Translate

neo-liberalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
neo-liberalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2021 Perşembe

‘Siyah kuğular’ zamanı

Rejimin geldiği noktada karşımızda Kriz (Kaos), Panik ve Hezeyan var. Öyleyse, “zamanların hem en kötüsüdür hem de en iyisi” ...

“Kriz”, bir organizmanın yaşamındaki birleştirici ve çözücü eğilimlerin arasındaki diyalektiğin getirdiği “yaşamla ölüm arasında bir karar anını”, “Kaos” da bu karar anı içinde, düzenin hızla kaybolmaya, sürecin hızla anlaşılamaz olmaya başladığı durumu betimler. “Panik”, korkuya ve bu durumun içinden çıkma telaşına, “hezeyan” da bu telaşın dilde kendini açığa vuran hallerine ilişkindir. Kriz (kaos), panik ve hezeyan birleştiğinde denge “ölümden” yana döner. Organizmanın telaşı, içinde bulunduğu toplumsal eko sistemi yakıp yıkarak gidişi hızlandırır. “Zamanların en kötüsü” işte bununla ilgilidir. “En iyisi” ise yeni bir düzen yaratma olasılıklarıyla…

Kriz derinleşiyor
Yıl başlarken “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu” diyerek, rejimin, birleştirici ve çözücü eğilimlerin diyalektiğini artık kontrol edemediğine, diğer bir deyişle bir krizin içine girmeye başladığına işaret ediyordum. Kriz derinleşmeye devam etti, kaosa dönüşmeye başladı.

Örneğin, ABD Doları’nın, geçen yılın aralık ayında 7+ YTL düzeyinde olan fiyatı bugün 14+ YTL düzeyinde dolaşıyor. Karşımızda yüzde 98+ gibi bir devalüasyon var. Üretimi, tüketimi, ithalatı (ve ihracatı) döviz girişine bağlı bir ekonomide, bu görülmemiş, adeta müstehcen düzeyde devalüasyon boyunca, halkın yaşam düzeyine ne olduğunu örneklemeye bile gerek yok. Sokaklardaki “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” çığlıklarına, işçi sınıfının hak arama çabalarındaki yoğunlaşmaya, “Liderin” kendi kentinde bile üreticinin “kuyunun dibindeyiz” türünden yakınmalarına, muhalefetin Mersin mitinginin resimlerine bakmak yeter de artar bile.

Diğer taraftan, bu müstehcen devalüasyonun gıda ürünleri, akaryakıt, gübre, ilaç fiyatlarına henüz tümüyle yansımadığı da bir gerçek. Kış aylarında Omicron varyantı üzerinden Covid-19 salgını hızlanırken konutları ısıtma, hane halkını besleme maliyetleri (hatta temel malları ve ilaçları edinme sıkıntısı-potansiyel kıtlık riski) artacaktır.

Ve kaosa dönüşüyor
Rejim, krize karşı önlem üretemediği gibi, uyguladığı politikalarla “kaos” eğilimlerini daha da derinleştiriyor. Bu yüzden, uluslararası mali piyasalarda egemen hava, özellikle, uluslararası mali sermayenin devlerinden UBS, Türkiye üzerine rapor yayımlamayacağını açıkladıktan sonra, ancak “Doktor ne yerse yesin, diyor” deyimiyle tanımlanabilir bir noktaya geldi. Derecelendirme şirketlerinin raporları, negatif eğilimleri ve “çöp” alanına doğru bir gidişi sergiliyor.

Rejim, yüzde 100’e yakın devalüasyona neden olan faiz politikasını uygulamaya devam ederken “Biz ne yaptığımızı biliyoruz… Bekleyin görün” diyor ama bu iddiasına karşılık, ortaya dini ayetlere yapılan göndermelerden başka bir dayanak koyamıyor. “Olmayan dolarlarını satarak” (Reuters), adeta kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışıyor.

Bu sırada kamuoyu yoklamaları, rejimin yalnızca güven kaybetmeye devam ettiğini değil, en temel kurumsal desteğine (tarikatlara) karşı halkın öfkesinin hızla yükselmekte olduğunu, bu kurumları onaylayanların oranının AKP seçmeni içinde bile yüzde 7 dolayına çöktüğünü, halkın siyasal İslamın “gerçeğini” artık kavradığını gösteriyor.

Bu ortamda rejime bakınca karşımıza, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri, sokakta YouTuber gençleri tutuklamaya, yeniden OHAL’e uzanan bir panik ve “Ne zaman içeride büyük fırtınalar koparılıyorsa bilin ki dışarıda bir oyun tezgâhlanıyor”. “Erdoğan’ı devirin, iktidarı bize verin, o haritayı uygulayın” diyorlar… “Dedeağaç’tan ABD askerleri… sınırı geçecek. Türkiye’ye girecek” gibi hezeyanlar çıkıyor. Ekonominin kaderi bir şahsın iki dudağının arasındayken “serbest piyasaya” sadakat ilan eden, sonra büyük sermayenin temsilcilerini toplayıp “yüzer milyon dolar öksürün çorba” içelim gibisinden bir çağrı yaptığı aktarılan, “siyasal İslam az daha devleti ele geçiriyordu” gibi açıklamalarda bulunan komik tipler de “şahsımı” temsilen ortalıkta dolaşmaya başladı. Sanırım, “Siyah kuğular” zamanına girdik.

Kaynak:Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)

30 Haziran 2021 Çarşamba

Popülist sağın neoliberal kökleri

Medyada büyük çoğunluk, popülist sağı neoliberalizme karşı bir tepki olarak tanımladı fakat her ikisi de eşitlik tehdidine karşı toplumsal hiyerarşileri savunma projesinin ortak köklerini paylaşırlarSon on yılın ikinci yarısı hakkında, sağ popülizmi neoliberalizm denilen şeye karşı bir taban tepkisi olarak açıklayan inatçı bir hikâye var. Neoliberalizm sıklıkla piyasa köktenciliği olarak tarif ediliyor, ya da gezegenin üzerindeki her şeyin bir fiyat etiketi olduğu, sınırların eskidiği, dünya ekonomisinin ulus devletlerin yerini alması gerektiği ve insan yaşamının bir kazanmak, harcamak, borç almak ve ölmek çevrimine indirgenebileceği inancı olarak.

‘Yeni’ sağ ise tersine, halka, ulusal egemenliğe ve kültürün önemine inandığını iddia ediyor. Ana akım partiler desteklerini kaybederken, kendi çıkarları için neoliberalizmi teşvik eden elitler ektikleri eşitsizlik ve demokratik güçsüzleştirmenin meyvelerini topluyor gözüküyorlar.

Ama bu hikâye yanlış. Daha yakından bakarsak görürüz ki yükselen sağın önemli fraksiyonları, aslında, neoliberalizmin mutasyona uğramış nesilleridir. Nihayetinde, Birleşik Devletler’den Britanya’ya ve Avusturya’ya kadar ‘sağ popülist’ adı verilen partiler, ekonomik küreselleşmenin canına okumak için gönderilmiş intikam melekleri gibi davranmadılar. Maliyeyi dizginlemek, iş güvenliğinin altını çağını restore etmek veya dünya ticaretini sonlandırmak için planlar sunmadılar.

Genel olarak, popülist adı verilenlerin özelleştirme, deregülasyon ve vergileri kırpma çağrıları son otuz beş yıldır dünya liderleri tarafından paylaşılan kitaptan alınmadır.

Ama daha da temelli olarak, neoliberalizmi her şeyin cehennemî bir hiper-piyasalaştırması olarak anlamak hem muğlak hem de aldatıcıdır.


Pek çok ülke tarihinin şimdi gösterdiği gibi, devletleri olmayan bir kapitalizm vizyonu hayalinden çok uzakta, (‘neoliberalizm’ terimini 1950’lerin tarifi olarak kullanan) Friedrich Hayek’in kurduğu Mont Pelerin Derneği etrafında toplanan neoliberaller son yüz yılda, demokrasiyi yok etmeden kısıtlamak için devletin nasıl yeniden tahayyül edilmesi gerektiği ve ulusal ve uluslar-üstü kurumların rekabeti ve değişimi korumak için nasıl kullanılabileceği üzerine düşündüler.

Neoliberalizmi kapitalizmi kurtarmak için devletin takımlarını yenileme projesi olarak görmeye başladığımız zaman, sağın popülizme karşı olduğu varsayımı dağılmaya başlar.

Hem neoliberaller hem de yeni sağ eşitlikçilikle, küresel ekonomik eşitlikle ve ulus-ötesi dayanışmayla alay ederler. Her ikisi de kapitalizmi kaçınılmaz görür ve yurttaşları üretkenlik ve verimlilik standartları açısından yargılarlar. Belki de en dikkat çekici olan, her ikisinin de aynı kahramanlar tapınağından beslenmeleridir. Neoliberal-popülist bölünmesinin her iki cenahının da ikonu olan Hayek bunun en iyi örneğidir.

2018’de Marine Le Pen’le birlikte Fransız Front National’in (Ulusal Cephe) parti kongresinde konuşan, kendisini popülist olarak tarif eden Steve Bannon ‘kurulu düzen’i ve ‘küreselleşmeciler’i mahkûm ederken, konuşmasını Hayek’in köleliğe giden yol metaforu üzerine kurdu ve böylece efendisinin isminin otoritesini çağrıştırmış oldu.

Bannon ondan bir hafta önce Zürih’te yine Hayek’ten bahsederek onu yardımına çağırdı. İsviçreli sağcı Halk Partisi politikacısı, gazete sahibi ve Friedrich Hayek Derneği üyesi Roger Köppel’in davetinde yapmıştı bunu. Köppel, Bannon’u gazetesi Wirtcschaftswoche’nin ilk sayısında tanıtmış, gazetenin adının ‘1933’ten’ -o zaman gazete Nazilerin iktidarı ele geçirmesini desteklemişti- alındığını fısıldamıştı (sotto voce).

Bannon cüretkâr konuşmasında, “Bırakın size ırkçı desinler, bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın sizin için yerli halkın çıkarlarını koruyor desinler. Onu bir şeref madalyası olarak taşıyın” dedi. Popülistlerin amacının, hisse sahiplerinin değerini maksimize etmek değil “yurttaşlık değerini maksimize etmek” olduğunu söyleyerek devam etti. Bu neoliberalizmin reddinden çok ekonomik mantığın kolektif kimliğin kalbinde derinleşmesiydi. Popülistler insan sermayesinin neoliberal fikrini bir kenara itmekten çok onu ulusal kimlikle birleştiriyorlardı: Volk (halk) sermayesi diskuru.

Bannon Avrupa’dayken, daha önce Goldman Sachs’ta danışman olan, sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) iki başkanından biri ve 2021’e kadar Hayek Derneği’nin üyesi olan Alice Weidel ile de tanıştı. Bir diğer AfD üyesi, daha önce bir liberteryen blogcu, altın danışmanı ve Bavyera’daki Amberg’in Bundestag’taki (Alman parlamentosu) temsilcisi ve bütçe komisyonunun başkanı Peter Boehringer de yine bir Hayek Derneği üyesidir.

Eylül 2017’de, Bannon eski yayın organı Breitbart’ta, AfD’nin lider yardımcısı ve bir diğer Hayek Derneği üyesi Beatrix von Srorch ile bir mülakat yayımladı. Beatrix von Storch, Hayek’in, onun ‘aileyi rehabilite etmek’ taahhüdüne ilham verdiğini anlattı. Komşu Avusturya’da, sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin Avusturya Halk Partisi ile kısa süren koalisyon ortaklığının müzakerecisi olan Barbara Kolm, hem Honduras’ta resmi devlet kontrolünün dışında regülasyonsuz özel bir bölge yaratma girişiminin yönetim kurulunda olan Viyana’daki Hayek Enstitüsü’nün direktörü hem de Mont Pelerin Derneği’nin üyesiydi.

Son birkaç yıldır şahit olduğumuz şey, zıtların çarpışmasından çok, kapitalist kampta serbest piyasayı canlı tutmak için ne yapmak gerektiği hakkındaki uzun zamandan beri içten içe kaynamakta olan anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasıdır. İroniye bakın ki, küreselci denilenlerle popülistler arasındaki bölünme ilk önce 1990’ların başında patlak verdi -tam da pek çok kişinin neoliberal fikirlerin dünyayı fethettiğini iddia ettiği bir anda.


Neoliberalizm nedir?

Neoliberalizm sıklıkla bir dizi çözüm önerisi olarak anlaşılır, maddeler halinde hazırlanmış, sosyal dayanışma ve refah devletini yok etme planı.

Naomi Klein, felaket zamanlarında dalıp baskın yaparak kamu hizmetlerinin bağırsaklarını deşip satan ve kontrolü devletlerden alıp büyük şirketlere veren bir ‘şok doktrini’ olarak tarif ediyor.

1989’da ekonomist John Williamson’ın tarif ettiği Washington Konsensüsü neoliberal çözümcülüğün en meşhur örneğidir: gelişmekte olan ülkelerde vergi reformundan ticaretin liberalleştirilmesine, özelleştirmelere kadar on maddelik yapılması gerekenler listesi.

Bu perspektiften bakılınca neoliberalizm bir tarifler kitabı, her derde deva bir ilaç, bütün bedenlere uyan cinsinden bir koca karı ilacı olarak görünebilir.

Ancak, neoliberallerin kendilerinin yazdıkları, farklı bir resim sunmaktadır; ve sağın siyasal görünümlerinde açığa çıkan çelişkilere anlam verebilmek için tam da buraya bakmalıyız. O zaman keşfediyoruz ki neoliberal düşünce çözümlerle değil problemlerle doludur.

Yargıçlar, diktatörler, bankerler veya iş insanları ekonomik düzenin vasileri olabilirler mi? Kurumlar inşa edilebilirler mi veya büyümeli midirler? Sıklıkla görülen zulümlerine rağmen piyasalar halk tarafından nasıl kabul görebilir?

Son yetmiş yıldır neoliberalleri en çok kaygılandıran problem kapitalizm ve demokrasi arasındaki dengedir. Evrensel oy hakkı ile cesaretlenen kitle hareketlerinin oylarını daha fazla talebe cevap vermeleri için politikacılara ‘şantaj yapmak’ için kullanması, böylece devlet bütçesinin boşalması ve işleyen piyasa ekonomisini yolundan çıkarmakla tehdit etmesi demekti. Pek çok neoliberal demokraside, tevarüs edilmiş, sosyalizm lehine bir önyargı olduğundan korkuyorlardı.

Hangi kurumların kapitalizmi demokrasiden koruyacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bazıları altın standardına dönüşü savunurken, diğerleri paranın serbestçe dalgalanmasını ileri sürdü. Bazıları kuvvetli anti-tröst politikalar için mücadele etti, diğerleri tekellerin bazı biçimlerini kabul ettiler. Bazıları fikirlerin özgürce dolaşımını düşündü, diğerleri kuvvetli entelektüel mülkiyet haklarını savundu. Bazıları dini liberal bir toplumun gerekli koşulu olarak düşünürken, diğerleri onu vazgeçilebilir olarak gördü.

Pek çoğu geleneksel aileyi temel ekonomik ve sosyal birim olarak gördü. Bazıları neoliberalizmi doğru anayasa meselesi olarak görürken, diğerleri anayasayı demokrasi içinde [mümkün] gördüler -hafızalardaki cinsiyete dair bir metaforu kullanırsak- ‘anahtarının taşıyıcısının ulaşabileceği yerde olduğu bir bekaret kemeri’.

Tek önemli iç çatışma, erken 1960’larda, hareketin öncü düşünürlerinden birinin, sosyal piyasa ekonomisinin babası denilen Alman ekonomist Wilhelm Röpke’nin [harekete] yabancılaşmasıyla meydana geldi.

Röpke’nin ortak Batı kültürünü ve mirasını işlevsel bir kapitalist toplum için ön koşul sayan diğer neoliberallerle ayrılığı, onun Güney Afrika’daki Apartheid’ı kuvvetle savunduğu ve biyolojik ırkçılığı kabul ettiği bir zamana rastladı ve daha sonraki çatışmaların habercisi oldu.

1960’larda beyaz olmanın açıkça kucaklanması uç pozisyonken, daha sonraki onyıllarda neoliberalleri bölmek için geri dönecekti.

Bazıları yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını neoliberalizm -açık sınırlar felsefesi- ile birleştirmeyi bir çelişki olarak görebilir, ama bir erken neoliberal çıkışın mekânında durum böyle değildi: Thatcher’ın Britanya’sı.

Faşist Avusturya’dan gelmiş bir göçmen olarak Britanya yurttaşlığı almış olan Hayek, 1978’de başbakan olacağı seçimlerden önce, Thatcher’in ‘göçe son’ çağrısını destekleyen bir dizi başyazı yazdı.Argümanını sunmak için, 1899’da dünyaya geldiği Viyana’ya geri gitti ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’dan gelen “yüksek sayıdaki Galiçyalı ve Polonyalı Yahudinin” yarattığı zorlukları ve kolaylıkla entegre olmayı başaramadıklarını anlattı.

“Acı ama gerçek ki” diye yazdı Hayek, “modern insan ilke olarak aynı kuralların herkese uygulanması gerektiği idealini ne kadar çok benimsese de aslında sadece kendisine benzer olanlar için [geçerli] olduğunu kabullenir ve yavaş yavaş sadece kendisi gibi olduklarını kabul ettiklerinin sınırını genişletmeyi öğrenir.”

Henüz mutlak olmamakla beraber, bu Hayek’in 1970’lerdeki işleyen bir piyasa düzeni için ortak bir kültür ve grup kimliğinin gerekliliği önerisinden, daha önce neoliberal bir toplum için düşünülen -hukukun üstünlüğü altındaki her yerde evrenselci insan nosyonuna dayalı-şablondan bir dönüştü.

Bu yeni kısıtlamacı tutum, özellikle, Amerikalılardaki liberteryen eğilimlerle kıyaslandığında her zaman Muhafazakârlara meyleden, Britanyalı neoliberallerle rezonans halindeydi. Beyaz olmayan göçmenlere daha muhalif birini bulamayacağınız Enoch Powell’ın* Mont Pelerin Derneği’nin üyesi olduğunu ve bazı toplantılarında konuşma yaptığını unutmayalım.

1970’lerin yeniliklerinden biri, Hayek’in muhafazakâr değerler retoriğinin yeni bir felsefenin -kendisinin daha önce ilgi duyduğu sibernetik, etoloji ve sistem teorisi ile karışmış sosyo-biyolojinin- etkileri ile birleştirilmesiydi. Sosyo-biyoloji 1975 yılında Harvard’lı biyolog E.O.Wilson’ın yazdığı bir kitabın başlığında anılmıştı. Buna göre bireysel insan davranışı hayvanlar ve diğer organizmalarınkiyle aynı olan evrimsel mantıklara göre anlaşılabilirdi. Hepimiz kendi genetik malzememizin yeniden üretimini maksimize etmek peşindeyiz. İnsanlardaki özelliklerin kaderi de aynı yolla anlaşılabilir: seçilim baskıları daha az yarayışlı özellikleri ayıklarken daha yarayışlı olanlar çoğalır.

Hayek’in dikkati sosyo-biyolojinin içgörülerine takılmıştı ama genlere aşırı vurgusunu sorguladı. İnsandaki değişimin “kültürel evrim” adını verdiği süreçlerle daha iyi anlaşılabileceğini önerdi. Amerikan muhafazakarları 1950’ler ve 1960’larda, William F. Buckley’in dergisi National Review’un etrafında, piyasa liberteryenliği ve kültürel muhafazakarlığın bir “birleşimciliğini” teşvik ederken, Hayek’in bilime açılması nihayetinde evrimci biyoloji, kültürel antropoloji ve hatta yeniden canlandırılan ırk biliminden gelişigüzel ödünç almalar için kavramsal mekân sunan yeni bir birleşimcilik yaratacaktı. Gelecek onyıllarda, neoliberalizmin özellikleri defalarca neo-natüralizmin özellikleriyle birleştirileceklerdi.

Hayek 1980’lerin başında, gelenekten “iyi toplum”un gerekli bir malzemesi olarak bahsetmeye başlamıştı. 1982’de, Heritage Foundation’un önünde, sağlıklı piyasa toplumlarının temeli olarak “bizim ahlaki mirasımız”dan bahsetti. 1984’te, “içinde sadece aklın değil, ama akıl ve ahlakın eşit ortaklar olarak yaşamlarımızı yönettiği, ahlaklara dair hakikatin sadece modern medeniyetin ahlaklarını yaratan Hıristiyan Batı’daki tek ahlak geleneği olduğu bir dünyaya geri dönmeliyiz” diye yazdı.

İma edilen şey açıktı. Bazı toplumlar kişisel sorumluluk, maharet, akılcı eylem, uzun süreçler yerine kısa zaman tercihi gibi kültürel özellikler geliştirmişlerdi, diğerleri bunu yapamamıştı.

Bu özellikler kolaylıkla ithal edilemeyecekleri ve nakledilemiyecekleri için, kültürel olarak daha az gelişmiş olan toplumların -diğer bir deyişle, gelişmekte olan dünyanın- Batı’yı yakalayabilmek için uzun bir dağılma süreci deneyimlemesi gerekecekti, sonuca ulaşılabileceğine dair bir garanti de vermiyordu.


Irk ve ulus

1989’da tarih müdahale etti ve Berlin Duvarı çöktü. Önceden görülmeyen bu olayın devamında, kapitalizmin kültürlerinin nakledilip nakledilemeyeceği veya organik olarak büyüyüp büyüyemeyeceği sorusu da bağlantılı olarak ortaya çıktı. Geçiş bilimi (Transitionology), sosyal bilimciler eski komünist toplumları kapitalist yapma problemini kendilerine görev edinirken yeni bir alan haline geldi.

1991’de, George H. Bush tarafından fikirleri “dünyanın gözleri önünde doğru çıkan” bir vizyoner olduğu için Hayek’e Başkanlık Özgürlük Madalyası verildi. Aklınıza neoliberallerin 1990’ların geri kalan zamanını kendilerini kutlayarak, Doğu Avrupa’nın üniversiteleri ve kütüphanelerinde gösterime çıkacak olan Mises† heykellerini parlatarak geçirdikleri gelebilir. Ama doğrusu tam tersiydi. Hatırlatalım ki, 1930’lardan beri neoliberallerin baş düşmanı Sovyetler Birliği değil Batı’daki sosyal demokrasiydi. Komünizmin çöküşüyle gerçek düşmanın yeni alanlara yayılabilme potansiyeli var demekti. Mont Pelerin Derneği başkanı James M. Buchanan’ın 1990’da söylediği gibi, “sosyalizm öldü ama Leviathan‡ yaşıyor”.

Neoliberaller için 1990’lar üç büyük endişe getirdi. Birincisi, yeni özgürleşmiş komünist blokun bir gecede sorumlu piyasaya dönüşmesi beklenebilir miydi ve bunu yapmaları için ne gerekiyordu? İkincisi, Avrupa’nın giderek sıkılaşan entegrasyonu neoliberal bir kıtanın müjdecisi miydi yoksa refah politikalarının, işçi haklarının ve yeniden dağılımın süper devletinin ölçeği mi büyüyecekti? Ve nihayet, değişen demografi -yaşlanan beyaz nüfus ve onunla eşleşen büyüyen beyaz olmayan nüfus. Belki bazı kültürler -ve hatta bazı ırklar- piyasanın başarısına daha yatkınken diğerleri değil midir acaba?

1990’lı yıllar neoliberal kampta AB ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulus üstü kurumlar ve uluslararası yatırım yasasına inananlarla -bunlara küreselciler diyebiliriz- neoliberal sonuçlara en iyi şekilde ulusal egemenliğin ulusa geri dönmesiyle -hatta ayrılmış daha küçük birimlere- ulaşılabileceğini düşünenler arasındaki çatlakla başladı. Böyle bir yan yana duruşun Brexit kampanyasını yürüten popülistlerle liberteryenlerin uzun zamanlar süren birlikteliğinin temelini sağladığı söylenebilir.

Hayek’in kültürel evrime dair fikirlerinin etkisinin giderek büyümesi ve sinirbilimiyle evrimci psikolojinin artan ana akım popülaritesi ayrılıkçı kamptaki pek çok kişinin daha katı (kesin sonuçlu) olan bilimlere dönmelerine yol açtı. Bazılarına göre, piyasa düzeninin temellerini aramak “beynin daha derinlerine gitmeyi” gerektiriyordu, Mont Pelerin Derneği üyesi Charles Murray’nin 2000’deki bir makalesine verdiği başlıktaki gibi.

2008’i takip eden krizler neoliberallerin iki kampı arasındaki gerilimleri kafa kafaya getirdi. 2015 yılında bir milyonun üstünde sığınmacının Avrupa’ya gelişi, kazanma şansı yüksek, yabancı düşmanlığı ile serbest piyasa değerlerinin birleşimi olan yeni bir politik hibrit için fırsat yarattı. Ama, sağda neyin yeni olduğu ve neyin geçmişten miras alındığı konusunda gözü açık olmak gerekiyor.

Sağcı Brexit kampanyası, örneğin, Thatcher’ın kendisinin attığı temeller üzerinde yükseliyordu. 1988’de Bruges şehrindeki ünlü bir konuşmada Thatcher, şöyle demişti: “Britanya’da devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa süper devletinin Brüksel’de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir.”

Konuşmadan (ve kendisine asalet unvanı veren kadından) ilham alan Mont Pelerin Derneği’nin eski başkanı, Ekonomik İşler Enstitüsü’nden Lord Ralph Harris ertesi yıl Bruges Grubu’nu kurdu.

Bugün, Bruges Grubu’nun web sitesi gururla, “Avrupa Birliği’nden ayrılmayı sağlayacak oyları kazanmak için entelektüel savaşın başını çekmiş olduğunu” iddia ediyor. Bu olayda, popülist denilenler doğrudan neoliberal saflardan geldiler.


Brexitçiler ulusu överken, Almanya ve Avusturya’da doğaya çağrı bariz bir şekilde görünüyor. Belki de yeni birleşimcilik hakkında en çarpıcı olan şey piyasa hakkındaki neoliberal inançları sosyal psikolojiye dair şüpheli iddialarla harmanlama biçimi. Zekâ takıntısı özellikle dikkate değer. “Kognitif sermaye” terimi genellikle Fransız ve İtalyan Marksist teorisyenler ile ilişkilendirilirse de, Charles Murray gibi neoliberaller, zekâdaki kısmen kalıtsal olan, IQ olarak niceliklendirilebilecek grup farklılıklarını tarif etmek için 1994’teki The Bell’e kadar geriye gidecek bir zamandan beri kullanmaktalar.

Hayek Derneği’nin kurucusu olan (ve 2012’de Hayek Madalyası’nı alan) Alman sosyolog Erich Weede ekonomik büyümenin ilk belirleyicisi olarak zekâyı anlamak için ırk teorisyeni Richard Lynn’i takip ediyor. Alman Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’e göre ulusların servetleri ve yoksullukları tarih ile değil nüfuslarının inatçı nitelikleriyle açıklanır; Sarrazin’in Germany Does Itself In (Almanya Kendini Tüketiyor) başlıklı kitabı Almanya’da 1,5 milyon sattı ve AfD gibi İslamofobik partilerin başarısına payanda oldu. Almanya’ya Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçe IQ temelinde karşı çıkarken Sarrazin de Lynn ve diğer zekâ araştırmacılarına referans veriyor.

Sağcı neoliberaller Volk Capital (Halk Sermaye) nosyonuyla ülkelere averaj zekâlar atfederler ve bunu öyle bir yolla yaparlar ki, ‘insan sermaye’ kavramını kolektifleştirir ve kalıtsal kılarlar. İstatistiksel olarak yakalanamayan değerler ve geleneklere dair imalar eklerler ve bir ulusal öz, ulusal karakter dilinin gölgeli alanına girerler.

Neoliberalizmin yeni birleşimciliği ve neo-doğalcılığının sunduğu dil piyasanın pan-hümanist evrenselciliğini değil, kültür ve biyolojiye dayalı parçalara ayrılmış bir dünya görüşünü sunar.


İnsan doğasının bu yeni vizyonunun sonuçları popülist partilerin ötesine, alt-right (internette örgütlenen, ırkçı, cinsiyetçi, antisemitik, beyaz üstünlükçü hareket; -ç.n.) ayrılıkçılığına, kimlikçilik (pan-Avrupacı aşırı sağ ideoloji, Avrupalıların ve onların soyundan gelenlerin sahip olduğu iddia edilen kültür ve topraklara aidiyetini savunmak; ç.n.) ve beyaz milliyetçiliğine kadar uzanıyor.


Daha az kırılma daha çok devamlılık

Neoliberallerin hepsi kültür ve ırk gibi dışlayıcı kavramlara doğru dönüş yapmadılar. Bazıları Hayek ve Mises’in kozmopolitan mirasının hoşgörüsü olmayan yabancı düşmanları tarafından ele geçirilmesi olarak gördükleri bu duruma karşı harekete geçiyorlar. Ama bazen protestolarının hiddeti kapıyı tutmuş popülist barbarların aslında kalenin içindekiler tarafından beslendiği gerçeğini örtüyor.

Çarpıcı bir örnek 1990’larda, komünizm sonrası Çek Cumhuriyeti’nde maliye bakanı, başbakan ve başkan olarak neoliberal hareketin sevgilisi olmuş olan Vaclav Klaus’tur. Klaus geçiş döneminde şok terapisinin savunucusu, Mont Pelerin Derneği üyesi ve toplantılarının konuşmacısıydı. Hayek’i kişisel bilgesi olarak gördüğünü söylemişti. 2013’te, Klaus Cato Enstitüsü’nde kıdemli hoca oldu, F.A.Hayek Amfisi olan Enstitü kozmopolitan liberteryanizmin kalesiydi.

Ama Klaus’un siyasal yolculuğuna bakın. 1990’larda, geçiş momentumunda, kuvvetli devletin ordoliberal (istenilen sonuçları elde etmek için ekonomide devletin düzenleyici rolüne inanan akım; -ç.n.) rolü çağrısı ile piyasanın bilinemezliği Hayekçi beyanını birleştirerek başladı. Daha sonraki onyılda, Avrupa Birliği’nin çevresel politikalarını giderek daha sesli bir şekilde hedefe koyan bir pozisyona vardı. Erken 2000’li yıllarda, tam-gelişmiş bir iklim inkârcısı olmuş, 2008’de ise Blue Planet in Green Shackels (Yeşil Zincirlerle Sarılmış Mavi Gezegen) kitabını yazıyordu.

2010’larda, Klaus popülist hareketin iyilikçi gücünü keşfederek Avrupa Birliği’ni sonlandırma, ulus devlete dönüş ve sınırları göçmenlere kapatma çağrısı yaptı. Ama sağa savrulması örgütlü neoliberal hareketle ilişkisini kesmeye yol açmadı.

Mont Pelerin Derneği “iyi toplumun karşısındaki popülist tehdit” konferansıyla poz yaparken, Klaus aynı yıl kendi konferanslarında, “Avrupa’ya kitlevi göç… Avrupa’yı yok etmekle ve hem geçmişten hem de Mont Pelerin Derneği’nin düşündüğünden çok farklı olacak bir Avrupa yaratmakla tehdit etmektedir” dedi. Klaus Avrupa Parlamentosu’nda birlikte çalıştığı aşırı sağcı partilerle beraber malların ve sermayenin serbest dolaşımını savunurken bazı insanlara çizgiyi çekmektedir.


Klaus gibi ideologlar popülistten ziyade liberteryen yabancı düşmanları olarak daha iyi tarif edilebilirler. Onlar, kırsaldan fenerleri ve yabalarıyla gelen neoliberalizmin düşmanlarından daha çok, yıllar boyu süren kapitalizmi düzeltecek ne varsa yaşatmalı konulu konuşmalar ve tartışmalarından beslenen, neoliberalizmin çocuklarıdır.

Yeni bulunan ırk, kültür ve ulusla yapılacak düzeltme aldığı en son şekildir: hepimizin aynı olduğumuz fikri üzerinde değil de esastan, hatta belki de kalıcı olarak, farklı olduğumuz fikri üzerine kurulu bir piyasacı felsefe. Yükselen yeni sağ üzerine ortaya çıkan bütün hiddete rağmen temelde yeni bir geometrisi olan yeni bir politik döneme girmedik. Kırılmayı abartmak devamlılığı kaçırmak demektir.

15 Haziran 2021


"Quinn Slobodian: Massachusetts’de Wellesley College’da tarih öğretmektedir. En son kitabı: Globalists:The End of Empire and the Birth of Neoliberalism."

Çeviri: Sevil Kurdoğlu



22 Kasım 2020 Pazar

Ahbaplar, Çavuşlar ve 2020 Türkiye’sinde Neoliberalizm

Türkiye'nin ekonomi politik rejiminin ne olduğuyla, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir tartışma yeniden alevlendi. Günümüz Türkiye’sini neoliberalizm üzerinden okumak hâlâ mümkün mü? Yoksa AKP ve özellikle Erdoğan özelinde yoğunlaşan güç, ekonominin siyasetten özerkliğini tamamen eritip, “kroni kapitalizm” ya da ahbap çavuş kapitalizmi diyebileceğimiz yeni bir modeli mi ortaya çıkardı? Twitter’da bir atışma şeklinde başlayıp çeşitli internet programlarında bir fikir alışverişine dönüşen bu tartışma, Türkiye’nin bazı temel güç ilişkilerini nasıl yorumlamamız gerektiği konusunda önemli ipuçları veriyor.



Neoliberalizm konusunun hâlâ tartışmaya açık yönlerinin olması dahi şaşkınlık yaratabilir. 24 Ocak kararlarından başlayıp Özal döneminde kristalleşen, Kemal Derviş önderliğindeki reform hareketiyle kurumsal düzene oturan ve ilk Erdoğan hükümetinin derinleştirdiği bu ekonomi politik rejim siyasete ilgi duyan hemen herkesin öğrendiği ilk on terimden biridir. Bazı alanlarda kapsayıcı bir aşağılama niteliği taşır. Diğerlerine, tarihi geçmiş bir etiket, ne dediğini tam da bilmeyenlerin kolaycı bir yakıştırması gibi gelir. Özellikle birçok neoklasik iktisatçının bu kavramdan bezdiğini, kendi akademik donanımlarına yapılan haksız bir küçümseme olarak algıladıklarını da görüyoruz. Peki, neoliberalizm kavramında sıkılacak su kaldı mı? Bize fayda sağlayacak, dünyayı ve Türkiye'yi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak kadar kullanışlı ve kesin bir anlamı var mı?

Tartışmanın ana taraflarından Berk Esen için cevap hayır. Esen, 2008 krizinden sonra, en çok da son beş-altı yıldır, Türkiye'deki kaynak dağılımının piyasa değil, devlet tarafından AKP’nin bekası adına yapıldığını savunuyor. Siyasi kaygılarla yandaş iş insanlarının zenginleştirilmesi, Merkez Bankası'nın ve denetleyici kurumların özerkliklerinin tamamen yok edilmesi ve cumhurbaşkanının ağzından çıkacak kelimelerin herhangi bir piyasa dengesinden çok daha önemli iktisadi sonuçlar veriyor olması içinde bulunduğumuz rejimin neoliberal olamayacağını gösteriyor. Esen’e göre bu sistemin adı ancak ahbap çavuş kapitalizmi olabilir. Burak Bilgehan Özpek de Erdoğan özelinde tekelleşen siyasi gücün popülist amaçlar doğrultusunda kaynak dağıttığını savunuyor. İnsanları “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran bu görüş, sınıfı ne olursa olsun, kendisine yakın gördüklerine yeri geldikçe ihale, memuriyet, iş güvencesi ve daha birçok iktisadi avantaj sağlıyor. Bu düzen, güçlü, öngörülebilir ve rasyonel bir devlet gerektiren neoliberalizmden uzak, ancak yine ahbap çavuş kapitalizmi olarak adlandırabileceğimiz bir yapı. Özpek ve Esen, kroni kapitalizm eleştirisine dayalı bir muhalefetin doğrudan Erdoğan ve AK Parti’yi hedef alacağı, diğer neoliberal aktörlerle de işbirliği olanağı yaratacağı için daha verimli olacağını savunuyorlar.

Tartışmanın karşı tarafındakilerin argümanları daha farklı. Üzerinde anlaşılan en önemli nokta günümüzdeki ahbap çavuş ilişkilerinin neoliberalizmden bir kopuşu değil, onun içindeki bir dönemi ifade ettiği. Sinan Erensu neoliberal özne oluşumunun devamlılığını, insanların kendilerini birer “mini şirket” olarak gördüklerini vurguluyor. Pınar Bedirhanoğlu neoliberal düzeni kapitalizmin en son aşaması, demokratik vatandaşlık ilkesini yok eden bir sınıf projesi olarak tanımlıyor. Ali Rıza Güngen, finansal bağımlılığa dayalı büyüme politikalarının Türkiye’yi küresel sermaye piyasalarına endekslediğini, uluslararası düzeyde büyük bir dönüşümle ortaya çıkmış olan neoliberalizmden tekil ülkelerin kolay bir kopuş sağlayamayacaklarını vurguluyor. Mustafa Kutlay ise, AKP’nin ilk dönemine düzenleyici neoliberalizm, son dönemine devlet kapitalizmi adını veriyor. Kutlay’a göre neoliberalizm sonrası devlet kapitalizmini işletmeye çalışan ülkeler deneme yanılma yöntemiyle ilerliyorlar ve sıklıkla yanılıyorlar. Ahbap çavuş kapitalizmi gibi görünen şey aslında devlet kapitalizmi denemelerinin dejenere olmasıyla ortaya çıkan bir eksiklik.

Bu tartışmada en çok dikkat çeken unsur, tarafların pratik politikalar konusunda anlaşıyor olmaları. Herkes 2020 Türkiye’sinde AKP’nin piyasaları nasıl şekillendirdiği, hangi şirketlere devlet eliyle nasıl kaynaklar dağıttığı konusunda hemfikir. Anlaşma sağlanamayan konu neoliberalizm kavramının mevcut durumu açıklamadaki işlevselliği ve bu kavramın sınırlarının ne olması gerektiği. Dar anlamıyla, Washington görüş birliği politikaları artık Washington’da dahi pek uygulanmadığından, 2020 Türkiye’sine neoliberal demek güç. Daha geniş anlamıyla ise, ABD’den Almanya’ya, Türkiye’den Endonezya’ya kadar, içinde sayısız farklılıklar barındıran birçok rejimi ayni isimle anmamız bu kavramı fazlaca esnetiyor.

Bence bu tartışmada analitik olarak farklı, fakat hem teoride hem pratikte birbiriyle çeşitli şekillerde ilintilenen bazı kavramlar birbirine karışıyor. Değişik düzeylerde yer alan, birbirlerine karşıt oluşturmayan kavramlar karşılaştırılıyor. En önemli karmaşa ise şurada ortaya çıkıyor: Neoliberalizm ile kroni kapitalizm birbirlerinin zıttı, ya da birinin varlığı diğerini hükümsüz kılacak değişkenler değil. Neoliberal bir düzen pekâlâ kroni kapitalist özellikler göstermeye başlayabilir. Ahbap çavuş kapitalizmi hem neoliberalizmde hem kalkınmacı devlet biçimlerinde ortaya çıkabilir. Yandaşlarını kollayıp, piyasayı partinin bekasına kurban eden AKP hükümeti, bu patrimonyal düzeni genel neoliberal yapılar altında kurdu ve devam ettiriyor.

Bu kavramsal kargaşayı bir düzene oturtmak için Erik Olin Wright’in oyun metaforundan faydalanabiliriz. Wright’a göre bir oyun üç seviyede incelenebilir: (1) hangi oyunun oynanacağı, (2) oyunun kuralları ve (3) oyun içindeki hareketler. İlk seviye kalıcı yapıları, ikinci seviye kural ve düzenlemeleri, üçüncü seviye ise aktörlerin değişken ve duyumsallık gösteren hamlelerini kapsıyor. Politik ekonomi rejimlerini bu modele göre tasnif edersek değişik alternatifler ortaya çıkıyor:

  • Hangi oyunun oynanacağı (üretim biçimi): kapitalizm. Günümüzde, en azından öngörülebilir gelecekte, bu oyun sabit.
  • Oyunun kuralları (birikim rejimleri): refah devleti, kalkınmacı devlet modeli ve neoliberalizm. Yakın tarihte bu kuralların her biri dünyanın birçok ülkesinde uygulandı.
  • Oyun içindeki hareketler (parti stratejileri, pratikteki hükümet-sermaye ilişkileri): gayri şahsi ve kurallara dayalı, şahsi ve patrimonyal.

    2005 Türkiye'sinde AKP’nin oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları neoliberal, AKP’nin oyun içi stratejisi ise kurallara dayalı ve gayri şahsiydi. 2020 Türkiye’sinde oyun ve kuralları genel olarak aynı kalmakla birlikte, AKP’nin oyun içi stratejisi şahsi ve patrimonyal. AKP ve özellikle Erdoğan, bu oyunda egemenleştikçe, oyunun kurallarını da esnetiyorlar. Erdoğan, ahbap çavuş kapitalizmi dediğimiz patrimonyal hamlelerini derinleştirdikçe, kurumlara ve öngörülebilirliğe dayanan neoliberal ideal tipinden uzaklaşıyoruz. Fakat kuralların değiştiğini, artık neoliberal düzenden çıktığımızı iddia edebilmek için değişimin köklü ve devamlı olması, yeni bir birikim rejiminin yerine oturması gerekiyor. Bu da şu anda Türkiye özelinde mümkün gözükmüyor.

    Oyun metaforunun ne denli kullanışlı olduğunu başka örneklerle kanıtlamaya çalışayım. Güney Kore’nin 1970 civarında oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları (Asya tipi) kalkınmacı devlet, Park Chung-hee rejiminin oyun içi hareketleri ise kurallara dayalı idi. Endonezya’nın 1980’de oynadığı oyunun kuralları kalkınmacı devlet, Suharto rejiminin oyun içi hareketleri ise patrimonyaldi. Kroni kapitalizm eleştirisinin 1997 Asya krizi sırasında popülerlik kazanması rastlantı değil. Bu eleştiri kalkınmacı devlet adı altında Asya kaplanlarında yapılanların aslında kroni kapitalist politikalar olduğunu, yani chaebol tipi holdinglerinin devletten aldıkları rantlarla büyüdükleri yönündeydi. Yani neoliberalizmdeki ahbaplar, yandaşlar ve çavuşlardan önce, piyasaları plancı kurumlar vasıtasıyla kısıtlayan kalkınmacı devletler kroni kapitalist olmakla itham edildiler.

    Yukarıda bahsettiğim oyun metaforunda birikim rejimini ikinci, pratikteki hükûmet-sermaye ilişkilerini üçüncü seviyeye yerleştirdim. Bu yüzden ahbap çavuş kapitalizminin (üçüncü seviye) neoliberalizme (ikinci seviye) alternatif olmadığını iddia ettim. Birikim rejimi olarak adlandırdığım refah devleti, kalkınmacı devlet ve neoliberalizm ideal tipleri, uluslararası köken ve bağlantılarının olması yanı sıra, özellikle ulus-devletlerdeki sermaye birikim altyapılarına denk geliyor. Her kapitalist devlet vergilerle kamu maliyesini işlettiği, devamlılığını canlı bir ekonomiyle sağladığı için ülkesindeki sermayenin bekasını kollamak zorunda. Büyüyen nüfusa yeni iş olanakları sağlamak ve az da olsa gelir büyümesi ile toplumsal istikrarı korumayı ister. Bu yüzden de sermaye birikimini arzu eder, bunun önünü açar. Sermaye birikiminin hangi koşullarda ve hangi altyapısal varsayımlar ile sağlayacağının adı birikim rejimidir. Örneğin, küresel güneydeki kalkınmacı devlet modeli, devletin mali gücüyle özel ve kamusal yatırımları desteklemeye ve bunun karşılığında disiplin ve performans çıkarımına dayalıdır. Neoliberal birikim rejimiyse sermayenin özel mülkiyet haklarının vurgulandığı, kurum ve kurallar aracılığıyla sermaye haklarının isçi ve diğer halk katmanlarına karşı korunduğu, bu yöntemle büyüme ve verimli kaynak dağıtımının hedeflendiği bir birikim rejimidir.

    Kalkınmacı devlet modeli ya da neoliberalizmin yerelde uygulanışı ise ideal tipe her zaman yakınsamıyor. Kurallara dayalı, gayri şahsi devlet-sermaye ilişkilerine dayanması beklenen bu birikim modelleri dejenere olabiliyor ve yolsuzluk ya da rantçılığa kayabiliyor. Ahbap çavuş kapitalizmi de ister kalkınmacı devlet modelinde olsun ister neoliberalizmde, şahsi çıkar ilişkilerine dayanan bir yolsuzlaşmanın sonucu. Tabii, yolsuzluk ya da rüşvetin ne kadar muğlak, hassas kantitatif ölçümlere direnen kavramlar olduğunu biliyoruz. Tam da bu yüzden kroni kapitalizm kavramı da kaygan ve müphem. Rant ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yerleşik bir birikim rejiminden çok, bir dizi pratikten ibaret. Bu pratikler oyunun kurallarını esnetebilir, fakat bu pratiklerin oyunun kurallarını değiştirmesi için daha köklü dönüşümler gerekir. Erdoğan, yandaşçı politikaları ile oynanan oyunda diğer aktörlere oranla dominantlaştıkça, Türkiye de kurallı bir neoliberalizmden uzaklaşıyor.

    Bu tartışmada gözden kaçırılan başka bir nokta ise neoliberalizm çalışmalarındaki bazı yeni gelişmeler. Bu kavramın hem destekçileri hem karşıtları David Harvey’in çerçevelediği bir düzlemden hareket ediyorlar. Sermayenin özgürleşmesi ya da devlet düzenlemeleri gibi ayak bağlarından kurtularak piyasa mekanizmalarına tabi olması üzerinde yoğunlaşan bu anlatım, yanlış olmamakla birlikte, eksik. Quinn Slobodian’in 2018 basımlı kitabı Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism, daha yeni ve faydalı bir yaklaşım içeriyor. Kendilerini neoliberal olarak tanımlayan, Avusturya, İsviçre ve Alman ekolü kökenli iktisatçı ve uluslararası hukuk düşünürlerini önceleyen bu kitap, Türkiye üzerine yapılan tartışmalara da faydalı olabilecek nitelikte.

    Slobodian’a göre neoliberalizm, sermayenin serbestleştirilmesi ya da ayak bağlarından kurtarılması projesi değil, demokratik taleplerden sakınabilmek için zarflanması ilkesine dayalı bir sistem. Mont Pelerin cemiyetiyle özdeşleşmiş bu epistemik topluluğu ciddiye alırsak, neoliberal düşünürlerin ilk ve en önemli endişelerinin imparatorluk sonrası dünyasında sermayenin bütünlük ve imtiyazlarını nasıl koruyacakları olduğunu görüyoruz. Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Avusturya sermayesinin Doğu Avrupa’da dolaşım serbestisinin kalmamasını dert eden von Mises ve Hayek gibi yazarlar, sermayeyi özgürlüklerine yeni kavuşmuş devlet ve insanların demokratik taleplerinden korumanın derdindeydiler. Sermayeyi uluslararası hukuk ve kurumlar arayıcılığıyla zarflayıp, egemenlik (imperium) ve iyelik (dominium) arasındaki farkı yeni oluşan ulus-devletler düzeyinde korumak istiyorlardı. İmparatorluklarla eşleşmiş klasik liberal dönemin bitiminden hemen sonra ortaya çıkan bu entelektüel hareketin liderleri de projelerini “neoliberal” olarak adlandırdılar.

    Bu argüman neoliberalizmin düşünsel tarihini 1973 Şili darbesinden çok daha öncelere, Kızıl Viyana’ya çekiyor. Neoliberalizmin bir tepki olarak ortaya çıktığı tarihsel bağlam dekolonizasyon süreci, yeni devlet ve milletler ve onların yeni özgürleşmiş vatandaşlarının sermayeye karşı yaptıkları demokratik talepler. 19. yüzyıl liberalizminin demokrasiye duyduğu güvensizliğin yeniden üretildiği bir proje bu. Gerçekten de 20. yüzyıl boyunca, Keynesyçi görüş birliği ve sosyal demokrasinin de etkileriyle, birçok bölgede vatandaşlar kaynak dağılımını vatandaş olarak da etkileyebildiler. İnsanların yalnızca işçi, tüketici ya da piyasa aktörleri olarak değil, vatandaşlık üzerinden siyasi özneler olarak da kaynak dağılımını etkileyebilmeleri, bu yeni demokratik düzende sermayenin bazı sosyal sorumluluklar almasına neden oldu; küresel kuzeyde tam istihdam, yerel camialara yatırım ve görece yüksek şirket vergileriyle ulusal refahı destekleme gibi sorumluluklar yüklendi. Küresel güneydeki sermaye ise ulusal kalkınmadan sorumlu “milli servet” olma yükümlülüğünü kazandı. Bu sorumluluklar devlet desteği getirdiği gibi, performans beklentileri de doğuruyordu. Neoliberal hareketin çıkışından itibaren ana hedefi sermayeyi bu tür demokratik taleplerden korumak, egemenliğini yeni kazanmış toplumların mülkiyet haklarına da müdahale edebilmeleri küstahlığını kollamaktı.

    1980’ler ile ivme kazanan neoliberal dönüşüm işçilerin, vatandaşların, kısacası kapitalist olmayan her toplum katmanının kaynak dağılımı üzerindeki söz hakkını bertaraf ederek işe başladı. Bu aynı zamanda sermayenin devlet yetkisiyle belirlenmiş sosyal sorumluluklarını da aşındırdı. Milton Friedman’ın 1970 tarihli “İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu Kârlarını Artırmalarıdır” adlı makalesi, şirketlerin asıl görevlerinin hissedarların yatırımlarına değer katmaktan ibaret olduğu anlayışına yapılan vurgular, bu dönemde egemenleştiler. Şirketler küreselleşmeyle birlikte yerel bağlarını büyük ölçüde koparmaya başladılar. Kısacası, sermayenin özel mülkiyet hakları topluma karşı olan zorunlu sosyal sorumluluklarından ayrıştı. Demokratik taleplere karşı bağışıklık kazanmış bir sermaye var önümüzde. Neoliberalizmin başarısı budur ve bu bağışıklık kırılmadığı sürece birikim rejimi neoliberal kalacaktır.

    Yukarıdaki çerçeve Türkiye gerçekliğini de açıklıyor. Türk sermayesi ithal ikameci dönemde sahip olduğu ulusal misyondan çok uzakta. AKP hükümeti yandaş bir inşaat ya da enerji şirketine ihaleler verdiğinde, halkın vergisi ve rakip şirketlerin piyasa payı pahasına ahbaplarını beslediğinde, bunu herhangi bir kalkınma projesi hedefiyle yapmıyor. “Yerli ve milli” olma ideolojisinin tam bir incir yaprağı, bu söyleme katılanların dahi inanmakta zorlanacakları bir anlatı olduğunu belirtmeye gerek bile olmayabilir. Özünde, AKP-yandaş sermaye ilişkisinin iş insanını zenginleştirip AKP’nin gücünü pekiştirmekten ibaret olduğu açık. Bu durum da sermayenin ulusal sorumluluklarından arınıp, yalnızca özel mülkiyet ve onun serpilmesini mümkün kılan partiye olan borçluluk düzleminde gerçekleşen bir birikim rejimine işaret ediyor. Sermayedar partinin yönlendirmesiyle sosyal yardımda bulunduğunda da bunu genel geçer bir yükümlülükten ötürü değil, AKP’li belediyeler yoluyla ve partinin seçmenine yönelik yapıyor. Yani AKP, geniş demokratik taleplere karşı korunmuş, neoliberal düzenin takıntısız sermayesinin içindeki bazı yandaş hizipleri besliyor, yandaş olmayanları yeri geldiğinde harcıyor. Bunu yaparken de dejenere olmuş bir neoliberal düzen içinde hareket ediyor.

    Peki AKP rejimine muhalefeti neoliberalizm karşıtlığı üzerinden kurarsak ne kazanıyor ve ne kaybediyoruz? “AKP neoliberal olduğu için kötü” söylemine dayalı bir eleştiri başarılı olamaz. Bugünküne hiç benzemeyen neoliberal düzenler mümkün. Bu birikim rejimi kurallı, düzenli ve tahmin edilebilir olabilir. Hukukun üstünlüğünü ve hukuk önünde eşitliği sağlayabilir. Ekonomik büyümeyle birlikte belli bir zenginleşme gerçekleştirebilir. Tabii bu neoliberalizmin günahsızlığı anlamına gelmez. Yaygın bir eşitsizliğe, piyasa dışı müdahaleler yapılmazsa varlık içinde yokluğa yol açabilir. Demokratik vatandaşlık anlayışını aşındırır. Fakat, 2020 Türkiye’sinde AKP’nin ahbap çavuş ilişkileri vasıtasıyla yürüttüğü çürük düzen, birikim rejiminin neoliberal olmasından öte, AKP’nin neoliberalizmi bile dejenere etmesinden kaynaklanıyor.

    Son söz olarak neoliberalizmin sınırlarından ve sonrasından bahsetmek istiyorum. Bunun sebebi hem daha adil bir gelecek hayal etmek hem de kullandığım şekliyle bu kavramın yanlışlanabilir olduğunu, belli sınırlar aşıldığında neoliberalizmden çıkılabileceğini göstermek. Neoliberalizmin alternatifleri yalnızca geçmişte kalan refah devleti ya da kalkınmacı devlet kavramları değil. Gelecekte de alternatifler yaratmak mümkün. Bir potansiyel dönüşüm iklim değişimi nedeniyle gelebilir. Küresel ısınma arttıkça, günümüzde sık sık görülmeye başlanan iklim felaketleri sistemik bir hal aldıkça, devletler oyunun kurallarını değiştirmeye başlayabilirler. İklim felaketlerine karşı verilecek mecburi savaş, sermayeye yeni toplumsal görevler yükleyebilir. 20. yüzyılın aksine bu görevler ekonomik büyüme ve refah yönelimli değil, iklim değişiminin zararlı sonuçlarını sınırlama ya da vatandaşlara asgari geçim ve tüketim malzemeleri sağlamak yönünde olabilir. Bu dönüşüm, devletlerin veya eşdeğer siyasi kurumların önemli planlama yetkileri kazanmasıyla mümkün olacaktır.

    Benzer bir şekilde, uzun zamandır vaat edilen yapay zekâ devrimi çalışma ilişkilerini altüst ederse, ortaya çıkabilecek muazzam işsizlik neoliberalizmden çıkışı mümkün kılabilir. Eğer toplumlar bu dönüşüme sol bir yanıt verirlerse, ücretli emek bağımlılığını azaltacak ya da yok edecek düzeyde bir evrensel temel gelir oluşturulabilir. İşçinin sermayeden bağımsızlığını ilan ettiği bu düzen neoliberal olmaktan, hatta belki, başka koşullar da sağlanırsa, kapitalist olmaktan dahi çıkabilir. Ne yazık ki yanıtın sağdan gelmesi muhtemel. Bu durumda işçiler ve vatandaşlar ekonomik toplumdan yığınlar halinde dışlanabilir ve prekaryaya dönüşebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin 3 Kasım 2020’deki seçim sürecinde Kaliforniya eyaletindeki referandumda kabul edilen 22 numaralı öneri bu yönde bir örnek sunuyor. Ülkenin en liberal eyaletindeki seçmenler, uygulama tabanlı ulaşım şirketlerinin sürücülerine özlük hakları sağlamaktan muaf tutulmasını onayladı. Gig ekonomisi işçilerinin özlük haklarının reddi, prekaryalaşma sürecinin sancılı geçeceğini gösteriyor. Bu süreç ilerledikçe neoliberalizmin derinleşeceğinden bahsedebiliriz.

    Tabii başka gelecekler de mümkün. Sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinden ümidi kesmemek gerek.



    Feryaz Ocaklı
    Birikim

  • 11 Nisan 2020 Cumartesi

    Demokratlar Bernie Sanders’ı nasıl sabote etti?

    Demokratların sol kanat lideri Bernie Sanders, başkanlık yarışından çekildi. Trump'ın karşısında bir önceki rakibi Hillary Clinton'dan daha sağda ve zayıf gözüken Joe Biden kaldı.

    ABD'de "aşırı sağın hakkından sosyalizm gelir" diyenlerin tercihi olan Bernie Sanders'ı çekilmeye götüren süreci, Socialist Review dergisinde Lewis Nielsen anlatıyor (Not: bu yazı virüs krizi patlak vermeden önce yayınlanmıştır):

    Radikal bir sosyalistin ABD’nin yerleşik sistemine kafa tutması olası görülüyordu. Ancak Sanders kazanmaya hazır gibi göründüğünde siyasi mekanizma harekete geçti.

    Ne yazık ki Beyaz Saray’da bir kızıl yer almayacak gibi görünüyor. Fakat, bir süreliğine ABD’deki Demokratik yapılanma atağa geçerken ve Amerikan medyası panik hâlindeyken seyretmek zevkliydi. Bernie Sanders’ın demokratik sosyalizm tarzı bir süre için sandıklarda başı çekti ve eyaletlerdeki ön seçimleri aldı.

    Demokrat Parti seçkinleri, Sanders’ı yenecek bir aday bulmak için altı ay uğraştılar ve sonucunda Joe Biden etrafında birleşme kararı aldılar.

    Güney Carolina seçimleri öncesinde, önde gelen Demokratların -Pete Buttigieg, Michael Bloomberg ve Amy Klobuchar’dan, Güneyli kongre üyesi Jim Clyburn gibi adaylara kadar- kararlı bir biçimde adaylıktan çekilmedeki hızları, yalnızca Demokratik mekanizmanın gücünü değil, Sanders’ın adaylığına karşı duyulan korkuyu da gözler önüne serdi.

    Korona virüsü sekteye uğratmazsa, büyük bir ihtimalle, Biden Kasım ayında Trump ile yüzleşecek. Bunun neden bir felaket olduğunu söylemek için ise onlarca sebep var.

    Biden, Hillary Clinton'ın 2016'da Trump tarafından yenilgisine yol açan siyasetin devamlılığını temsil eden sistemin ta kendisinin adayıdır.

    O, sadece Demokrat olmakla kalmayıp, bugün Amerikan toplumunda gelir eşitsizliği yaratan neoliberal statükonun yazarları olan kliğin temsilcisidir. Demokratların ve medyanın bazı kesimleri bunu iyi bir şey, partinin tüm taraflarını birleştirebileceğinin bir işareti olarak görüyor.

    Ancak Kasım’da Trump'ı yenmek, Clinton'ın dört yıl önce öğrendiği gibi, Demokrat mekanizmanın desteğini kazanmaya bağlı değil. Zafere giden yol, Obama'dan Trump'a transfer olan ya da sadece Clinton'a oy vermek istemediği için evde kalan seçmenleri kazanmaktan geçiyor.

    Bu da cesur, radikal bir görüş ve direnişçi bir kampanya gerektirir. Biden’ın Yeşil Yeni Anlaşma’nın “imkânsız” olduğu, Medicare For All’un (Herkes için Sağlık Sigortası’nın) boş bir hayal olduğu ve kendisinin “devrimi değil sonuçları” (“results not revolution”) savunduğu şeklindeki umut vermeyen açıklamaları, böyle bir kampanyayı gerçekleştirmenin olası olmadığını ve Trump’ın dört yıl daha kalmasına yol açabileceğini düşündürüyor.

    Biden başkanlığı kazanacak olursa, sicili, Amerikan işçi sınıfına karşı seçkinlerin tarafında olan bir hükümet kuracağına işaret ediyor.

    Kitlesel mahpusluklara yol açan 1994 suç tasarısının mimarı olarak rolüyle veya Irak Savaşı ve Patriot Yasası'na agresif desteğiyle bilinen Biden, büyük iş dünyasının ve kurumsal Amerika'nın çıkarlarını halkın çoğunluğunun üstünde tuttu, sürekli olarak destekledi.

    Bu nedenle, belki de en büyük soru, Sanders’ın da oluşmasına yardımcı olduğu, farklı bir politika türüne desteğe ne olduğudur. Bu, gerçek bir değişim için Amerika’da duyulan yoğun isteğe işaret etti. Sadece dört yıl önce Sanders’ın Clinton’a karşı seçimlerde adaylığını koyduğunda ileri sürdüğü Medicare For All (Herkes İçin Sağlık Sigortası), radikal bir Yeşil Yeni Anlaşma ve üniversite eğitim ücretlerinin kaldırılması gibi fikirlerin uç fikirler kabul ediliğini hatırlayalım.

    Vermont'tan 78 yaşındaki Senatör, özellikle gençler arasında bu tür fikirlerin popülerleşmesini sağladı ve bu süreçte ABD siyasetinin en üstünde var olan dar konsensüsün parçalanmasına katkıda bulundu.

    Bu kısmen, Alexandria Ocasio-Cortez ve Ilhan Omar gibi sol politikacıların popülaritesinin yansımasıdır. Ve tabanda, kısmen Sanders'ın da demokratik sosyalizm unvanını benimsemesinden ilham alan sosyalist fikirlerin ve örgütlenmenin yeniden canlandığını gördük. Bir örnek vermek gerekirse, sandıklar, Teksas Demokrat ön seçimlerinde oy kullananların kapitalizmden çok sosyalizme olumlu baktığını gösteriyor. Son yıllarda bu durum, özellikle de gençler arasında benzer şekilde seyrediyor.

    Bunun yanısıra Amerikalı Demokratik Sosyalistler’e (DSA) üyelikte yükseliş görüldü. Son zamanlardaki faaliyetlerinin çoğu, seçmeni Sanders için sandığa getirmeye odaklıydı. Ancak, DSA katılımcılarının çoğunun ırkçı karşıtı ve iklim hareketleri gibi yerel grevler ile ilişkilendiği de doğrudur.

    Yani küçük ama önemli bir mücadele düzeyinin yanında radikalleşen bir sol mevcut. Peki bu durum nereye doğru gidiyor, Sanders aday olamayacaksa bu nereye varacak?

    Kariyerinin büyük bir kısmında Demokrat Parti yönetiminde bulunan bağımsız bir senatör olmasına rağmen, Sanders, Demokrat Parti’nin yerleşik mekanizmasının peşine takılmak anlamına bile gelse, sadık bir biçimde nihai adayı destekleyeceğini her zaman açıkça belirtti. Bunu 2016’da Clinton ile yaptı ve şimdi Biden ile tekrar yapacak.

    Başkan Biden, Sanders'ın radikal değişim ve sosyalist fikirler çağrısından ilham alan milyonların aradığı yanıt değil. Yalnızca Biden’ın geçmişi ve politikası ile değil; delege dağılımı ile de değerlendirdiğimizde Kongre’de kesin bir zafer kazanmak üzere olduğu ve Sanders’ın destekçilerini kendi tarafına çekmek için sola kaymaya ihtiyaç duymadığı sert gerçeği, başkanlık kampanyasını sola çekme konusundaki umutların anlamsız olduğunun kanıtıdır.

    Demokratlar, aşağıdan radikal değişim talep eden hareketlere karşı defalarca bir amortisör görevi gördüler.1960'larda sivil haklar, kadın hakları ve eşcinsel özgürlüğü için kitlesel hareketler, Demokratları dönüştürmeye çalışan başkanlık kampanyalarının ardında birleştirilmişti.

    1980'lerde benzer şekilde, Jesse Jackson'ın kampanyalarına bağlanan umutlar, Beyaz Saray'da bir cumhuriyetçinin zaferini durdurma baskısı ile daha çok sağ kanat adayının desteklenmesi ile sona erdi.

    Buradaki mesele tarih dersi vermek değil ama son birkaç yıldaki gelişmeler –1986'dan bu yana görülen en fazla grev sayısı, sosyalist fikirlerin yükselişi ve sosyalist örgütlerin büyümesi- onlarca yıl boyunca ABD solundaki en önemli değişimi temsil ediyor.

    Bunların üzerine bir şeyler inşa etmek ve Demokratların seçim döngüsünün içine sürüklenmek gibi sıkça kullanılmış bir yöntemin ötesine geçmek için gerçek bir potansiyel var. Ancak bu, bu mücadeleleri ve inşayı, seçim hedeflerine göre öncelikli görmek anlamına geliyor.

    İlginçtir ki, Amerikalı Demokatik Sosyalistler’in (DSA) Demokrat Parti’ye yaklaşımı, "bir ayak içeride, bir ayak dışarıda" şeklinde. Uygulamada bu, genellikle solcu adayların parti içinden aday gösterilmesi anlamına geldi ve ön seçimlerde Sanders'a oy verilmesi için büyük bir kampanya yürütülmesine yol açtı.

    Ancak tarihsel olarak DSA'nın birçok kesimi, örgütü her zaman Demokratların solunda bir parti inşa etme adımı olarak gördü. Son kongrede, Sanders başkanlık adaylığını kazanamazsa, Demokratlardaki diğer adayların desteklenmemesi kararı alındı.

    Jacobin dergisinin de kurucusu olan Bhaskar Sunkara, Sosyalist Manifesto adlı son kitabında, eyaletlerde ihtiyaç duyulan şeyin İşçi Partisi çizgisinde bir sosyal demokrat parti olduğunu öne sürdü.

    Şu anki durum, Amerikan solunu onlarca yıldır sürükleyen bir soruyu sormayı ve Demokratlardan kararlı bir biçimde ayrılma fırsatını temsil ediyor. Bir “İşçi Partisi” için çağrıda bulunulması memnuniyet verici fakat Jeremy Corbyn’in İngiltere’deki deneyimlerinden gelen uyarılara da kulak vermeliyiz.

    Sosyal demokrat kökenli bir partide solcu bir parti liderine sahip olmak seçim başarısını garanti etmez, İngiltere İşçi Partisinde, Keir Starmer'ın gelecek lider olarak beklenilmesi seçim yenilgisinden sonra bu tür kazanımların hızlıca tersine çevrilebileceğini gösteriyor. İngiltere'deki mücadele eksikliği bunun merkezindedir.

    Öyleyse ABD'de radikal bir sol inşa etme projesi önemli bir projedir. Son dört yıl bunu yapmak adına büyük olanaklar açmıştır. Kasım seçimleri, modern zamanların en ırkçı, bağnaz başkanının sonunu görmek isteyenler üzerinde Biden’ın arkasına dizilme konusunda büyük bir baskı yaratacak.

    Asıl soru, gelişen sosyalist hareketin Amerika'da bunca baskıya karşı yerini koruyup koruyamayacağı, kapitalizm yanlısı iki partili sistemden kurtulma ve yeni bir açılıma doğru yol gösterip gösteremeyeceğidir.

    Gelişmekte olan sosyal hareketler ve grev rakamlarındaki küçük yükseliş, Amerika’da Sanders’ı başkanlığa itmekte önemli olan mücadele duygusunu yaratmak için yeterli olmayabilir. Fakat bunlar yeni bir sosyalist örgüt için olasılıkları açık bırakan temellerdir. Potansiyel ise bu noktadadır.

    (Socialist Review dergisinden Türkçe’ye Selen Ünal çevirdi)

    marksist.org



    6 Nisan 2020 Pazartesi

    Korona günleri

    Ömer Laçiner


    “Korona günleri”ni mecburi bir parantez gibi algılayıp, geride kaldığında insani-toplumsal hayatlarımızın önceki “normal”lere geri döneceğini sanan, dahası böyle olması gerektiğini düşünenler şimdilik çoğunlukta olabilir. Fakat bunların yaşanan süreçte zihinlere üşüşen ve ekonomik-siyasal düzenleri olduğu kadar insani-toplumsal ilişkilerin hemen tamamını da ilgilendiren sorular ve ihtimaller karşısında tutunmaları da kesinlikle mümkün değil. Dolayısıyla onlar da kriz dünya ölçeğinde resmen kabul edildiğinden beri gezegenimiz çapında çığ gibi büyüyen “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz, olmamalı” diyen dalganın içinden konuşmak zorunda olacaklardır.

    O halde önümüzde her kıta ve kültürde insanların ister istemez katılmak, en azından kulak vermek zorunda hissedecekleri bir tartışma süreci açılmıştır. Nelerin nasıl ve hangi yönde değişmesi gerektiğine dair tartışmalar karar verme noktasına geldiğinde sonuçları göreceğiz.

    Ancak kimileri krizin şu ana kadarki manzarasından, sağlık ve çalışma gibi hayati sorunlarımıza ilişkin olgusal kanıtlardan hareketle bu sonuçların, dünyadaki –pek az istisnayla– tüm ekonomik/sosyal düzenlerin ortak paydası, harcı denilebilecek kapitalizm ve neo-liberal mantığın tam tersi yönünde olacağını, olması gerektiğini hayli güvenli bir dille ileri sürebiliyorlar.

    İyimserliklerine, iyi niyetlerine ve bu doğrultuda çaba göstermelerine bir diyeceğimiz yok. Ama olayların akışının kendiliğinden o yöne doğru olacağı varsayılmıyorsa; bunu sağlayacak hareketin kaynağını, sahip olması gereken muazzam enerji ve dinamizmin nasıl oluşabileceği sorusunun cevabı boşlukta bırakılıyor veya geçmişin örneklerinin imasıyla yetiniliyorsa ciddiye alınmalarının gereği de yok demektir.

    Eğer “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken olabilecek olanı kapitalizmin/neo-liberalizmin aşılma ufkuyla tasarlıyor isek bunun her bakımdan “büyük” sıfatını hak eden bir vizyon, hareket, enerji ve dinamizm gerektirdiğinin de idrakindeyiz demektir.

    Ortada kapitalizmin/neo-liberalizmin belli açılardan bakıldığında çöktüğü, en azından meşruiyet iddiasını yitirdiği tesbitini yaptırtan bir durumun olması ne aşılmalarının güvencesidir ne de “küllerinden yeniden ve daha güçlü biçimde doğması”na engeldir. Son iki yüz yılın dünya-kapitalizm tarihi bunu defalarca göstermiştir.

    İkinci ve asıl önemli nokta, kapitalizmin aşılmasının onun zıddını gerçekleştirme yoluyla olamayacağının artık kavranılmış olması gerektiğidir. Onu en göze batan ögeleriyle-kurumlarıyla, örneğin üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kişisel çıkar güdüsüyle özetleyip; aşılmasını da bunların zıddı addedilen kamu/devlet mülkiyeti ve kamu çıkarı gözetimi ekseninde düşünmenin kapitalist mantığın içinde kalmanın, ona teslimiyetin bir biçimi olduğunun bilincine varılmadan kapitalizmin alternatifinden konuşmak boşunadır.

    Sadece kapitalizm için değil tüm insanlık tarihi için de geçerli olan bir noktaya da işaret etmek gerekiyor: Aşma, alternatif olma iddiası ve potansiyeli olmayıp sadece haklılığa dayanan isyanlar ve krizler kurulu düzenlerin daha da katılaşmasından başka sonuç vermiyor. Burada kapitalizmin istisnai özelliğinin, o isyan ve krizlerden kendine yeni bir güçlenme imkânı yaratabilme becerisi olduğunu da mutlaka belirtmeliyiz. Çünkü az sonra açıklamaya çalışacağımız üzere halen korona tehlikesinin depreştirdiği korku, endişe ve öfkelerle güdümlenen eleştiri ve suçlamalar karşısında kendi pür neo-liberal-mantık ve işleyişinden ciddi tavizler vererek geri çekilen kapitalizm –yaratıcı, alternatif olma özelliği taşımadığı takdirde– sönümlenmeye mahkûm isyan havasının bir noktasında karşı hamlesini kesinlikle yürürlüğe koyacaktır. Eğer bu olursa, şimdiye kadar kapitalizm/neo-liberalizm eleştirilerinin malzemesi olagelmiş göç konusundan çevre tahribatına, iklim değişikliği sorununa kadar birçok konunun kurulu –eşitsizliğe dayalı– düzenin mantığının uç noktalarına vardırılmasının yakıtı olarak kullanılabileceğini de herhalde göreceğiz.

    Ancak bu distopinin ya da tersi ihtimallerin olabilirliklerini tartışmadan önce, daha doğrusu gereğince tartışabilmek için, her şeyden önce bu tartışmalara damgasını vuracak olan “korona günleri”nin özgün karakterini mutlaka dikkate almalıyız. İnsanlık tarihinde ilk kez gezegen nüfusunun neredeyse yarısını –ki bu oran artabilir– ölebilme tehdidini yanı başında hissederek karantina koşullarında yaşamaya mecbur eden bir durumla karşı karşıyayız. Bu mecburiyet, içinde yaşanılan düzenle doğrudan ilişkili bir nedenden dolayı değil, “doğal afet” kategorisinde bir nedenden dolayı yaşandığı için onun tetiklediği sorgulama ihtiyacının odağında “düzen”ler değil, bizzat her bireyin kendi varoluş tarzı, varoluş gerçekliği olacaktır. Kendi gerçekliğimizi, varoluş tarzımızı öncelikle bir organizma olarak düşünmemizi empoze eden, bütün ilişkilerimizi, en yakınlarımızı bile tehlike kaynağı gibi görmeye zorlayan bir koşullanma çerçevesinde bu sorgulamayı yapmamız isteniyor. Üstelik bütün ilişkilerimizi, en yakınlarımızı bile organizmamız için tehlike addetme halinin bir defalığına, geçici olacağı da söylenmiyor. Korona tehdidinin sönümleneceği söylenen birkaç ayın sonunda, belki de daha bir yıl geçmeden, benzer bir tehditle yeniden karşılaşma ihtimalimizin kesin olduğu da söyleniyor. Kendi gerçekliğimizi, varoluş tarzımızı bir organizma oluşumuza odaklamaya, gerisini “teferruat” faslına havale etmeye yönlendirme anlamına geliyor bu da.

    Bütün alarm zillerinin çalması gerektiği nokta tam da burasıdır: Çünkü o “teferruat”, bizi insan kılan, insani gerçekliğin özgün karakterini oluşturan, onlarsız insani bir varoluş tarzından söz edemeyeceğimiz her şeyi kapsamaktadır.

    Eğer bugün yeryüzündeki bütün kurulu düzenler, benzer, hatta daha da ölümcül “doğal afet”lerin yaşandığı zamanlarla kıyas bile edilemeyecek imkân ve araçlara özellikle tıp alanında sahip olduğumuz bu çağda, sıradan bir organizmaya indirgenmemizin ötesinde bir yol gösteremiyorlar ise, insan ve insanlıkla da bağları yok, kopmuş demektir. Dolayısıyla ya bu durumu kabulleneceğiz, ya da kaybımızın bilgi ve bilinciyle onu yeniden ve varoluşumuzun merkezine yerleştirerek sahiplenmenin mücadelesini vereceğiz.

    İnsan olmaya has özelliklere ve “insanlık” dediğimiz değer ve erdemlere sahip çıkma ve bunları birey ve topluluklar temelinde güçlendirme uğraşı, mücadelesi, 21. yüzyıl koşul ve imkânları çerçevesinde ancak ve sadece dünyasal/global ölçekte düşünülebilir ve hayata geçirilebilir. Bu bakımdan kimilerinin kapitalizm/neo-liberalizm eleştirilerinde globalleşmeye netameli bir anlam ve içerik vermesi kabul edilemez. Çünkü globalleşme, bu düzenin pekâlâ engelleyebileceği bir olgu değil, çağımızın bilimsel teknolojik imkânlarının mümkün hatta zorunlu kıldığı bir çerçevedir. Şimdiye kadar kurulu düzen egemenlerinin bu imkânı kendi çıkarları doğrultusunda çok çeşitli biçimlerde tepe tepe kullandıkları ne denli doğruysa, aynı imkânların onların saltanatlarına karşı kullanılabileceği gerçeği de o kadar doğrudur.

    Bu noktaya özellikle değinmemizin nedeni şu: Korona günlerinin geleceğe etkilerini konu edinen ve bunu kapitalizm/neo-liberalizm karşıtlığı görüntüsüyle yapmaya çalışan kimileri, yaşananların globalleşmenin kötülüğünü açıkça kanıtladığını ve globalleşmeyle “aşınan” ulus-devlet ve milli sınırların yeniden değer kazanması gibi “hayırlara vesile” olduğunu bilhassa belirtiyorlar.

    Korona günlerinde ilk tepkilerin, mevcut ulus-devlet mekanizmalarının bu yönde işlediği doğrudur. Fakat korona günlerinin az önce özetle belirttiğimiz varoluşsal güdülendirmesinin o milli sınırların çok daha gerilere çekilmesi eğilimini beslediği dikkate alınmalıdır. Orta vade bile beklenmeden milli sınırlar içinde de giderek daha gerilere çekilen fiilî sınırlar teşekkül edebilecektir. Toplumun atomize olması anlamına gelecek bu süreç belirginleşirse hâlâ “insan öncelikle toplumsal bir varlıktır” diyebilecek miyiz?

    İnsani varoluşa odaklı bir düşünme perspektifi ve mücadele öyle bir sürecin şunları da mümkün kılacağını hesaba katmalıdır: Kapitalizmin neo-liberal evresine girdiğimizden beri acınan “işsizler” olmaktan “kaybedenler” kategorisine inen, çok geçmeden ise “gereksiz nüfus” olduklarını hissettiren horlayıcı ortamlarda yaşamak zorunda kalanlar şimdi artık “virüs gibi” de görülmeyecekler midir? Bu durumda onların temel, doğal ihtiyaçları için harcanan kamusal kaynaklara “israf” diye bakılmayacak mıdır? Anayurtlarındaki sefaletten veya dayanılmaz koşullardan bir nebze kurtulmak için o “gereksiz nüfus”larıyla zaten “sorunlu” ülkelerin sınırlarına dayananlara bundan böyle nasıl davranılabileceğini tasavvur etmek bile tüyler ürpertici. Kurulu düzen egemenlerinin o mülteci yığınlarının kaynağı olan “aşırı nüfuslu” ve kendileri açısından tüketici değeri de pek olmayan ülkeler için bir “kaynağı kapatma” projesi tasarlamaları olmayacak şey midir?

    Her insanın şahsında insanlığımızı sorgulamayı, insanlığımızla yüzleşmeyi ve varoluşumuza dair hayati kararı vermemizi zorunlu, kaçınılmaz kılan bir zaman var önümüzde.

    BİRİKİM



    5 Nisan 2020 Pazar

    Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı; ama yerine ne konacak?

    Prof. Dr. Sencer Ayata:

    Söyleşi Metin Kaan Kurtuluş

    Ufukta 21. yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor… Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma görünüyor.”
    Bu sözler, dünya akademilerinde de tanınan Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata’ya ait.
    Yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) kısa süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme getirerek tartışılmasına da yol açtı.
    Dünya düzeni, Koronavirüs salgınından sonra değişebilir mi?
    Bu soruya ilişkin olası yanıtlar da tartışma gündemine giriyor.
    Türkiye ve dünyadaki bu tartışmalar eşliğinde, geçen yasama döneminde parlamentoya ve CHP yönetimine giren, bir dönem Harvard Üniversitesi’nde ders veren ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata ile mevcut krizde ve dünyada sosyal demokrasinin konumu ve durumu hakkında konuştuk. (Metin Kaan Kurtuluş)

    *New Deal (Yeni Görüş), ABD'de 'Büyük Buhran' sebebiyle 1933-1939 yılları arasında Franklin D. Roosevelt tarafından yürürlüğe sokulan ekonomi, sosyal ve siyasi önlemler içeren programdır. Program kamu yatırımlarını arttırmaya ve istihdam sağlamaya odaklanıyordu, hedefi 'Büyük Buhran' sonrası ekonomik düzelmeyi hedefliyordu. Program kapsamında ekonominin tekrar benzer bir krizle karşı karşıya kaldığında çökmemesi için finansal reform da yapıldı. ABD'de program '3R' kavramıyla da özetleniyor: Relief, Recovery ve Reform (rahatlama, iyileşme, reform)