Translate

9 Nisan 2024 Salı

Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir

Fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak aynı zamanda entelektüel tevazu göstermeyi de gerektirir. Sizi siz yapan şeyin inançlarınız olduğu ve onları canınız pahasına savunmanız gerektiği öğretildiğinde, bunu gerçekleştirmeniz kolay değil.

19 Mart 2024 Salı

Bertolt Brecht
Beş Paralık Roman

BERTOLT BRECHT 10 Şubat 1898’de Augsburg, Bavyera’da doğdu. 1917’de Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nin tıp bölümüne girdi. Orada Arthur Kutscher ile birlikte drama çalıştı. 1918 sonbaharında askerliğe çağrılan Brecht, bir ordu hastanesinde hizmet verdi. Askerlik yaptığı dönemde ilk oyunu olan “Baal”i yazdı. Askerden sonra üniversitedeki çalışmalarına döndüyse de 1921’de tıp eğitimini bıraktı.
İkinci büyük oyunu “Gecede Trampet Sesleri”ni Şubat 1919’da yazan Brecht, 1921’de yazdığı “Kentlerin Vahşi Ormanında” oyunu da dahil olmak üzere, bu üç oyunuyla 1922 yılında Almanya’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Kleist ödülüne layık görüldü. 1924-1933 arasında Berlin’de geçirdiği yıllarda yönetmen Max Reinhardt ve Erwin Piscator ile çalıştı, 1928’te ise besteci Kurt Weill ile birlikte “Üç Kuruşluk Opera”yı yazdı. “Epik tiyatro” teorisini de bu yıllarda geliştirdi.
1933’te sürgün edildi. Sürgün yıllarını önce Danimarka’da, sonra Amerika’da geçirdi. Amerika’da Hollywood için senaryolar yazdı. Almanya’da kitapları yakıldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Amerika’da geçirdiği yıllarda ün kazandı, bu dönemde “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Galilei’nin Yaşamı”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” gibi oyunları kaleme aldı.
Brecht 1947’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin önünde ifade vermek zorunda kalınca Amerika’dan ayrıldı. Zürih’te bir yıl geçirdi. 1949’da “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni yazdı ve en önemli teorik çalışması Tiyatro için Küçük Organon’u yayımladı. Bu yıl “Cesaret Ana ve Çocukları”nın sahnelenmesine yardımcı olmak için Berlin’e gitti. Bu gidişi Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması ve yazarın Berlin’e kesin dönüş yapmasıyla sonuçlanacaktı. Doğu Avrupa’da gelenek dışı teorileri, Batı’da ise komünist fikirleri nedeniyle hoş karşılanmasa da kurduğu tiyatroyla 1955’te Paris Théâtre des Nations’da büyük beğeni topladı, aynı yıl Moskova’da da Stalin Barış Ödülü’nü aldı.
1956’da Doğu Berlin’de kalp krizi geçirerek öldü.



"Dreigroschenroman"

Barınak
Ne verirlerse aldı; yoksulluk zordur çünkü,
Ama sordu yine de aslında budala değildi,
“Niçin barındırıp niçin besliyorsunuz beni?
Bilmeliyim hakkımdaki niyetinizi.”

– “Bay Aigihns’in Düşüşü”, Eski bir İrlanda şarkısı

George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown Hastahanesi’nde bacağından oldu. Londra’ya dönünce, “devletten hiçbir talepte bulunmayacağım,” gibi cümlelerle dolu bir kâğıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı. Bu parayı, Newgate’deki küçük bir meyhaneye yatırdı. Meyhaneyi işletmeye başlamadan hesap defterlerini dikkatle incelemiş, meyhanenin ayda 40 şilin kadar bir gelir getireceğine aklı yatmıştı.
Meyhanenin arkasındaki küçük odaya yerleşip yaşlı bir kadınla birlikte içki satmaya başladıktan birkaç hafta sonra, hesaplarında yanıldığı ve bacağını hiç de iyi bir işe yatırmadığı kanısına vardı. Eski bir asker olarak müşterilerine gerekli saygıyı göstermeyi becerdiği halde kazancı 40 şilinin oldukça altındaydı. Sonraları başkalarından, incelemiş olduğu defterlerde görünen kazancın, meyhanenin bulunduğu semtte yapılan bir inşaat sayesinde olduğunu öğrendi. Şimdi inşaat bitmiş, işçiler de gitmişti. İşten anlayanlar, meyhane kazancının, böyle yerlerde alışıldığı gibi, hafta sonları yerine iş günlerinde kabarık görünmesine dikkat etmemiş olmasına şaştıklarını söylediler. Ama şimdiye kadar böyle yerlerin sadece müşterisi olmuştu o. Bu durumda meyhaneyi dört ay daha işletebildi; meyhanenin eski sahibinin adresini bulana kadar da dört ay daha kaybetti – işin sonunda beş parasız sokakta kaldı.
Bir süre, bir askerin genç karısının evinde, kadın dükkânda çalışırken çocuklarına savaş hikâyeleri anlatarak barındı. Ufak bir evde başka türlü olamayacağı için kendisiyle yatmış olan kadın, kocasının izne geleceği haberi üstüne, onu bir an önce evinden atmak istedi. Birkaç gün daha kadının evinde kalmayı başaran “harp malulü” sonunda orayı terk etmek zorunda kaldı.
Kadının kocası kıtasına döndükten sonra, bir iki kez daha uğradı kadının evine. Kadın karnını doyurdu ama, adamakıllı düşmekten kurtulamadı ve sonunda o da dünya başkentinin sokaklarında gece gündüz açlığı sürükleyen sefiller kervanına katıldı.

Bir sabah, Taymis köprülerinin birinde durdu. İki gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Eski üniforması sayesinde yanlarına yaklaşabildiği kişiler, arada sırada bir iki kadeh ısmarlıyorlardı ona, ama yemek ısmarlayan yoktu. Üniforması olmasa içki de ısmarlayan olmayacağını bildiğinden giyiyordu üniformayı.
Şimdi yine sivil giyinmişti; meyhanecilik yaptığı zamanlarda olduğu gibi. Çünkü dilenmek istiyor ve utanıyordu bundan. Bacağından yaralandığı, iflas ettiği için utanmıyordu. Kendi görüşüne göre kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktu.
Dilenmek zor geliyordu ona. Bu meslek, hiçbir şey öğrenmemiş olanlara göreydi, ama öğrenilmesi gereken bir meslekti. Ardı ardına birçoklarının yolunu kesti, ama yüzünde gururlu bir ifadeyle ve onları rahatsız etmekten çekinerek. Ayrıca öyle uzun cümleler kullanıyordu ki, noktayı koyduğunda derdini anlatmaya çalıştığı adam geçip gitmiş oluyordu çoktan; sonra avucunu da açmıyordu. Sonunda, en az beş kez kendini alçalttığı halde, kimse onun dilendiğini anlamadı. Ama başka biri çakmıştı durumu. Çünkü ansızın ardından, kısık bir sesin şunları söylediğini duydu: “Buradan basıp gidecek misin eşek arabası!”
Duyduğu suçluluk duygusuyla arkasına bakmadı bile. Süklüm püklüm uzaklaştı oradan. Yüz adım uzaklaştıktan sonra arkasına bakmaya cesaret edebildi. Yırtık pırtık, en adisinden iki dilencinin kendisine baktıklarını gördü. Ancak birkaç sokak sonra peşinden ayrıldılar.
Ertesi günü, limanın oralarda dolanıp, aşağı sınıftan insanları garip dilenme tarzıyla şaşırtan biri ansızın vurdu sırtına. Sırtına vuran cebine de bir şey sokuşturmuştu. Çevresine bakınınca kimseleri göremedi, ama elini cebine atınca iyice katlanmış, kirlenmiş bir kartvizit buldu: J.J. Peachum, Old Oak Sokağı, No: 7.
Ayrıca karta kurşunkalemle şunlar karalanmıştı: “Kemiklerinin kırılmasını istemiyorsan bu adrese gitmeye bak!” Bu cümlenin altı iki kez çizilmişti.

Bu saldırının, dilenmesiyle ilişkili olabileceğini yavaş da olsa anladı Fewkoombey. Ama Old Oak Sokağı’na gitmeye de niyeti yoktu pek.
Öğleden sonra, bir koltuk meyhanesinin önünde, birkaç gün önce gördüğü dilencilerden biriyle tanıştı. Bugün daha dostçaydı. Genç bir adamdı bu; hiç de kötü görünmüyordu. Fewkoombey’yi kolundan çekti, birlikte yürüdüler. “Seni pis köpek seni,” diye başladı söze ama dostça ve sakin konuşuyordu: “Numaranı göster!”
“Ne numarası?” diye sordu asker.
Genç adam kendisini bırakmayarak, ama yine dostça ona şunları anlattı; “Bu dilencilik işinin de kendine göre bazı kuralları vardır, hatta bazı kuralları birçok işinkinden iyidir, çünkü hiç olmazsa bu iş, uygar insanlar tarafından terk edilmiş yabani yerlerde değil, büyük ve düzenli bir şehirde, dünyanın başkentinde yapılabilir ancak. Yalnız bu işte çalışabilmek için bir numara gereklidir. Bir de izin belgesi; bu belge ve numara da, tabii ücretli olarak, ancak bir yerden temin edilebilir: Old Oak Sokağı’nda bir dernek vardır ve bu derneğe üye olmak zorunludur.”

Fewkoombey hiç soru sormadan dinledi onu. Sonra dostça cevaplar verdi. Boş bir sokaktan geçiyorlardı. Tıpkı duvarcılarda ve berberlerde olduğu gibi dilencilerin de bir derneği olduğuna sevindiğini, ama canı ne isterse onu yapmayı tercih ettiğini, çünkü tahta bacağının da ispat ettiği gibi kendisine şimdiye kadar yeterince emredildiğini söyledi. Sözlerinin sonunda, düşüncelerine pek katılmadan, ilginç ve tecrübeli bir adamı dinlercesine kendisini dinleyen yol arkadaşına elini uzatıp iyi günler diledi. Dilenci eski bir dost gibi gülerek sırtına vurdu askerin ve karşı kaldırıma geçti. Fewkoombey gülüşünden hiç hoşlanmadı onun.
Ertesi gün iyice kötüleşti durumu. Kesintisiz olarak beş on para kazanabilmek için, belirli bir köşede oturmak gerektiğini anladı. Bu ise mümkün değildi, çünkü sürekli olarak yerleştiği her köşeden sürülmekteydi. Ötekilerin ne yaptığını bir türlü çakamıyordu. Şöyle ya da böyle, hepsi, ondan daha zavallı gözükmekteydiler. Yırtıklarından kemikleri görünen giysileri vardı. (Sonraları, belirli çevrelerde, çıplak et göstermeyen elbiselerin, kötü vitrin sayıldığını öğrendi.) Ayrıca, görünüşleri de daha kötüydü bunların; mutlaka bir yerleri sakattı. Çoğu doğrudan doğruya çıplak beton üstüne oturuyorlardı; yanlarından geçenler, hasta olmalarından korksunlar diye. Fewkoombey seve seve oturacaktı çıplak betona ya, buraları orta malı değildi anlaşılan; ya polis, ya dilenciler durmadan rahatsız ediyorlardı onu.
Bütün bu sıkıntılar sonucunda üşüttü, soğuk algınlığı göğsüne indi, ciğerini dağlayan sancılarla ve yüksek ateşle dolaşmaya başladı.

Bir akşam, o genç dilenciye yeniden rastladı. Dilenci arkasına takıldı.İki sokak ötede dilenciler ikileşti. Koşmaya başladı, onlar da ardından. Dilencilerden kurtulmak için dar sokaklara saptı, kurtulduğunu sanarken, bir sokak köşesinde, ansızın karşısında buldu onları. Ne olduğunu anlamaya kalmadan ellerindeki sopalarla vurdular ona kendisini yere atıp tahta bacağından çekince sırtüstü düştü, sonra onu yerde bırakıp kaçtılar; köşeden bir polis görünmüştü çünkü.

Fewkoombey, polis tarafından yerden kaldırılacağını umuyordu ki, hemen yanındaki bir avludan, ufak bir tekerlekli iskemleyle ortaya çıkan üçüncü bir dilenci, hareketlerle kaçanları göstererek polise bir şeyler anlattı. Fewkoombey polis tarafından ayağa kaldırıldı ve yediği bir tekmeyle yoluna devam etmesi sağlandı. Dilenci ardından ayrılmadı, iki koluyla sürüyordu demir tekerlekli iskemlesini.
Bacakları yoktu herhalde.
Bir üst sokağın köşesinde, bacaksız dilenci Fewkoombey’nin pantolonunu çekti. Şehrin en pis semtindeydiler şimdi. Sokaklar bir adam boyu genişliğindeydi ancak.
Tam yanında bir avlunun alçak girişi belirdi. “Buradan gir,” diye emretti sakat. Koltuğun tekerleklerini döndüren çelik kolla bacağından dürtüldüğü zaman, açlıktan da iyice halsizleşmiş olan Fewkoombey kendisini avlunun ortasında buldu. Çevresine şaşkınlıkla bakmaya kalmadan, kocaman gerdanlı yaşlıca bir adam olan sakat, bir maymun çevikliğiyle ve yeniden kazandığı sağlam bacaklarla arabasından atlayıp üstüne saldırdı. Fewkoombey’den en azından bir baş büyüktü ve bir orangutan gibi güçlü kolları vardı.
“Ceketini çıkar!” diye emretti. “Kazanç getiren bir iş sahibi olmaya benden daha çok hakkın olup olmadığını ispat etmek için erkekçe dövüş bakalım benimle. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ ve ‘Altta kalanın canı çıksın!’ İşte benim sloganlarım! Böyle yardım edilir insanlığa, çünkü sadece becerikliler yükselip bu dünyanın nimetlerinden yararlanırlar. Dövüşürken hile yapmaya kalkma, belden aşağısına vurma ve dizini işe karıştırma. Dövüşümüzün geçerli olması için, İngiliz Boks Federasyonu kurallarına uymamız gerekir.”

Dövüş kısa sürdü. Fewkoombey ruhça ve bedenen yıkılmış olarak yaşlı adamın ardından sürüklendi. Old Oak Sokağı’ndan kimse söz etmiyordu artık.

Bir hafta boyunca yaşlı adamın boyunduruğunda yaşadı. Yaşlı adam Fewkoombey’yi eski asker üniformasıyla bir sokak köşesinde bırakıyor; akşamları hesaptan sonra karnını doyuruyordu. Hep çok düşüktü kazancı. Kazandıklarını da moruğa veriyordu; ama kazancının, yaşlı dilencinin verdiği adinin adisi bir bardak konyakla ucuz balığı karşılayıp karşılamadığını bile bilmiyordu. Kendisinden daha sakat görünüp aslında sapasağlam olan yaşlı adamın kazancı çok değişikti ondan.

BERTOLT BRECHT Beş Paralık Roman Dreigroschenroman ÇEVİREN Sevgi Soysal WALTER BENJAMIN’İN SONSÖZÜYLE

29 Şubat 2024 Perşembe

Oy Yok

Bizim mahallenin köpekleri Muhtemel ile Fotokopi, bu sabah kırıta kırıta geçtiler bizim evin önünden.

Seçim olacağını bilmiyorlar... Oysa yakında yapılacak belediye seçimleri, onları ne kadar çok ilgilendiriyor, ne çok...

Ama oy hakları yok...

*

Bu yazı hayvan severlere çağrıdır:

Bu yerel seçimlerde sevdiğiniz o canlılar adına oy kullanın...

Hayvanları seven, korumaya söz veren, onları doğanın birer emaneti gibi görenleri destekleyin...

O merhametsiz-acımasız-duygusuz adamlar gitsin...

İyi insanların peşine düşün...

Onlar için kapı kapı dolaşarak, sokak sokak gezerek, öbür iyi insanlardan oy isteyin...

Demokrasinin yüceliğidir; tüm varlıklara vereceği bir şeyi vardır demokrasinin...

Yaşamları sizin çabanıza bağlı canlıların oy hakları yok...

Siz varsınız...

*Bu; oy hakkı olan seçmenler adına da, doğru insanı bulmanın yoludur...

Dili-savunması olmayanlara yaşama hakkı tanıyıp bu koca dünyada küçücük bir yer veren belediye başkanı, yetimin-yoksulun hakkını hayda hayda koruyacaktır.

Yakından bakın; en büyük hırsızlığın-yağmanın-talanın olduğu belediyeler, öbür canlılara yaşama hakkı tanımayanlardı...

Bir kedinin hukukuna saygılı birisi... Bir yavru köpeğin annesini elinden alamayan birisi... Merhametli ve sevgisi olan...

Elbette çocuklarımıza daha güzel bir dünyayı vermek ister...

Hayvanseverlerden ricamdır:

Kötü insanların kentlerimize, mahallelerimize, sokaklarımıza el koymalarına izin verip, sonra çığlık çığlığa ağlamak faydasız.

Bu seçimlerde o kötü adamların kazanmasına izin vermeyin...

İyi insanlar için yollara düşün...

Sevdiğiniz canlılar adına...

Onların sizden başka kimsesi yok...

Bekir Coşkun 28 aralık 2008

28 Şubat 2024 Çarşamba

Türkiye’nin Yeni Güvenlik Rejimi

Millî İstihbarat Teşkilatı’nın doksan yedinci kuruluş yıldönümü vesilesiyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) “Temas İstanbul” isimli bir sergi açıldı. MİT’in kuruluşundan bugüne yapılan operasyonlarda kullanılan araç gereçler, bir diğer ifadeyle casusluk cihazları, ziyaretçilere sergileniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Millî İstihbarat Akademisi’nin kurulduğunun açıklanmasının ardından söz konusu serginin de ziyaretçilere açılması, varlık nedeninin “gizlilik” olması gereken bir kurum açısından oldukça manidar. Belki de uzun yıllar boyunca gizliliğiyle ve erişilemezliğiyle Erdoğan rejiminin hem en karanlık hem de en güçlü kurumlarından biri olan MİT, İstihbarat Akademisi ve “Temas İstanbul” sergisiyle bir nevi halkla ilişkiler çalışmalarına yeni bir boyut kazandırarak hem varlığını hem de icraatlarını meşrulaştıracağı bir zemin yaratıyor.

15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye’de yaşanan kurumsal ve siyasi dönüşüm, millî güvenlik temelli yeni bir rejimin yaratılmasına olanak sağladı. Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı da MİT oldu. Bu makalede, önce 15 Temmuz’dan sonra yaratılan yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini ve siyasi dinamiklerini inceleyecek, ardından da MİT’in yeni rejimdeki kritik rolünü ve konumunu tartışacağız.

Kademeli Dönüşümden Kırılma Noktasına

Siyaset bilimi literatüründe critical junctures olarak kavramsallaştırılan kritik dönemeçler, uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal alanları kontrol eden, şekillendiren ve dönüştüren kurumsal yapıların köklü değişimler geçirdiği kırılma noktalarını açıklamada kullanılıyor.

15 Temmuz 2016 da Türkiye için siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönemeç oldu. Türkiye’nin yeni rejimini, siyasi koalisyonlarını ve ekonomik modelini doğru analiz edebilmek için bu süreçte yaşanan kurumsal dönüşümü ve bu dönüşümün arkasındaki yapısal nedenleri sistematik bir yaklaşımla açıklamak büyük önem taşıyor.

15 Temmuz darbe girişimi, AKP iktidarının 2002’den beri yavaş ve sistematik bir şekilde dönüştürmeye ve tahakkümü altına almaya çalıştığı ordu, bürokrasi ve siyasal alanın yapısal bir kırılmayla köklü bir değişim geçirdiği önemli bir dönüm noktası yarattı. AB ile üyelik müzakereleri şemsiyesi altında TSK’nın siyasi, ekonomik ve bürokratik gücünün geriletilmesine yönelik reformlar, Fethullahçılar ile kurulan ittifakın verdiği güçle başta yargı ve güvenlik olmak üzere bürokrasinin kontrol altına alınması, Ergenekon ve Balyoz davaları ile TSK’nın toplumsal meşruiyetinin azaltılması ve yönetim kadrosunun değiştirilmesi, yasal değişikliklerle yürütmenin tüm yetkilerinin Erdoğan’ın elinde toplanması 15 Temmuz 2016’ya kadar yavaş ve kademeli bir süreç olarak ilerledi. Siyaset Bilimciler James Mahoney ve Kathleen Thelen’ın “gradual change”[1] (kademeli dönüşüm) olarak kavramsallaştırdığı bu kurumsal dönüşüm süreci, 15 Temmuz’daki yapısal kırılmayla bir yeniden inşa süreci yarattı.

Güvenlik kurumları, güvenlik bürokrasisi ve yürütme erkinin yetkilerinde yaşanan bu yapısal dönüşüm, Türkiye’de yeni bir güvenlik rejiminin yaratılmasına olanak sağladı. Bir başka perspektiften bakıldığında, tüm bu kurumsal dönüşüm çabalarının nihai hedeflerinden birinin yeni bir güvenlik rejimi yaratmak olduğunu da iddia etmek mümkün.

Yeni Güvenlik Rejiminin Kurumsal Mimarisi

15 Temmuz 2016 AB ile tam üyelik müzakereleri ve 2010 referandumu ile adım adım inşa edilen yeni güvenlik rejiminin kurumsallaşması yönünde önemli bir itici kuvvet yarattı. Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini üç maddede özetlemek mümkün: paralel yetkiler, tek bir kumanda merkezi ve darbe önleyici önlemler (coup-proofing).

Güvenlik kurumları arasında paralel yetkilendirme

15 Temmuz’dan sonra OHAL kararnameleriyle TSK’nın kurumsal yapısı ve yetkilerinin yeniden şekillendirilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesinin ardından tüm devletin yapısal bir dönüşüme sokulması Türkiye’nin geleneksel güvenlik rejimini oluşturan kurumları da büyük ölçüde değiştirdi. MİT, TSK ve Emniyet arasında bir yetki ve güç paylaşımı yapılarak bu kurumlar birbirine paralel yetkilere ve güce sahip rakip güvenlik aygıtları haline getirildi.

MİT’in görev ve yetki alanı, iç operasyonlara ek olarak yurtdışı operasyonları da içerecek şekilde genişletildi. Aslında, 2014 yılında 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda yapılan değişiklikle MİT’in yurtdışında operasyon yapabilmesine yasal zemin oluşturulsa da özellikle 2016’dan sonra yurtdışı operasyonları daha görünür hale getirildi. Sinem Adar, bu kurumsal dönüşüm sürecinde “2016’dan sonra MİT’in TSK ve Emniyet’e karşı geniş yetkilerle donatılarak yeni güvenlik rejiminin merkezine oturtulduğunu” iddia ediyor. Öte yandan, özellikle Hendek Operasyonları’nda görünür hale gelen Emniyet’e bağlı Özel Harekat polislerinin PKK’ya karşı operasyonlarda görünür şekilde kullanılmasıyla birlikte TSK’nın terörle mücadeledeki geleneksel rolü gerileyerek MİT-TSK-Emniyet arasında bir rol ve yetki paylaşımına gidildi.

25 Temmuz 2016’da 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın TSK’dan ayırılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması da yeni güvenlik rejiminde birbirine paralel yetkilere sahip kurumlar yaratılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. TSK’nın iç siyasetteki ağırlığını oluşturan kurumlar İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak ordunun tüm yetki ve odağı yurtdışı operasyonlara ve tehditlere yönlendirildi. Son olarak, 2021 "millî güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT’in, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilmesine olanak sağlayan yasal düzenleme güvenlik rejiminin üç temel kurumu arasındaki paralel yetkilendirmeye önemli bir örnek teşkil ediyor.

Tek bir kumanda merkezi

Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisindeki ikinci önemli nokta bütün güvenlik aygıtlarının kontrol ve kumanda merkezinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Cumhurbaşkanının başkomutan kimliğine sıklıkla vurgu yapılması ve millî güvenliği kendi şahsında bütünleştirme gayretleri yeni güvenlik rejiminin alametifarikalarından.

CHS’ye geçilmeden önce başbakana karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı yeni sistemde millî savunma bakanına bağlandı. Bu değişiklik her ne kadar yetki paylaşımı olarak görünse de yeni sistemde millî savunma bakanının cumhurbaşkanının savunma sekreteri rolünde olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin hem genelkurmay başkanlığı için bir statü düşürülmesi hem de cumhurbaşkanın tam kontrolünde bir makam haline getirildiğini gösteriyor.[2] Ek olarak, CHS’ye geçişle birlikte kuvvet komutanlarının da millî savunma bakanına bağlanması TSK’nın tüm üst düzey kademesinin doğrudan cumhurbaşkanının kontrolüne alındığı anlamına geliyor.


 

Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) yapısında yapılan değişiklikler de tüm güvenlik rejiminin cumhurbaşkanının kontrolüne alınmasında önemli bir adım olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı yardımcısı, millî eğitim bakanı ve hazine ve maliye bakanının da YAŞ üyeliğine getirilmesiyle birlikte burada sivillerin ağırlığının önemli ölçüde artırılması ve YAŞ sekreteryasının MSB’ye bağlanması ile cumhurbaşkanının burada da tam kontrol sahibi olduğunu söylemek mümkün. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın, CHS’ye geçişle Savunma Sanayii Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılması ve doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması, en büyük savunma sanayi şirketlerini bünyesinde barındırmasıyla silah sanayinden elde edilen geliri de kontrol eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın mütevelli heyeti başkanlığına da cumhurbaşkanının getirilmesiyle güvenlik rejiminin hem bürokratik hem de finansal kaynakları üzerinde tek yetkili kişi yine cumhurbaşkanı oldu.

Darbe önleyici önlemler

Hem güvenlik aygıtlarının birbirine paralel yetkilerle donatılarak yeniden yapılandırılması hem de tüm güvenlik rejiminin kontrol ve kumandasının Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması, siyaset bilimi literatüründe coup-proofing[3] olarak kavramsallaştırılan darbe önleyici yöntemlerin ayaklarını oluşturuyor. Fethullahçılarla yaşanan devlet krizinin 2013’te iyice görünür hale gelmesinden sonra MİT ve Emniyet’i TSK’ya karşı güçlendiren ve yetkilendiren Erdoğan yönetimi, 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından bu üç kurumu birbirine paralel yetkilerle yeniden şekillendirerek ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü tamamen kendi eline alarak tüm güvenlik rejimi üzerinde tam bir kontrol sağlamaya çalıştı. Bu dönüşümün temel hedeflerinden birinin de olası bir darbe girişimini engelleyecek yeni bir kurumsal mimari olduğu iddia edilebilir.

Toplumsal Meşruiyet Araçları

Güvenlik rejiminde yaşanan bu kurumsal ve yapısal dönüşüm, bir yandan AKP-MHP ittifakı ile siyasi bir meşruiyet kazanırken diğer yandan savunma sanayi ve televizyon dizileri üzerinden toplumsal meşruiyet de kazanıyor.

Savunma Sanayii

Savunma sanayii, yeni güvenlik rejiminin en büyük somut kazanımlarından biri olarak çok güçlü bir toplumsal meşruiyet kaynağı haline gelmiş durumda. 2023 seçimlerinde başta TCG Anadolu olmak üzere savunma projelerinin adeta Cumhur İttifakı’nın seçim otobüsü gibi kullanılması, ekonomik kriz ve kurumsal çöküşün savunma sanayii etrafında yaratılan yeni bir kalkınma modeli anlatısıyla gölgelenmesi ve muhalefetin soyut eleştirilerine somut kazanımlarla cevap verilmesi, yeni rejimin yarattığı toplumsal meşruiyetin en güncel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.

Özellikle İkinci Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a gönderdiği SİHA’ların kullanılması, savaşın kazanılmasında SİHA’ların “oyun değiştirici” rolüne yapılan vurgu ve MİT’in sınır ötesi operasyonlarında yine İHA/SİHA’ların başarısına sistematik şekilde atıf yapılması güvenlik-dış politika-savunma sanayii arasında birbirine eklemlenmiş bir hikâye sunuyor. Ek olarak, savunma sanayiine ilişkin yapılan hemen hemen her açıklama ve haberde “Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde” ifadesinin vurgulu şekilde kullanılması hem yeni güvenlik rejimine hem de onun tek karar ve uygulama mercii olarak cumhurbaşkanının meşruiyetini yeniden üretiyor.

Diziler

Başta TRT olmak üzere iktidara yakın televizyon kanallarında sayısı her geçen gün artan tarih dizileri üzerinden yeni bir tarih anlatısı yaratmak ve millet-devlet-lider miti üzerinden otoriter ve milliyetçi yeni siyasi düzene toplumsal meşruiyet kazandırmak bir süredir üzerine düşünülen ve yazılan konulardan biri. TRT’de 2021 yılında yayınlanmaya başlayan Teşkilat dizisi ise hem günümüz Türkiye’sine odaklanması hem de İslâmi motiflerden ziyade milliyetçi söylem ve sembolleri öne çıkarmasıyla yeni güvenlik rejiminin ideolojik ve kurumsal dönüşümüne uyumlu bir profil çiziyor.

MİT mensuplarının Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonları konu eden dizi, Türkiye’nin başta İHA/SİHA’lar olmak üzere savunma sanayii teknolojisini ele geçirmek isteyen “dış güçlerle” MİT’in mücadelesini ele alıyor. Yukarıda değindiğimiz, güvenlik-dış politika-savunma sanayii üçgenini bir “kahramanlık öyküsü” etrafında işleyen dizi, iktidarın yarattığı toplumsal meşruiyet araçlarına somut bir örnek teşkil ediyor. MİT’in doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “MİT, ileri teknolojileri operasyonel kapasitesine entegre etmeyi başaran en etkili kurumlardan biridir. Yeni dönemde de yeni ürün portföyünün envantere alınmasıyla kararlılıkla bu tür operasyonları ifa etmeye devam edecektir,” ifadeleri siyasi söylemler ve diziler aracılığıyla toplumsal meşruiyet yaratma çabaları arasındaki paralellikleri kanıtlar nitelikte. Siyasetteki hamasi güvenlik söylemleri televizyon dizilerine yansıdığı gibi kurumsal iletişime de yansıyor. MİT’in resmî internet sayfasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranda yer alan ifadeler MİT’in hem yeni güvenlik rejimindeki konumunu hem de oluşturmaya çalıştığı toplumsal algıyı net bir şekilde gösteriyor.

MİT, yeni güvenlik rejiminin neresinde?

Türkiye’nin yeni güvenlik rejimi, merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, millî güvenlik kavramının AKP-MHP koalisyonunun iktidarda kalabilmesi temelinde şekillendiği ve TSK’nın yetki ve görevlerinin MİT ve Emniyet arasında paylaştırıldığı yeni bir sistem üzerinde şekilleniyor. MİT ise bu rejimin kilit noktasında yer alıyor. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet kurumları üzerindeki kontrolünü sağlarken diğer yandan rejime yönelik tehditleri bertaraf etme görevini üstleniyor. Hem sınır içinde hem de sınır ötesinde yürüttüğü operasyonlarla proaktif millî güvenlik doktrininin uygulayıcısı konumundaki MİT, aynı zamanda iç ve dış politikanın bir bütün olarak görüldüğü siyasi stratejiye de işlerlik kazandırıyor. Son olarak, yurtdışı operasyonların ekran yüzüne dönüştürülen MİT, sivil ile askerî alan arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı, sivil olanın askerîleştiği, askerî olanın da konjonktüre göre sivilleştiği hibrit bir güvenlik ve siyaset stratejisinin merkez kurumu olarak Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı olma görevini sürdürüyor.

Birikim -Abdullah Esin, Mehmet Yaşar Altundağ

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

İsveç’te trafiğin akış yönünün soldan sağa geçirildikten sonraki ilk sabah, 1967 "Facebook yol ve macera"

Why do the British drive on the left?

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus

6 Şubat 2024 Salı

Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi

Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.

İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.

***

7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.

Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.

İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.

Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…

Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü

Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.

Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.

Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.

İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi

İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.

Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:

Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.

Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.

Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.

Bahadır Özgür/Birikim

6 Şubat Depreminin Birinci Yılı ve 7 Soru

 

 

6 Şubat depremlerinin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi verilere göre 53 bin 537 insan hayatını kaybetti. Ancak aradan geçen bir yılda yetkililerden şu soruların yanıtlarını istiyoruz:


1-) Depremde insanlar enkaz altındayken neden geç müdahale edildi? AFAD, neden depreme hazırlıklı değildi? 2-) Asker neden arama kurtarma için kışladan zamanında çıkarılmadı? Çıkanların da neden kurtarmada görev almasına izin verilmedi? TSK'nın afet durumları için depoda beklettiği çadır vb. benzer malzeme bu depremde sahaya sürülmedi? 3-Kızılay, neden depremden sonra yeterli insani yardımı bölgeye ulaştırmadı? Ve çadır satanlardan neden hesap sorulmadı? 4-) Depremde enkaz altında kalan veya yaralı olarak hastaneye kaldırıldıktan sonra bir daha haber alınamayan kaç kişi var? Kayıp insanlar nerede? 5-) Depremde yıkılan binalarla ilgili ihmali bulunan kaç kamu görevlisi hakkında soruşturma izni İçişleri Bakanlığı'nda bekliyor? Kamu görevlileri hakkında adli süreç neden yavaş işliyor? 6-) Depremde zamanında arama kurtarma görevini yerine getirmeyerek insanların ölümüne neden olan başta AFAD yöneticileri olmak üzere kamu görevlileri hakkında etkili soruşturma neden yürütülmüyor? 7-) Enkaz kaldırma için hangi şirketlere ne karşılığında ihale verildi? Çıkarılan demirler hangi fabrikalara ne kadara satıldı?


Alican Uludağ

22 Ocak 2024 Pazartesi

Özerklik Nedir? (Demokratik ve Yerel Özerklik)

Özerkliğin Anlamı ve Kapsamı

Özerklik, sözcük anlamı itibariyle, yönetim açısından dış baskılardan ve denetimlerden bağımsız olma halini tanımlar. "Muhtariyet" olarak da bilinen sözcüğün bir diğer adı "otonomi"dir. Bir yerel topluluk, yerel nitelikteki işlerini kendi iradesiyle, kendi kendine ve kendi organları ile yapıyorsa ve tüm bunları yapabilmesine olanak sağlayan kaynakları mevcutsa özerktir. Yani, özerklik, kısaca kendi kendine yetme ve yönetimde serbest olma durumudur. Özerklik, dokunulmazlık anlamına gelmez. Aynı şekilde, bağımsız olmak demek de değildir. Özerkliğin sınırları ve çerçevesini anayasa ve yasalar belirler. Eğer, yasaların olumsuz şekilde yorumlandığı, ülke çıkarlarıyla uyuşmayan kararların alındığı ve bu kararların uygulandığı bir ortam varsa, bu ortamı oluşturan topluluk özerklik kavramının niteliklerine ters düşüyor demektir. Özerkliğin asli amacı, hizmettir. Verilen hizmetlerin daha iyi yürütülmesi hedeflendiği için özerklik uygulanır. 

Özerklik, yasalarla belirlenmiş çerçeve içinde kaldığı müddetçe, idarelerin kendi faaliyetlerine hakim olacakları kuralları, kendi seçtikleri organlar vasıtasıyla koymaya hak ve yetki sahibi olmasıdır. Bir başka tanıma göre ise, özerklik, yerel yönetimlerin yasalarla belirlenmiş sınırların içinde kalarak, yerel işlerini kendi sorumlulukları ile ve kendi seçilmiş organları ile yerel halkın faydasına ve çıkarlarına uygun olarak düzenleme, belirleme ve yönetme hakkı ile imkanıdır.

Özerklik, yerel yönetimlere daha fazla hareket alanı ve hürlüğü verir. Bu sayede, yerel yönetimler yerel hizmetlerini kendileri planlayıp iç örgütlenmelerini kendileri tamamlarlar. Özerkliğin en dış çerçevesini belirleyen anayasa ve yasalar, kimi zaman özerkliğin kısıtlanmasına ve yok edilmesine de yol açabilir. Bu yüzden, özerklik bir ülkenin anayasasında çok net biçimde tanımlanmış olmalıdır. Günümüzde, özerkliğin yaygın olarak uygulandığı pek çok ülke vardır. 

Özerkliğin üç temel amacı bulunur. Bu amaçlar:

  • Yerel birimlerde gittikçe artan, hizmetle ilgili talepleri karşılamak için yerel yönetime yetki vermek ve ona esneklik sağlamak.
  • Yerel yönetimlerin, kendi koşullarına ve ihtiyaçlarına en uygun yönetim yapısını kendilerinin belirleme hakkına sahip olmaları.
  • Yerel yönetimi, merkezi yönetimin müdahalelerinden korumak. Kendi halkını daha iyi tanıyan yerel yönetimin, yeni oluşan ihtiyaçlar ve hizmetler için kendi kendine aksiyon almasını sağlayarak, merkezi yönetimi sürekli olarak talep ve baskıya muhatap etmemek.

Özerkliğin iki anlamının olduğu kabul edilir. Böylece, yerel ve demokratik özerkliğin de iki farklı yönü ortaya çıkmış olur. 

İlki, yerel yönetimlerin tüzel kişiliklerinin özerkliğidir. Bu tip yerel özerklik, yerel yönetimin organlarının merkez yönetimle ilişkilerini ilgilendiren tiptir. Burada, yerel yönetimin merkezi yönetimden tamamen bağımsız olması beklenmez. Önemli olan, görevlerini, merkezi yönetim müdahale etmeden kendi imkanları dahilinde yapmalarıdır. Bu tip özerklik şu sonuçları beraberinde getirir:

  • Merkezi yönetim ile yerel yönetimin birbirinden ayrı iş ve işlevlerinin olması.
  • Yerel yönetimlerin maddi imkanlarının kuvvetlendirilmesi, bununla ilgili önlemlerin alınması.
  • Merkezi yönetimin, yerel yönetim üzerindeki denetiminin sınırlanması.

İkincisi ise, ilgili bölgede bulunan yerel halkın özerkliğidir. Burada, yerel yönetimin halkla ilişkisi konu alınır. Seçilmiş yerel yönetim organları, halkı layıkıyla temsil edebilmeyi önemser. O yüzden, bu yerel özerlikte, halkı temsil edebilecek kişilerin seçilmesine olanak tanıyan bir seçim ortamı sağlanmalıdır. Bu çeşit özerkliğin nitelikleri ise şöyledir:

  • Yerel yönetimlerin hakim olduğu birimlerde, yapılacak etkinliklerin yerel organlar tarafından belirlenmesi.
  • Yerel yönetimlerin, merkezi yönetimler tarafından değil, ilgili yerel birimi oluşturmuş halklar tarafından denetlenmesi.

Özerklik kavramı, Batı Avrupa'nın feodalizmden kapitalizme geçişi aşamasında ortaya çıkmış bir ilkedir. Bu değişim gerçekleşirken, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yapıların gelişmesine yardımcı olan, demokrasinin ve onun getirdiği düzenin uygulanabilmesine olanak sağlayan bir kurum olarak dikkat çekmiştir. Modern devlet yapısında, merkezi yönetimler ve yerel yönetimler ahenk içerisindedir ve ayrıca yerel yönetimlerin anayasada belirlenmiş ve tanımlanmış bir özerklik alanı vardır. Bu kavram, günümüzde kazandığı ekstra önem nedeniyle, çoğulcu demokrasinin egemen olduğu toplumlarda daha çok karşımıza çıkar. 

Özerklik kavramı hem genel çerçevesiyle, hem de yerel ve demokratik özerklik alt başlıkları ile 1960'lı yıllardan beri başta Avrupa'da olmak üzere tüm dünyada tartışılmaktadır. Özellikle 1990'lı yıllarda, hakkında sayısız akademik çalışma yapılarak Avrupa'da entegrasyonu hız kazanmış ve ulus-devletler yavaş yavaş geri plana çekilmeye başlamıştır.

1985'te imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 

Demokratik Özerklik Nedir?

Demokratik özerklik, bir devletin içinde, siyasal egemenlik yetkilerinin değil ancak yönetim yetki ve görevlerinin bir kısmının yerel seçimle iş başına gelmiş temsili yapılara devir olma durumudur. Ülke bütünlüğü dahilinde, halkın yerel yönetimde söz ve karar sahibi olması demektir. Bu görev icra edilirken, yerel halk kendi farklılıklarını da özgürce ifade edebilecektir. 

Demokratik özerklik, tüm yerel halkın, etnik kimlikleri, inançları ve yaşam biçimleri önemsenmeksizin baskı altında olmadan, kendilerini özgürce ifade edebildiği, hizmetin eşit şekilde dağıtılabildiği ve halkın yönetime katılabildiği adil bir toplumu amaçlar.

Demokratik özerkliğin hayata geçmesi ve devam ettirilebilmesi için anayasada tanımlanması ve yasalar tarafından güvence altına alınması şarttır. Bununla birlikte, hem siyasi hem de idari yapılanmada reform gerektirir. Bu idari modele göre, birbiriyle yoğun şekilde sosyo-kültürel ilişkilerde ve ekonomik münasebette olan komşu illeri ihtiva eden, yapı anlamında seçilerek görev başına gelmiş il genel meclislerine benzeyen, ademi merkeziyetçi nitelikte bölgesel meclisler kurulur. 

Demokratik özerkliğin çerçevesi aşağıdaki şekilde belirlenir:

  • Bir ülkenin siyasi ve idari yapılarında demokratikleşmeyi sağlamak birincil amaçtır. Bu nedenle köklü bir reformdan söz eder.
  • Devlet sistemini değiştirerek sorun çözmeyi değil, toplumun öz yeterliliğini esas alarak sorun çözmeyi baz alır.
  • Bir devletin sorunlarının çözümü için geliştirilecek yöntemlerde, yerel halkı ve yönetimi güçlendirmeyi, halkı söz sahibi kılmayı ve onların kendilerini ilgilendiren kararları kendilerinin alabilmesini esas alır.
  • Halkın karar alma mekanizmaları ile süreçlerine dahil olması için demokratik katılımı esas alır ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini baz alır.
  • Yalnızca etnik temelli ve toprağı baz alan özerklik anlayışını değil, kültürel farklılıkların hür biçimde ifade edilebildiği bölgesel ve lokal yapılanmayı savunur.
  • Bayrak, resmi dil gibi tüm ülkeyi ilgilendiren ana unsurları hala geçerli görür. Bununla birlikte, özerk bölgelerin kendi dil ve sembollerinin ifadesini de özgür kılar ve bunun demokratik öz yönetimin oluşması için gerekli olduğunu düşünür.
  • Demokratik özerk yönetimler, bölge meclisi şeklinde örgütlenir ve meclislerde görev ve sorumluluk alan kimseler bölge meclis temsilcisi olarak adlandırılır. Meclisler, hem meclis başkanını, hem de görevli oldukları alandaki işleri yürütecek yürütme kurulunu seçer. Bu kurulun üyelerinin ve başkanın meclisin aldığı kararların uygulanmasında sorumlu olması beklenir.
  • Bölgelerin hepsi, o bölgenin özel ismini ya da bölge meclisinin yetki ve sorumluluk sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılır.
  • Demokratik özerkliğe göre, illerin valileri, merkezi yönetimin aldığı kararlarla birlikte, bölge yürütme kurulunun aldığı kararları da uygular. Bakanlıklara bağlı taşra teşkilatlarının da aynı şekilde işlemesi beklenir. İl genel meclisleri, belediyeler, muhtarlıklar ve benzeri idari yapılar yine varlıklarını sürdüreceklerdir.
"

⥅Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı

Yerel özerklik olgusu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın 3. maddesinin 1. fıkrasında şu şekilde açıklanmıştır: "Yerel makamların, yasalarla belirlenmiş sınırların içinde, kamu işlerinin mühim bir kısmını kendi sorumlulukları içinde ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönete hak ve yetkisine sahip olmalarıdır." Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise, bu hakkın, direkt, eşit, adil ve genel oya dayanan bir gizli seçim sonucun göre, serbest şekilde seçilen üyelerden oluşmuş ve kendilerine karşı sorumlu olan yürütme organlarına sahip olan meclisler ya da kurul toplantıları tarafından kullanılabileceği belirtilmiştir. 
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın tanıdığı yerel özerklik ilkesi, yerel yönetimlerin kendi  ana kurallarını koyma, kendi lokal işlerini istedikleri ve belirledikleri gibi idare etme, merkezi yönetimin yerel işlere karışmasını engelleme, kendi yerel kaynaklarını oluşturma ve yerel birlik üyelerinin genel refahı ve mutluluğuna fayda sağlama hak ve yetkisini kullanmasını içerir.  Yerel özerkliğin sağlanması ve gerçekleşebilmesi için, alınacak kararlara, bu kararları alacak ve uygulayacak organlara ve maddi imkanlara dair bazı şart ve koşulların mevcut olması gerekir. Bu koşullara göre, ancak aşağıdaki durumlarda özerklikten söz edilebilir:

  • Yerel yönetimler karar alacakları zaman, üst makamların izin veya onay vermesini beklemeden, onlara bağlı olmadan hareket edebiliyorlarsa,
  • Yerel yönetimlerin görevli ekibi, merkezi yönetimin etkisinden uzakta kurulabiliyor ve onların tesirinde çalışmıyorsa,
  • Merkezi yönetimin, yerel yönetim ekibini görevden almak, kendi iradesiyle atamak gibi yetkileri yoksa,
  • Yerel yönetimin organları seçilerek göreve geliyorsa,
  • Yerel yönetim, yetkilerini, sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirebilmek için kafi miktarda maddi imkanlara sahipse.

Eğer yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin ön iznini veyahut onayını istiyorsa, bu izin ve onaylar olmadan karar alamıyor veya uygulayamıyorsa, ekiplerinin üzerinde merkezi yönetim tarafından kurulmuş bir baskı mevcutsa, maddi imkanları zayıfsa veya merkezi yönetime bağlı durumdaysa, yerel yönetimlerin özerkliğinden söz edilemez. 

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na göre, yerel yönetimlere aşağıdaki nedenler dolayısıyla önem verilir. Ayrıca, onların geliştirilmesi için uygulanması gereken kurallar ve özerkliğin sağlanması aşamasında dikkat edilmesi gereken faktörler vardır. Tüm bu maddeler şu şekilde sıralanabilir:

  • Yerel yönetimler doğrudan halka dayanırlar. Bu nedenle demokratik rejimin dayanağı ve temeli niteliğindedirler.
  • Vatandaşların kamu işlerinin belirlenmesinde ve idaresinde katkı sunmalarını sağlar. Bu eylemi direkt olarak yapabildikleri yer yerel yönetimlerdir.
  • Yerel yönetimler daha fazla yetki ve sorumluluk sayesinde vatandaşlara daha aktif ve etkili biçimde hizmet sunabilirler. Ayrıca vatandaşlara daha yakın bir yönetim sağlarlar.
  • Yerel yönetimlerin yargı yoluna başvurma hakkında kısıtlama yaşamamalıdır.
  • Yerel yönetimlerin karar alma mekanizmaları özgürce yapılacak seçimler sonucu belirlenmelidir.
  • Yerel yönetimler görev ve sorumluluklarını yerine getirirlerken, merkezi yönetim onlara minimum düzeyde müdahalede bulunmalıdır.
  • Yerel yönetimlerde yapılacak denetimlerde yasaya uygunluk esas alınmalıdır.
  • Yerel yönetimler, görev ve sorumluluklarıyla orantılı olacak bir gelir sahibi olmalıdır. 

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 15 Ekim 1985'te sözleşme olarak imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yürürlüğe girmesi amacıyla gerekli olan koşulların yerine getirilmesinden sonra, 1 Eylül 1988 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. 

Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı 21 Kasım 1988 tarihinde imzalamıştır. 1991 senesinde ise 3723 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylanmasına karar verilerek, 1992 yılında 92/3398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır. Bu onay Resmi Gazete'de 3 Ekim 1992'de duyurulmuştur. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın yürürlük tarihini 1 Nisan 1993 olarak belirlemiştir. Ayrıca, bazı hükümlerini benimsemiş, yedi tane hükmüne ise çekince koymuştur.

Hakan Kutluay - www.makaleler.com/ozerklik-nedir