Translate

Faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2025 Salı

McCarthy Dönemi

ABD’de Cadı Avı




McCarthy Dönemi, 1950’lerin başında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan bir siyasi süreç olarak bilinir. Bu dönem, senatör Joseph McCarthy’nin öncülük ettiği komünizm karşıtı bir kampanya ve cadı avı olarak adlandırılan bir dönemi içerir.

McCarthy, komünist etkileri ve casusluğu halk arasında büyük bir tehlike olarak lanse ederek, Hollywood’dan devlete birçok alanda yer alan kişilerin komünist faaliyetlerle ilişkilendirilmesine yol açtı.



McCarthy Dönemi’nin belirgin özellikleri:

Komünizm Karşıtı Kampanya: Joseph McCarthy, 1950’de Wisconsin Senatörü olarak göreve geldi. 1950’lerin başında, ülkenin içinde ve dışında komünist casusluğun arttığına dair endişeler büyüdü. McCarthy, komünistlerin ve komünist etkilere sahip kişilerin hükümet, ordue ve eğitim alanında yer aldığı iddialarıyla dikkat çekti.

Cadı Avı: McCarthy, komünizmle suçlanan kişilerin halk arasında cadılar gibi kovalandığı bir atmosfer yarattı. McCarthy ve destekçileri, ünlü kişileri, sanatçıları, yazarları ve diğerleri gibi birçok kişiyi komünist eğilimleri veya sempatileri nedeniyle suçladı. Bu suçlamalar, çoğu zaman somut delillere dayanmıyordu.

Hollywood on: Hollywood’da, sinema endüstrisinde çalışan birçok kişi McCarthy’nin cadı avı kampanyasından etkilendi. “Hollywood On” olarak da bilinen bu dönemde, birçok senarist, yönetmen ve aktör komünist bağlantıları veya sempatileri nedeniyle suçlandı ve kara listelere alındı. Bu, birçok kişinin kariyerlerinin sona ermesine veya zorlaşmasına neden oldu.

Joseph Welch Duruşması: McCarthy’nin popülaritesi ve itibarı, 1954 yılında Joseph Welch adlı bir avukatın “Siz, Sayın Senatör, ne zaman utanacaksınız?” sözleriyle gerilemeye başladı. Bu sözler, McCarthy’nin taktiklerinin ve suçlamalarının ahlaki açıdan sorgulanmasını başlattı.

McCarthy’nin Düşüşü: Joseph Welch’in sözleri ve medyanın McCarthy’yi sorgulaması sonucunda, McCarthy Dönemi’nde yaşanan cadı avı atmosferi yavaşladı. 1954 yılında, McCarthy’nin Senato’da yaptığı soruşturma ve ifşa çalışmaları sona erdi.

Sonuç olarak, McCarthy Dönemi, Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasi korku ikliminin yoğunlaştığı bir dönemi temsil eder. McCarthy’nin komünizmle suçladığı birçok kişi, suçsuz oldukları halde kariyer ve itibar kaybına uğradılar. Bu dönem, Amerika’nın iç politika tarihinde önemli bir yer tutar ve demokrasi ve ifade özgürlüğü konularında derin düşündürücü dersler sunar.





Foto Walt Disney:
McCarthy dönemi komitesine komünist olduğundan şüphelendiği çalışanlarının adlarını verdi. Disney’in 26 yıl boyunca çevresindeki yönetmenler, yazarlar ve oyuncular hakkında FBI’a muhbirlik yaptığı biliniyor.

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Führer iyi ama çevresi kötü

Geçtiğimiz yüzyılın en ‘popüler’ konularından biri olmasına karşın Nazi iktidarı hakkında bildiğimiz çoğu şey, basitleştirilmiş kurgusal bir anlatıya dayanıyor. Nazilerin iktidara geldiği 1930’lardan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sanki yaşanan yıkıma sadece tek bir adamın ‘çılgınlığı’ sebep olmuş gibi. Almanya halkının tamamı ya zorla Hitler’i desteklemiş ya da gözü kapalı ona biat etmiş gibi.

Oysa gerçekler bize daha girintili çıkıntılı bir manzara sunuyor.

Toplumda yaşanan dönüşümü birkaç beylik laf ile açıklamak mümkün değil. Fakat belki ‘lafların’ ta kendisi bize Nazilerin iktidarını nasıl yerleştirdiğini açıklayabilir?

Almanyalı bir Yahudi olan Filolog Victor Klemperer (1881-1960), 1933-1945 yılları arasında tuttuğu günlüklerden yola çıkarak LTI – Nasyonal Sosyalizmin Dili, Bir Filoloğun Notları(1) isimli kitabını kaleme alır. LTI, Lingua Tertii İmperii’nin kısaltmasıdır, yani Üçüncü İmparatorluğun Dili. Klemperer eserinde kendi yaşantısı ve dil bilgisinden yola çıkarak Nazilerin toplumda dil ile nasıl hakimiyet sağladığı üzerine düşünür. Bunun yanı sıra radikal dönüşümün nasıl ‘olağanlaştığını’ ve hayatın beklenmedik alanlarına nasıl sızabildiğini gözlemler. Klemperer’in kitabında altını çizip üzerine uzunca konuşabileceğimiz pek çok başlık var. Bugün Naziler ve gündelik hayatın değişimi ile söze başlayalım. Böylece Almanya’da 1930’larda yaşananların sandığımız kadar basit olmadığını görebiliriz.

Victor Klemperer (1881-1960)
CİHAN HARBİNDEN SOSYALİST ALMANYA’YA
Biraz yazarımızı tanıyarak söze başlamalıyız. Polonya doğumlu bir Yahudi olan Klemperer’in babası hahamdır ancak kendisi pek dindar biri değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşır. Dil üzerine eğitim gören Klemperer savaşın ardından Dresden Teknik Üniversitesi’nde profesör olarak dil üzerine dersler verir. Nazi iktidarında hem ‘gazi’ oluşu hem de eşi Eva Schlemmer’in ‘ari’ bir Alman sayılması nedeniyle toplama kamplarına gönderilip infaz edilmez. Buna karşın önce işini kaybeder daha sonra türlü aşağılamalarla ağır işlerde çalıştırılır. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde çember iyice daralıp ‘imtiyazlı’ Yahudilere de sıçrarken Dresden’den kaçar, bir süre saklandıktan sonra kurtulur.

Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasıyla birlikte kurulan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde -namı diğer Doğu Almanya- görevine iade edilir. Yaşamının geri kalanını Doğu Almanya’daki iktidar partisi Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) üyesi olarak sürdürür. Doğu Almanya’da saygın bir bilim insanı olarak görülen Klemperer kültür işlerinde çeşitli görevler alır, 1952’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti Ulusal Ödülüne layık görülür.

İNSANLARIN ETİNE KELİME FORMUNDA GİREN NAZİZM
Klemperer, tuttuğu günlüğü savaştan sonra Doğu Almanya’da yayına hazır hale getirir. Nazilerin kullandığı dili incelerken, çalışmasını bir bakıma “Nazizm insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlanarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu” ifadeleriyle özetler.

Kitaplarına el konulduğu için oldukça kısıtlı bir ‘inceleme’ alanına sahip olmasına karşın Klemperer, Nazilerin kullandığı dilin ilk bakışta fazla dikkat çekmeyen detaylarına odaklanır. Bu ince detaylara bir örnek vermek gerekirse eğer ‘Yahudi İbadeti’ ile ‘Yahudilerin İbadeti’ demenin nasıl bir farka işaret ettiğini açıkladığı kısmı aktarabiliriz: “Bazen bir ifadenin kulağa niçin horlayıcı geldiğini kolay tespit edemezsiniz. Nazilerin ‘Yahudi ibadeti’ tanımı, yansız ‘Yahudilerin ibadeti’ teriminden farklı bir şey söylemiyor olmasına rağmen niçin aşağılayıcıdır? Sanıyorum, bir biçimde egzotik seyahat anılarını hatırlattığı için. Galiba burada doğru iz üzerindeyim: Yahudi ibadeti Yahudi tanrısınadır, Yahudi tanrısı da kabile tanrısı veya kabile putudur, Yahudilerin ibadetinin yöneldiği tek ve genel tanrısallığı ifade etmez.”

Üstelik sadece kelimeleri, deyimleri değil; noktalama işaretlerinde bile Nazilerin iktidarını çözümler:

“Bireylerin ve grupların karakteristik biçimde şu veya bu cümle işaretine teveccüh gösterdiğini tespit edebiliyoruz. Mürekkep yalamışlar noktalı virgülü severler; onların mantık ihtiyacı, virgülden daha kesin olan ama nokta kadar da mutlak bir sınır çizmeyen bir ayrım işaretine taliptir. Kuşkucu Renan, soru işaretini fazla sık kullanmamak gerektiğini söyler. Sturn und Drang(2), muazzam miktarda ünlem işaretine ihtiyaç duyuyordu. Almanya’da natüralizm ilk dönemlerinde tire kullanmayı seviyordu: Cümleler ve düşünce dizileri yazı masası başında titizce kurgulanmış olarak sıralanmıyor, birbirlerinden kopuyor, ima ediyor, tamamlanmadan kalıyorlardı, oluşum koşullarına, iç monoloğa veya özellikle düşünmeye alışkın insanlar arasındaki heyecanlı konuşmaya tekabül eden uçucu, infilaki, çağrışımcı bir özleri vardı. (…) LTI, ironik tırnak diye tanımlamak istediğim işaretleri aşırı miktarda kullanır. Basit ve birincil tırnak işareti, başka birisinin söylediğini veya yazdığını harfiyen aktarmaktan başka bir anlam taşımaz. İronik tırnak işareti böyle yansız alıntılamayla yetinmez, alıntının hakikatine şüphe düşürür, aktarılan ifadeyi yalan ilan eder. Konuşmacının sesine alay katmasında ifadesini bulan ironik tırnak işareti LTI’nin retoriksel karakteriyle sıkı sıkıya bağlıdır. (…) İspanyol devrimcileri bir zafer kazandığında, onların subayları olduğunda, bir genelkurmayları olduğunda, bunların adları kaçınılmaz olarak kızıl ‘zafer’dir, kızıl ‘subay’dır, kızıl ‘genelkurmay’dır. Aynı şey daha sonra Rus ‘stratejisi’ için, aynısı Yugoslavların ‘Mareşal’ Tito’su için geçerli olacaktır.”

‘FÜHRER İYİ AMA ÇEVRESİ KÖTÜ’
Klemperer sadece bir ‘filolog’ olarak bilimsel nitelikte yazılar kaleme almaz. Aynı zamanda kendi yaşamından yola çıkarak toplumsal değişimi anlatır. “Hiçbiri Nazi değildi ama hepsi zehirlenmişti” diyen Klemperer, Nazi iktidarının ilk yıllarında “Halkın sarhoşluğu geçtiğinde, akşamdan kalmalığın baş ağrısı sökün ettiğinde artık devam edemez ya bu delilik” diye düşünür. Ancak meselenin böyle olmadığını, insanların Führer’i tahmin ettiğinden çok farklı şekillerde ele aldığını şaşırarak fark eder. Öyle ki savaşın son günlerinde dahi yaşanan yıkımın faturasını Hitler’e değil de ona ‘sadık kalmayan çevresine’ kesen pek çok insanla karşılaşır:

“Son bir defa daha, en nihayet barınacak yer bulabildiğimiz ve çok geçmeden Amerikalılar tarafından işgal edilen küçük Unterbernbach köyündeydik. Çok yakındaki cepheden, dağılmış birliklerin unsurları tek tek ve kıtalar halinde buraya akıyordu. Ordunun eriyip gitmesiydi bu. Herkes her şeyin sonuna gelindiğini biliyor, herkes esaretten kurtulmak istiyordu. Çoğu savaşa verip veriştiriyordu, barıştan başka bir şey istemiyorlardı, başka her şeye kayıtsızdılar. Bazıları Hitler’e lanet ediyordu, birçokları ise rejime lanet ediyor, Führer’in niyetinin aslında daha iyi olduğunu, çöküşten ötekilerin sorumlu olduğunu söylüyordu."

Bugünden bakıldığında sık yapılan yanlışlardan biri de sadece toplumun ‘cahil’ görülen kesiminin Nazilere inandığıdır. Sosyal bilimlerde toplum incelenirken ‘cehalet’ değil sosyo-ekonomik faktörler aslidir. Böylece bilimsel bir parametre tercih edilir. Kalburüstü sınıfların belli kesimleri kendi ‘seçkinliklerine' yakıştıramadıkları şeyleri, nefret objesi olarak gördükleri tabakalarla özdeşleştirme niyetindelerdir. Oysa gerçek burjuva-liberal parametrelerle çizilen sınırlardan çok daha farklıdır. Farklı arka planlara sahip tanıdığı bir dizi insan profilini sıraladıktan sonra Klemperer bu duruma dair şöyle söylüyor: "Böylece her iki halk tabakasının, hem entellektüellerin hem de daha dar anlamda halktan olanların Hitler’e inancını tasdik ettiğine tanık oldum; iki ayrı zamanda, hem işin başında hem her şeyin sonuna gelindiğinde. Her seferinde de bu tasdikin ağızda değil iman dolu kalpte olduğuna dair en ufak şüphem yoktu. İmanını tasdik edenlerin üçünün de ortalama zeka denen şeye muhakkak sahip oldukları kesindi, sonradan düşündüğümde de kesindir."

Klemperer’e göre yaşadığı cehennem yıllarında en kötü anlardan biri yakasına takmak zorunda olduğu sarı yıldızla birlikte başlar. Bu yıldızla gezerken yaşadıkları o günün Almanyasını özetler nitelikte. Öyle ki farklı sınıftan, farklı arka planlardan gelen insanların tepkilerindeki farklar da dikkat çekiyor:

“İki taşınmadır çalıştığımız nakliyecilerden biri, -hepsi iyi adamlar, KPD’li [Almanya Komünist Partisi] kokuyorlar-, Freiberger Sokağı’nda birden karşıma dikilir, pençeleriyle elime yapışır ve yoldan işitilmemesi imkansız bir sesle fısıldar: ‘Hey, profesör bey, sarkıtmayın yüzünüzü! Yakında işleri biter lanet olası heriflerin!’ Teselli niyetinedir, insanın kalbini ısıtır ısıtmasına; ama kaldırımda doğru kişinin kulağına gidecek olsa tesellicime hapse mal olacaktır, banaysa Auschwitz yoluyla canıma… Bir otomobil bomboş sokakta yanımdan geçerken frene basar, yabancı bir baş camdan uzanır ‘Hâlâ yaşıyor musun, lanet olası domuz! Ezip geçmeli, gebertmeli seni!”

‘ONA İNANIYORUM’
İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun Berlin’e girmesiyle birlikte her şeyin bittiğini zannedebiliriz. Buna karşın Almanya’da toplumun savaş sonrasında nasıl bir süreçten geçtiği pek ilgimizi çekmiyor. Kendini yeni düzene adapte etmeye çalışanlar, “Ben zaten hiç tam Nazi olmadım” beyanlarında bulunanlar kadar Hitler’e dair görüşlerinde pek bir şey değiştirmeyenler de vardır. Bu farklı yaklaşımlara dair savaş sonrasında karşılaştığı bazı örnekleri veren Klemperer şöyle yazıyor:

“Ona inanıyorum’u sadece Hitler imparatorluğunun son günlerine dek takip ettim. Şimdi günbegün rehabilite edilenlerle veya rehabilite edilmek isteyenlerle meşgulüm. Birbirlerinden ne denli farklı olursa olsunlar, bir müşterek noktaları var: Hepsi, ‘faşizmin kurbanları’ arasında özel bir grup oluşturdukları iddiasındalar, hepsi vicdani kanaatleri hilafına öyle veya böyle şiddet kullanılarak öteden beri nefret ettikleri o partiye girmeye zorlanmışlar, hiçbir zaman Führer’e de Üçüncü Reich’a da inanmamışlar. Lakin geçende sokakta eski öğrencim L.’ye rastladım, onu son defa bölge kütüphanesine son gidişimde görmüştüm. O zaman duygudaş bir tavırla elimi sıkmıştı; bu bana tatsız gelmişti çünkü gamalı haçı takmıştı bile yakasına. Şimdi yüzünde sevinçli bir ifadeyle yanıma yaklaştı: ‘Çok memnunum kurtuldunuz ve tekrar görevinizin başındasınız!’ – ‘Siz nasılsınız peki?’ –‘Kötü tabii, inşaat işçisi olarak çalışıyorum, çoluk çocuğu geçindirmeye yetmiyor, bedenen de müsait değilim bu işi uzun süre yapmaya.’ – ‘Rehabilite edilmediniz mi? Sizi tanıyorum -vicdanınıza yük teşkil edecek caniyane bir iş yapmadığınıza eminim. Partide üst düzey bir göreviniz var mıydı, politik açıdan çok etkin miydiniz?’ –‘Kesinlikle hayır, ufak bir partiliydim.’ – ‘O zaman niye rehabilite edilmediniz?’ –‘Bunun için başvuruda bulunmadığım için ve bulunmayacağım için.’ – ‘Anlamadım.’ Bir ara. Sonra zorlukla gözlerini indirmiş: ‘İnkar edemem, ona inanmıştım.’ – ‘Ama şimdi hâlâ inanıyor olamazsınız; nelere yol açtığını görüyorsunuz, rejimin bütün tüyler ürpertici cinayetleri apaçık serildi ortaya.’ Daha da uzun bir ara. Sonra, iyice sessiz: ‘Hepsini teslim ediyorum bunların. Diğerleri onu yanlış anladılar, ona ihanet ettiler. Ama ona, ONA, hâlâ inanıyorum.”

Bazense bu inancın ilginç hurafeler yarattığı olur: “Bir defasında büyük alarm verildiğinde, -ölümün kanat çırpışları, kelimelerin donukluğundan gerçeğe geri çağırılmış, pısmış küçük şehrin damları üzerinde hışırdıyordu yine, çok geçmeden bombalar Plauen’de gümbürdediler-, mahallenin veterineri bizim yanımızda bulunuyordu. Konuşkan bir adamdı ama lafazan değildi, dirayetli sayılan, aynı zamanda iyi yürekli biriydi, alarmın gafil avladığı müşterilerinin endişelerini lafı değiştirerek yumuşatmaya çalışıyordu. Yeni silahtan, hayır, yeni silahlardan bahsetti, bunlar artık hazırdı, Nisan’da(3) kesin devreye girecekler ve oyunun neticesini tayin edeceklerdi. ‘Tek kişilik uçak, V2’den de ileri bir silah, en büyük bombardıman filolarını bile halledecektir kesin; öyle fantastik bir süratle uçuyor ki ancak geriye doğru ateş edebiliyor çünkü atış hızından daha süratli, düşman uçaklarını daha bombalarını atamadan düşürüyor; son deneyleri tamamlandı, seri üretime geçmek üzereler.’ Sahiden! Burada size aktardığım gibi anlatıyordu bunları; sesinin tonundan anlaşılan, bu masala inanmıştı ve dinleyenlerin yüzlerinden anlaşılan, onlar da masalcıya inanıyorlardı -en azından birkaç saatliğine.”

TAKVİM YAPRAKLARI İLE KAVGA
Tarihi ve dünyayı anlamlandırmaya çalışırken şimdiki zamanda yaşamanın önemli handikapları vardır. Geçmiş bize ‘gerçeküstü’ ve ‘donuk’ gelir. Naziler iktidarı ele geçirip, tüm dünyayı korkunç bir yıkımla karşı karşıya bırakmıştır, insanları ‘ari’ ya da ‘ari olmayan’ gibi sınıflara ayırmış, komünist cadı avında kandan nehirler akıtmıştır. Fakat artık olan olmuş, tarih kitaplarındaki hareketsiz yerini almışlardır. Gamalı haç ne de olsa sosyal medyada sansürleniyor ve sadece filmlerde kötü adamların kolunda bulunuyor…

Elbette, geçmiş bir daha tıpatıp aynı biçimlerde tekerrür etmeyecek. Aynı suda iki kez yıkanılmaz ne de olsa. Ancak bir olguyu meydana getiren koşulları olgularla karıştırmamak gerekiyor. Çünkü koşullar herhangi bir zaman dilimine ait değildir. Olgu geçmişte kalabilir, ancak koşullar ve sonuçlar, üzerine takvim sayfaları bocalanarak toprağa gömülemez. Koşulların yarattığı benzerlikler, karşımıza geçmişin sonuçlarını aynı çehrelerle getirmez.

Peki ne işe yarar koşullara mercek tutmak? Her şeyden önce yaşadığımız şimdiki zamanı -olabildiğince- anlamlandırmayı kolaylaştırır. Ve belki daha da önemlisi takvimleri çevirerek değil, kavga ederek, mücadele ederek bir hayaletin gerçek anlamda gömülebileceğini gösterir.

Klemperer’in eseri bu anlamda ufuk açıcı bir yerde duruyor.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

19 Nisan 2022 Salı

Devletin Dahili Harbi

Nevzat Onaran: (Marksizm 2022'de yaptığı sunum)

Cumhuriyet demokrasiyle var olmadı; hep Türkçüydü, hep Sünni İslamcıydı. Modernite ve anti-emperyalizm söylemiyle halklara ne yaşatıldığı görmezden gelindi ve kurucu İttihatçı-Kemalist ideolojik-politik barikat aşılamadı. En temel insan hakkı can ve mal güvenliği hiç sağlanmadı. Milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın varlığı hedeflendi; çünkü “Türkiye Türklerindir!” 

1910’larda zuhur eden bu ırkçı politikanın 2022’deki Türkçesi “yerli ve millî”dir. İcrasını demografik yapının 1915’teki ve 2022’deki fotoğrafına dikkatli bakmakla görebiliriz. Yüzde 20 Hıristiyan ve Musevi nüfus malıyla canıyla tasfiye edildi, imha ve asimilasyonla gayri Türk İslam milletlerin Kürtlerin, Arapların ve Türk-Kürt Alevi Kızılbaşların demografik toprak bütünlüğü parçalandı. 1915’ten 1940’a çeyrek asırda devletin dâhili harbiyle Anadolu halkları beş kez kırıldı; yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Çalıştığım 1910-1940 dönemi, Türk devletinin temellendirildiği ve inşanın tamamlandığı kanlı yıllardır. Bu denli kapsamlı ve sürekli kılınan icraat hiç şüphesiz özünde ırkçı temizlik harekâtıydı. Harekâttı diyorum, çünkü devletin tüm şiddet aygıtı planlı olarak kullanıldı. Türk millî devleti rotası Balkan Harbiyle ilişkilendirilir. Zaman olarak iç içe geçmişlik vardır, ama İttihat ve Terakki aslında böylesi bir politik çizgiden uzaktı diyemeyiz. 

İttihat ve Terakki’nin, Makedonya ve Ermeni meselesindeki tavrı aslında Türk millî devleti rotasını içeriyordu. Makedonya meselesi Balkan Harbiyle ve Osmanlı’nın yenilgisiyle çözümlenince Ocak 1913 darbesiyle iktidarın tek hâkimi olan İttihat ve Terakki, Türkçü kimliğini şiddetle görünür kıldı. Zaten birkaç yıldır Ermeni meselesi özelinde İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) müzakeresinde hiçbir gelişme sağlanamamıştı. Hatta bu ikili görüşmede Ermenilerin 1870’lerden beri gündemde olan işgal edilmiş toprak sorunu dahi çözülememişti. Böylece 1908’de demokrasi için aralanan kapı 1913’te fiilen kapatıldı ve totaliter teşkilatlanmaya hız verildi. Yani devrim, Temmuz 1908-Ocak 1913 döneminde derinleşemedi boğuldu. 

Muhalefetin susturulduğu koşullarda 15-18 Ekim 1913’te kongresini yapan İttihat ve Terakki’nin kabul edilen programının 1’inci maddesiyle, adem-i merkeziyet reddedildi. Oysa o günlerde adem-i merkeziyet, millî meselenin çözümü için öneriliyordu. İttihatçılar merkeziyetçiliği kabulle kalmadı programına “Türkçü ve devletçi” olduğunu da yazdı. Bu, İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan beri bünyesindeki olanın beyanıydı, Türkçü-Sünni İslamcı programıyla icrasına devam etti. İttihatçıların ‘milli iktisat’ ve ‘Türkçülük’ adına yaptıklarının kalem kalem icra tarihi 1913 sonrasına aittir. Ve Cumhuriyet, 1878 darbesinin devamı 1913’ün politik/bürokratik kadro ve zihniyetinin zirvesidir. 

İttihat ve Terakki’nin 1913 çizgisi, 1839’da Tanzimat’la başlayan Hıristiyanları Sünni İslam’la eşitleyecek yürüyüşün Abdülhamid’in 1878 darbesiyle Anayasa’yı, Mebusan’ı tasfiye eden ve 1890’ların ortasında Sünni Kürt aşiretlerden teşkilatlandırılan 65 Hamidiye Alayıyla Ermenileri kıran Sünni İslamcı politikasından mirastır. Bu ‘kanlı yıllarda’ Ermeniler can güvenliği kaygısıyla kitlesel olarak Sünni İslamlaştı yani “ya İslam ya ölüm” ikileminde köylü Ermenilerin ‘tercihi’ İslam’dı. 1878, Tanzimat’la milletlerin (dinen) eşitleneceği vaadinin meşruiyetinde “can ve mal güvenliği” talebi mücadelesinde ısrarlı Hıristiyan ve Musevi milletlerin yeni statüsüne de darbeydi. Çünkü Rumların 1862’de, Ermenilerin 1860 ve 1863’te, Yahudilerin 1865’te onaylanan ve iç idari yapılarını düzenleyen nizamnameleriyle kazanılan resmiyet askıya alınarak fiilen geçersiz kılındı. Aslında 1878 darbesi Tanzimat’tan ve 1913 darbesi de 1908’den kopuştu. Bu anlamda Cumhuriyet, Tanzimat’ın ve 1908’in değil, 1878 ve 1913 darbesinin devamıdır. Abdülhamid 1878’ün ve İttihatçılar 1913’ün diktatörüydü.

1913, sadece 1908’den kopuşun değil, aynı zamanda harekât yılıdır. İttihat ve Terakki parti ve devlet olarak, yılsonunda Balkanlardan gelen muhacirleri Ege ve Marmara’da iskân etmek amacıyla Rumları Yunanistan’a kovalamayı planladı ve icra etti. Neler yaptığını Celâl Bayar da anılarında yazdı. Kovalamaya 1914’te de devam edildi. 1914 yazında toplanan Mebusan’da Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis, İslam muhacirlerin Üsküdar’dan Basra’ya kadar Osmanlı toprağına niye yerleştirilmediğini hatırlatmasına cevaben nazır Talât, “Bu muhacirleri, dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi” dedi. Bir yıl sonra Talât’ın emriyle Ermeniler, Suriye çölüne sürüldü. Hıristiyan milletlerini hedefleyen şiddet politikasının geçmişi genelinde Osmanlı saray düzeninde özelinde Abdülhamid icrasında vardı. Tanzimat’la asırlardır Sünni İslam egemenliğinde saray rejiminin çürümüş sisteminde İslam ve Hıristiyan çelişkisini çözmeye yönelik adımlara 1878 darbesiyle “dur” dendi. Hatta ibadet özgürlüğü var denilen Osmanlı’da, Fatih’in 1453’te yasakladığı kiliselerde çan çalmak ancak dört asır sonra Tanzimat’la 1856’da serbest oldu. Abdülhamid’in 1878’den itibaren Hıristiyanların kazanımlarını tırpanlayan imzaladığı Ekim 1895 Islahât Projesini “yok sayan” ve 1895’lerdeki Ermeni kırımı politikasına, 1908’de “dur” denirse de İttihatçıların 1913’te Anadolu’nun Hıristiyan Rum milletini kovalamasıyla yeniden “Hıristiyan milletler hedeftir” politikasının icrasına başlandı. 1914’ün baharından itibaren hedefte Hıristiyan Ermeni milleti vardır. 

İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu müzakeresinde ilerleme sağlanamazsa da 1878’den itibaren uluslarararası boyut kazanan Ermeni meselesinde büyük devletlerin devreye girmesiyle 8 Şubat 1914’te Osmanlı Ermenistanı için çözüm paketi imzalandı. Bunu, İttihatçı liderlerden Halil Menteşe de yazdı, “Ermenistan ıslahat paketi”ydi. İttihatçı hükümet imzaladığı paketin gereğini yapmamak tavrındadır ve Ermeni mebusların girişimi de sonuçsuz kalır. İttihatçı hükümet, 1914 yazında Avusturya prensinin öldürülmesiyle savaş tamtamlarının çaldığı atmosferi fırsat görerek 2 Ağustos 1914’te Alman paktına katıldı ve dâhilde de Osmanlı Ermenistanı özelinde yoğunlaştı. 

Almanya ile ittifak antlaşması imzasından üç gün sonra 5 Ağustos 1914’te seferberlik ilan edildi ve her Osmanlı gibi 45 yaşına kadar olan Hıristiyanlar dâhil tüm erkekler askere alındı. Bir ay sonrasında 6 Eylül’den itibaren Dahiliye Nazırlığı’nın emriyle Ermeni milletinden liderlik yeteneği olanlar izlenmeye başlandı. Bu, 1915’te olanları dikkate aldığımızda hazırlığın önemli kararıydı. Nitekim Ermeniler kitlesel sürülmezden evvel liderlik yeteneği olanlar 24 Nisan 1915’te tutuklandı. Ekim ayı sonunda Rus limanlarının vurulmasının ardından 11 Kasım 1914’te cihat fetvasıyla Osmanlı harbe girdi. Osmanlı koltuk değneği olduğu Hıristiyan Almanya ile Hıristiyan dünyasından İngiltere, Fransa ve Rusya’ya cihat ilan etti. Almanya’yla antlaşma gereği Kafkas cephesini açmakta pek heyecanlı Harbiye Nazırı Enver, 3. Ordu Komutanlığını üstlendi. Sarıkamış’ta iki haftalık muharebe sonunda 4 Ocak 1915’te Osmanlı Ordusu yenildi ve Rusya şarkta işgale başladı. Sarıkamış yenilgisi ardından peşi sıra kararlarla milleten Ermeniler hedefti.

Fetvayla dış düşman belirlenmişti ama içeride şifrelerin dilinde düşman, Ermenilerdi. Şifrelerde Ermeniler, savaşta şunu-bunu yapacak yorumuyla düşmanlaştırıldı. Van özelinde düşmanlaştırma, valilik ve Ermeni ileri-gelenlerinin ilişkide olmasına ve görüşmesine rağmen baskındı. Şifrelerde kalmadı, 28 Şubat 1915’te nazır Talât, “Ermeniler, iç düşman” tanımlamasını resmileştirdi. “İç düşman” ilanından üç gün önce Osmanlı ordusu Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve 12 Mart’ta da Ermeni polislerin tasfiyesi emri verildi.

24 Nisan’da Ermenilerin liderlik yeteneği olanların tutuklanmasından beş gün önce Erzurum, Van ve Bitlis valilerin şifresinde ortak karar bildirildi: Ermeni meselesi halledilmelidir. 24 Nisan’da Hitler’in 1939’da Polonya’da yaptığı gibi, Ermenilerin liderlik yeteneği olanlar tutuklanıp ölüm yolculuğuna çıkarıldı ve Mayıs’ta 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’yla kitlesel sürgüne başlandı ve sürgün mıntıkası Suriye ve Deyr-i Zor çölleriydi. Sürgün insanların bir başka yere götürülüp iskân edilmesi olduğunu hatırlarsak, İttihatçı hükümetin Ermenilere yaptığı toprağından kopartıp atmaktır. Sürülenlerin direnecek hali yoktu; çünkü 45 yaşına kadar olan erkekler 5 Ağustos 1914’ten beri askerdeydi ve 6 Eylül 1914’ten beri izlenen liderlik yeteneği olanlar da 24 Nisan’dan itibaren tutuklandı. Böylesine politika bütünlüğü tesadüflerle açıklanamaz. 

24 Nisan 1915 itibariyle Ermeni milletinin liderlik yeteneği olan Ermeniler tutuklanıp, sürüldü ve çoğu öldürüldü. 24 Nisan’da İstanbul’dan tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a sürülen 250 Ermeni’den 174’ü öldürüldü. Kapsam olarak Ermeni lider-aydın kırımı yani siyasikırım olarak başlayan imha, soykırıma dönüştü.

1919-1920’ye geldiğimizde Anadolu Ermenilerden temizlenmişti. 

Sıra Rumlardaydı: 1913-1914’te Yunanistan’a kovalandı ve savaşta Karadeniz’den içerilere sürüldü, kalanlar da 1920-1922’de Türk Kurtuluş Savaşı’nda tasfiye edildi.

9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan sonra 30 Ocak 1923’te imzalanan Yunanistan-Türkiye Mübadele Antlaşması gereği, Anadolu’dan 112 bin Rum gitti ve bunun 19.657’si Karadeniz’dendi. Detayına girmiyorum, oysa Rum mübadil toplamı 1,2 milyondur. Yani 1,2 milyon mübadil Rum’un 112 bini antlaşma gereği gitti. Peki 1,1 milyon Rum’a ne olmuştu?

Genelkurmay’a göre Türk Kurtuluş Savaşı dönemindeki 24 ayaklanmadan ikisi Koçgiri ve Pontos’tadır. İcrası ve sonuçları itibariyle diğer 22’sinden çok farklı olan bu ikisi üzerinde duracağım. Dönemsel analizden çıkardığım sonuç şudur: Merkez Ordusu bizzat Koçgiri ve Pontos harekâtı için 1920 sonunda kuruldu ve görevini tamamladıktan sonra da varlığına son verildi. Dahiliye Vekili Ali Fethi’ye göre Merkez Ordusu’nun Koçgiri ve Karadeniz’de yaptığı temizlikti. Merkez Ordusu, 9 Aralık 1920’de 3. Kolordu lağvedilerek kuruldu ve karargâh merkezi Amasya olup, komutanlığına Tuğgeneral Nureddin atandı. Sakallı Nureddin olarak da bilinir. 1921 sonunda Koçgiri ve Pontos harekâtını tamamlayan Merkez Ordusu, 25 Şubat 1922’de lağvedildi. Karadeniz’den sonra garp cephesinde görevlendirilen Nureddin, Büyük Taarruz’da 1. Ordu Kumandanı’dır ve iki yıl sonra da Mustafa Kemal’e rağmen seçilen mebustur.

Kumandan Nureddin ayağını Koçgiri’ye ve Pontos’a basmadan, Ankara’dan aldığı emirle ne yapacağını iki genelgeyle açıkladı. Gerekli güvence de verilmiş olmalı ki, Başkumandan Mustafa Kemal’in müdahalesiyle Nureddin’in yargılanmasıyla ilgili TBMM kararı, 16-17 Ocak 1922’de yeni kararla geçersiz kılınmıştır. Çünkü kumandan Nureddin, Meclis’in Koçgiri Tahkikat Heyeti Raporu’na göre Mustafa Kemal’in Meclis’te söylediği gibi verilen görevi yapmıştı.

Merkez Ordusu Kumandanının 3 Ocak 1921 tarihli emri, Koçgiri’de nüfusun İslam ve Hıristiyan dağılımının belirlenmesiydi. Bununla kalınmamış evrak kenarına düşülen notta “Alevi Kürtlerin imhası” yazılmıştır. Tesadüf değil, çünkü Koçgirililer Kürt Alevi-Kızılbaş’tır. Emrin evrakı yok, TBMM komisyon raporunda aktarımı vardır. Koçgiri, beş yıl öncesinde de hedefti, Ermenilerden temizlenmişti. Tasfiyenin sonunda 1914’te [Koçgiri’de] yüzde 20’yi aşan Hıristiyan nüfusu payı, 1927’de [Zara’da] yüzde 1,8’di. Ermenilere ne yapıldığını bilen Koçgirililer, harekât öncesinde, “Ermeniler gibi kesecekler” tedirginliğindeydi. Sivas Valiliği heyetinin, Koçgiri ileri geleniyle Ümraniye’de [İmranlı] görüştüğü 11 Mart 1921’de TBMM Başkanlığına muhtariyet için başvurulduğu ve 12 ile 18 Mart tarihli taahhütname imzalandığı ve Merkez Ordusu Kumandanlığına gönderildiği halde, Ankara’nın emri harekâtın planlandığı gibi yapılmasıydı. Sıkıyönetim ilan eden hükümet, 13 Mart’ta Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’i asayişi sağlamak için fevkalade yetkilendirdi ve harekât Nisan ve Mayıs’ta yapıldı. Harekâtta Genelkurmay’ın milis gücü Topal Osman çetesi de görevlendirildi ve Koçgiri imha edildi. TBMM heyetinin raporuna göre, 1000 Kürt öldürüldü, 1703 hane yakıldı ve malı-mülkü gasp edildi. Topal Osman’ın Koçgiri’deki vurgunu 30 bin küçük ve büyük baş hayvandı. Sivas valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’a göre 132 köy yakıldı-yıkıldı. Koçgiri’de Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın neler yaptığı, Meclis’te ancak dört ay sonra Ekim ayı başında müzakere edilebildi.

Koçgiri’de imhayı Dersim mebusu Hasan Hayri dâhil bilinen Kürt mebuslardan hiçbiri Meclis gündemine getirmedi. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni 21 Haziran 1921 tarihli önergesiyle Koçgiri’de ne yapıldığı sordu. Dönemin Başbakanı Fevzi’nin [Çakmak] cevabı ancak 24 Kasım 1921’de görüşüldü. Başbakan Koçgiri köylerinin yakılıp-yıkıldığını, 2000 Koçgirilinin öldüğünü ve Koçgiri aşiretlerin muhtariyet talebinin de kendilerine ulaştığını açıkladı.

Koçgiri’de ne bir ayaklanma teşkilatı ne de gerekli lojistik vardı. Hükümet, Merkez Ordusu’nu kurarken belirlediği planın gereğinin yapılmasını emretti. Valilik heyetiyle müzakere edilirken Koçgiri ileri gelenlerinin TBMM Başkanlığına muhtariyet başvurusu görmezden gelindi ve Koçgirililerin can ve mal güvenliği imha edildi. 21 Anayasası’nın muhtariyeti/federasyonu öngören hükmün (madde 11) gereği yapılsaydı kırım yaşanmazdı. Koçgiri’deki imha, 1920’lerde Kürt sorunu özelinde ciddi ilk kırılmaydı.

Merkez Ordusu ve Topal Osman çetesinin Koçgiri’den sonraki hedefi Pontoslular yani Karadeniz Rumlarıydı. 

1927’deki raporda, 1919 ve 1920’de Rum güçlerinin konumunun etkin olmadığı ve Karadeniz’e 3. ve 15. Kolorduyla egemen olunduğu yazıldı. 10 bin askeri, belli miktarda milis gücü olan Merkez Ordusu’na, 25 bin silahlı Rum’un nasıl yenildiği izah edilmeyen rapora göre, 11 bini aşkın Rum öldürüldü, ölen kadar Rum hükümete teslim oldu, yanan-yakılan Rum köylerinden bahsedilmedi ve 430 Türk-İslam hanesi yakıldı, 704 kişi ve 210 asker öldü. Anlaşılan o ki resmen sayısı ve konumu abartılan Rum güçleri imha edilmiş ve Rum milleti de binlerce yıllık yurdundan kopartılmıştır. Ölmeyen ve kovalanan dışında toprağında kalanlar da canını kurtarmak için Sünni İslamlaştı.

Cumhuriyet, içeride ve dışarıda tapu meselesinin çözümü üzerine bina edildi. İzmir’in Yunan ordusu işgalinden kurtarıldığı 9 Eylül 1922, aynı zamanda 1914’te dillendirilen gâvurdan da temizlenmesinin tarihidir. Dört gün sonra çıkan yangın temizliğin harekâtıydı, öyle de oldu; can derdine düşen Rum ve Ermeni milletleri kaçtı. Mallar yağmalandı. Mecliste hayli tartışıldı. İzmir özelinde ne olduğunun anlaşılmasını mümkün kılacak bir teşkilat kuruldu: 

İzmir sonrası Kasım başında Meclis’te, Ankara’nın konumunu belirleyecek iki karar kabul edildi. Bir (307 no’lu), Türkiye, Osmanlı’nın tek mirasçısıdır. İki (308 no’lu), saltanat ilga edildi. Resmen “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” denildi. Kadro olarak da devamıydı. Türk Kurtuluş Savaşı’nı teşkilatlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker-sivil politik ve bürokratik kadronun İttihatçı olduğu konusunda fikri birlik vardır ve bunu Mustafa Kemal de ifade etmiştir.

İzmir kurtarıldıktan sonra ve Cumhuriyet ilanı öncesinde iki temel adım atıldı. Birincisi, İttihatçıların 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nu yeniden düzenleyen 15 Nisan 1923 tarihli ve 333 sayılı mülkiyetin Türkleştirilmesinin özel kanunuydu. İkincisi, Lozan Antlaşması ve bunun TBMM’de kabul edilmesiydi. Türk millî devleti için 333 sayılı kanun içeride ve Lozan dışarıda uluslararasında tapu meselesinin çözümüydü. Cumhuriyet, bu tapu üzerine bina edildi! Lozan, bir yönüyle de Anadolu’dan Hıristiyanların temizliğine atılan imzaydı. 8 Kasım 1933’e kadar yürürlükte kalan 333 sayılı 6’ncı maddesiyle, başında sahibi olmayan her mülke devlet adına el kondu. Bunların Hıristiyan mülkü olduğunu Maliye Vekili Hasan Fehmi 3 Nisan 1924’te itiraf etti. Maddeyle, 1930’lar öncesinde en büyük devletleştirme yapıldı; artık fabrikadan tarlaya, konuta vesaire yüzbinlerce mülk devletindi. Müsadere yani zorla alım olmadığı iddiası en büyük yalandır; kimse malını devlete satmadı, devlet el koydu! Çünkü, sürülen veya kovalanan kişilerin mülkünün ve alacağının tasfiyesiyle görevli 1915’te ve 1923’te kurulan Tasfiye Komisyonlarının evrakından tek sayfa belge ortaya konmuş değildir.

Sasun’da 1890’lardan itibaren süren harekât 1930’larda tamamlandı, Ermeni Hıristiyan kimliği tasfiye edildi. İdari yapısındaki tüm değişikliğe rağmen Sasun’un, 1914-1927 döneminde Ermeni nüfusunun payı yüzde 46,6’dan yüzde 1,5’e gerilerken, İslâm nüfusunun payıysa yüzde 53,4’ten yüzde 98’e zıpladı. 1927’de Sasun nüfusunun anadile göre dağılımında 4557’si Kürt, 4215’i Arap, 238’i Türk ve 198’i Ermeni’ydi. Nüfusun demografik yapısındaki değişim, Türk millî devletin inşası sürecinde Ermeni milletine ne yapıldığının Sasun özelindeki icraatıydı. Hıristiyan nüfusun tasfiyesiyle İslâmlaşan Sasun’da yeni hedefse millettaş hale getirilmesiydi. 

Dersim vilayeti TBMM 23 Nisan 1920’de açıldığında altı mebusuyla vardı, ama 1926 ilga edildi ve on yıl sonra Tunçeli vilayeti kuruldu. 1935’te Başvekil İsmet İnönü ile 1931’de Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin raporunda Dersim için kaleme alınan maddeler, yapılacak kanuni düzenlemenin temel materyaliydi. 

Resmen Tunçeli vilayetinin teşkil edilmesi, silah toplanması, valinin muvazzaf kolordu kumandanı olması, 4. Umumi Müfettişin idamı infaz yetkisinin bulunması, seyid ile aşiret reislerinin sürülmesi, dağ başındaki köylerin yakılması, vergilerin toplanması, müfettişliğin esas idare şekli haline getirilmesi, askeri kuvvetlerin arttırılması gibi hususlar, Tunçeli Vilayeti İdaresi Kanunu maddeleri olarak kabul edildi ve uygulandı. Dersim’de taş taş üstünde bırakılmadı. 

Dönemin bir diğer kanunu 2510 sayılı İskân Kanunu’nda ırkçılığın tüm unsurları vardı. Kanunda Türk ırkından olan-olmayan (madde 7, 12 ve 13), Türk kültürüne bağlı [Sünni-İslâm] olan-olmayan (madde 10, 11), anadili Türkçe olan-olmayan (madde 11) ve soyca Türk olan-olmayan (madde 12) gibi ırk, din ve anadil kriterine göre ırki ayrımcılık yapıldı. Demografik yapı buna göre analiz edildi ve belirlenen politikalar uygulandı. İlk icra sahası Trakya’da Yahudiler kovalandı, devamında devletin Sasun ile Dersim dâhili harbiyle on binlerce insan öldürüldü ve sürüldü.

Eylül 1937’ye kadar Dersim’deki harekâtı değerlendiren İsmet İnönü, Başbakanlıktan alınmadan önce 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Hükümet Tunçeli’de vaziyete tamamen hâkimdir” ve “Bütün engeller ortadan kaldırılmıştır” dedi. İnönü yerine Celâl Bayar Başbakan oldu. Hikâyesini Cüneyt Arcayürek yazdı: “Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunçeli’yi temizlemek lazım geldiğine inanmışlar. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celâl Bayar’a sormuşlar ‘yapar mısın?’ diye. Celâl Bey, bize anlattıydı, ‘yaparım’ demiş, girişmişler.”

1937 yılı sonunda devletin Dersim’e hâkim olmasına, Seyid Rıza’yla altı yoldaşının 14/15 Kasım gecesi idam edilmesine, aranan pek çok aşiret liderinin yakalanmasına ve öldürülmesine rağmen 1938 harekâtı hazırlığına başlandı. 

17 Eylül 1937 itibariyle 265 Dersimli ve biri subay, 29 asker ve ’38’de ise 13 bin 160 Dersimliyle 122 askerle milis öldü. Bakanın açıklamasına göre öldürülen Dersimli toplamı 13 bin 806 TC vatandaşıdır. Bu yıllarda yaklaşık 20 bin Dersimli sürüldü ve aileler 4’er kişi olarak parçalandı. Irkçı planın icrasıyla on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.

Anadolu, Birinci Paylaşım Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı’yla Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerinden temizlendi. Irki temizliğin sonucunda resmi verilere göre bugünkü TC sınırlarında 1914’te yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevi nüfus payı, 1927’de yüzde 2,8’e geriledi ve bugün de yüzde 1 bile değildir. Gayri Türk ve gayri Sünni İslam milletlerin tasfiyesinde program üç aşamalıydı. Anadolu’dan sonra Trakya, ikinci hedefti ve öncesinde Rum ve Ermeniler temizlendiği için kalan Yahudiler de 1934 yazındaki resmi ve yerel güçlerin saldırısıyla kovalandı ve amaca ulaşıldı. 1934 sonrasında Yahudiler, Varlık Vergisi’nde olduğu gibi Hıristiyanlarla birlikte hedeftir. Üçüncü hedef, Hıristiyanların ve Musevilerin son sığınağı İstanbul’du. 1955’te İstanbul’da Hıristiyan ve Musevi’nin toplam nüfusta yüzde 12 olan payı 2022’de belki de yüzde 0,5’tir. 1955’te İstanbul’da 1,5 milyonun 179 bini Ermeni, Rum ve Yahudi (37 bin) iken, bugün 16 milyonda üç milletin toplamı tahminen 100 bin bile değildir. Peki, Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere ne oldu da yok oldular? 1915’ten 2022’ye sonuç olarak Anadolu, Trakya ve İstanbul Hıristiyan ve Musevilerden yani gayri İslam milletlerden temizlendi. 

Temizlik sadece demografik yapıyla sınırlı kalmadı, 1920’lerde yürürlüğe konulan 16 kanunla Ermenilerin ve Rumların iktisadi varlığı 1920’lerde ve devamında Türk-İslam’a transfer edildi ve tapuya kayıt işlemi de yapıldı. 1930’lar sonrasında da Yahudiler mülkü de Türkleştirme kapsamındadır. 1934’te Trakya’da Yahudiler, kitlesel mülksüzleştirilen milletti.

Cumhuriyet’in temellendirildiği ve inşasının tamamlandığı 1915-1940 döneminde 1915’te Ermenilere, 1921’de Koçgiri’de Alevi-Kızılbaş Kürtlere ve Pontos’ta Rumlara, 1937’de Sasun’da Ermenilerle Kürtlere ve 1938’de Dersim’de Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaşlara yapılanlar tek cepheli, devletin dâhili harbiydi. Sonuç ortadadır, devlet karşısında Ermenilerin, Koçgirililerin, Pontosluların, Sasunluların ve Dersimlilerin varlık gösterecek ne merkezi teşkilatı ne de lojistiği vardı. Yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Devletin Pontos veya Dersim dâhili harbinde, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan daha fazla insan öldü. Resmî verilere göre Karadeniz’de 16 bin Rum’la 1641 Türk-İslam yani asker-milis ve ‘38 Dersim’de 13.160 Dersimliyle 122 asker-milis öldü. Türk Kurtuluş Savaşı’nda 1919-1922 yıllarındaysa askerle milis kaybı 662’si subay 9167’dir ve bunun 2542’si Büyük Taarruz’dadır (26 Ağustos-9 Eylül 1922). 

6-7 Eylül yağmasının ve 1964 İstanbul Rumlarının kovalanmasının ardından devrimcilere karşı faşistlerin sokağa salınmasıyla 1970’lerde Türk devletinin risk analizinde sırada Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar vardı: Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’daki saldırılarda devrimcilerle Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar hedefti. 

Türk millî devleti icraatının doğrudan sonucudur ki, Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir. 

Sonuç olarak özellikle 1920-1923’te Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değerlendirmesinde anti-emperyalizm söylemi o kadar baskındı ki, Hıristiyan milletlerin Anadolu’dan temizlenmesi hiç dikkate alınmadı. Devamında da Cumhuriyet’in modernite icrasının, yaklaşık 3 milyon Hıristiyan’ın gasp edilen 100 binlerce mülkünün transferi ve tapulamasını sağlayacak 16 kanuni düzenlemenin yapıldığı, Kürtleri Türkleştirmenin programı Şark Islahat Planı’nın belirlendiği-uygulandığı ve Takrir-i Sükûn icra yıllarında yapıldığı da görülemedi. Bu, aslında Türk milliyetçisi olunduğunun malumudur. 

Bütünlüklü bakmalıyız; 1915’lerden 1920’lere madalyonun bir yüzünde Türk Kurtuluş Savaşı, Türk millî devleti, Cumhuriyet ve modernite hareketleri, diğer yüzünde 3 milyon Hıristiyan’ın temizlenmesi ve mülkünün gaspı, Şark Islahat Planı ve icrasıyla Takrir-i Sükûn şiddeti, Ermeni, Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim kırımları vardır.

Sorum şudur: Madalyonun hangi yüzünden bakıyoruz ve 1915-1940 dönemine ne diyeceğiz? 


marksist.org

15 Nisan 2022 Cuma

Ne kadar silah o kadar savaş!

“Ukrayna'ya ne kadar çok silah pompalarsanız savaş o kadar uzayacak”
İrlandalı Milletvekili Clare Daly, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Rusya-Ukrayna savaşında Rusya’ya yapılan yaptırımları eleştirdi. Daly, geçen hafta parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’ye doğrudan hitap etti.
Daly’nin yanında yine kendisi gibi NATO saldırganlığına karşı çıkan ve gazeteci Julian Assange için mücadele eden bir diğer İrlandalı vekil Mick Wallace da yer aldı.
Daly konuşmasında, Ukrayna’ya verilen silahların yalnızca savaşı uzatacağını ve sivil ölümleri artıracağını belirtti.

NATO herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadı mı?
Avrupa Parlamentosu’nda konuşan Daly’nin, Rusya’ya yapılan yaptırım taleplerini ‘çığırtkanlık’ olarak nitelendirmesi parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’yi çileden çıkardı. Daly’nin doğrudan hitap ettiği Dzhambazki’ye yönelik konuşması ise şu şekilde; “Meslektaşım Dzhambazki’nin NATO’nun herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadığı veya barışı sağladığı herhangi bir durumu bana anlatmasını çok isterim. Tarih bize yaptırımların askeri çatışmaları bitirmediğini, barış getirmediğini öğretti. Yaptırımlar insanlara acı çektiriyor, Rus toplumuna, Avrupa toplumuna; oligarklara değil.
Ve yaptırımlar hayat kurtarmaya yardımcı olmayacak, çünkü Ukrayna’ya ne kadar çok silah pompalarsanız, savaş o kadar uzayacak ve daha çok Ukraynalı ölecek. Radikal gelebilir ama savaşa verilmesi gereken cevap daha fazla savaş değil, barıştır ve barış silah namlusu ile sağlanmaz. Barış diplomasi ve diyalog ile sağlanır.
Kıtanızın tarihini yok sayabilirsiniz ama biz Rusya ile bir kıtayı paylaşıyoruz. Rusya ile oturacağız, müzakere edilmiş bir barış olacak ve bu örgüt bunu geciktirmek ve daha fazla Ukraynalı’nın ölmesini garantilemek yerine, bu barışın daha erken olmasına katkıda bulunmalı. O sahte acıma duygunuz bana inandırıcı gelmiyor ve dürüst olmak gerekirse, midemi bulandırıyor.”

yenidunya.org

27 Şubat 2022 Pazar

Rusya’nın Ukrayna’ya ‘tecavüz’ü kaçınılmaz mıydı?

Slavoj Zizek - Bu ayın başlarında düzenlediği bir basın toplantısında Vladimir Putin, Ukrayna hükümetinin Minsk anlaşmasından hoşnut olmadığını belirterek, “Beğen ya da beğenme, bu senin görevin güzelim” dedi.
Bu sözlerin bazı tanıdık cinsel çağrışımları bulunuyor: Putin, Sovyet dönemi punk rock grubu Red Mold’un “Tabuttaki Uyuyan Güzel” şarkısından alıntı yapıyor: “Yanına süzüldüm ve sikiverdim tabutta uyuyan güzeli. İster beğen, ister beğenme, sen uyu güzelim.”

Her ne kadar Kremlin basın temsilcisi, Putin’in eski bir folklorik anlatıya atıfta bulunduğunu iddia etse de Putin’in Ukrayna’ya nekrofili ve tecavüz atıflarında bulunduğu apaçıktır. 2002’de Putin, Batılı bir gazetecinin sorusuna şu yanıtı vermişti: “Eğer gerçek bir radikal İslamcı olmak istiyorsanız ve sünnet olmaya da hazırsanız, sizi Moskova’ya davet ediyorum. Biz çok mezhepli bir ülkeyiz. Bu alanda [sünnet] uzmanlarımız var. Öyle bir ameliyat edin ki, daha sonra orada başka hiçbir şey büyümesin diye tavsiyelerde bulunacağım”; bu son derece saldırgan bir hadım etme tehdididir.

Putin ve Trump’ın edepsizlik konusunda kanka olmalarına şaşmamalı. Bu noktada en sık duyacağınız karşı argüman, Putin ve Trump gibi politikacıların en azından ne demek istediklerini açıkça söyledikleri ve ikiyüzlülükten kaçındıkları olur. Ancak burada tüm kalbimle ikiyüzlülüğün tarafındayım: bu biçim (ikiyüzlülük) asla sadece bir biçim değildir, içeriğin bir parçasıdır, öyle ki biçimi elden bıraktığımızda içeriğin kendisi vahşileşecektir.

Putin’in müstehcen sözleri, basında “adil bir ülkeye tecavüz” tehdidi şeklinde lanse edilen Ukrayna krizinin arka planına karşı okunmalıdır. Günümüzün altüst olmuş dünyasında krizin ciddi olduğunu kanıtlarcasına; bu krizin karikatürize yönleri de yok değil. Sloven siyaset analisti Boris Čibej, 2022’nin başında Ukrayna çevresinde yaşanan gerilimlerin gülünç karakterine dikkat çekmişti: “Saldırıya geçmesi beklenenler / diğer bir deyişle Rusya / saldırmaya niyetleri olmadığını söylüyorlar, durumu sakinleştirmek ister gibi davrananlarsa savaşın kaçınılmaz olduğu konusunda ısrar ediyor.”

Buradan devam edebiliriz: Geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna’nın hamisi ABD, savaşın her an patlayabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Rus saldırısının kurbanı olması beklenen Ukrayna cumhurbaşkanı, halkı savaş histerisine karşı uyarıp sükûnet çağrısında bulunuyordu.

Bu durumu tecavüz vakasına çevirmek kolay. Ukrayna’ya tecavüz etmeye hazır olan Rusya, bunu yapmak istemediğini iddia ediyor; ama Ukrayna’dan seks için rıza alamayacak olursa tecavüz etmeye hazır olduğunu da ancak satır aralarında açıkça belli ediyor (Putin’in saldırgan sözlerini hatırlayın). Dahası, Rusya Ukrayna’yı tecavüze kışkırtmakla suçluyor.

Ukrayna’yı tecavüzden korumak isteyen ABD, kendisini Sovyet-sonrası devletlerin koruyucusu olarak ileri sürebilmek için yaklaşan tecavüz tehdidi var diye alarm zillerini çalmaya başladı bile. Bu korumacılık bize, kendi nüfuz alanındaki mağaza ve restoranlara, kabul etmedikleri takdirde başlarına her türlü iş gelebileceğine dair örtük bir tehditle hırsızlığa karşı “koruma” sunan yerel bir mafyayı hatırlatıyor…

Tecavüz tehdidinin hedefindeki Ukrayna, ortalığın tecavüz diye velveleye verilmesinin Rusya’yı gerçekten teşvik edebileceğinin farkında olarak, ABD’nin çaldığı alarm çanlarının endişesiyle sakin kalmaya çalışıyor.

Peki, öngörülemeyen tehlikeleriyle bu çatışmanın ardında yatan nedir? Ya bu çatışma iki eski süper gücün artan gücünü yansıttığı için değil de tam tersine onların artık gerçek küresel güçler olmadıklarını kabul edemediklerini kanıtladığı için bu kadar tehlikeliyse?

Soğuk Savaş’ın zirvesindeyken Mao Zedong, ABD’nin sahip olduğu onca silahla kendisini dev aynasında gördüğünü söylerken, böyle kâğıttan kaplanların kendine güvenen gerçek kaplanlardan daha tehlikeli olabileceğini eklemeyi unutmuştu.

Afganistan’dan çekilme fiyaskosu, ABD egemenliğine yönelik bir dizi darbenin yalnızca sonuncusuydu; ve Rusya’nın Sovyet imparatorluğunu yeniden inşa etme çabası, Rusya’nın şu anda çürümekte olan zayıf bir devlet olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şey değil. Tıpkı gerçek tecavüzcülerde olduğu gibi, tecavüzler de saldırganın acizliğine işaret eder.

İlk olarak, şayet paralı askerleri Suriye iç savaşı, Kırım, Orta Afrika ve Bosna’daki Sırp Cumhuriyeti operasyonları da dahil olmak üzere çeşitli çatışmalarda yer alan bir Özel Askeri Şirket olan Wagner grubunun muzır rolünü göz ardı edecek olursak; tecavüz eyleminin Rus ordusunun Ukrayna’ya doğrudan girişiyle beraber artık, bu acizlik artık aşikâr durumdadır. Rusya Savunma Bakanlığı’nın Rus hükümetinin inkârını gerektiren çatışmalarda kullandığı silahlı bir birimi olan bu anonim paralı asker grubu, yıllarca Donbass’ta Ukrayna’ya karşı “kendiliğinden” direnişi örgütleyerek faaliyet gösterdi (tıpkı daha önce Kırım’da yaptıkları gibi).

Ukrayna’nın maruz kaldığı tecavüze tanık olmak zorunda kalan ülkelerden bizler, tecavüzün kastrasyon yöntemiyle engellenebileceğini bilmeliyiz. Bu nedenle, uluslararası toplumun; onları mümkün olduğunca görmezden gelerek ve marjinalleştirerek, sonrasında küresel otoritelerinin artık hiçbir şeyi büyütemeyeceğinden emin olarak, Rusya’yı hadım edecek bir operasyon gerçekleştirmesini tavsiye etmeliyiz.

24 Şubat 2022

*Zizek, “kastrasyon”/“hadım” metaforunu Putin’in cinsiyetçi söylemine nazire yaparak kullanmaktadır; öte yandan tecavüzün yalnızca cinsel bir dürtünün açığa vurulmuş biçimi olmadığını ve kimyasal hadımın bir çözüm olarak savunulamayacağını bilen bizler, metaforun yersizliğine dair not düşme ihtiyacı duyuyoruz; -çevirenin notu.

[spectatorworld.com’daki İngilizcesinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

29 Ocak 2022 Cumartesi

“Kulüp”ten bize yansıyanlar

Netflix’te yakın zamanda vizyona giren “Kulüp” dizisi, bazı kesimlerce övgülere boğularak göklere çıkarılırken bazı kesimlerce de özellikle bahsi geçen tarihsel olaylar açısından olumsuz eleştiri yağmuruna tutularak adeta yerin dibine sokuldu. İstanbul’da geçen dizide, on yedi yıl hapiste kalan ve bir af sonucu hapisten çıkan Seferad Yahudisi Matilda ve o süreçte yetimhanede büyüyen kızı Raşel’in yolları Matilda istemese de bir şekilde kesişir. Raşel’in başı, büyük bir gece kulübünün yöneticisi Çelebi ile derde girince annesi Matilda bunun karşılığında bu kulüpte çamaşırcılığa başlar. Dizi 1942 Varlık Vergisi’nin devreye girmesi ile başlar ve 6-7 Eylül 1955 olayları ile sona erer. Kulüp sahibi Orhan, aslen Rum kökenlidir ve asıl adı da Niko’dur. Annesi Mevhibe’nin oğluna karşı korumacı yaklaşımı, oğlunun başarılı olmasını büyük bir tutkuyla istemesi ve dönemin şoven politikalarının diğer uluslarla eşitçe bir arada yaşama koşullarının önüne geçmesi, asıl kimliklerini uzun yıllar boyu gizlemelerine sebep olur. Yıllarca bu şekilde yaşarlar ancak hesaba katmadıkları bir şey ortaya çıkar: Mevhibe’de Alzheimer hastalığı. Zaman zaman Türkçeyi unutup Rumca konuşmaya, geçmişteki olayları tekrar yaşadığını zannetmeye başlar. Asıl kimliğinin ortaya çıkmasından korkan Orhan ise, annesinin bu durumunu saklamak için evlerinde çalışan herkesi gönderir, annesini ilaçlarla uyutur. Ancak annesinin durumu giderek ağırlaşır. Orhan da git gide akli dengesini yitirmeye başlar. Dizide Mevhibe ve Orhan’ın kendilerini koruma içgüdüsü ile asıl kimliklerini saklama telaşları ve bunun yarattığı gerilimler çok iyi bir şekilde izleyiciye yansıtılıyor. Dizide havada kalan yerlerden biri de Selim’in cinsel yönelimine dair. Burada çeşitli işaretler ve birkaç tartışmanın belirli belirsiz parçalarında çeşitli göndermelerde bulunulup, açıktan ifade edilmemesinin hem dikkat çektiği hem de hangi kaygıyla yapıldığına anlam vermenin zor olduğunu söylemek gerek. Dizinin kötü karakteri Çelebi ise son 2 bölümde adeta iyilik meleği kesiliyor. “Herhalde bir insan bu kadar kötü olamaz. Matilda’nın onu fark etmeyişinin hırsından ona eziyet ediyor” fikrinden hareketle Çelebi aklanmaya çalışılıyor. Ancak çalışanlarına ve Matilda’ya psikolojik ve ekonomik şiddet uygulayan, kadınları yalnızca cinsel obje olarak görüp cinsel şiddet uygulayan Çelebi’ye hemen iyi insan kılıfını giydirmek mantığa uygun değil.

AZINLIK DİLİ: LADİNO
Ayrıca dizide Ladino diline ait diyaloglara ve Ladino şarkılarına yer veriliyor. İnsanın yüreğine dokunan Ladino müzikleri, dizi sahneleri ile birleştiğinde insanın daha da içine işliyor. Ladino, sürgüne zorlanan İspanyol kökenli Yahudilerin yani “azınlıkların” dili. Ladino müziklerinde bir azınlığın sürgüne uğramışlığının çaresizliği, hüznü, naif bir şekilde dalgalanıyor, kaburgalarınızda dolaşıyor adeta. Bazı Türkçe şarkılarda da Ladino ezgileri kullanılmıştır. Bunların en bilineni “Durme querido hijico”dur. Ezgisini açıp dinlediğiniz zaman muhakkak Türkçe sözleri dökülecektir dudaklarınızdan. Dizi; dönem kıyafetlerinden şarkılarına, kostümlerinden oyuncu performanslarına adeta enfes bir görsel şölen havasında. Ancak Kulüp’ün ışıltılı dünyası bazı gerçekleri göz ardı etmemize neden olabiliyor. Mesela, tarihler arası tutarsızlık gibi. Varlık Vergisi, 1942’de kanun olarak ortaya konuluyor. Dizideki Matilda karakteri ise Varlık Vergisi’nden sonra ailesini dağıtan Mümtaz’dan intikam almak için onu öldürüyor ve on yedi yıl hapis yatıyor. Hapisten çıktığında 1959-1960’lı yıllara denk gelmesi gerekirken çıktıktan bir süre sonra 6-7 Eylül 1955 olaylarını yaşamış oluyor. Evet,verilmek istenen mesajlar gayet iyi ama bir hikâye gerçek olaylardan besleniyorsa bu tarz mantık hatalarına da dikkat edilmesi gerekir. 6-7 Eylül Olayları ya da diğer adıyla İstanbul Pogromu’nu anlatan bu dizinin yine de cesurca olduğunu söylemek gerekir. Bu yüzden takdiri hak ediyor. Bu diziden önce de 2009’da vizyona giren Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi, 6-7 Eylül olaylarını, yine Tomris Giritlioğlu’nun 1999 yapımı “Salkım Hanım’ın Taneleri” filmi Varlık Vergisi’ni konu alır. Ancak her ne kadar eksiklikleri olsa da “Kulüp” dizisi meseleyi daha ileriden tartışıp gerçekleri olanca sertliği ile yüzümüze çarpıyor. Dizinin sonunda Raşel’in bebeği doğuyor ve bebeğin yetişkin halinin sesi anlatıcı konumuna geçiyor. Orada kullandığı “seçilmiş aile” kavramı ise bana göre; hikâyeye son noktayı koyan bir kavram. “Seçilmiş aile” diye bahsettiği, birbiri ile hiçbir kan bağı bulunmayan, farklı milliyetlere, dinlere mensup ancak birbirleri ile gönül bağı kuran, dayanışan, sevgi ve dostluğu büyüten “Kulüp” çalışanları.

YÜZLEŞİLMESİ GEREKEN GERÇEKLİK: 6-7 EYLÜL OLAYLARI
İstanbul Pogromu, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bir gerçekliktir. Çünkü yüzleşilmedikçe, derine gömüldükçe bunlara yenileri eklenecektir ki eklenmektedir de. İktidarlar kuyrukları her kapana kısıldığında yaptığı gibi halklara milliyetçilik ve şovenizm pompaladıkça ırkçı saldırılar yine artmaya başladı. Kürtlere ve mültecilere yönelik özellikle de son dönemde alevlenen bu nefreti söndürmenin tek yolu ise sorunun asıl kaynağını teşhir etmekten geçiyor. Terazinin bir ucunda ezenler diğer ucunda ezilenler var. Ezenler, ezilenleri diline, dinine, ırkına bakmadan eziyor. Bu yüzden ezilenlerin de din, dil, ırk ayrıştırmalarına kanmadan ezenlere karşı birlikte mücadele vermesi gerekiyor.
Yazıyı, dizide kullanılan, Türkçesini Zülfü Livaneli’nin, Yunancasını Maria Farantouri’nin seslendirdiği “Kardeşin Duymaz/San To Metanasti” şarkısından bir kesitle sonlandırıyorum:

Kıvılcım EFTELYA - İnönü Üniversitesi

Evrensel

4 Temmuz 2021 Pazar

Cleonice Tomassetti

"Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz"

“On iki Alman sıraya girdi, diz çökerek silahlarını doğrulttular. Önce, ilk üçümüzü ayağa kaldırdılar. Aralarında Cleonice de vardı; birbirlerine sarılmışlardı. ‘Hadi’ dedi Cleonice, 'Bu beylere nasıl öleceğimizi gösterelim!’ Üçü de ‘Yaşasın İtalya!’ diye bağırdıktan sonra mermilerle savrulup yere düştüler. Sonra sıra diğer üçündeydi. Sonra, benim sıram geldi… Öldürülen yoldaşların kanlarına ve cesetlerine basmamak için dikkatle yürüdüm, öne çıktım. Rizzato'yu ve yanındaki 15 yaşındaki çocuğu kucakladım. En son namlulardan çıkan ateşi gördüğümü hatırlıyorum. Yere düşerken sol koluma iki, sağ kürek kemiğime bir mermi geldiğini hissettim. Şaşırdım sonra ama. Rizzato ve çocuk üzerime düşmüşlerdi, kan dereler halinde yüzümden akıyordu ama ölmemiştim! O an denemeyi düşündüm, sağ kurtulabilirdim. Gözlerim ve ağzım açık hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaya karar verdim. Bu arada, silah sesleri ve ‘Yaşasın İtalya!’ çığlıkları devam ediyordu. Sonra, bitti. Sessizlik… En son biri geri dönüp, cesetlere de ateş etti. Sonra gittiler…”

Carlo Suzzi anlatıyor bunları… 20 Haziran 1944’te, Fodotoce'de Almanlar tarafından kurşuna dizilen 43 İtalyan partizandan sağ kalan tek kişi olan Suzzi, daha sonra, sürünerek ulaştığı bir evde tedavi edilmiş ve iyileştiğinde kendisine ‘43’ kod adı vererek yeniden partizan birliklerine katılmıştı.

Zor bir hayat
Fodotoce’deki katliam, İtalyan anti-faşist direnişinin en bilinen olaylarından biridir. Ama herhalde öykünün en trajik bölümü, Cleonice Tomassetti ve iki arkadaşıyla ilgilidir. Çünkü onlar, henüz partizan bile değillerdir.

Baştan başlayalım isterseniz. Cleonice’nin, genç bir kadının basit gibi görünen ama anlamlı yaşamından…

Zor bir çocukluktu onunkisi… 4 Kasım 1911’de, Petrella Salto'nun Capradosso mezrasında kalabalık ve yoksul bir köylü ailesinde dünyaya geldi Cleonice. Doğduğu yerin tarihi belki de onun kaderiydi. Köy, 1577-1599 yılları arasında, kendisine tecavüz eden babasını öldüren ve bu yüzden kafası kesilerek idam edilen Beatrice Cenci’nin hikâyesiyle bilinen bir yerdi ve Cleonice’nin yaşamı da adeta bir tekrar gibiydi. Önce ilkokula gitti, sonra evde ve tarlada çalışmaya başladı ama annesi öldükten sonra, yaşamı cehenneme dönecekti. On altı yaşında babası tarafından istismara uğradı. Hamile olduğunu anlayınca bölgeden kaçmak ve ablası ile Roma'ya sığınmak zorunda kaldı. Doğum erken oldu ve bebek sadece birkaç gün yaşadı. Daha sonra, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı zengin ailelerin yanında garsonluk ve hizmetçilik yaparak yaşamını sürdürmeye çalıştı. Ancak, olağanüstü güzelliği ve toplum tarafından ‘dul’ sayılması, başına belaydı. Hizmetçilik yaptığı evlerde de birçok kez taciz ve istismara uğradı.

Dağlara doğru
Bu durumdan bıkan Cleonice, sonunda 22 yaşında Milano'ya taşındı. Ne iş bulsa yapıyordu. Garsonluk, pazarlamacılık, terzilik… 1933'ün sonunda, kendisini bir rahiple aldatan eşinden ayrılan Mario Nobili ile tanıştı. Böylece bir anti-faşist olan Nobili’nin arkadaş çevresine de girmiş oldu. Pansiyon sahibi Melina Mistretta, kemancı Piero Paci ve terzi Eugenio Dalle Crode…

Sonuncu isim, onun kaderini de belirleyecekti. Mario Nobili’nin ölümünden sonra, 1944’te, Cleonice, onun küçük terzi dükkanında çalışmaya başlamıştı. Haziran 1944'te bir gün eski müşterilerinden birinin oğlu olan Sergio Ciribi, bir elbiseyi denemek için dükkana uğradı. Sergio, onlara şöyle dedi: “Bugün okuldan çağırdılar ama gitmiyorum. Partizanlara katılmak için dağlara çıkmaya karar verdim.” Daha cümlesini bitirmeden Cleonice, yanıt verdi: “O zaman ben de geliyorum!”

Sonuçta, üç genç, Sergio Ciribi, Giorgio Guerreschi ve Cleonice Tomassetti, Valdossola partizan birliğini arayıp bulmaya ve katılmaya karar verdiler. Milano'dan Fodotoce'ye yapılan geziyi bir piknik gibi göstermek için planlama yapıp yola çıkarken, oğlu Sergio’ya belli bir noktaya kadar eşlik etmek isteyen anne Edvige Ciribi ve 15 yaşındaki küçük oğlu da onlara katılıyor. Çılgınca bir plan aslında bu. Çünkü o günlerde Alman ordusunun partizanlara karşı büyük bir saldırı başlatmış olduğunu bilmemektedirler. Belli bir yere kadar trenle gidip sonra yaya olarak yola devam ederken Sergio'nun annesi oğlunu uğurlayıp geri dönüyor. Gece, soğuk ve fırtınadan korunmak için girdikleri terk edilmiş bir kulübede, Almanlar tarafından yakalanıyorlar. İlk andan işkence başlıyor. Üçü de aralarında anlaşıp, hayali hikâyeler uydurmak yerine gerçeği söylüyorlar. “Evet” diyorlar, “Partizanlara katılmak için yola çıktık ama onları bulamadık.”

Beni evcilleştiremezsiniz
İşkence sürüyor. Sahte kurşuna dizme gösterileri, ağaçlara asarak sopayla dövmeler, hepsi yapılıyor üçüne de. Bu arada, Cleonice, sorgu sırasında da tecavüze uğruyor. Sonunda, Cleonice ile Sergio, harekât sırasında sağ yakalanmış partizanların bulunduğu bir mahzene kapatılıyorlar. O cehennemden sağ kurtulan Doktor Emilio Liguori, daha sonra şöyle anlatıyor o mahzeni: “Birçok talihsizin mahzene girmesinden sonra gördüğüm manzara, şimdiye kadar tanık olduğum en acı verici sahnelerden biriydi. İşkenceciler sadist bir öfke kasırgasına kapılmış gibiydiler. Bu arada, partizanlar arasında orta boylu, kahverengi saçlı, yirmi beş yaşlarında bir kadın olduğunu fark ettim. Ona karşı işkencenin dozu çok daha yüksekti. Yine de o cesur kadın her darbeyi tek bir çığlık atmadan karşılıyor, dahası sakin ve dinginliğiyle diğer gençleri cesaretlendiriyordu. Öğleden sonra askerler ve araçlar geldi. Kadının yüzüne yeniden vurdular ve tükürdüler. Üzülmedi, gururla onlara baktı ve ‘Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz’ diye bağırdı.

42 erkek ve Cleonice Tomassetti'yi, köyden geçişlerinde, üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar.

Zarafetle gitmek
42 erkek ve bir kadın… Önce kamyonlara bindirilirler. Ama her köyden geçişlerinde, grubu üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar. Bu anın Naziler tarafından çekilen fotoğrafında, önde ortada duran kişi Cleonice’dir. Özenle ve zarafetle giyinmiş, hafif süveter, koyu etek, beyaz şapka, kucağına küçük bir çanta... Ama hiçbiri onun değil. Diğer kadın mahkûmlar, üzerindeki kanlı paçavraları alıp ona ölümü gururla karşılasın diye kendi elbiselerini vermişlerdir! Böylece Fodotoce yol ayrımındaki katliam yerine gelirler. Gerisini, Carlo Suzzi anlatıyor: "Yol boyunca herkesi cesaretlendiren oydu. Ve ilk o düştü.”

Bir şey daha söylüyor Suzzi ve çok önemli aslında: “Cleonice bir militan değildi, partizanlar arasında bir kocası da yoktu. Kurtuluş savaşında savaşacak zamanı bile yoktu onun. Ama kendi seçimini yapmıştı. Kendi başına! ‘Şehit’ kelimesini sevmiyorum ama İtalyan Direnişi'nin bir şehidi varsa, o da Cleonice Tomassetti'dir.”

Ve nihayet son bir not: Savaştan sonra, Petrella Salto Belediyesi, Cleonice için biyografik bilgi almak amacıyla babayla temas kurdu. Baba, onun hayatı üzerine hiçbir şey bilmediğini söyledi. Ama bu arada savaşta şehit düşenlerin yakınlarına verilen tazminatı da büyük bir arsızlıkla cebe indirmesini bildi!

Emina Değer-01 Tem 2021
Yeni Yaşam

30 Haziran 2021 Çarşamba

Popülist sağın neoliberal kökleri

Medyada büyük çoğunluk, popülist sağı neoliberalizme karşı bir tepki olarak tanımladı fakat her ikisi de eşitlik tehdidine karşı toplumsal hiyerarşileri savunma projesinin ortak köklerini paylaşırlarSon on yılın ikinci yarısı hakkında, sağ popülizmi neoliberalizm denilen şeye karşı bir taban tepkisi olarak açıklayan inatçı bir hikâye var. Neoliberalizm sıklıkla piyasa köktenciliği olarak tarif ediliyor, ya da gezegenin üzerindeki her şeyin bir fiyat etiketi olduğu, sınırların eskidiği, dünya ekonomisinin ulus devletlerin yerini alması gerektiği ve insan yaşamının bir kazanmak, harcamak, borç almak ve ölmek çevrimine indirgenebileceği inancı olarak.

‘Yeni’ sağ ise tersine, halka, ulusal egemenliğe ve kültürün önemine inandığını iddia ediyor. Ana akım partiler desteklerini kaybederken, kendi çıkarları için neoliberalizmi teşvik eden elitler ektikleri eşitsizlik ve demokratik güçsüzleştirmenin meyvelerini topluyor gözüküyorlar.

Ama bu hikâye yanlış. Daha yakından bakarsak görürüz ki yükselen sağın önemli fraksiyonları, aslında, neoliberalizmin mutasyona uğramış nesilleridir. Nihayetinde, Birleşik Devletler’den Britanya’ya ve Avusturya’ya kadar ‘sağ popülist’ adı verilen partiler, ekonomik küreselleşmenin canına okumak için gönderilmiş intikam melekleri gibi davranmadılar. Maliyeyi dizginlemek, iş güvenliğinin altını çağını restore etmek veya dünya ticaretini sonlandırmak için planlar sunmadılar.

Genel olarak, popülist adı verilenlerin özelleştirme, deregülasyon ve vergileri kırpma çağrıları son otuz beş yıldır dünya liderleri tarafından paylaşılan kitaptan alınmadır.

Ama daha da temelli olarak, neoliberalizmi her şeyin cehennemî bir hiper-piyasalaştırması olarak anlamak hem muğlak hem de aldatıcıdır.


Pek çok ülke tarihinin şimdi gösterdiği gibi, devletleri olmayan bir kapitalizm vizyonu hayalinden çok uzakta, (‘neoliberalizm’ terimini 1950’lerin tarifi olarak kullanan) Friedrich Hayek’in kurduğu Mont Pelerin Derneği etrafında toplanan neoliberaller son yüz yılda, demokrasiyi yok etmeden kısıtlamak için devletin nasıl yeniden tahayyül edilmesi gerektiği ve ulusal ve uluslar-üstü kurumların rekabeti ve değişimi korumak için nasıl kullanılabileceği üzerine düşündüler.

Neoliberalizmi kapitalizmi kurtarmak için devletin takımlarını yenileme projesi olarak görmeye başladığımız zaman, sağın popülizme karşı olduğu varsayımı dağılmaya başlar.

Hem neoliberaller hem de yeni sağ eşitlikçilikle, küresel ekonomik eşitlikle ve ulus-ötesi dayanışmayla alay ederler. Her ikisi de kapitalizmi kaçınılmaz görür ve yurttaşları üretkenlik ve verimlilik standartları açısından yargılarlar. Belki de en dikkat çekici olan, her ikisinin de aynı kahramanlar tapınağından beslenmeleridir. Neoliberal-popülist bölünmesinin her iki cenahının da ikonu olan Hayek bunun en iyi örneğidir.

2018’de Marine Le Pen’le birlikte Fransız Front National’in (Ulusal Cephe) parti kongresinde konuşan, kendisini popülist olarak tarif eden Steve Bannon ‘kurulu düzen’i ve ‘küreselleşmeciler’i mahkûm ederken, konuşmasını Hayek’in köleliğe giden yol metaforu üzerine kurdu ve böylece efendisinin isminin otoritesini çağrıştırmış oldu.

Bannon ondan bir hafta önce Zürih’te yine Hayek’ten bahsederek onu yardımına çağırdı. İsviçreli sağcı Halk Partisi politikacısı, gazete sahibi ve Friedrich Hayek Derneği üyesi Roger Köppel’in davetinde yapmıştı bunu. Köppel, Bannon’u gazetesi Wirtcschaftswoche’nin ilk sayısında tanıtmış, gazetenin adının ‘1933’ten’ -o zaman gazete Nazilerin iktidarı ele geçirmesini desteklemişti- alındığını fısıldamıştı (sotto voce).

Bannon cüretkâr konuşmasında, “Bırakın size ırkçı desinler, bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın sizin için yerli halkın çıkarlarını koruyor desinler. Onu bir şeref madalyası olarak taşıyın” dedi. Popülistlerin amacının, hisse sahiplerinin değerini maksimize etmek değil “yurttaşlık değerini maksimize etmek” olduğunu söyleyerek devam etti. Bu neoliberalizmin reddinden çok ekonomik mantığın kolektif kimliğin kalbinde derinleşmesiydi. Popülistler insan sermayesinin neoliberal fikrini bir kenara itmekten çok onu ulusal kimlikle birleştiriyorlardı: Volk (halk) sermayesi diskuru.

Bannon Avrupa’dayken, daha önce Goldman Sachs’ta danışman olan, sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) iki başkanından biri ve 2021’e kadar Hayek Derneği’nin üyesi olan Alice Weidel ile de tanıştı. Bir diğer AfD üyesi, daha önce bir liberteryen blogcu, altın danışmanı ve Bavyera’daki Amberg’in Bundestag’taki (Alman parlamentosu) temsilcisi ve bütçe komisyonunun başkanı Peter Boehringer de yine bir Hayek Derneği üyesidir.

Eylül 2017’de, Bannon eski yayın organı Breitbart’ta, AfD’nin lider yardımcısı ve bir diğer Hayek Derneği üyesi Beatrix von Srorch ile bir mülakat yayımladı. Beatrix von Storch, Hayek’in, onun ‘aileyi rehabilite etmek’ taahhüdüne ilham verdiğini anlattı. Komşu Avusturya’da, sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin Avusturya Halk Partisi ile kısa süren koalisyon ortaklığının müzakerecisi olan Barbara Kolm, hem Honduras’ta resmi devlet kontrolünün dışında regülasyonsuz özel bir bölge yaratma girişiminin yönetim kurulunda olan Viyana’daki Hayek Enstitüsü’nün direktörü hem de Mont Pelerin Derneği’nin üyesiydi.

Son birkaç yıldır şahit olduğumuz şey, zıtların çarpışmasından çok, kapitalist kampta serbest piyasayı canlı tutmak için ne yapmak gerektiği hakkındaki uzun zamandan beri içten içe kaynamakta olan anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasıdır. İroniye bakın ki, küreselci denilenlerle popülistler arasındaki bölünme ilk önce 1990’ların başında patlak verdi -tam da pek çok kişinin neoliberal fikirlerin dünyayı fethettiğini iddia ettiği bir anda.


Neoliberalizm nedir?

Neoliberalizm sıklıkla bir dizi çözüm önerisi olarak anlaşılır, maddeler halinde hazırlanmış, sosyal dayanışma ve refah devletini yok etme planı.

Naomi Klein, felaket zamanlarında dalıp baskın yaparak kamu hizmetlerinin bağırsaklarını deşip satan ve kontrolü devletlerden alıp büyük şirketlere veren bir ‘şok doktrini’ olarak tarif ediyor.

1989’da ekonomist John Williamson’ın tarif ettiği Washington Konsensüsü neoliberal çözümcülüğün en meşhur örneğidir: gelişmekte olan ülkelerde vergi reformundan ticaretin liberalleştirilmesine, özelleştirmelere kadar on maddelik yapılması gerekenler listesi.

Bu perspektiften bakılınca neoliberalizm bir tarifler kitabı, her derde deva bir ilaç, bütün bedenlere uyan cinsinden bir koca karı ilacı olarak görünebilir.

Ancak, neoliberallerin kendilerinin yazdıkları, farklı bir resim sunmaktadır; ve sağın siyasal görünümlerinde açığa çıkan çelişkilere anlam verebilmek için tam da buraya bakmalıyız. O zaman keşfediyoruz ki neoliberal düşünce çözümlerle değil problemlerle doludur.

Yargıçlar, diktatörler, bankerler veya iş insanları ekonomik düzenin vasileri olabilirler mi? Kurumlar inşa edilebilirler mi veya büyümeli midirler? Sıklıkla görülen zulümlerine rağmen piyasalar halk tarafından nasıl kabul görebilir?

Son yetmiş yıldır neoliberalleri en çok kaygılandıran problem kapitalizm ve demokrasi arasındaki dengedir. Evrensel oy hakkı ile cesaretlenen kitle hareketlerinin oylarını daha fazla talebe cevap vermeleri için politikacılara ‘şantaj yapmak’ için kullanması, böylece devlet bütçesinin boşalması ve işleyen piyasa ekonomisini yolundan çıkarmakla tehdit etmesi demekti. Pek çok neoliberal demokraside, tevarüs edilmiş, sosyalizm lehine bir önyargı olduğundan korkuyorlardı.

Hangi kurumların kapitalizmi demokrasiden koruyacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bazıları altın standardına dönüşü savunurken, diğerleri paranın serbestçe dalgalanmasını ileri sürdü. Bazıları kuvvetli anti-tröst politikalar için mücadele etti, diğerleri tekellerin bazı biçimlerini kabul ettiler. Bazıları fikirlerin özgürce dolaşımını düşündü, diğerleri kuvvetli entelektüel mülkiyet haklarını savundu. Bazıları dini liberal bir toplumun gerekli koşulu olarak düşünürken, diğerleri onu vazgeçilebilir olarak gördü.

Pek çoğu geleneksel aileyi temel ekonomik ve sosyal birim olarak gördü. Bazıları neoliberalizmi doğru anayasa meselesi olarak görürken, diğerleri anayasayı demokrasi içinde [mümkün] gördüler -hafızalardaki cinsiyete dair bir metaforu kullanırsak- ‘anahtarının taşıyıcısının ulaşabileceği yerde olduğu bir bekaret kemeri’.

Tek önemli iç çatışma, erken 1960’larda, hareketin öncü düşünürlerinden birinin, sosyal piyasa ekonomisinin babası denilen Alman ekonomist Wilhelm Röpke’nin [harekete] yabancılaşmasıyla meydana geldi.

Röpke’nin ortak Batı kültürünü ve mirasını işlevsel bir kapitalist toplum için ön koşul sayan diğer neoliberallerle ayrılığı, onun Güney Afrika’daki Apartheid’ı kuvvetle savunduğu ve biyolojik ırkçılığı kabul ettiği bir zamana rastladı ve daha sonraki çatışmaların habercisi oldu.

1960’larda beyaz olmanın açıkça kucaklanması uç pozisyonken, daha sonraki onyıllarda neoliberalleri bölmek için geri dönecekti.

Bazıları yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını neoliberalizm -açık sınırlar felsefesi- ile birleştirmeyi bir çelişki olarak görebilir, ama bir erken neoliberal çıkışın mekânında durum böyle değildi: Thatcher’ın Britanya’sı.

Faşist Avusturya’dan gelmiş bir göçmen olarak Britanya yurttaşlığı almış olan Hayek, 1978’de başbakan olacağı seçimlerden önce, Thatcher’in ‘göçe son’ çağrısını destekleyen bir dizi başyazı yazdı.Argümanını sunmak için, 1899’da dünyaya geldiği Viyana’ya geri gitti ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’dan gelen “yüksek sayıdaki Galiçyalı ve Polonyalı Yahudinin” yarattığı zorlukları ve kolaylıkla entegre olmayı başaramadıklarını anlattı.

“Acı ama gerçek ki” diye yazdı Hayek, “modern insan ilke olarak aynı kuralların herkese uygulanması gerektiği idealini ne kadar çok benimsese de aslında sadece kendisine benzer olanlar için [geçerli] olduğunu kabullenir ve yavaş yavaş sadece kendisi gibi olduklarını kabul ettiklerinin sınırını genişletmeyi öğrenir.”

Henüz mutlak olmamakla beraber, bu Hayek’in 1970’lerdeki işleyen bir piyasa düzeni için ortak bir kültür ve grup kimliğinin gerekliliği önerisinden, daha önce neoliberal bir toplum için düşünülen -hukukun üstünlüğü altındaki her yerde evrenselci insan nosyonuna dayalı-şablondan bir dönüştü.

Bu yeni kısıtlamacı tutum, özellikle, Amerikalılardaki liberteryen eğilimlerle kıyaslandığında her zaman Muhafazakârlara meyleden, Britanyalı neoliberallerle rezonans halindeydi. Beyaz olmayan göçmenlere daha muhalif birini bulamayacağınız Enoch Powell’ın* Mont Pelerin Derneği’nin üyesi olduğunu ve bazı toplantılarında konuşma yaptığını unutmayalım.

1970’lerin yeniliklerinden biri, Hayek’in muhafazakâr değerler retoriğinin yeni bir felsefenin -kendisinin daha önce ilgi duyduğu sibernetik, etoloji ve sistem teorisi ile karışmış sosyo-biyolojinin- etkileri ile birleştirilmesiydi. Sosyo-biyoloji 1975 yılında Harvard’lı biyolog E.O.Wilson’ın yazdığı bir kitabın başlığında anılmıştı. Buna göre bireysel insan davranışı hayvanlar ve diğer organizmalarınkiyle aynı olan evrimsel mantıklara göre anlaşılabilirdi. Hepimiz kendi genetik malzememizin yeniden üretimini maksimize etmek peşindeyiz. İnsanlardaki özelliklerin kaderi de aynı yolla anlaşılabilir: seçilim baskıları daha az yarayışlı özellikleri ayıklarken daha yarayışlı olanlar çoğalır.

Hayek’in dikkati sosyo-biyolojinin içgörülerine takılmıştı ama genlere aşırı vurgusunu sorguladı. İnsandaki değişimin “kültürel evrim” adını verdiği süreçlerle daha iyi anlaşılabileceğini önerdi. Amerikan muhafazakarları 1950’ler ve 1960’larda, William F. Buckley’in dergisi National Review’un etrafında, piyasa liberteryenliği ve kültürel muhafazakarlığın bir “birleşimciliğini” teşvik ederken, Hayek’in bilime açılması nihayetinde evrimci biyoloji, kültürel antropoloji ve hatta yeniden canlandırılan ırk biliminden gelişigüzel ödünç almalar için kavramsal mekân sunan yeni bir birleşimcilik yaratacaktı. Gelecek onyıllarda, neoliberalizmin özellikleri defalarca neo-natüralizmin özellikleriyle birleştirileceklerdi.

Hayek 1980’lerin başında, gelenekten “iyi toplum”un gerekli bir malzemesi olarak bahsetmeye başlamıştı. 1982’de, Heritage Foundation’un önünde, sağlıklı piyasa toplumlarının temeli olarak “bizim ahlaki mirasımız”dan bahsetti. 1984’te, “içinde sadece aklın değil, ama akıl ve ahlakın eşit ortaklar olarak yaşamlarımızı yönettiği, ahlaklara dair hakikatin sadece modern medeniyetin ahlaklarını yaratan Hıristiyan Batı’daki tek ahlak geleneği olduğu bir dünyaya geri dönmeliyiz” diye yazdı.

İma edilen şey açıktı. Bazı toplumlar kişisel sorumluluk, maharet, akılcı eylem, uzun süreçler yerine kısa zaman tercihi gibi kültürel özellikler geliştirmişlerdi, diğerleri bunu yapamamıştı.

Bu özellikler kolaylıkla ithal edilemeyecekleri ve nakledilemiyecekleri için, kültürel olarak daha az gelişmiş olan toplumların -diğer bir deyişle, gelişmekte olan dünyanın- Batı’yı yakalayabilmek için uzun bir dağılma süreci deneyimlemesi gerekecekti, sonuca ulaşılabileceğine dair bir garanti de vermiyordu.


Irk ve ulus

1989’da tarih müdahale etti ve Berlin Duvarı çöktü. Önceden görülmeyen bu olayın devamında, kapitalizmin kültürlerinin nakledilip nakledilemeyeceği veya organik olarak büyüyüp büyüyemeyeceği sorusu da bağlantılı olarak ortaya çıktı. Geçiş bilimi (Transitionology), sosyal bilimciler eski komünist toplumları kapitalist yapma problemini kendilerine görev edinirken yeni bir alan haline geldi.

1991’de, George H. Bush tarafından fikirleri “dünyanın gözleri önünde doğru çıkan” bir vizyoner olduğu için Hayek’e Başkanlık Özgürlük Madalyası verildi. Aklınıza neoliberallerin 1990’ların geri kalan zamanını kendilerini kutlayarak, Doğu Avrupa’nın üniversiteleri ve kütüphanelerinde gösterime çıkacak olan Mises† heykellerini parlatarak geçirdikleri gelebilir. Ama doğrusu tam tersiydi. Hatırlatalım ki, 1930’lardan beri neoliberallerin baş düşmanı Sovyetler Birliği değil Batı’daki sosyal demokrasiydi. Komünizmin çöküşüyle gerçek düşmanın yeni alanlara yayılabilme potansiyeli var demekti. Mont Pelerin Derneği başkanı James M. Buchanan’ın 1990’da söylediği gibi, “sosyalizm öldü ama Leviathan‡ yaşıyor”.

Neoliberaller için 1990’lar üç büyük endişe getirdi. Birincisi, yeni özgürleşmiş komünist blokun bir gecede sorumlu piyasaya dönüşmesi beklenebilir miydi ve bunu yapmaları için ne gerekiyordu? İkincisi, Avrupa’nın giderek sıkılaşan entegrasyonu neoliberal bir kıtanın müjdecisi miydi yoksa refah politikalarının, işçi haklarının ve yeniden dağılımın süper devletinin ölçeği mi büyüyecekti? Ve nihayet, değişen demografi -yaşlanan beyaz nüfus ve onunla eşleşen büyüyen beyaz olmayan nüfus. Belki bazı kültürler -ve hatta bazı ırklar- piyasanın başarısına daha yatkınken diğerleri değil midir acaba?

1990’lı yıllar neoliberal kampta AB ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulus üstü kurumlar ve uluslararası yatırım yasasına inananlarla -bunlara küreselciler diyebiliriz- neoliberal sonuçlara en iyi şekilde ulusal egemenliğin ulusa geri dönmesiyle -hatta ayrılmış daha küçük birimlere- ulaşılabileceğini düşünenler arasındaki çatlakla başladı. Böyle bir yan yana duruşun Brexit kampanyasını yürüten popülistlerle liberteryenlerin uzun zamanlar süren birlikteliğinin temelini sağladığı söylenebilir.

Hayek’in kültürel evrime dair fikirlerinin etkisinin giderek büyümesi ve sinirbilimiyle evrimci psikolojinin artan ana akım popülaritesi ayrılıkçı kamptaki pek çok kişinin daha katı (kesin sonuçlu) olan bilimlere dönmelerine yol açtı. Bazılarına göre, piyasa düzeninin temellerini aramak “beynin daha derinlerine gitmeyi” gerektiriyordu, Mont Pelerin Derneği üyesi Charles Murray’nin 2000’deki bir makalesine verdiği başlıktaki gibi.

2008’i takip eden krizler neoliberallerin iki kampı arasındaki gerilimleri kafa kafaya getirdi. 2015 yılında bir milyonun üstünde sığınmacının Avrupa’ya gelişi, kazanma şansı yüksek, yabancı düşmanlığı ile serbest piyasa değerlerinin birleşimi olan yeni bir politik hibrit için fırsat yarattı. Ama, sağda neyin yeni olduğu ve neyin geçmişten miras alındığı konusunda gözü açık olmak gerekiyor.

Sağcı Brexit kampanyası, örneğin, Thatcher’ın kendisinin attığı temeller üzerinde yükseliyordu. 1988’de Bruges şehrindeki ünlü bir konuşmada Thatcher, şöyle demişti: “Britanya’da devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa süper devletinin Brüksel’de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir.”

Konuşmadan (ve kendisine asalet unvanı veren kadından) ilham alan Mont Pelerin Derneği’nin eski başkanı, Ekonomik İşler Enstitüsü’nden Lord Ralph Harris ertesi yıl Bruges Grubu’nu kurdu.

Bugün, Bruges Grubu’nun web sitesi gururla, “Avrupa Birliği’nden ayrılmayı sağlayacak oyları kazanmak için entelektüel savaşın başını çekmiş olduğunu” iddia ediyor. Bu olayda, popülist denilenler doğrudan neoliberal saflardan geldiler.


Brexitçiler ulusu överken, Almanya ve Avusturya’da doğaya çağrı bariz bir şekilde görünüyor. Belki de yeni birleşimcilik hakkında en çarpıcı olan şey piyasa hakkındaki neoliberal inançları sosyal psikolojiye dair şüpheli iddialarla harmanlama biçimi. Zekâ takıntısı özellikle dikkate değer. “Kognitif sermaye” terimi genellikle Fransız ve İtalyan Marksist teorisyenler ile ilişkilendirilirse de, Charles Murray gibi neoliberaller, zekâdaki kısmen kalıtsal olan, IQ olarak niceliklendirilebilecek grup farklılıklarını tarif etmek için 1994’teki The Bell’e kadar geriye gidecek bir zamandan beri kullanmaktalar.

Hayek Derneği’nin kurucusu olan (ve 2012’de Hayek Madalyası’nı alan) Alman sosyolog Erich Weede ekonomik büyümenin ilk belirleyicisi olarak zekâyı anlamak için ırk teorisyeni Richard Lynn’i takip ediyor. Alman Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’e göre ulusların servetleri ve yoksullukları tarih ile değil nüfuslarının inatçı nitelikleriyle açıklanır; Sarrazin’in Germany Does Itself In (Almanya Kendini Tüketiyor) başlıklı kitabı Almanya’da 1,5 milyon sattı ve AfD gibi İslamofobik partilerin başarısına payanda oldu. Almanya’ya Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçe IQ temelinde karşı çıkarken Sarrazin de Lynn ve diğer zekâ araştırmacılarına referans veriyor.

Sağcı neoliberaller Volk Capital (Halk Sermaye) nosyonuyla ülkelere averaj zekâlar atfederler ve bunu öyle bir yolla yaparlar ki, ‘insan sermaye’ kavramını kolektifleştirir ve kalıtsal kılarlar. İstatistiksel olarak yakalanamayan değerler ve geleneklere dair imalar eklerler ve bir ulusal öz, ulusal karakter dilinin gölgeli alanına girerler.

Neoliberalizmin yeni birleşimciliği ve neo-doğalcılığının sunduğu dil piyasanın pan-hümanist evrenselciliğini değil, kültür ve biyolojiye dayalı parçalara ayrılmış bir dünya görüşünü sunar.


İnsan doğasının bu yeni vizyonunun sonuçları popülist partilerin ötesine, alt-right (internette örgütlenen, ırkçı, cinsiyetçi, antisemitik, beyaz üstünlükçü hareket; -ç.n.) ayrılıkçılığına, kimlikçilik (pan-Avrupacı aşırı sağ ideoloji, Avrupalıların ve onların soyundan gelenlerin sahip olduğu iddia edilen kültür ve topraklara aidiyetini savunmak; ç.n.) ve beyaz milliyetçiliğine kadar uzanıyor.


Daha az kırılma daha çok devamlılık

Neoliberallerin hepsi kültür ve ırk gibi dışlayıcı kavramlara doğru dönüş yapmadılar. Bazıları Hayek ve Mises’in kozmopolitan mirasının hoşgörüsü olmayan yabancı düşmanları tarafından ele geçirilmesi olarak gördükleri bu duruma karşı harekete geçiyorlar. Ama bazen protestolarının hiddeti kapıyı tutmuş popülist barbarların aslında kalenin içindekiler tarafından beslendiği gerçeğini örtüyor.

Çarpıcı bir örnek 1990’larda, komünizm sonrası Çek Cumhuriyeti’nde maliye bakanı, başbakan ve başkan olarak neoliberal hareketin sevgilisi olmuş olan Vaclav Klaus’tur. Klaus geçiş döneminde şok terapisinin savunucusu, Mont Pelerin Derneği üyesi ve toplantılarının konuşmacısıydı. Hayek’i kişisel bilgesi olarak gördüğünü söylemişti. 2013’te, Klaus Cato Enstitüsü’nde kıdemli hoca oldu, F.A.Hayek Amfisi olan Enstitü kozmopolitan liberteryanizmin kalesiydi.

Ama Klaus’un siyasal yolculuğuna bakın. 1990’larda, geçiş momentumunda, kuvvetli devletin ordoliberal (istenilen sonuçları elde etmek için ekonomide devletin düzenleyici rolüne inanan akım; -ç.n.) rolü çağrısı ile piyasanın bilinemezliği Hayekçi beyanını birleştirerek başladı. Daha sonraki onyılda, Avrupa Birliği’nin çevresel politikalarını giderek daha sesli bir şekilde hedefe koyan bir pozisyona vardı. Erken 2000’li yıllarda, tam-gelişmiş bir iklim inkârcısı olmuş, 2008’de ise Blue Planet in Green Shackels (Yeşil Zincirlerle Sarılmış Mavi Gezegen) kitabını yazıyordu.

2010’larda, Klaus popülist hareketin iyilikçi gücünü keşfederek Avrupa Birliği’ni sonlandırma, ulus devlete dönüş ve sınırları göçmenlere kapatma çağrısı yaptı. Ama sağa savrulması örgütlü neoliberal hareketle ilişkisini kesmeye yol açmadı.

Mont Pelerin Derneği “iyi toplumun karşısındaki popülist tehdit” konferansıyla poz yaparken, Klaus aynı yıl kendi konferanslarında, “Avrupa’ya kitlevi göç… Avrupa’yı yok etmekle ve hem geçmişten hem de Mont Pelerin Derneği’nin düşündüğünden çok farklı olacak bir Avrupa yaratmakla tehdit etmektedir” dedi. Klaus Avrupa Parlamentosu’nda birlikte çalıştığı aşırı sağcı partilerle beraber malların ve sermayenin serbest dolaşımını savunurken bazı insanlara çizgiyi çekmektedir.


Klaus gibi ideologlar popülistten ziyade liberteryen yabancı düşmanları olarak daha iyi tarif edilebilirler. Onlar, kırsaldan fenerleri ve yabalarıyla gelen neoliberalizmin düşmanlarından daha çok, yıllar boyu süren kapitalizmi düzeltecek ne varsa yaşatmalı konulu konuşmalar ve tartışmalarından beslenen, neoliberalizmin çocuklarıdır.

Yeni bulunan ırk, kültür ve ulusla yapılacak düzeltme aldığı en son şekildir: hepimizin aynı olduğumuz fikri üzerinde değil de esastan, hatta belki de kalıcı olarak, farklı olduğumuz fikri üzerine kurulu bir piyasacı felsefe. Yükselen yeni sağ üzerine ortaya çıkan bütün hiddete rağmen temelde yeni bir geometrisi olan yeni bir politik döneme girmedik. Kırılmayı abartmak devamlılığı kaçırmak demektir.

15 Haziran 2021


"Quinn Slobodian: Massachusetts’de Wellesley College’da tarih öğretmektedir. En son kitabı: Globalists:The End of Empire and the Birth of Neoliberalism."

Çeviri: Sevil Kurdoğlu