Translate

31 Mayıs 2019 Cuma

Personadan Kahraman Olur mu?

Aksu Bora/26 Nisan 2019

Michelle Phan, çevrimdışına çıkışını “neden terk ettim” diye bir videoda anlatmış; bir tür kahramanın yolculuğu hikâyesi. Kendisi de bunun farkında, diyor ki “Arslan Kral’daki Simba gibi”. Sonra ekliyor ama: “ben kahraman değilim, sadece bir kızım.”

Phan, bir “youtube ünlüsü”. Güzellik topluluğunun annesi olarak da nitelendiriliyor - ki o güzellik topluluğu dedikleri öyle böyle bir şey değil (şu video, merak edenler için iyi bir kaynak olabilir: https://youtu.be/dWLb_5AU-II)

Youtube, hikâyeler anlatmak için harika bir mecra. Yayıneviyle, editörle, yazı işleri müdürüyle, yapımcıyla falan uğraşmak gerekmiyor, basit bir kamera, bilgisayar ve internet bağlantısı yetiyor. Gençlerin, kadınların, transların… bu mecrayı bu kadar sevmelerinin bir sebebi olmalı. Kendi hikâyelerini anlatabildikleri, anlatırken kurabildikleri bir yer. Kendilerini yalnız hissetmeyecekleri. İlle de ünlü olmak gerekmez, muhakkak size kulak verecek birilerini buluyorsunuz orada, sadece kulak vermiyorlar, videonun altına yazıyorlar da.

Hikâyeler öyle şeylerdir bilirsiniz, anlatırken kurulurlar, dinlenirken yeniden kurulurlar, değişirler, yayılırlar. İçinde yaşadığınız kocaman hikâyelerin içinde, kendi küçük hikâyenizi anlatarak onlarla ilişkilenirsiniz. O büyük hikâyelerin kahramanları hep başkalarıdır zaten, siz değil.

İlk gençliğimde, hikâyelerden değil de ideolojiden söz edilirdi daha fazla - şimdi pek edilmiyor. Gerçekliğin onu biçimlendirme gücü olanlar tarafından anlatıldığına işaret eden “yanlış bilinç” lafıyla birlikte. Muktedirlerin hikâyesine inanmak işte, Ulus Baker’in veciz ifadesiyle, “insan kulübede başka, sarayda başka düşünür. Kulübedeyken sarayda gibi düşünüyorsa, işte o ideolojidir.”

Michelle’in kurduğu güzellik topluluğunu böyle bir “ideolojik”liğin şahikası olarak görmek pekâlâ mümkün. Değil mi ki makyaj, kozmetik endüstrisi, bedenlerin biçimlendirilmesi, güzellik… Tabii ki. “Neoliberal beden politikaları…” Kazandığı üç kuruşu aydınlatıcıya veren tezgahtâr kız işte, “kendini sarayda sanıyor”dur - hatta belki sanal alemin sanal olması, bu sanmaya işaret ediyordur! İnsanları ideolojilerin kurbanları olarak düşünmekteki kibir!

Bana her zaman daha ilginç gelen şey, insanların kendilerine verilen o büyük hikâyelerle ne yaptıklarıdır. Mesela kadınların güzellik ideolojisiyle ne yaptıkları, gençlerin “kendine yatırım yapma” ideolojisiyle ne yaptıkları… Michelle, henüz yirmilerinin başındayken, makyajı güzellikten çok bir yaratıcılık meselesi olarak düşünmüş, yüzünü bir tuval olarak. Demiş ki, makyaj, kendini ifade etmenin bir yoludur. Bazen de eğlenmenin, iletişim kurmanın, başka birisi olmanın…

Güzellik ideolojisiyle Amerikan rüyasının kesiştiği yerden bir persona yaratmış. Etkili bir persona. Milyonlarca takipçi, yüzlerce taklitçi, yüz milyonlarca dolar değerinde bir marka.

Sonra, 2015’te, bu personayla kendi “gerçek”liğinin birbirine karıştığını, kendini kaybettiğini hissetmiş ve çevrimdışına çıkmış. Video yayınlamayı bırakmış, sosyal medya hesaplarını kapatmış, markasını çalışanlara emanet etmiş, gitmiş. “Kendimin bir ürün haline geldiğini hissettim” diyor, “parayla kendime zaman satın aldım, gerçek kendimi bulmak için.”

Anlatılarak kurulan hikâyenin de sınırları varmış demek.

Kahramanla personanın yolu ayrılabiliyormuş.

Bitmez tükenmez taşınmalarla okulda hep “yeni kız” olmanın, Asyalı olmanın, yoksul olmanın üstesinden gelmek için hep başkalarına benzemeye çalıştığını, onlar gibi olursa kendisini seveceklerini düşündüğünü anlatıyor. Son sınıfta artık yılıp vazgeçtiğinde ancak arkadaş edinebilmeye başlamış - bu hikâyeyi “gerçek ben” başlığı altında anlatıyor kitabında. Yarattığı personanın temelinde de bu var: “gerçek ben”. Muhtemelen başarısının temelinde de.

Şimdi, yeniden “gerçek ben”in peşine düşme hikâyesini, “benim için hiçbir şey öğretmekten, öğrenmekten ve iletişimden önemli değil. Söylemeyi sevdiğim biçimiyle, Yaşıyorum, Seviyorum, Öğretiyorum, ama en önemlisi, Öğreniyorum” diye anlatıyor. Bakalım kahramanımız bu Ye, Dua et, Sev hikâyesi içinden sağ çıkabilecek mi.

Michelle Phan’ın hikâyesi kahramanlıkla persona arasındaki fark üzerine düşünmek için bulunmaz bir örnek. İnsanın kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisi arasındaki farkı. İdeolojilerle anlatılar arasındaki. İktidarın “gerçeklik” ve “hikâye” tezahürleri arasındaki farkı.

BİRİKİM


22 Mayıs 2019 Çarşamba

Game of Thrones'a ilham veren 5 tarihi olay!

14 Nisan'da ilk bölümü gösterilen diziyi sadece ABD'de 17 milyondan fazla kişi izledi - gösterildiği kanal HBO'ya göre kendi kategorisinde bir rekor.

Ancak büyünün ve hatta ejderhaların yer aldığı dizi, hayranlarının tahmininden daha fazla gerçeğe yakın.

Game of Thrones (GoT), George R.R. Martin'in kitaplarından uyarlandı. Aynı zamanda dizinin yapımcısı olan Martin, kitabı yazarken tarihi olaylardan nasıl etkilendiğini sık sık dile getiriyor.

Geçen yıl İngiliz Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, "Tarihi her zaman sevdim" diyor.
"Ancak sosyoekonomik trendler ya da kültürel dönüşümlerle, savaşlarla, cinayetlerle ya da ihanetlerle ilgili olduğum kadar ilgili değilim."
























BBC Türkçe, Game of Thrones'un en güzel anlarından bazılarına ilham kaynağı olan 5 tarihi olayı derledi.

1) GÜLLER SAVAŞI

Güller Savaşı, İngiltere tahtı için 15. yüzyılda meydana gelen karmaşık iç savaşlar serisiydi.

Savaş Lancaster Hanedanlığı ile York Hanedanlığı arasında yaşandı. Bunlar, İngiltere'yi 300 yıldan uzun bir süre yöneten Plantagenet Hanedanlığı'nın iki rakip koluydu.

Tarihçi Thomas B. Costain tarafından 1950'lerde yazılan dört ciltlik Plantagenet kitabında bu savaşlar anlatılmıştı.

Martin, Costain'in kitaplarına duyduğu ilgiyi sıklıkla dile getirdi. Game of Thrones'daki başlıca mücadele de Güller Savaşı'nı anımsatıyor:

Kurgu ürünü Westeros kıtasının hakimiyeti için Lannister ve Stark aileleri arasındaki savaş...

2) DÖVÜŞLE YARGILANMA (TRIAL BY COMBAT)

Game of Thrones'un ilk sezonunda, Amerikalı oyuncu Peter Dinklage tarafından oynanan karakter Tyrion Lannister, aristokrat Lord Jon Arryn'ı öldürmekle suçlanıyor.

Ancak dövüşle yargılanma talebinde bulunarak ceza almaktan kurtuluyor.
Lannister'ın koruması Bronn, dövüşerek efendisinin özgürlüğünü kazanıyor.

Bu olay tamamen hayal ürünü değil.

Ortaçağ Avrupası'nda bu, anlaşmazlıkları çözmek için yasal bir yöntemdi.

Davalı taraflar, kendi taraflarında savaşmaları için dövüşçü kiralıyorlardı.

Ancak Game of Thrones'da gördüğümüzün tersine, bu anlaşmazlıklar genellikle kanlı sonuçlanmazdı. Çoğunlukla kaybeden tarafın teslim olmasıyla biterdi.

3) 'KIZIL DÜĞÜN' YA DA 'SİYAH AKŞAM'

Game of Thrones'un en beklenmedik anlarından biri üçüncü sezonda meydana geldi: Ana karakterlerin üçü de tek bir bölümde öldü.

Robb Stark, annesi Catelyn ve hamile gelini Talisa, bir şölen sırasında öldürüldü.

Martin, 'Kızıl Düğün' olarak bilinen bu sahne için bir kez daha gerçek olaylardan ilham aldı.
Bu 'Siyah Akşam' olarak bilinen olaya bir göndermeydi.

1440'larda İskoçya'da yaşanan olaylara verilen isimdi bu: 10 yaşındaki Kral James II'den bir parti davetini kabul eden, Kont Douglas ve erkek kardeşinin, ülkedeki en güçlü ailelerden birinin iki üyesinin, yemeğin ardından kafaları kesilmişti.

Martin, EW dergisine yaptığı açıklamada, "Tarihi kayıtlar masaya siyah yaban domuzu kafasının konduğunu gösteriyor. Ölüm sembolü. Kont ve kardeşi bir kuleye götürüldü, ardından James'in yalvarmalarına rağmen kafaları kesildi" diyor.

4) 'GERÇEK' DUVAR

Game of Thrones'da buzdan örülü 'Duvar', Westeros'un Yedi Krallığı'nın kuzey sınırındaki 500 kilometrelik sınır boyunca uzanıyor. 200 metre yüksekliğindeki Duvar'ın amacı krallıkları işgalden korumak.

Duvar, en önemli karakterlerden birinin, Jon Snow'un da üyesi olduğu Gece Bekçileri'nin yeminli kardeşleri tarafından savunuluyor.

Gerçek hayattaki karşılığı daha kısa, ancak daha önemsiz değil: Hadrian Duvarı.

Roma İmparatorluğu yönetimi altındaki İngiltere'yi kuzeydeki Britonlardan korumak için 2'inci yüzyılda inşa edilmişti. Bu ünlü duvara Roma İmparatoru Hadrian'ın ismi verilmişti ve Antik Roma'nın en ikonik simge taşlarından biri haline gelmişti.

117 kilometre boyunca uzanan, bir zamanlar çok görkemli olan bu duvarın kalıntıları, halen görülebilir. Bu kalıntılar, George R.R. Martin de dahil olmak üzere yüzyıllar boyunca milyonlarca kişi tarafından ziyaret edildi.

1980'lerde Hadrian Duvarı'nı ziyaret eden Martin, Rolling Stones dergisine yaptığı açıklamada, "İngiltere'de arkadaşlarımı ziyaret ediyordum ve biri beni Hadrian Duvarı'nı görmeye götürdü" diyor ve ekliyor:

"Bu tepelerden ufukları seyrederek günlerini geçiren bir paralı asker için hayatın nasıl olduğunu düşündüm durdum."

5) ALTIN TAÇ

İlk sezonun sonunda, Westeros'un kralı olacak kişi, Viserys Targaryen, savaş beyi Khal Drogo'dan kız kardeşi Daenerys ile evlenmesi karşılığında kendisine söz verdiği orduyu talep ediyor.

Bunu yaparken, hamile kız kardeşinin göbeğine doğru kılıç tutuyor.

Drogo, Viserys'e "insanların gördüğünde titreyeceği bir altın taç" sözü veriyor.

Ancak daha sonra ödül vaadinin aslında bir tuzak olduğu anlaşılıyor.

Viserys kılıcını bıraktıktan sonra korumalar tarafından zapt ediliyor, Drogo altın madalyonlardan oluşan bir kemeri bir kapta erittikten sonra Viserys'in başından dökerek onu 'taçlandırıyor' ve öldürüyor.

Roma İmparatoru Valerian'ın başına milattan önce 260 yılında benzer bir olay geliyor.

Romalı tarihçi Flavius Eutropius 4. yüzyılda, Valerian'ın Pers askerleri tarafından tutsak alınmasının ardından erimiş değerli madalyon yutmaya zorlandığını yazıyor.

Bu, Valerian'ın ölümüyle ilgili anlatılan hikayelerden sadece biri, ancak Martin'in 'televizyon madenini' yaratmasına yine de ilham kaynağı oldu.

karnaval.com

























18 Mayıs 2019 Cumartesi

10 Mayıs 2019 Cuma

"Her Şey Güzel Olacak" ise

Ömer Laçiner

Saray rejimi, “yüksek yargı” etiketli bir kurulun yüz kızartıcı suç sayılabilecek bir kararıyla İstanbul seçimini iptal ettirdi.
Bazı AKP’li çevrelerden bile dillendirilen “yapmayın, kalan yegâne meşruiyet dayanağınızı da tahrip etmeyin” uyarılarına rağmen.

Birçok yorumcu, Erdoğan’ın YSK’yı oyuncak derekesine düşürmek pahasına seçimi yeniletme kararlılığını, onun 7 Haziran 2015 seçimini yeniletme taktiğini bu kez de uygulayarak istediği sonucu alacağına güvenmesine bağlıyor. 7 Haziran-1 Kasım arası dönemin terör, kıyım atmosferinin AKP’den uzaklaşmış oyları nasıl geri döndürdüğünü herhalde keyifle hatırlayan bu zatın, “tekrarlanacak seçimi kesinlikle kazanacağız” diye peşinen ilan edebilmesi de bu yüzden deniliyor.

Yanlış mı bu yorum? Hayır, hatta fazlasıyla doğru. Ancak bir eklemeye de ihtiyacı var. Sanki Erdoğan’ın –hele Bahçeli MHP’si ile “konsolide” olduktan beri– birkaç farklı taktiği var ve kullanılabilir idi de bunu seçmiş gibi bir yan anlam çıkarılmamalı, o yorumlardan. Çünkü Erdoğan’ın son beş-altı yıldır sadece bir taktiği var. Hatta onunla öylesine kaynaşmıştır ki, artık taktiği demeyip yegâne kavrayış ve davranış tarzı, kalıbı demeliyiz buna. Ayrıca belirtilmelidir ki onun bu –üstünkörü adlandırmayla “kutuplaştırma” denilen– kalıba sığınmasında Bahçeli MHP’si ile mecburi ittifakı bir neden değil sadece kolaylaştırıcıdır. Türkiye İslâmcılığı ile yoğrulmuş zihniyet dünyasında zaten mevcut olan o kalıbı iktidarının ikinci döneminde –konjonktürün çok uygun oluşundan yararlanarak– kullanıp hem pörsütmesi hem de tıkanması sonucu MHP’nin katkısına açmış olmasından söz edebiliriz.

Ancak asıl soru, 2015’te –ve oradan yakın döneme kadar– beklentilerini epeyce karşılayan o “taktik”ten şimdi de benzer bir sonuç alıp alamayacağıdır.

>>>

2015’te Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği sonucu elde edebilmesinde en önemli faktör, çoğunluğu sağlamış muhalefetin, pekâlâ oluşturabileceği –yine erken seçim amaçlı– bir hükümeti kuramamış olmasıydı. Böyle bir hükümet, o sırada gayet belli olan AKP-Erdoğan’ın “başkanlık rejimi” kurma yönelimine tümü de karşı olan muhalefet partilerinin, bu yönde atılmış adımları –örneğin Saray’ın buna hazırlanmasını– iptal etmek ve ayrıca yine hepsinin şiddetle kınadığı o malum büyük yolsuzluk dosyalarını yürürlüğe sokmak ve ardından yeni seçime gitmek gibi kısa programlı bir hükümet olabilirdi. Ne var ki AKP-Erdoğan’ı hayli zora, prestij kaybına ve oy desteği yitimine sokacak bu girişim, AKP’nin kaybından en fazla yararlanacak gibi görünen MHP’nin umulmadık katılıktaki karşı çıkışından, muhalefetten kendini ayırmasından ötürü gerçekleşemedi. Bunu muhalefetin beceriksizliğine bağlayan, Selahattin Demirtaş dışında umut veren bir tutum göremeyen ve CHP’nin ışıksız-sarsak halinden şikâyetçi olan bir kamuoyunda “AKP’siz olmuyor” duygusu kolayca yaygınlaşabildi böylece. IŞİD’in katliamları ve PKK’nın yeniden silâhlı eylemlere başladığı haberleri ile oluşan terör atmosferinde o duygu AKP’ye kaybettiği oydan bile fazlasını kazandırabildi.

Oysa şimdi durum neredeyse tam tersinedir. 31 Mart seçiminden sayısal çoğunluğa sahip değilse bile ona yakın bir oy desteğiyle ve asıl önemlisi ülkenin nispi ağırlığa sahip kentlerinin çoğunda, İzmir’e ilaveten Ankara ve bilhassa İstanbul’da gayet başarılı bir kampanyayla seçimi ve moral üstünlük kozunu kazanmış bir muhalefet vardır. Bahçeli’ni kof hamasetle, Erdoğan’ın gaflarla bezediği beka nutuklarıyla yürüttüğü kampanyanın sönüklüğüne seçim gecesi ve ertesinin sersemce debelenmeleri de tüy dikince, “beceriksiz” ve “bunlarla olmaz” etiketi bu kez AKP-MHP ittifakının yakasına yapışmış görünmekte. Bu etiket dış politikadaki fiyasko ve bocalamaların, ekonomideki derinleşen krizin giderek daha da fark edilir olmasıyla birlikte yaygın kanaate dönüşmek üzeredir.

“Güvenlik kuvvetlerinin ihmali”nin de payı olduğu öne sürülen Suruç ve Ankara Garı türü katliamlar, PKK’ya atfedilecek büyükçe çaplı silâhlı eylemler ya da “İstanbul’a mitili atma” sözü veren Bahçeli’nin bu tavrını “işaret” sayacak olanların kampanya sürecinde ve sandık başlarında vukuatlar çıkarmasıyla oluşacak bir “terör atmosferi,” o kanaati tersine çevirmeye, çoğunluğun –bir kez daha– AKP-MHP’nin eteğine yapışmasına yeter mi?

Yeteceğini hesaplayanlar, “kesinlikle kazanacağız” derken planlarını buna göre yapanlar veya yetebilir diye endişelenenler elbette vardır. Ancak niyetleri ve istekleri tam tersi olan bu iki eğilim de 31 Mart gecesi doğan ve ertesi günlerde hem büyüyüp İstanbul ve yurt sathına yayılan; hem de özgüven ve iyimserliğin, hak ve haysiyet duygusunun canlanış rüzgârını estiren toplumsal ruh halinin belirleyici önemini ya azımsıyor ya da dikkate almıyorlar.

“Gezi isyanı”yla aynı içerikte olmakla birlikte, ondan çok daha yaygın, haklılık inancı çok daha güçlü bir ruh halidir bu. Üstelik o sırada henüz şimdiki düzeyinin epey altında bir muktedir kibri, şiddeti ve ahlakî düşüklük hali ile karşı karşıya iken şimdi kibir küstahlık derekesinde, şiddet korkutmayı gerileten bir tiksindiricilik sınırlarında, ahlakî çürüme pejmürde bir aklın bulamacındadır.

Nasıl ki “Gezi”de “mağdur edilmiş”lik duygusundan çok daha baskın bir “daha iyi ve doğru”yu temsil/savunma pozisyonunda olunmuş ise ve bundan dolayı da karşısından kendisine yapılmış haksızlığı gidermesini isteyen bir talepkâr dil ve tutumdan ziyade, park içi etkinliklerle kendi yapmak, oldurmak istediklerinin örnek ve işaretlerini verenler akıllarda yer etmişse; şimdi de İstanbul’un nasıl yönetilmesini Ekrem İmamoğlu’na verdikleri oyla ilan edenler, kazandıkları bu hakkı gasp edenleri bir yana bırakıp, “her şey güzel olacak” sloganının ufkunda kendi olmak, oldurmak istediklerine yoğunlaşmayı seçiyorlar.

Kampanya bu özgünlüğün yansıtıldığı biçimler ve yöntemlerle sürdürüldüğü takdirde, Gezi’deki “bir avuç direnişçi”den yüz binlerce katılımcıya, dayanışma, yardımlaşma ağlarına varan sürecin, çok daha geniş çaplısı gerçekleştirilebilir. Bir aday ve ekibinin düşünce ve projelerinin anlatıldığı ilçe toplantıları biçiminden çok, kentin genel ve tekil sorunlarının konuşulduğu, önerilerin tartışıldığı forumlar rengini vermelidir bu kampanyaya örneğin.

Bu kampanya insanlara nasıl/kimler tarafından yönetileceğimize dair soruları ikincilleştirip nasıl olmak istediğimize dair soru ve hayalleri öne çıkaran bir mahiyet kazandığında AKP-MHP ittifakının siyasî, ahlakî düzey düşüklüğü, çapsızlığı, nitelik yoksunluğu çok daha belirginleşmiş olacaktır. Bu durumda yine bir kutuplaşmadan bahsedilecekse; bir yanda daha insani, medeni değer ve normları sahiplenmeye istekli olanların, öte yanda Erdoğan ve Bahçeli düzeyindekilerin “haddini bildirme” konumunda olmalarının nasıl bir zillet hali olduğunu anlayamayacak hale gelmişlerin yer alacağı bir manzara oluşmuş demektir.

23 Haziran, 31 Mart sonucunu yeniden tescil ettiğinde sadece onlar da nihayet anlamış olmayacak; Erdoğan ve Bahçeli de artık bu yaftayla anılır olacaktır.

BİRİKİM