnik veya dini kimliklerine tehdit olarak gösteren bir politikanın en iğrenç temsilcileridir. Avrupa sınırlarının giderek daha acımasızca tecrit edilmesinin bir sonucu olarak, Akdeniz'de binlerce mülteci öldü. Bu izolasyon ve ırkçı seferberlikte, Luxemburg'un şiddetle eleştirdiği yeni bir vahşi sömürgecilik biçimi görülebilir. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor.

Fakat gerici yabancı düşmanlığı bugün milliyetçiliğin tek mevcut biçimi mi? Açıktır ki, ulusal kendi kaderini tayin hakkı için meşru bir hak iddia eden - ki bildiğimiz gibi, Lüksemburg pek düşünmeyen - özgürlük hareketleri hala var. Bunlar Filistin ve Kürt hareketlerini içerir. Bununla birlikte, Kürtlerin en önemli sol milliyetçi gücü olan PKK'nın kendi ulus devleti talebinden vazgeçmesi ve millet üzerindeki katı odaklanmayı kısıtlayıcı ve baskıcı olmakla eleştirmesi dikkat çekicidir. Murray Bookchin'in anarşizminden etkilenerek demokratik konfederalizm kavramını benimsedi.

Yalnızca Lüksemburg'un enternasyonalist fikirleri değil, aynı zamanda Marx, Engels, Lenin, Troçki, Gramsci, José Carlos Mariátegui, WEB Du Bois, Frantz Fanon ve diğerlerinin fikirleri de gerçekliğimizi anlamak ve dönüştürmek için çok önemlidir. Bugün mücadelemizin vazgeçilmez silahları bunlar. Marksizmi her zaman hareket halinde olan ve zamanımızın zorluklarına yeni cevaplar geliştirdiğimiz açık bir yöntem olarak anlamalıyız.


Michael Löwy bir sosyolog ve filozof olmanın yanı sıra Centre national de la recherche scienceifique'de (CNRS) emekli bir araştırmacı ve Paris'teki École des hautes études en bilimler sosyallerinde (EHESS) öğretim görevlisidir. Odak noktası Latin Amerika'daki sosyal hareketler ve Marksizmdir. Bu makale ilk olarak 3/2018 «LuXemburg» ' ta yayınlandı. İngilizceden Britta Grell tarafından (Almanca'ya) çevrilmiştir.