Translate

Antiwar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Antiwar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2024 Çarşamba

Türkiye’nin Yeni Güvenlik Rejimi

Millî İstihbarat Teşkilatı’nın doksan yedinci kuruluş yıldönümü vesilesiyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) “Temas İstanbul” isimli bir sergi açıldı. MİT’in kuruluşundan bugüne yapılan operasyonlarda kullanılan araç gereçler, bir diğer ifadeyle casusluk cihazları, ziyaretçilere sergileniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Millî İstihbarat Akademisi’nin kurulduğunun açıklanmasının ardından söz konusu serginin de ziyaretçilere açılması, varlık nedeninin “gizlilik” olması gereken bir kurum açısından oldukça manidar. Belki de uzun yıllar boyunca gizliliğiyle ve erişilemezliğiyle Erdoğan rejiminin hem en karanlık hem de en güçlü kurumlarından biri olan MİT, İstihbarat Akademisi ve “Temas İstanbul” sergisiyle bir nevi halkla ilişkiler çalışmalarına yeni bir boyut kazandırarak hem varlığını hem de icraatlarını meşrulaştıracağı bir zemin yaratıyor.

15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye’de yaşanan kurumsal ve siyasi dönüşüm, millî güvenlik temelli yeni bir rejimin yaratılmasına olanak sağladı. Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı da MİT oldu. Bu makalede, önce 15 Temmuz’dan sonra yaratılan yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini ve siyasi dinamiklerini inceleyecek, ardından da MİT’in yeni rejimdeki kritik rolünü ve konumunu tartışacağız.

Kademeli Dönüşümden Kırılma Noktasına

Siyaset bilimi literatüründe critical junctures olarak kavramsallaştırılan kritik dönemeçler, uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal alanları kontrol eden, şekillendiren ve dönüştüren kurumsal yapıların köklü değişimler geçirdiği kırılma noktalarını açıklamada kullanılıyor.

15 Temmuz 2016 da Türkiye için siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönemeç oldu. Türkiye’nin yeni rejimini, siyasi koalisyonlarını ve ekonomik modelini doğru analiz edebilmek için bu süreçte yaşanan kurumsal dönüşümü ve bu dönüşümün arkasındaki yapısal nedenleri sistematik bir yaklaşımla açıklamak büyük önem taşıyor.

15 Temmuz darbe girişimi, AKP iktidarının 2002’den beri yavaş ve sistematik bir şekilde dönüştürmeye ve tahakkümü altına almaya çalıştığı ordu, bürokrasi ve siyasal alanın yapısal bir kırılmayla köklü bir değişim geçirdiği önemli bir dönüm noktası yarattı. AB ile üyelik müzakereleri şemsiyesi altında TSK’nın siyasi, ekonomik ve bürokratik gücünün geriletilmesine yönelik reformlar, Fethullahçılar ile kurulan ittifakın verdiği güçle başta yargı ve güvenlik olmak üzere bürokrasinin kontrol altına alınması, Ergenekon ve Balyoz davaları ile TSK’nın toplumsal meşruiyetinin azaltılması ve yönetim kadrosunun değiştirilmesi, yasal değişikliklerle yürütmenin tüm yetkilerinin Erdoğan’ın elinde toplanması 15 Temmuz 2016’ya kadar yavaş ve kademeli bir süreç olarak ilerledi. Siyaset Bilimciler James Mahoney ve Kathleen Thelen’ın “gradual change”[1] (kademeli dönüşüm) olarak kavramsallaştırdığı bu kurumsal dönüşüm süreci, 15 Temmuz’daki yapısal kırılmayla bir yeniden inşa süreci yarattı.

Güvenlik kurumları, güvenlik bürokrasisi ve yürütme erkinin yetkilerinde yaşanan bu yapısal dönüşüm, Türkiye’de yeni bir güvenlik rejiminin yaratılmasına olanak sağladı. Bir başka perspektiften bakıldığında, tüm bu kurumsal dönüşüm çabalarının nihai hedeflerinden birinin yeni bir güvenlik rejimi yaratmak olduğunu da iddia etmek mümkün.

Yeni Güvenlik Rejiminin Kurumsal Mimarisi

15 Temmuz 2016 AB ile tam üyelik müzakereleri ve 2010 referandumu ile adım adım inşa edilen yeni güvenlik rejiminin kurumsallaşması yönünde önemli bir itici kuvvet yarattı. Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini üç maddede özetlemek mümkün: paralel yetkiler, tek bir kumanda merkezi ve darbe önleyici önlemler (coup-proofing).

Güvenlik kurumları arasında paralel yetkilendirme

15 Temmuz’dan sonra OHAL kararnameleriyle TSK’nın kurumsal yapısı ve yetkilerinin yeniden şekillendirilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesinin ardından tüm devletin yapısal bir dönüşüme sokulması Türkiye’nin geleneksel güvenlik rejimini oluşturan kurumları da büyük ölçüde değiştirdi. MİT, TSK ve Emniyet arasında bir yetki ve güç paylaşımı yapılarak bu kurumlar birbirine paralel yetkilere ve güce sahip rakip güvenlik aygıtları haline getirildi.

MİT’in görev ve yetki alanı, iç operasyonlara ek olarak yurtdışı operasyonları da içerecek şekilde genişletildi. Aslında, 2014 yılında 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda yapılan değişiklikle MİT’in yurtdışında operasyon yapabilmesine yasal zemin oluşturulsa da özellikle 2016’dan sonra yurtdışı operasyonları daha görünür hale getirildi. Sinem Adar, bu kurumsal dönüşüm sürecinde “2016’dan sonra MİT’in TSK ve Emniyet’e karşı geniş yetkilerle donatılarak yeni güvenlik rejiminin merkezine oturtulduğunu” iddia ediyor. Öte yandan, özellikle Hendek Operasyonları’nda görünür hale gelen Emniyet’e bağlı Özel Harekat polislerinin PKK’ya karşı operasyonlarda görünür şekilde kullanılmasıyla birlikte TSK’nın terörle mücadeledeki geleneksel rolü gerileyerek MİT-TSK-Emniyet arasında bir rol ve yetki paylaşımına gidildi.

25 Temmuz 2016’da 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın TSK’dan ayırılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması da yeni güvenlik rejiminde birbirine paralel yetkilere sahip kurumlar yaratılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. TSK’nın iç siyasetteki ağırlığını oluşturan kurumlar İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak ordunun tüm yetki ve odağı yurtdışı operasyonlara ve tehditlere yönlendirildi. Son olarak, 2021 "millî güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT’in, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilmesine olanak sağlayan yasal düzenleme güvenlik rejiminin üç temel kurumu arasındaki paralel yetkilendirmeye önemli bir örnek teşkil ediyor.

Tek bir kumanda merkezi

Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisindeki ikinci önemli nokta bütün güvenlik aygıtlarının kontrol ve kumanda merkezinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Cumhurbaşkanının başkomutan kimliğine sıklıkla vurgu yapılması ve millî güvenliği kendi şahsında bütünleştirme gayretleri yeni güvenlik rejiminin alametifarikalarından.

CHS’ye geçilmeden önce başbakana karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı yeni sistemde millî savunma bakanına bağlandı. Bu değişiklik her ne kadar yetki paylaşımı olarak görünse de yeni sistemde millî savunma bakanının cumhurbaşkanının savunma sekreteri rolünde olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin hem genelkurmay başkanlığı için bir statü düşürülmesi hem de cumhurbaşkanın tam kontrolünde bir makam haline getirildiğini gösteriyor.[2] Ek olarak, CHS’ye geçişle birlikte kuvvet komutanlarının da millî savunma bakanına bağlanması TSK’nın tüm üst düzey kademesinin doğrudan cumhurbaşkanının kontrolüne alındığı anlamına geliyor.


 

Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) yapısında yapılan değişiklikler de tüm güvenlik rejiminin cumhurbaşkanının kontrolüne alınmasında önemli bir adım olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı yardımcısı, millî eğitim bakanı ve hazine ve maliye bakanının da YAŞ üyeliğine getirilmesiyle birlikte burada sivillerin ağırlığının önemli ölçüde artırılması ve YAŞ sekreteryasının MSB’ye bağlanması ile cumhurbaşkanının burada da tam kontrol sahibi olduğunu söylemek mümkün. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın, CHS’ye geçişle Savunma Sanayii Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılması ve doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması, en büyük savunma sanayi şirketlerini bünyesinde barındırmasıyla silah sanayinden elde edilen geliri de kontrol eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın mütevelli heyeti başkanlığına da cumhurbaşkanının getirilmesiyle güvenlik rejiminin hem bürokratik hem de finansal kaynakları üzerinde tek yetkili kişi yine cumhurbaşkanı oldu.

Darbe önleyici önlemler

Hem güvenlik aygıtlarının birbirine paralel yetkilerle donatılarak yeniden yapılandırılması hem de tüm güvenlik rejiminin kontrol ve kumandasının Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması, siyaset bilimi literatüründe coup-proofing[3] olarak kavramsallaştırılan darbe önleyici yöntemlerin ayaklarını oluşturuyor. Fethullahçılarla yaşanan devlet krizinin 2013’te iyice görünür hale gelmesinden sonra MİT ve Emniyet’i TSK’ya karşı güçlendiren ve yetkilendiren Erdoğan yönetimi, 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından bu üç kurumu birbirine paralel yetkilerle yeniden şekillendirerek ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü tamamen kendi eline alarak tüm güvenlik rejimi üzerinde tam bir kontrol sağlamaya çalıştı. Bu dönüşümün temel hedeflerinden birinin de olası bir darbe girişimini engelleyecek yeni bir kurumsal mimari olduğu iddia edilebilir.

Toplumsal Meşruiyet Araçları

Güvenlik rejiminde yaşanan bu kurumsal ve yapısal dönüşüm, bir yandan AKP-MHP ittifakı ile siyasi bir meşruiyet kazanırken diğer yandan savunma sanayi ve televizyon dizileri üzerinden toplumsal meşruiyet de kazanıyor.

Savunma Sanayii

Savunma sanayii, yeni güvenlik rejiminin en büyük somut kazanımlarından biri olarak çok güçlü bir toplumsal meşruiyet kaynağı haline gelmiş durumda. 2023 seçimlerinde başta TCG Anadolu olmak üzere savunma projelerinin adeta Cumhur İttifakı’nın seçim otobüsü gibi kullanılması, ekonomik kriz ve kurumsal çöküşün savunma sanayii etrafında yaratılan yeni bir kalkınma modeli anlatısıyla gölgelenmesi ve muhalefetin soyut eleştirilerine somut kazanımlarla cevap verilmesi, yeni rejimin yarattığı toplumsal meşruiyetin en güncel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.

Özellikle İkinci Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a gönderdiği SİHA’ların kullanılması, savaşın kazanılmasında SİHA’ların “oyun değiştirici” rolüne yapılan vurgu ve MİT’in sınır ötesi operasyonlarında yine İHA/SİHA’ların başarısına sistematik şekilde atıf yapılması güvenlik-dış politika-savunma sanayii arasında birbirine eklemlenmiş bir hikâye sunuyor. Ek olarak, savunma sanayiine ilişkin yapılan hemen hemen her açıklama ve haberde “Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde” ifadesinin vurgulu şekilde kullanılması hem yeni güvenlik rejimine hem de onun tek karar ve uygulama mercii olarak cumhurbaşkanının meşruiyetini yeniden üretiyor.

Diziler

Başta TRT olmak üzere iktidara yakın televizyon kanallarında sayısı her geçen gün artan tarih dizileri üzerinden yeni bir tarih anlatısı yaratmak ve millet-devlet-lider miti üzerinden otoriter ve milliyetçi yeni siyasi düzene toplumsal meşruiyet kazandırmak bir süredir üzerine düşünülen ve yazılan konulardan biri. TRT’de 2021 yılında yayınlanmaya başlayan Teşkilat dizisi ise hem günümüz Türkiye’sine odaklanması hem de İslâmi motiflerden ziyade milliyetçi söylem ve sembolleri öne çıkarmasıyla yeni güvenlik rejiminin ideolojik ve kurumsal dönüşümüne uyumlu bir profil çiziyor.

MİT mensuplarının Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonları konu eden dizi, Türkiye’nin başta İHA/SİHA’lar olmak üzere savunma sanayii teknolojisini ele geçirmek isteyen “dış güçlerle” MİT’in mücadelesini ele alıyor. Yukarıda değindiğimiz, güvenlik-dış politika-savunma sanayii üçgenini bir “kahramanlık öyküsü” etrafında işleyen dizi, iktidarın yarattığı toplumsal meşruiyet araçlarına somut bir örnek teşkil ediyor. MİT’in doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “MİT, ileri teknolojileri operasyonel kapasitesine entegre etmeyi başaran en etkili kurumlardan biridir. Yeni dönemde de yeni ürün portföyünün envantere alınmasıyla kararlılıkla bu tür operasyonları ifa etmeye devam edecektir,” ifadeleri siyasi söylemler ve diziler aracılığıyla toplumsal meşruiyet yaratma çabaları arasındaki paralellikleri kanıtlar nitelikte. Siyasetteki hamasi güvenlik söylemleri televizyon dizilerine yansıdığı gibi kurumsal iletişime de yansıyor. MİT’in resmî internet sayfasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranda yer alan ifadeler MİT’in hem yeni güvenlik rejimindeki konumunu hem de oluşturmaya çalıştığı toplumsal algıyı net bir şekilde gösteriyor.

MİT, yeni güvenlik rejiminin neresinde?

Türkiye’nin yeni güvenlik rejimi, merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, millî güvenlik kavramının AKP-MHP koalisyonunun iktidarda kalabilmesi temelinde şekillendiği ve TSK’nın yetki ve görevlerinin MİT ve Emniyet arasında paylaştırıldığı yeni bir sistem üzerinde şekilleniyor. MİT ise bu rejimin kilit noktasında yer alıyor. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet kurumları üzerindeki kontrolünü sağlarken diğer yandan rejime yönelik tehditleri bertaraf etme görevini üstleniyor. Hem sınır içinde hem de sınır ötesinde yürüttüğü operasyonlarla proaktif millî güvenlik doktrininin uygulayıcısı konumundaki MİT, aynı zamanda iç ve dış politikanın bir bütün olarak görüldüğü siyasi stratejiye de işlerlik kazandırıyor. Son olarak, yurtdışı operasyonların ekran yüzüne dönüştürülen MİT, sivil ile askerî alan arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı, sivil olanın askerîleştiği, askerî olanın da konjonktüre göre sivilleştiği hibrit bir güvenlik ve siyaset stratejisinin merkez kurumu olarak Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı olma görevini sürdürüyor.

Birikim -Abdullah Esin, Mehmet Yaşar Altundağ

12 Mayıs 2022 Perşembe

Bir Doğu-Batı Çatışması mı?

Ömer Laçiner

Rusya’nın mevcut devletlerarası hukukun temel ilkesini açıkça çiğneyerek Ukrayna’ya savaş açması, her şeyden önce beş kurucu üyesinden biri olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kuralları dâhilinde 1945’ten beri işleyegelmiş “dünya düzeni”ni artık geçerli saymadığını ilan etmek anlamına geliyor. Üstelik sadece bu saldırısı ile değil, meşru göstermek için öne sürdüğü gerekçeler ile de bu dünya düzeninin üzerine kurulduğu ulus-devletlerin hemen tümünün varlığını tartışmalı, gereksiz saydırabilecek yaklaşımlara ardına kadar kapı açıyor. Örneğin Ukraynalıların Büyük Rus milletinin bir parçası olarak sadece diğer küçük parça Belaruslular gibi “büyük ağabey”e itaatkâr bir ulus-devlet olabileceğini iddia etmesi, Ukrayna topraklarının tarihsel Rus coğrafyasına ait olduğunun vurgulanması haklı, meşru sayıldığında, benzer gerekçelerle bütün ulus-devletlerin saldırıya uğramasına hatta yok edilmesine izin veriliyor demektir. Bu durumda her üyenin varlığını ve toprak bütünlüğünü diğer ulus-devletlerin de taahhüt etmesi ilkesi üzerine kurulu BM örgütünün varlık nedeni ortadan kalkmış olacak; 1945 öncesine benzer bir dünyaya adım atmış olacağız.

Rusya, onun “yeni Çarı” Putin henüz bu adımı attığını da söylemiyor ama karşısında derhal teşekkül eden “Batı Bloku”, Rusya’yı ve ona karşı hemen yürürlüğe koyduğu ağır yaptırımlara uymayan ulus-devletleri dışında tutacak bir “düzenleme”ye koyuldu bile. Rusya’nın ve “Batı”nın yaptırımlarına katılmayacaklarını hemen ilan etmiş ülkelerin böyle bir düzenlemeyi hesaba katmadıkları, “şaşırdıkları” söylenemez. Aksine bekledikleri ve hazırlıklı olduklarını varsaymak çok daha gerçekçidir. Çünkü dikkate alınmalıdır ki Batı’nın yaptırımlarına katılmayacaklarını derhal açıklayan devletlerin hepsi de (Çin, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, İran, Pakistan, Hindistan) Rusya’yla birlikte oluşturdukları, geçen yıllarda Rusya’nın batısında ortak askeri tatbikat yapacak ölçüde ilişkilerini sıkılaştırdıkları Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesidirler. Dolayısıyla Rusya’nın BM üyesi bir ülkeye savaş açmak gibi gayet kritik önemde bir kararı ŞİÖ üyelerine danışmadan, onların öneri ve kaygılarını kaale almadan alması ve uygulaması düşünülemez. Ve ayrıca özellikle bilinmelidir ki 1990’ların ortasında ŞİÖ’nün kuruluş gerekçesinin ilk maddesi ABD’nin (dolayısıyla “Batı”nın) hegemonyası demek olan halihazırdaki “tek kutuplu dünya” düzeninden duyulan ciddi rahatsızlıktı. Yani ŞİÖ, “ikinci kutup”u oluşturmanın, birinciyi “gerektiği kadar” geriletme niyetinin ilk adımı sayılabilir. “Batı”nın kendine ait saydığı Ukrayna’ya yapılan açık saldırı onun hegemonyasına karşı “(biz) kabul etmiyoruz” demek ise; Rusya ve ŞİÖ üyeleri “biz” derken sadece kendilerini değil çok daha geniş bir potansiyeli ifade eden “Doğu, Doğululuk” konumunu, kavramını kastediyorlar elbette.

Burada, bundan böyle teşekkül etmiş sayacağımız ikinci kutbun varlığında işleyecek bir dünya düzeni sözkonusu değil şimdilik. 1945’ten 1990’a kadar sürmüş ABD liderliğindeki “Batı Bloku” ile SSCB (Rusya) güdümündeki Doğu Bloku arasındaki güç dengesine –bu “denge”nin gerisinde duran Yalta ve Potsdam antlaşmalarıyla belirlenmiş “nüfuz alanları” paylaşımına– dayalı dünya düzeninin yeni bir “sürümü” de denilemez. Çünkü her ne kadar önceki dünya düzeni birbirine zıt/düşman addedilen iki toplum düzeninin (kapitalist-“sosyalist”) birbirleriyle mücadele/rekabet koşul ve kurallarını belirliyor idiyse de; şimdiki “Doğu” blokunun iddiası, o koşul ve kuralların “Batı’nın (kapitalizmin) üstün/belirleyici olduğu önkabulüne dayalı olduğu, hatta daha da ileri gidilirse “Batılı zihniyetin, bakış açısı ve değerlerin mutlak doğruluğu” inancından türeme oldukları ve bu nedenlerle de artık kabul edilemez sayıldıkları yönündedir. Dolayısıyla iddialarının mantıki sonucu şuraya varmaktadır: Eğer şu anda fiilen var kabul etmediğimiz dünya düzeninin yerine bir yenisi geçsin isteniyor ise; bunun temel kural, değer ve kurumları –modern çağlar boyunca– hor görülen “Doğulu” zihniyetin eşit katılımı ile oluşturulmalıdır.

Bu itiraz ve iddiaya şu veya bu ölçüde katılanlar ŞİÖ üyesi devletlerden ibaret değil. Çin’in bir ekonomik-teknolojik ve askeri güç olarak yükselişine, Putin otokratizminin etkinliğine hayranlık duyan birçok hükümetin yanısıra “Batı dünyası”nda son yıllarda güçlenen popülist hareketlerin hemen tümü için de geçerli bu hayranlık. “İslâm dünyası”nın mevcut BM’de yeterli ağırlıkta temsil edilmediğini ileri süren, bu dünyanın liderliği hayali kuran ülke ve siyasal hareketler de bu listeye eklenmelidir. Fakat listenin kimleri ve neleri kapsayabileceğini söyleyebilmek için her şeyden önce şu sözü/iması edilen “Doğulu”lukla ve hele “Doğulu zihniyet”le neyin, nelerin kastedildiğinin belli olması, bunların iç tutarlılığı, mantığı olan kavramlar, tanımlar haline getirilmesi şarttır.

Ancak sorun şu ki; ne Doğululuk bayrağını sallamaya kararlı ŞİÖ’nün önde gelen üyelerinde, ne de Batılı zihniyetle oldum olası takıntılı İslâm dünyasında böyle bir niyet ve ön hazırlık var denilemez. Örneğin, daha 1990’larda bugünkü konumuna gelebileceği tahmin edilen, “dünya liderliği” için ABD ile rekabet edeceğine kaçınılmaz diye bakılan Çin, diğer alanlarda umulanın da ötesinde bir performans sergilediği halde; rekabetin ideolojik “silah”ı olarak düşünebileceği bu Doğululuk ve Doğulu zihniyet/insan ve toplum kavrayışı geliştirebilmek için herhangi bir dikkate değer girişimde bulunmadı. Gerçi Rusya da dahil bütün bu ülkelerde-toplumlarda Batı’ya öykünme, “Batılılaşma”, başından beri en hafifinden özenti diye damgalanmasına ve daima güçlü şüpheler içeren bir tutum olarak görülmesine rağmen onun evrensellik iddiasına etkili bir karşı cevap girişiminde bile bulunulamayacağı adeta zımnen kabullenilmiş gibi kendi kültür ve zihniyetlerine parantezler açmakla yetinilmiş; dolayısıyla “Doğululuk” sadece o parantezlerin etiketi olarak bir anlam ve işlevle sınırlı olabilmiştir. O nedenle şimdi Çin-Rusya ekseninde teşekkül etmekte olan kutbun “Doğulu” zihniyet adına söyleyebildiğinin hemen tamamını, Batı emperyalizminin yaptığı kötülüklerin sayıp dökülmesi oluşturuyor.

Geçerken belirtelim ki; bu acizliğin ana –hatta başkası gerekmez– nedeni, Batılı denen ama aslında herkes için mümkün olduğundan ötürü “modern” denilmesi gereken zihniyetin evrensellik iddiasıyla denk/yarışabilir bir başka zihniyet tarzının zaten mümkün olmayışıdır. Çünkü modern zihniyet dediğimiz şey, insanüstü/ötesi referanslara yaslanmayarak, herkesin edinimine, deneyim ve sorgulamasına –elbette ortak mantık ve muhakeme ilkeleri dâhilinde– açık, dolayısıyla tek bir kalıba dökülemeyeceği gibi köklü değişimlerin de pekâlâ mümkün olduğu bir düşünüş ufkudur. Bu ufkun silinmez bir Batı’ya aitlik boyutu taşıdığı söylenemez ama insanlığın düşünce dünyasına egemen oluşunun günümüze kadar süren döneminde “Batılı” toplumların başat rol oynadığı tartışılamaz bile. Ancak bu durumun değişmez olduğunu, başat rolün başkalarınca üstlenilemeyeceğini iddia etmek de eşit derecede saçmadır. Öte yandan Batı’nın modern zihniyetin başat aktörü olduğu dönemde birtakım Batılılar tarafından öne sürülen zamanında ve halen de o toplumlarda hayli geniş bir onay bulabilmiş, ırkçılık, militarizm, faşizm gibi akımlar üzerinden bir “Batılı zihniyet” tanımına gidilmesi, o akımların yaygınlık derecesi ölçüsünde anlaşılabilir. Ama günümüz bağlamında, ŞİÖ ve mücavir alanının “Batı karşıtlığı” üzerinden konuşuyor isek; bu karşıtlığın o akımların yükselişi ile değil, Batılılar tarafından kendilerine yöneltilen demokrasi kısıtlılığı ve otoritarizm eleştirileri ile çok daha yakın ilişkili olduğunu görmek zor değildir.

Fakat şu da açıktır ki; Batı’nın –özellikle de ABD’nin– Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasına gerekçe olan girişimlerinin saiki, Rusya ve başlıca müttefiklerinin demokrasi açıkları, otoritarist yapı ve yönelimleri değildir. Asıl neden ve saik, Rusya –ve özellikle de– Çin ikilisinin sadece ekonomik büyüklük ve askeri kapasite bakımından değil, finanstan bilim ve teknolojik ilerlemeye kadar hemen her alanda, 19. yüzyıldan beri süren Batı egemenliğini sona erdirecek bir yükseliş trendine girmiş olmalarıdır. Bu trende set çekilemediği takdirde, Batı’nın daha şimdiden kaybetmiş olduğu Uzak ve Güney Asya’daki nüfuz alanlarına, devasa doğal kaynaklarıyla Afrika’nın, hatta Orta ve Güney Amerika’nın eklenmesi hiç de uzak ihtimal olmayacaktır. Ayrıca Batı’nın emperyal mirasının başlıca taşıyıcısı olmuş ulus-devletlerin ve hatta halklarının ağır gadrine, aşağılamalarına ve insafsız sömürülerine maruz kalmak gibi ortak bir geçmişi paylaşan bu ülke, ulus-devlet ve halkların Batı’yı bu ortak geçmişleriyle özdeşleştirdikleri ölçüde kendilerini “Doğulu” kimliğine daha yakın sayacaklarını da eklemek gerekir buna.

“Batı”nın Asya ve Pasifik’te başlıca müttefiki sayılan –Japonya ve Güney Kore dahil–ülkelerin, Hindistan gibi Çin ile ciddi bir tarihsel rekabet geçmişi olan alt-kıta çapında bir ülkenin, Batı’nın, özellikle ABD’nin tehditlerle de takviye edilmiş Rusya’ya karşı yaptırım “emir”lerine uyma isteksizliklerinin, dahası katılmama ilanlarının da ana nedeni budur.

Dolayısıyla “Batı”nın Rusya’ya ve onun üzerinden Çin’e karşı başlattığı hamle bir geriletme, inisiyatifi yeniden ele geçirme stratejisine dayanıyor da denilemez. Bir karşı saldırı havası estirmekle birlikte, içeriği itibariyle bir aktif savunma harekâtı olarak nitelendirilebilir. Bu, Batı’nın o şaşaalı dönemlerinde sahip olduğu ekonomik, askeri, bilimsel gücün çok daha fazlasına sahip olmakla birlikte o dönemlerinin asıl karakterize edici özelliği olan “dinamizm”ini büyük ölçüde yitirdiğinin de işaretidir. O şaşaalı döneminde sadece maddi kazanca, sömürüye odaklanmış işadamlarında değil, bilim adamlarından kaşiflerine, sanatçılarından ideologlarına, idealist düşünür ve eylem adamlarına kadar Batılılığın –aslında modernliğin– taşıyıcısı, temsilcisi sayılanlarda ilk göze çarpan ve Batı’nın alametifarikası addedilen bu özellik –dinamizm– epeydir yerini konformizme bırakmış görünüyor. Bu olgunun Batılı düşünüşte modernliğin evrensellikle ilgili tezlerinden uzaklaşma trendiyle birlikte, hatta iç içe tezahür edişini de bilhassa belirtmek gerekir. Bu bakımdan tam da “Batı”nın o zamanki “Doğu” (“sosyalist” blok) karşısında “kesin zafer”ini ilan edişinin hemen ertesinde, şimdi içine girilen yeni dönemin evrensel geçerlilik tezlerinin bırakılıp, başlıca kültür dünyalarının kalıcılığına, bunlar arasındaki hegemonya savaşlarına odaklanılmasını öneren yaklaşımların (örneğin Huntington’un 1990’larda Batı’da ve tüm dünyada büyük yankılar uyandıran tezlerinin) ön plana çıkması anlamlı, açıklayıcı bir kanıt olarak değerlendirilmelidir.

Bütün farklı inanç ve kültür dünyaları içinde şu veya bu biçim ya da derecelerde yaşanan temel insani sorunlara herkes için geçerli –bu bağlamda evrensel– yaklaşım ve çözüm perspektifi arayışı insanın en ayırt edici niteliğinin, yani sadece kendi türüne ait olanlarla değil, –mantıki uzanımının en uç noktasında– “canlı”olan her varlıkla yakınlık (ünsiyet) kurabilme yetisinin bir gereğidir. Modern zihniyet şimdiye kadar geliştirebildiği düzey ve derinlik ile bu yetinin “ideal” gerçekleşme uğrağına ulaşamamış ve bunun umut kırıklığı ile örtülmüş olabilir. Ama bu, onun açtığı yol ve ufkun bir yana bırakılmasının gerekçesi olamayacağı gibi; her kültür ve inanç dünyasının kendi dogmaları ve sınırları dâhilinde mümkün “çözüm”lerle yetinme mecburiyetini de meşrulaştıramaz. Evrensellik iddiasını belli bir inanç-kültür dünyasının dogmalarını diğerlerininkiler üzerinde hegemonik konuma yükseltmeyle –örneğin İslâm’ın dünyaya egemen oluşuna vb. ile– eşitlemek ise iddianın esasını yok eden bir indirgeme olmaktan ileri gidemez.

Bu noktayı bilhassa belirtmemizin nedeni, en başta da geçerken işaret ettiğimiz gibi Çin ve Rusya’nın başını çektiği “Doğu”lu kutbun çağın evrensel ölçekte geçerli temel insani sorunları ve hele bunların içinde yaşadığımız postmodern-endüstriyel “aşama”nın bilhassa keskinleştirdiği yönleri hakkında tam bir suskunluk, dahası aldırışsızlık sergileyerek, tamamen devletlerarası güç/nüfuz mücadeleleri alanına yoğunlaşmış bir dille yetinebilmiş olmasıdır. Bunu Batılı kutbun içtenlikten uzaklığı sırıtan bir demokrasi, temel insani haklar güzellemeleri ile bezeli aynı güç savaşları mantığından beslenen diliyle birlikte ele aldığımızda çıkaracağımız sonuç sadece şu olabilir: Rusya-Ukrayna savaşıyla artık açıkça, adı konularak başlatılmış olan bir hegemonik güç olma mücadelesinde, tarafların karşılıklı iddiaları/tezleri ile oluşacak ve haliyle devletlerarası mantık ve dille sınırlanmış olarak şekillenecek kendi özgül sorunsalı içinde çağımızın son derece kritik hale gelmiş temel insani sorun ve endişelerinin neredeyse izi bile olmadığı için “taraf olma” diye bir yükümlülüğümüz de sözkonusu değildir, olmamalıdır.

Ama öte yandan aynı insani sorunlar karşısında taraf olmayı yükümlülüğün ötesinde hayati bir insani ihtiyaç olarak önümüze koyan ve haliyle evrensel açılımı olan çağdaş bir sorunsalın o “tepemizde”ki devletlerarası dalaşma ve çatışmalardan olabildiğince uzakta ve bağımsız olarak kurulmasını dilemek ve bu yöndeki çabalara destek/katkı sunmak da bir insanlık borcu olarak önümüzdedir.

Birikim

15 Nisan 2022 Cuma

Ne kadar silah o kadar savaş!

“Ukrayna'ya ne kadar çok silah pompalarsanız savaş o kadar uzayacak”
İrlandalı Milletvekili Clare Daly, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Rusya-Ukrayna savaşında Rusya’ya yapılan yaptırımları eleştirdi. Daly, geçen hafta parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’ye doğrudan hitap etti.
Daly’nin yanında yine kendisi gibi NATO saldırganlığına karşı çıkan ve gazeteci Julian Assange için mücadele eden bir diğer İrlandalı vekil Mick Wallace da yer aldı.
Daly konuşmasında, Ukrayna’ya verilen silahların yalnızca savaşı uzatacağını ve sivil ölümleri artıracağını belirtti.

NATO herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadı mı?
Avrupa Parlamentosu’nda konuşan Daly’nin, Rusya’ya yapılan yaptırım taleplerini ‘çığırtkanlık’ olarak nitelendirmesi parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’yi çileden çıkardı. Daly’nin doğrudan hitap ettiği Dzhambazki’ye yönelik konuşması ise şu şekilde; “Meslektaşım Dzhambazki’nin NATO’nun herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadığı veya barışı sağladığı herhangi bir durumu bana anlatmasını çok isterim. Tarih bize yaptırımların askeri çatışmaları bitirmediğini, barış getirmediğini öğretti. Yaptırımlar insanlara acı çektiriyor, Rus toplumuna, Avrupa toplumuna; oligarklara değil.
Ve yaptırımlar hayat kurtarmaya yardımcı olmayacak, çünkü Ukrayna’ya ne kadar çok silah pompalarsanız, savaş o kadar uzayacak ve daha çok Ukraynalı ölecek. Radikal gelebilir ama savaşa verilmesi gereken cevap daha fazla savaş değil, barıştır ve barış silah namlusu ile sağlanmaz. Barış diplomasi ve diyalog ile sağlanır.
Kıtanızın tarihini yok sayabilirsiniz ama biz Rusya ile bir kıtayı paylaşıyoruz. Rusya ile oturacağız, müzakere edilmiş bir barış olacak ve bu örgüt bunu geciktirmek ve daha fazla Ukraynalı’nın ölmesini garantilemek yerine, bu barışın daha erken olmasına katkıda bulunmalı. O sahte acıma duygunuz bana inandırıcı gelmiyor ve dürüst olmak gerekirse, midemi bulandırıyor.”

yenidunya.org

27 Şubat 2022 Pazar

Rusya’nın Ukrayna’ya ‘tecavüz’ü kaçınılmaz mıydı?

Slavoj Zizek - Bu ayın başlarında düzenlediği bir basın toplantısında Vladimir Putin, Ukrayna hükümetinin Minsk anlaşmasından hoşnut olmadığını belirterek, “Beğen ya da beğenme, bu senin görevin güzelim” dedi.
Bu sözlerin bazı tanıdık cinsel çağrışımları bulunuyor: Putin, Sovyet dönemi punk rock grubu Red Mold’un “Tabuttaki Uyuyan Güzel” şarkısından alıntı yapıyor: “Yanına süzüldüm ve sikiverdim tabutta uyuyan güzeli. İster beğen, ister beğenme, sen uyu güzelim.”

Her ne kadar Kremlin basın temsilcisi, Putin’in eski bir folklorik anlatıya atıfta bulunduğunu iddia etse de Putin’in Ukrayna’ya nekrofili ve tecavüz atıflarında bulunduğu apaçıktır. 2002’de Putin, Batılı bir gazetecinin sorusuna şu yanıtı vermişti: “Eğer gerçek bir radikal İslamcı olmak istiyorsanız ve sünnet olmaya da hazırsanız, sizi Moskova’ya davet ediyorum. Biz çok mezhepli bir ülkeyiz. Bu alanda [sünnet] uzmanlarımız var. Öyle bir ameliyat edin ki, daha sonra orada başka hiçbir şey büyümesin diye tavsiyelerde bulunacağım”; bu son derece saldırgan bir hadım etme tehdididir.

Putin ve Trump’ın edepsizlik konusunda kanka olmalarına şaşmamalı. Bu noktada en sık duyacağınız karşı argüman, Putin ve Trump gibi politikacıların en azından ne demek istediklerini açıkça söyledikleri ve ikiyüzlülükten kaçındıkları olur. Ancak burada tüm kalbimle ikiyüzlülüğün tarafındayım: bu biçim (ikiyüzlülük) asla sadece bir biçim değildir, içeriğin bir parçasıdır, öyle ki biçimi elden bıraktığımızda içeriğin kendisi vahşileşecektir.

Putin’in müstehcen sözleri, basında “adil bir ülkeye tecavüz” tehdidi şeklinde lanse edilen Ukrayna krizinin arka planına karşı okunmalıdır. Günümüzün altüst olmuş dünyasında krizin ciddi olduğunu kanıtlarcasına; bu krizin karikatürize yönleri de yok değil. Sloven siyaset analisti Boris Čibej, 2022’nin başında Ukrayna çevresinde yaşanan gerilimlerin gülünç karakterine dikkat çekmişti: “Saldırıya geçmesi beklenenler / diğer bir deyişle Rusya / saldırmaya niyetleri olmadığını söylüyorlar, durumu sakinleştirmek ister gibi davrananlarsa savaşın kaçınılmaz olduğu konusunda ısrar ediyor.”

Buradan devam edebiliriz: Geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna’nın hamisi ABD, savaşın her an patlayabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Rus saldırısının kurbanı olması beklenen Ukrayna cumhurbaşkanı, halkı savaş histerisine karşı uyarıp sükûnet çağrısında bulunuyordu.

Bu durumu tecavüz vakasına çevirmek kolay. Ukrayna’ya tecavüz etmeye hazır olan Rusya, bunu yapmak istemediğini iddia ediyor; ama Ukrayna’dan seks için rıza alamayacak olursa tecavüz etmeye hazır olduğunu da ancak satır aralarında açıkça belli ediyor (Putin’in saldırgan sözlerini hatırlayın). Dahası, Rusya Ukrayna’yı tecavüze kışkırtmakla suçluyor.

Ukrayna’yı tecavüzden korumak isteyen ABD, kendisini Sovyet-sonrası devletlerin koruyucusu olarak ileri sürebilmek için yaklaşan tecavüz tehdidi var diye alarm zillerini çalmaya başladı bile. Bu korumacılık bize, kendi nüfuz alanındaki mağaza ve restoranlara, kabul etmedikleri takdirde başlarına her türlü iş gelebileceğine dair örtük bir tehditle hırsızlığa karşı “koruma” sunan yerel bir mafyayı hatırlatıyor…

Tecavüz tehdidinin hedefindeki Ukrayna, ortalığın tecavüz diye velveleye verilmesinin Rusya’yı gerçekten teşvik edebileceğinin farkında olarak, ABD’nin çaldığı alarm çanlarının endişesiyle sakin kalmaya çalışıyor.

Peki, öngörülemeyen tehlikeleriyle bu çatışmanın ardında yatan nedir? Ya bu çatışma iki eski süper gücün artan gücünü yansıttığı için değil de tam tersine onların artık gerçek küresel güçler olmadıklarını kabul edemediklerini kanıtladığı için bu kadar tehlikeliyse?

Soğuk Savaş’ın zirvesindeyken Mao Zedong, ABD’nin sahip olduğu onca silahla kendisini dev aynasında gördüğünü söylerken, böyle kâğıttan kaplanların kendine güvenen gerçek kaplanlardan daha tehlikeli olabileceğini eklemeyi unutmuştu.

Afganistan’dan çekilme fiyaskosu, ABD egemenliğine yönelik bir dizi darbenin yalnızca sonuncusuydu; ve Rusya’nın Sovyet imparatorluğunu yeniden inşa etme çabası, Rusya’nın şu anda çürümekte olan zayıf bir devlet olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şey değil. Tıpkı gerçek tecavüzcülerde olduğu gibi, tecavüzler de saldırganın acizliğine işaret eder.

İlk olarak, şayet paralı askerleri Suriye iç savaşı, Kırım, Orta Afrika ve Bosna’daki Sırp Cumhuriyeti operasyonları da dahil olmak üzere çeşitli çatışmalarda yer alan bir Özel Askeri Şirket olan Wagner grubunun muzır rolünü göz ardı edecek olursak; tecavüz eyleminin Rus ordusunun Ukrayna’ya doğrudan girişiyle beraber artık, bu acizlik artık aşikâr durumdadır. Rusya Savunma Bakanlığı’nın Rus hükümetinin inkârını gerektiren çatışmalarda kullandığı silahlı bir birimi olan bu anonim paralı asker grubu, yıllarca Donbass’ta Ukrayna’ya karşı “kendiliğinden” direnişi örgütleyerek faaliyet gösterdi (tıpkı daha önce Kırım’da yaptıkları gibi).

Ukrayna’nın maruz kaldığı tecavüze tanık olmak zorunda kalan ülkelerden bizler, tecavüzün kastrasyon yöntemiyle engellenebileceğini bilmeliyiz. Bu nedenle, uluslararası toplumun; onları mümkün olduğunca görmezden gelerek ve marjinalleştirerek, sonrasında küresel otoritelerinin artık hiçbir şeyi büyütemeyeceğinden emin olarak, Rusya’yı hadım edecek bir operasyon gerçekleştirmesini tavsiye etmeliyiz.

24 Şubat 2022

*Zizek, “kastrasyon”/“hadım” metaforunu Putin’in cinsiyetçi söylemine nazire yaparak kullanmaktadır; öte yandan tecavüzün yalnızca cinsel bir dürtünün açığa vurulmuş biçimi olmadığını ve kimyasal hadımın bir çözüm olarak savunulamayacağını bilen bizler, metaforun yersizliğine dair not düşme ihtiyacı duyuyoruz; -çevirenin notu.

[spectatorworld.com’daki İngilizcesinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

18 Ekim 2020 Pazar

"Brecht" İnatçı Yazı


Bertold Brecht

Dünya Savaşı yıllarında İtalya'da
Kaçak askerler sarhoşlar ve hırsızlarla dolu
San Carlo hapishanesinde
Sosyalist bir asker kopya kalemiyle iki sözcük yazdı:
Yaşasın Lenin
Ta tepede, yarı karanlık hücrede, incecik soluk çizgilerle,
Ama devasa harflerle.

Gardiyanlar görünce, bir boyacı yolladılar bir kova kireçle.
Bu tehditkâr çizgilerin üstünü uzun fırçasıyla örttü boyacı.
Ama çizgiler boyunca gidip gelen fırçanın altından
Kireçle yazılmış dev bir yazı çıktı:
Yaşasın Lenin

İkinci bir boyacı geldi, tüm duvarı baştan başa boyadı
Geniş bir fırçayla. Kayboldu böylece yazı
Birkaç saat boyunca.
Ama kuruyunca kireç, yazı tekrar belirdi altından:
Yaşasın Lenin

Gardiyanlar bir duvarcı ustası yolladılar, elinde bir keskiyle
Saatler boyunca kazıdı harfleri teker teker.
İşi bitince duvarın tepesinde artık renksiz,
Ama duvara derin derin oyulmuş duruyordu inatçı yazı:
Yaşasın Lenin

Haydi, artık duvarı yıkın, dedi asker.


Bertold Brecht