Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2025 Salı

On Yıl Önce - On Yıl Sonra


Erdoğan Sebep midir Sonuç mu?
Dünya tarihinde pek çok örneğine rastlandığı gibi, Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçilen kişinin de bir iktidar sarhoşluğu içine girerek, ‘’milletin babası’’ rolüne soyunduğu çok açık. Son olarak sigara içen yurttaşları ‘’Cumhurbaşkanı söyüyor, hala içiyor terbiyesiz herif!’’ diye azarlaması, daha önce felakete uğramış madencilere ‘’İsrail dölü’’ diyerek tekme tokat dalması gibi semptomlar tuhaf bir ruh halinin göstergesi.

Bu duruma 1000 odalı sarayı ve 200 milyon dolarlık uçağı eklediğinizde, dünyanın dikkatinin bu kişi üzerinde toplanmasına ve Batı medyasının eleştiri dozu yüksek yazılar yayınlamasına şaşmamak gerekiyor.

Tarih bize, güç sarhoşluğu çılgınlık boyutlarına yükselmiş ve ‘’tanrılaştığını’’ hisseden siyasetçilerin, ülkelerini felakete götürdüğünü anlatan örneklerle dolu. Bence ne yazık ki Türkiye de bu eğik düzleme girdi.
Ama esas soru şu: Tayyip Erdoğan bu durumu yaratan kişi midir yoksa bir sonuç mu?
Soruyu başka türlü sorarsak; Erdoğan iktidardan gittiği zaman Türkiye’nin yönetim sorunu bitecek midir?

Buna ‘’Evet’’ cevabı verebilmeyi çok isterdim çünkü bu, çok kolay bir çözüm olurdu. Ama ne yazık ki cevabım ‘’Hayır!’’

Her ne kadar, kişilerin tarihte oynadığı rolü inkar etmesem de biliyorum ki Tayyip Erdoğan sebep değil bir sürecin sonucudur. Ve sorun, onun gitmesiyle bitmeyecektir.
Sorun onu iktidara getiren, üst üste dokuz seçim kazandıran, bir sürü yolsuzluk ve yönetim skandallarına rağmen körü koruna peşinden giden halktır. Daha doğrusu halkın bir bölümüdür.

Bu halk yığının Anadolu müslümanlığıyla, gelenekle, ahlakla, haram helal kavramıyla, merhametle, şefkatle hiçbir ilgisi yoktur. Köyden kente göçle başlayan, ne köylü ne kentli olabilen, bütün değer ölçülerinden kopmuş, vahşi birer yaratık haline gelmiş, talandan yalandan pay kapmaya çalışan ve literatürde lumpen proletarya olarak tanımlanmış olan kitledir bu.
AKP’ye oy vermiş olanların tümünü böyle yaftalamak doğru değil elbette. İçlerinde düzgün ve samimiyetle oy veren seçmenler de olabilir. Ama o kitlenin genel karakteristiği budur.

Bu kesim kendini önce arabesk müzikle gösterdi. Güzelim türküleri, geleneksel şarkıları, Anadolu’nun büyük şiir geleneğini terk eden insanlar, bir anda mide bulandırıcı seslere, insanın kulağını tornavida gibi delen elektro bağlamalara, içinde hiçbir hakiki lirizm ve hüzün barındırmayan ‘’Ben de isterem!’’ saldırganlığına kaptırdı kendini. Şehirler kaçak mahallelerle, üzerinde demir filizleri bırakılmış sıvasız çirkin yapılarla, lağım kokan mahallelerle doldu. Suç oranı ve özellikle kadına karşı şiddet akıl almayacak ölçülerde arttı.

Bunun adına ‘’muhafazakarlık’’ denilebilir mi? Elbette denilemez.

Aşağı yukarı sayıları kırk milyon dolayında tahmin edilen bu kitle Itri, Mimar Sinan estetiğine de sahip değildir; Anadolu’da yüzyıllarca aydınlık bir nehir gibi akmış olan Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu temizliğine de.
Dolayısıyla bu kesim muhafazakar değil, Türkiye’ye çarpık ve ahlak ölçülerinden yoksun bir ‘’modernleşme’’ sunan yeni bir oluşumdur.

Lafı uzatmadan söyleyeyim. Bu kesimin hayatta en çok nefret ettiği model uygarlaşma, kültür, temizlik ve zarafet simgesi Mustafa Kemal Atatürk, kanıyla canıyla savunduğu lideri ise şimdiki cumhurbaşkanıdır. Kimse kendini aldatmasın. Sayıları çok kalabalık olan bu kesim, ne olursa olsun, hangi skandal patlarsa patlasın sonuna kadar liderini destekleyecek ve Cumhuriyet’e karşı çıkacaktır.
Erdoğan siyasi ömrünü tamamlasa da ona benzeyen başka bir lider bulmakta gecikmeyecektir.

Çünkü Türkiye’nin çürüyen kesimi , bu bozulmayı önce müzikle, sonra hayatımızın her alanına egemen olan lumpenleşme ve arabeskleşmeyle ifade etmeye devam ediyor. Gafil aydınlardan (!) destek alan lumpen kültür, örgütlü cehaletle beslenerek kılcal damarlarımıza kadar yayılıyor.
Bu manzaraya, lumpenlerin ele geçirdiği muazzam para ve iktidar gücünü de eklerseniz geleceğin hiçbirimiz için kolay olmadığı çok açık.
Erdoğan bu kitlenin lideridir ve onun yokluğunda yeni bir lider bulacaklarına hiçbir kuşku yok.

Mustafa Kemal aydınlığını savunan kitleler birleşene ve kendi aralarındaki çelişkileri gidererek, evrensel değerleri savunan bir Türkiye kültürü yaratana kadar acılar devam edecek.

Zülfü Livaneli / 03.11.2014

28 Ocak 2025 Salı

McCarthy Dönemi

ABD’de Cadı Avı




McCarthy Dönemi, 1950’lerin başında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan bir siyasi süreç olarak bilinir. Bu dönem, senatör Joseph McCarthy’nin öncülük ettiği komünizm karşıtı bir kampanya ve cadı avı olarak adlandırılan bir dönemi içerir.

McCarthy, komünist etkileri ve casusluğu halk arasında büyük bir tehlike olarak lanse ederek, Hollywood’dan devlete birçok alanda yer alan kişilerin komünist faaliyetlerle ilişkilendirilmesine yol açtı.



McCarthy Dönemi’nin belirgin özellikleri:

Komünizm Karşıtı Kampanya: Joseph McCarthy, 1950’de Wisconsin Senatörü olarak göreve geldi. 1950’lerin başında, ülkenin içinde ve dışında komünist casusluğun arttığına dair endişeler büyüdü. McCarthy, komünistlerin ve komünist etkilere sahip kişilerin hükümet, ordue ve eğitim alanında yer aldığı iddialarıyla dikkat çekti.

Cadı Avı: McCarthy, komünizmle suçlanan kişilerin halk arasında cadılar gibi kovalandığı bir atmosfer yarattı. McCarthy ve destekçileri, ünlü kişileri, sanatçıları, yazarları ve diğerleri gibi birçok kişiyi komünist eğilimleri veya sempatileri nedeniyle suçladı. Bu suçlamalar, çoğu zaman somut delillere dayanmıyordu.

Hollywood on: Hollywood’da, sinema endüstrisinde çalışan birçok kişi McCarthy’nin cadı avı kampanyasından etkilendi. “Hollywood On” olarak da bilinen bu dönemde, birçok senarist, yönetmen ve aktör komünist bağlantıları veya sempatileri nedeniyle suçlandı ve kara listelere alındı. Bu, birçok kişinin kariyerlerinin sona ermesine veya zorlaşmasına neden oldu.

Joseph Welch Duruşması: McCarthy’nin popülaritesi ve itibarı, 1954 yılında Joseph Welch adlı bir avukatın “Siz, Sayın Senatör, ne zaman utanacaksınız?” sözleriyle gerilemeye başladı. Bu sözler, McCarthy’nin taktiklerinin ve suçlamalarının ahlaki açıdan sorgulanmasını başlattı.

McCarthy’nin Düşüşü: Joseph Welch’in sözleri ve medyanın McCarthy’yi sorgulaması sonucunda, McCarthy Dönemi’nde yaşanan cadı avı atmosferi yavaşladı. 1954 yılında, McCarthy’nin Senato’da yaptığı soruşturma ve ifşa çalışmaları sona erdi.

Sonuç olarak, McCarthy Dönemi, Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasi korku ikliminin yoğunlaştığı bir dönemi temsil eder. McCarthy’nin komünizmle suçladığı birçok kişi, suçsuz oldukları halde kariyer ve itibar kaybına uğradılar. Bu dönem, Amerika’nın iç politika tarihinde önemli bir yer tutar ve demokrasi ve ifade özgürlüğü konularında derin düşündürücü dersler sunar.





Foto Walt Disney:
McCarthy dönemi komitesine komünist olduğundan şüphelendiği çalışanlarının adlarını verdi. Disney’in 26 yıl boyunca çevresindeki yönetmenler, yazarlar ve oyuncular hakkında FBI’a muhbirlik yaptığı biliniyor.

17 Aralık 2024 Salı

Şeyh Bedrettin Destanı

Nazım Hikmet


1

Sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa'yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
Çelebi hünkar idi amma
Al Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıç şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
tarümar idi
Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi
ahüzar idi.


2

Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.

Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıkların eti yavan olur,
sazlıklardan ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
sakalı büyük
sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.

Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne oturmuş.
Hatt-ı talik ile yazıyor 
"Teshil"i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı traşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
Kartal gagalı torlak Kemal..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymayarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..


3

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
boş bir balıkçı kayığı
bir kuş ölüsü gibi
suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
bir sazan balığı yüzünden
kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
parmaklarından dökülüp 
tekrar göle dönerken
dedi kendi kendine:
"- O ateş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim.
Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptal edeceğiz...

*

Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
kalede bir baş kesilir
kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken Simavnalı "Teshil"ini
Torlak Kemalle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

Kitaplarının adı:
"Varidat"dı.

./. Destanın Tamamı...

7 Aralık 2024 Cumartesi

Göbekli Tepe

İnsanlık Tarihini Yeniden Yazdıran Keşif

Türkiye’nin Şanlıurfa ilinde yer alan Göbekli Tepe, 1994’te başlayan arkeolojik kazılarla sıradan bir tepeden insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir yapıya dönüştü. Yaklaşık 11.000 yıllık geçmişiyle bu antik megalitik yapılar, avcı-toplayıcı olarak bilinen toplumların sanılandan çok daha ileri düzeyde sosyal ve kültürel yapılar geliştirdiğini göstermiştir.

Göbekli Tepe’de lazer taramalarıyla gün yüzüne çıkarılan 25’ten fazla yapı, bu alanın bugüne kadar keşfedilen en eski dini ve kültürel merkezlerden biri olduğunu ortaya koymaktadır. T biçimli devasa sütunlar, hayvan figürleri ve geometrik desenler, yalnızca bir ibadet merkezi olmanın ötesinde, sembolik anlamlarla dolu bir yapı kompleksini işaret etmektedir. Henüz tamamen kazılmamış olan bu alanda, tarihin derinliklerinden gelen daha fazla sırra ulaşılabileceği düşünülmektedir.

Bununla birlikte, Göbekli Tepe’nin en çarpıcı yanlarından biri, buradaki toplulukların dönemin teknolojik ve bilimsel kapasitesinin ötesine geçen bilgi birikimine sahip olduğuna işaret eden unsurlardır. Sütunların üzerindeki düzenlemelerin bazıları astronomik hizalanmalara işaret etmektedir. Avcı-toplayıcı bir toplumun gök cisimleriyle bu kadar detaylı bir ilişki kurmuş olması beklenmezken, buradaki bilgiler topluluğun gözlem yeteneği ve kozmolojik farkındalık seviyesinin tahminlerin ötesinde olduğunu göstermektedir. Ayrıca taşlarda yer alan semboller, su kaynaklarına ve gökyüzü olaylarına ilişkin detaylar barındırmaktadır; bu da Göbekli Tepe’nin yalnızca bir ritüel merkezi değil, aynı zamanda kozmik bilgiyle iç içe bir yaşam alanı olduğunu düşündürmektedir.

Göbekli Tepe’nin çağdaşı sayılabilecek Malatya’daki Aslantepe Höyüğü de benzer bir şekilde insanlığın bu dönemdeki sosyal ve mimari gelişmişliğini sergilemektedir. Aslantepe’nin kazılarında bulunan tapınak yapıları ve yerleşim izleri, Göbekli Tepe ile aynı dönemde karmaşık toplumsal düzenlerin ortaya çıkmaya başladığını kanıtlamaktadır.

Bu bulgular, insanlığın geçiş süreciyle ilgili klasik varsayımları sorgulamaktadır. Tarım ve yerleşik hayattan önce bu kadar sofistike bir yapı inşa edilebilmesi, Göbekli Tepe sakinlerinin yalnızca avcı-toplayıcı olmadığını; inanç, mimari ve sosyal organizasyon alanında devrim niteliğinde bir dönemi temsil ettiğini göstermektedir. Göbekli Tepe, insanlık tarihinin sırlarını çözmeye devam eden bir anahtar niteliğindedir ve daha birçok keşifle geçmişimizin yeniden yazılmasını sağlayacaktır.

3 Eylül 2024 Salı

Definecilik!

Defineciliğin bir çeşit kumar hastalığı gibi kişiyi esir aldığı bilinen bir gerçek. Defineciler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor

Geçen günlerde çoğu kimsenin üzerinde durmadığı bir haber, oldukça trajikomik bir durumun mücessem bir örneğiydi.

Habere göre defineciler yaklaşık beş bin yıllık mezarları tahrip etmiş; binlerce yıllık insan kemiklerini ortalığa saçmışlardı.

Bu yağmadan nasibini alan yalnızca antik mezarlar değildi, Van'ın önemli halk ozanı Ercişli Emrah'ın mezarı da yağmalananlardandı.
Ozanın şiirinde dediği gibi 'kimi kazma kimi bel' alıp gitmişti. Üstelik Ercişli Emrah'ın mezarı ikinci kez yağmalanıyordu.

Toprak sıkıldığında tarihin fışkıracağı Anadolu'da neredeyse her şehirde, hatta köyde yasadışı şekilde define arayan kimselerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.

Bu kişiler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor.

Özellikle Van'ın bu denli yoğun şekilde definecilerin hedefi olmasının altında yatan en önemli neden ise İttihat ve Terakki döneminde meydana gelen büyük 'Ermeni Tehciri'dir. 

Konuyla alakalı Kübra Kurt Çalışkan'ın "Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği" isimli çalışması define hayali ile türlü maceralara atılan fukara Anadolu insanın hem yaşadığı hem de yaşattığı üzücü olaylar hakkında sahadan önemli bilgiler sunuyor. 
 

yağma Van.jpg
Fotoğraf: Twitter


"Ermeni Tehciri" ve arda kalanlar

Osmanlı'nın son döneminde Sultan Abdülhamid'i devirerek iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, imparatorluğu kısa bir süre içerisinde büyük bir maceranın içerisine sürükledi.

Osmanlı, 'Düvel-i Muazzama'nın büyük harbinde taraf oldu ve Almanya'nın yanında savaşa girdi.

Bu kritik süreçte İttihatçılar; milli bir ekonomi kurmak ve iç güvenliği sağlamak gerekçesiyle Osmanlı vatandaşı yüz binlerce Ermeni'yi başka bölgelere sevk etti.
 

ermeni tehciri.jpg
Fotoğraf: Wikipedia


Bu süreci idare eden komuta kademesinde Talat Paşa bulunuyordu; ama süreç asayişten daha da önemlisi bir iktisadi dönüşümü içermesi sebebiyle süreci idare eden akıl İttihat ve Terakki'nin kasası olarak bilinen Kara Kemal'den başkası değildi.

İttihatçılar, tehcirle iki kuşu birden vurmuş olacaklardı; hem milli bir burjuva sınıfı meydana getirilerek ekonomideki Ermeni hegemonyası ortadan kaldırılacaktı hem de savaş halindeki devlet, bir iç karışıklıktan sakınılmış olacaktı. 

Sonuç itibarıyla binlerce Ermeni, devlet eliyle apar topar ülkeden tehcir edildiğinde birçoğu, geri dönmek umuduyla özellikle ziynet eşyalarını yaşadıkları bölgelere ve mezarlık civarlarına gömdü. 

Bu facia, Van gibi, bir zamanlar Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları şehirlerde defineciliğin büyük umut kapısı olarak algılanmasına neden oldu.

Mezarlıklar, Tümülüsler, kilise ve manastırlar, nekropol alanları, höyükler, cami ve hatta türbeler bu soygunculardan nasibini fazlasıyla aldı.

 

*YAZININ TAMAMI

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Führer iyi ama çevresi kötü

Geçtiğimiz yüzyılın en ‘popüler’ konularından biri olmasına karşın Nazi iktidarı hakkında bildiğimiz çoğu şey, basitleştirilmiş kurgusal bir anlatıya dayanıyor. Nazilerin iktidara geldiği 1930’lardan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sanki yaşanan yıkıma sadece tek bir adamın ‘çılgınlığı’ sebep olmuş gibi. Almanya halkının tamamı ya zorla Hitler’i desteklemiş ya da gözü kapalı ona biat etmiş gibi.

Oysa gerçekler bize daha girintili çıkıntılı bir manzara sunuyor.

Toplumda yaşanan dönüşümü birkaç beylik laf ile açıklamak mümkün değil. Fakat belki ‘lafların’ ta kendisi bize Nazilerin iktidarını nasıl yerleştirdiğini açıklayabilir?

Almanyalı bir Yahudi olan Filolog Victor Klemperer (1881-1960), 1933-1945 yılları arasında tuttuğu günlüklerden yola çıkarak LTI – Nasyonal Sosyalizmin Dili, Bir Filoloğun Notları(1) isimli kitabını kaleme alır. LTI, Lingua Tertii İmperii’nin kısaltmasıdır, yani Üçüncü İmparatorluğun Dili. Klemperer eserinde kendi yaşantısı ve dil bilgisinden yola çıkarak Nazilerin toplumda dil ile nasıl hakimiyet sağladığı üzerine düşünür. Bunun yanı sıra radikal dönüşümün nasıl ‘olağanlaştığını’ ve hayatın beklenmedik alanlarına nasıl sızabildiğini gözlemler. Klemperer’in kitabında altını çizip üzerine uzunca konuşabileceğimiz pek çok başlık var. Bugün Naziler ve gündelik hayatın değişimi ile söze başlayalım. Böylece Almanya’da 1930’larda yaşananların sandığımız kadar basit olmadığını görebiliriz.

Victor Klemperer (1881-1960)
CİHAN HARBİNDEN SOSYALİST ALMANYA’YA
Biraz yazarımızı tanıyarak söze başlamalıyız. Polonya doğumlu bir Yahudi olan Klemperer’in babası hahamdır ancak kendisi pek dindar biri değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşır. Dil üzerine eğitim gören Klemperer savaşın ardından Dresden Teknik Üniversitesi’nde profesör olarak dil üzerine dersler verir. Nazi iktidarında hem ‘gazi’ oluşu hem de eşi Eva Schlemmer’in ‘ari’ bir Alman sayılması nedeniyle toplama kamplarına gönderilip infaz edilmez. Buna karşın önce işini kaybeder daha sonra türlü aşağılamalarla ağır işlerde çalıştırılır. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde çember iyice daralıp ‘imtiyazlı’ Yahudilere de sıçrarken Dresden’den kaçar, bir süre saklandıktan sonra kurtulur.

Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasıyla birlikte kurulan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde -namı diğer Doğu Almanya- görevine iade edilir. Yaşamının geri kalanını Doğu Almanya’daki iktidar partisi Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) üyesi olarak sürdürür. Doğu Almanya’da saygın bir bilim insanı olarak görülen Klemperer kültür işlerinde çeşitli görevler alır, 1952’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti Ulusal Ödülüne layık görülür.

İNSANLARIN ETİNE KELİME FORMUNDA GİREN NAZİZM
Klemperer, tuttuğu günlüğü savaştan sonra Doğu Almanya’da yayına hazır hale getirir. Nazilerin kullandığı dili incelerken, çalışmasını bir bakıma “Nazizm insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlanarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu” ifadeleriyle özetler.

Kitaplarına el konulduğu için oldukça kısıtlı bir ‘inceleme’ alanına sahip olmasına karşın Klemperer, Nazilerin kullandığı dilin ilk bakışta fazla dikkat çekmeyen detaylarına odaklanır. Bu ince detaylara bir örnek vermek gerekirse eğer ‘Yahudi İbadeti’ ile ‘Yahudilerin İbadeti’ demenin nasıl bir farka işaret ettiğini açıkladığı kısmı aktarabiliriz: “Bazen bir ifadenin kulağa niçin horlayıcı geldiğini kolay tespit edemezsiniz. Nazilerin ‘Yahudi ibadeti’ tanımı, yansız ‘Yahudilerin ibadeti’ teriminden farklı bir şey söylemiyor olmasına rağmen niçin aşağılayıcıdır? Sanıyorum, bir biçimde egzotik seyahat anılarını hatırlattığı için. Galiba burada doğru iz üzerindeyim: Yahudi ibadeti Yahudi tanrısınadır, Yahudi tanrısı da kabile tanrısı veya kabile putudur, Yahudilerin ibadetinin yöneldiği tek ve genel tanrısallığı ifade etmez.”

Üstelik sadece kelimeleri, deyimleri değil; noktalama işaretlerinde bile Nazilerin iktidarını çözümler:

“Bireylerin ve grupların karakteristik biçimde şu veya bu cümle işaretine teveccüh gösterdiğini tespit edebiliyoruz. Mürekkep yalamışlar noktalı virgülü severler; onların mantık ihtiyacı, virgülden daha kesin olan ama nokta kadar da mutlak bir sınır çizmeyen bir ayrım işaretine taliptir. Kuşkucu Renan, soru işaretini fazla sık kullanmamak gerektiğini söyler. Sturn und Drang(2), muazzam miktarda ünlem işaretine ihtiyaç duyuyordu. Almanya’da natüralizm ilk dönemlerinde tire kullanmayı seviyordu: Cümleler ve düşünce dizileri yazı masası başında titizce kurgulanmış olarak sıralanmıyor, birbirlerinden kopuyor, ima ediyor, tamamlanmadan kalıyorlardı, oluşum koşullarına, iç monoloğa veya özellikle düşünmeye alışkın insanlar arasındaki heyecanlı konuşmaya tekabül eden uçucu, infilaki, çağrışımcı bir özleri vardı. (…) LTI, ironik tırnak diye tanımlamak istediğim işaretleri aşırı miktarda kullanır. Basit ve birincil tırnak işareti, başka birisinin söylediğini veya yazdığını harfiyen aktarmaktan başka bir anlam taşımaz. İronik tırnak işareti böyle yansız alıntılamayla yetinmez, alıntının hakikatine şüphe düşürür, aktarılan ifadeyi yalan ilan eder. Konuşmacının sesine alay katmasında ifadesini bulan ironik tırnak işareti LTI’nin retoriksel karakteriyle sıkı sıkıya bağlıdır. (…) İspanyol devrimcileri bir zafer kazandığında, onların subayları olduğunda, bir genelkurmayları olduğunda, bunların adları kaçınılmaz olarak kızıl ‘zafer’dir, kızıl ‘subay’dır, kızıl ‘genelkurmay’dır. Aynı şey daha sonra Rus ‘stratejisi’ için, aynısı Yugoslavların ‘Mareşal’ Tito’su için geçerli olacaktır.”

‘FÜHRER İYİ AMA ÇEVRESİ KÖTÜ’
Klemperer sadece bir ‘filolog’ olarak bilimsel nitelikte yazılar kaleme almaz. Aynı zamanda kendi yaşamından yola çıkarak toplumsal değişimi anlatır. “Hiçbiri Nazi değildi ama hepsi zehirlenmişti” diyen Klemperer, Nazi iktidarının ilk yıllarında “Halkın sarhoşluğu geçtiğinde, akşamdan kalmalığın baş ağrısı sökün ettiğinde artık devam edemez ya bu delilik” diye düşünür. Ancak meselenin böyle olmadığını, insanların Führer’i tahmin ettiğinden çok farklı şekillerde ele aldığını şaşırarak fark eder. Öyle ki savaşın son günlerinde dahi yaşanan yıkımın faturasını Hitler’e değil de ona ‘sadık kalmayan çevresine’ kesen pek çok insanla karşılaşır:

“Son bir defa daha, en nihayet barınacak yer bulabildiğimiz ve çok geçmeden Amerikalılar tarafından işgal edilen küçük Unterbernbach köyündeydik. Çok yakındaki cepheden, dağılmış birliklerin unsurları tek tek ve kıtalar halinde buraya akıyordu. Ordunun eriyip gitmesiydi bu. Herkes her şeyin sonuna gelindiğini biliyor, herkes esaretten kurtulmak istiyordu. Çoğu savaşa verip veriştiriyordu, barıştan başka bir şey istemiyorlardı, başka her şeye kayıtsızdılar. Bazıları Hitler’e lanet ediyordu, birçokları ise rejime lanet ediyor, Führer’in niyetinin aslında daha iyi olduğunu, çöküşten ötekilerin sorumlu olduğunu söylüyordu."

Bugünden bakıldığında sık yapılan yanlışlardan biri de sadece toplumun ‘cahil’ görülen kesiminin Nazilere inandığıdır. Sosyal bilimlerde toplum incelenirken ‘cehalet’ değil sosyo-ekonomik faktörler aslidir. Böylece bilimsel bir parametre tercih edilir. Kalburüstü sınıfların belli kesimleri kendi ‘seçkinliklerine' yakıştıramadıkları şeyleri, nefret objesi olarak gördükleri tabakalarla özdeşleştirme niyetindelerdir. Oysa gerçek burjuva-liberal parametrelerle çizilen sınırlardan çok daha farklıdır. Farklı arka planlara sahip tanıdığı bir dizi insan profilini sıraladıktan sonra Klemperer bu duruma dair şöyle söylüyor: "Böylece her iki halk tabakasının, hem entellektüellerin hem de daha dar anlamda halktan olanların Hitler’e inancını tasdik ettiğine tanık oldum; iki ayrı zamanda, hem işin başında hem her şeyin sonuna gelindiğinde. Her seferinde de bu tasdikin ağızda değil iman dolu kalpte olduğuna dair en ufak şüphem yoktu. İmanını tasdik edenlerin üçünün de ortalama zeka denen şeye muhakkak sahip oldukları kesindi, sonradan düşündüğümde de kesindir."

Klemperer’e göre yaşadığı cehennem yıllarında en kötü anlardan biri yakasına takmak zorunda olduğu sarı yıldızla birlikte başlar. Bu yıldızla gezerken yaşadıkları o günün Almanyasını özetler nitelikte. Öyle ki farklı sınıftan, farklı arka planlardan gelen insanların tepkilerindeki farklar da dikkat çekiyor:

“İki taşınmadır çalıştığımız nakliyecilerden biri, -hepsi iyi adamlar, KPD’li [Almanya Komünist Partisi] kokuyorlar-, Freiberger Sokağı’nda birden karşıma dikilir, pençeleriyle elime yapışır ve yoldan işitilmemesi imkansız bir sesle fısıldar: ‘Hey, profesör bey, sarkıtmayın yüzünüzü! Yakında işleri biter lanet olası heriflerin!’ Teselli niyetinedir, insanın kalbini ısıtır ısıtmasına; ama kaldırımda doğru kişinin kulağına gidecek olsa tesellicime hapse mal olacaktır, banaysa Auschwitz yoluyla canıma… Bir otomobil bomboş sokakta yanımdan geçerken frene basar, yabancı bir baş camdan uzanır ‘Hâlâ yaşıyor musun, lanet olası domuz! Ezip geçmeli, gebertmeli seni!”

‘ONA İNANIYORUM’
İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun Berlin’e girmesiyle birlikte her şeyin bittiğini zannedebiliriz. Buna karşın Almanya’da toplumun savaş sonrasında nasıl bir süreçten geçtiği pek ilgimizi çekmiyor. Kendini yeni düzene adapte etmeye çalışanlar, “Ben zaten hiç tam Nazi olmadım” beyanlarında bulunanlar kadar Hitler’e dair görüşlerinde pek bir şey değiştirmeyenler de vardır. Bu farklı yaklaşımlara dair savaş sonrasında karşılaştığı bazı örnekleri veren Klemperer şöyle yazıyor:

“Ona inanıyorum’u sadece Hitler imparatorluğunun son günlerine dek takip ettim. Şimdi günbegün rehabilite edilenlerle veya rehabilite edilmek isteyenlerle meşgulüm. Birbirlerinden ne denli farklı olursa olsunlar, bir müşterek noktaları var: Hepsi, ‘faşizmin kurbanları’ arasında özel bir grup oluşturdukları iddiasındalar, hepsi vicdani kanaatleri hilafına öyle veya böyle şiddet kullanılarak öteden beri nefret ettikleri o partiye girmeye zorlanmışlar, hiçbir zaman Führer’e de Üçüncü Reich’a da inanmamışlar. Lakin geçende sokakta eski öğrencim L.’ye rastladım, onu son defa bölge kütüphanesine son gidişimde görmüştüm. O zaman duygudaş bir tavırla elimi sıkmıştı; bu bana tatsız gelmişti çünkü gamalı haçı takmıştı bile yakasına. Şimdi yüzünde sevinçli bir ifadeyle yanıma yaklaştı: ‘Çok memnunum kurtuldunuz ve tekrar görevinizin başındasınız!’ – ‘Siz nasılsınız peki?’ –‘Kötü tabii, inşaat işçisi olarak çalışıyorum, çoluk çocuğu geçindirmeye yetmiyor, bedenen de müsait değilim bu işi uzun süre yapmaya.’ – ‘Rehabilite edilmediniz mi? Sizi tanıyorum -vicdanınıza yük teşkil edecek caniyane bir iş yapmadığınıza eminim. Partide üst düzey bir göreviniz var mıydı, politik açıdan çok etkin miydiniz?’ –‘Kesinlikle hayır, ufak bir partiliydim.’ – ‘O zaman niye rehabilite edilmediniz?’ –‘Bunun için başvuruda bulunmadığım için ve bulunmayacağım için.’ – ‘Anlamadım.’ Bir ara. Sonra zorlukla gözlerini indirmiş: ‘İnkar edemem, ona inanmıştım.’ – ‘Ama şimdi hâlâ inanıyor olamazsınız; nelere yol açtığını görüyorsunuz, rejimin bütün tüyler ürpertici cinayetleri apaçık serildi ortaya.’ Daha da uzun bir ara. Sonra, iyice sessiz: ‘Hepsini teslim ediyorum bunların. Diğerleri onu yanlış anladılar, ona ihanet ettiler. Ama ona, ONA, hâlâ inanıyorum.”

Bazense bu inancın ilginç hurafeler yarattığı olur: “Bir defasında büyük alarm verildiğinde, -ölümün kanat çırpışları, kelimelerin donukluğundan gerçeğe geri çağırılmış, pısmış küçük şehrin damları üzerinde hışırdıyordu yine, çok geçmeden bombalar Plauen’de gümbürdediler-, mahallenin veterineri bizim yanımızda bulunuyordu. Konuşkan bir adamdı ama lafazan değildi, dirayetli sayılan, aynı zamanda iyi yürekli biriydi, alarmın gafil avladığı müşterilerinin endişelerini lafı değiştirerek yumuşatmaya çalışıyordu. Yeni silahtan, hayır, yeni silahlardan bahsetti, bunlar artık hazırdı, Nisan’da(3) kesin devreye girecekler ve oyunun neticesini tayin edeceklerdi. ‘Tek kişilik uçak, V2’den de ileri bir silah, en büyük bombardıman filolarını bile halledecektir kesin; öyle fantastik bir süratle uçuyor ki ancak geriye doğru ateş edebiliyor çünkü atış hızından daha süratli, düşman uçaklarını daha bombalarını atamadan düşürüyor; son deneyleri tamamlandı, seri üretime geçmek üzereler.’ Sahiden! Burada size aktardığım gibi anlatıyordu bunları; sesinin tonundan anlaşılan, bu masala inanmıştı ve dinleyenlerin yüzlerinden anlaşılan, onlar da masalcıya inanıyorlardı -en azından birkaç saatliğine.”

TAKVİM YAPRAKLARI İLE KAVGA
Tarihi ve dünyayı anlamlandırmaya çalışırken şimdiki zamanda yaşamanın önemli handikapları vardır. Geçmiş bize ‘gerçeküstü’ ve ‘donuk’ gelir. Naziler iktidarı ele geçirip, tüm dünyayı korkunç bir yıkımla karşı karşıya bırakmıştır, insanları ‘ari’ ya da ‘ari olmayan’ gibi sınıflara ayırmış, komünist cadı avında kandan nehirler akıtmıştır. Fakat artık olan olmuş, tarih kitaplarındaki hareketsiz yerini almışlardır. Gamalı haç ne de olsa sosyal medyada sansürleniyor ve sadece filmlerde kötü adamların kolunda bulunuyor…

Elbette, geçmiş bir daha tıpatıp aynı biçimlerde tekerrür etmeyecek. Aynı suda iki kez yıkanılmaz ne de olsa. Ancak bir olguyu meydana getiren koşulları olgularla karıştırmamak gerekiyor. Çünkü koşullar herhangi bir zaman dilimine ait değildir. Olgu geçmişte kalabilir, ancak koşullar ve sonuçlar, üzerine takvim sayfaları bocalanarak toprağa gömülemez. Koşulların yarattığı benzerlikler, karşımıza geçmişin sonuçlarını aynı çehrelerle getirmez.

Peki ne işe yarar koşullara mercek tutmak? Her şeyden önce yaşadığımız şimdiki zamanı -olabildiğince- anlamlandırmayı kolaylaştırır. Ve belki daha da önemlisi takvimleri çevirerek değil, kavga ederek, mücadele ederek bir hayaletin gerçek anlamda gömülebileceğini gösterir.

Klemperer’in eseri bu anlamda ufuk açıcı bir yerde duruyor.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

23 Haziran 2024 Pazar

Dostoyevski

ÖLÜLER EVİNDEN ANILAR VE DOSTOYEVSKİ ÜZERİNE ÖNSÖZ
“Çok tuhaf, ama sık sık tekrarlanan bir olgudur,” diye başlar Lukács’ın ‘Dostoyevski’ yazısı, çünkü, dünya edebiyatını etkileyen yeni insan tipi genç bir ülke olan Rusya’da bütün sorunlarıyla birlikte ortaya çıkıp oradan uygar dünyaya ulaşmıştır. Almanya’dan Werther, İngiltere ve Fransa’da bu yeni insanın temsilciliğini yaparken, yüzyılın ikinci yarısında o zamanlar uzak, az bilinen, neredeyse bir efsaneler ülkesi olan Rusya’dan da Raskolnikov bu yeni insanı dünya edebiyatına sunmuştur. Gerçi, egzotik, uzak, Batı uygarlığına yabancı dünyalardan kültür ve sanat örnekleri etkileyici sonuçlarıyla her zaman Batı’ya ulaşmışlardır, ancak Lukács’a göre, Werther-Raskolnikov olayı, ilkece bunlardan farklıdır. Bir egzotiğin, dış, uzak bir kültürün gölgesine sığınmamışlardır bu iki yeni insan tipi. Örneğin gelişmemiş, çağdaş uygarlığın sıkıntılarına, sorunlarına ve krizlerine henüz yabancı bir ülke olan Rusya’dan, ansızın, insan kültürünün o zamanki bütün sorunsalını en uç noktada biçimlendirip anlatan yapıtlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu gelişmeyi anlamamızı kolaylaştırmak için “sorunun çözülmesi” ile “soruna ilişkin soruyu sorma” düzlemlerini birbirinden ayırmamız gerekir. Örneğin İskandinavya’da İbsen “soruyu sadece sorar”; Flaubert de öyle. Onlar zaten sorunları ele alırken, psikolojik-ahlaksal boyutu, toplumsal boyuttan daha fazla öne çıkartmışlardır Lukács’a göre.

Tolstoy ve Dostoyevski ise sorunu olanca derinliğiyle ve genişliğiyle ortaya atar. Tolstoy’un aristokrasiye, onun çevresine ait (siyaset, bürokrasi, ticaret vb. ile uğraşan) kişileri, görünürde hantal, hareketsiz, ama aslında derin bir dönüşümün eşiğinde olan halk ile, köylü kitleleri ile bağlarını koparmış, dolayısıyla da ideallerinin, ahlaksal ölçütlerinin, psikolojik, ruhsal dirençlerinin nesnel zeminini yitirmişlerdir.

Dostoyevski ise gözünü kente çevirmiştir. Eski Rusya’nın çözülmesi sürecini ve yeniden doğuş tohumlarının yeşermesini, “insanı aşağılayan ve ona hakaret eden”, tutkunu olduğu Petersburg gibi bir büyük kentin sosyal ortamında, sefalet ve yoksulluğu içinde inceler. Büyük kentin, büyük kent içindeki özellikle soylu zümrenin yaşantısının halk hareketinden tamamen uzak oluşu, kendine bir yön ve hedef bulmak için mücadele eden halk hareketi ile uzun süre bir türlü buluşmaması, soyluların, bunların çevresindeki sosyal katmanların, entelektüellerin, özellikle siyasi hareket liderlerinin tabandan kopukluğu, Dostoyevski romanlarının ve öykülerinin temel sorunu olarak çıkar karşımıza. Dostoyevski insanının büyük kent içindeki umutsuz yalnızlığı, yaşamak, geçinmek için çalışmak zorunda olmayan, hayatın anlamını yitirmiş, saçmalaşmış insanın yalnızlığıdır.

Ölüler Evinden Anılar’a Giriş
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 11 Kasım 1821’de Petersburg’da (sonraki Leningrad) bir ordu cerrahının oğlu olarak dünya geldi. Annesi bir tüccar kızıydı. Öğrenimini özel bir okulda sürdürecek, yaz aylarını Tula’daki çiftliğinde geçirebilecek kadar “üst zümreden”di. 1837-1844 arasında askeri okula devam etti. 1847’ye kadar İnsancıklar, Öteki, Ev Sahibesi, Beyaz Geceler, Bir Yufka Yürekli gibi ilk edebiyat çıkışlarının ardından, Çar I. Nikolay’ın baskıcı yönetimi altında politik ve toplumsal reform hareketinin etkisi altına girince, bütün hayatını geri dönüşsüz bir biçimde etkileyecek dört yıllık bir mahkûmiyet dönemini geçirmek üzere, 10 aylık bir tutukluluk süresinin ardından, idamın eşiğinden dönüp 23 Ocak 1850’de Batı Sibirya’daki Omsk Cezaevi’nin kapısından içeriye girdi.

Yazının Tamamı

19 Mart 2024 Salı

Bertolt Brecht
Beş Paralık Roman

BERTOLT BRECHT 10 Şubat 1898’de Augsburg, Bavyera’da doğdu. 1917’de Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nin tıp bölümüne girdi. Orada Arthur Kutscher ile birlikte drama çalıştı. 1918 sonbaharında askerliğe çağrılan Brecht, bir ordu hastanesinde hizmet verdi. Askerlik yaptığı dönemde ilk oyunu olan “Baal”i yazdı. Askerden sonra üniversitedeki çalışmalarına döndüyse de 1921’de tıp eğitimini bıraktı.
İkinci büyük oyunu “Gecede Trampet Sesleri”ni Şubat 1919’da yazan Brecht, 1921’de yazdığı “Kentlerin Vahşi Ormanında” oyunu da dahil olmak üzere, bu üç oyunuyla 1922 yılında Almanya’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Kleist ödülüne layık görüldü. 1924-1933 arasında Berlin’de geçirdiği yıllarda yönetmen Max Reinhardt ve Erwin Piscator ile çalıştı, 1928’te ise besteci Kurt Weill ile birlikte “Üç Kuruşluk Opera”yı yazdı. “Epik tiyatro” teorisini de bu yıllarda geliştirdi.
1933’te sürgün edildi. Sürgün yıllarını önce Danimarka’da, sonra Amerika’da geçirdi. Amerika’da Hollywood için senaryolar yazdı. Almanya’da kitapları yakıldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Amerika’da geçirdiği yıllarda ün kazandı, bu dönemde “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Galilei’nin Yaşamı”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” gibi oyunları kaleme aldı.
Brecht 1947’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin önünde ifade vermek zorunda kalınca Amerika’dan ayrıldı. Zürih’te bir yıl geçirdi. 1949’da “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni yazdı ve en önemli teorik çalışması Tiyatro için Küçük Organon’u yayımladı. Bu yıl “Cesaret Ana ve Çocukları”nın sahnelenmesine yardımcı olmak için Berlin’e gitti. Bu gidişi Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması ve yazarın Berlin’e kesin dönüş yapmasıyla sonuçlanacaktı. Doğu Avrupa’da gelenek dışı teorileri, Batı’da ise komünist fikirleri nedeniyle hoş karşılanmasa da kurduğu tiyatroyla 1955’te Paris Théâtre des Nations’da büyük beğeni topladı, aynı yıl Moskova’da da Stalin Barış Ödülü’nü aldı.
1956’da Doğu Berlin’de kalp krizi geçirerek öldü.



"Dreigroschenroman"

Barınak
Ne verirlerse aldı; yoksulluk zordur çünkü,
Ama sordu yine de aslında budala değildi,
“Niçin barındırıp niçin besliyorsunuz beni?
Bilmeliyim hakkımdaki niyetinizi.”

– “Bay Aigihns’in Düşüşü”, Eski bir İrlanda şarkısı

George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown Hastahanesi’nde bacağından oldu. Londra’ya dönünce, “devletten hiçbir talepte bulunmayacağım,” gibi cümlelerle dolu bir kâğıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı. Bu parayı, Newgate’deki küçük bir meyhaneye yatırdı. Meyhaneyi işletmeye başlamadan hesap defterlerini dikkatle incelemiş, meyhanenin ayda 40 şilin kadar bir gelir getireceğine aklı yatmıştı.
Meyhanenin arkasındaki küçük odaya yerleşip yaşlı bir kadınla birlikte içki satmaya başladıktan birkaç hafta sonra, hesaplarında yanıldığı ve bacağını hiç de iyi bir işe yatırmadığı kanısına vardı. Eski bir asker olarak müşterilerine gerekli saygıyı göstermeyi becerdiği halde kazancı 40 şilinin oldukça altındaydı. Sonraları başkalarından, incelemiş olduğu defterlerde görünen kazancın, meyhanenin bulunduğu semtte yapılan bir inşaat sayesinde olduğunu öğrendi. Şimdi inşaat bitmiş, işçiler de gitmişti. İşten anlayanlar, meyhane kazancının, böyle yerlerde alışıldığı gibi, hafta sonları yerine iş günlerinde kabarık görünmesine dikkat etmemiş olmasına şaştıklarını söylediler. Ama şimdiye kadar böyle yerlerin sadece müşterisi olmuştu o. Bu durumda meyhaneyi dört ay daha işletebildi; meyhanenin eski sahibinin adresini bulana kadar da dört ay daha kaybetti – işin sonunda beş parasız sokakta kaldı.
Bir süre, bir askerin genç karısının evinde, kadın dükkânda çalışırken çocuklarına savaş hikâyeleri anlatarak barındı. Ufak bir evde başka türlü olamayacağı için kendisiyle yatmış olan kadın, kocasının izne geleceği haberi üstüne, onu bir an önce evinden atmak istedi. Birkaç gün daha kadının evinde kalmayı başaran “harp malulü” sonunda orayı terk etmek zorunda kaldı.
Kadının kocası kıtasına döndükten sonra, bir iki kez daha uğradı kadının evine. Kadın karnını doyurdu ama, adamakıllı düşmekten kurtulamadı ve sonunda o da dünya başkentinin sokaklarında gece gündüz açlığı sürükleyen sefiller kervanına katıldı.

Bir sabah, Taymis köprülerinin birinde durdu. İki gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Eski üniforması sayesinde yanlarına yaklaşabildiği kişiler, arada sırada bir iki kadeh ısmarlıyorlardı ona, ama yemek ısmarlayan yoktu. Üniforması olmasa içki de ısmarlayan olmayacağını bildiğinden giyiyordu üniformayı.
Şimdi yine sivil giyinmişti; meyhanecilik yaptığı zamanlarda olduğu gibi. Çünkü dilenmek istiyor ve utanıyordu bundan. Bacağından yaralandığı, iflas ettiği için utanmıyordu. Kendi görüşüne göre kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktu.
Dilenmek zor geliyordu ona. Bu meslek, hiçbir şey öğrenmemiş olanlara göreydi, ama öğrenilmesi gereken bir meslekti. Ardı ardına birçoklarının yolunu kesti, ama yüzünde gururlu bir ifadeyle ve onları rahatsız etmekten çekinerek. Ayrıca öyle uzun cümleler kullanıyordu ki, noktayı koyduğunda derdini anlatmaya çalıştığı adam geçip gitmiş oluyordu çoktan; sonra avucunu da açmıyordu. Sonunda, en az beş kez kendini alçalttığı halde, kimse onun dilendiğini anlamadı. Ama başka biri çakmıştı durumu. Çünkü ansızın ardından, kısık bir sesin şunları söylediğini duydu: “Buradan basıp gidecek misin eşek arabası!”
Duyduğu suçluluk duygusuyla arkasına bakmadı bile. Süklüm püklüm uzaklaştı oradan. Yüz adım uzaklaştıktan sonra arkasına bakmaya cesaret edebildi. Yırtık pırtık, en adisinden iki dilencinin kendisine baktıklarını gördü. Ancak birkaç sokak sonra peşinden ayrıldılar.
Ertesi günü, limanın oralarda dolanıp, aşağı sınıftan insanları garip dilenme tarzıyla şaşırtan biri ansızın vurdu sırtına. Sırtına vuran cebine de bir şey sokuşturmuştu. Çevresine bakınınca kimseleri göremedi, ama elini cebine atınca iyice katlanmış, kirlenmiş bir kartvizit buldu: J.J. Peachum, Old Oak Sokağı, No: 7.
Ayrıca karta kurşunkalemle şunlar karalanmıştı: “Kemiklerinin kırılmasını istemiyorsan bu adrese gitmeye bak!” Bu cümlenin altı iki kez çizilmişti.

Bu saldırının, dilenmesiyle ilişkili olabileceğini yavaş da olsa anladı Fewkoombey. Ama Old Oak Sokağı’na gitmeye de niyeti yoktu pek.
Öğleden sonra, bir koltuk meyhanesinin önünde, birkaç gün önce gördüğü dilencilerden biriyle tanıştı. Bugün daha dostçaydı. Genç bir adamdı bu; hiç de kötü görünmüyordu. Fewkoombey’yi kolundan çekti, birlikte yürüdüler. “Seni pis köpek seni,” diye başladı söze ama dostça ve sakin konuşuyordu: “Numaranı göster!”
“Ne numarası?” diye sordu asker.
Genç adam kendisini bırakmayarak, ama yine dostça ona şunları anlattı; “Bu dilencilik işinin de kendine göre bazı kuralları vardır, hatta bazı kuralları birçok işinkinden iyidir, çünkü hiç olmazsa bu iş, uygar insanlar tarafından terk edilmiş yabani yerlerde değil, büyük ve düzenli bir şehirde, dünyanın başkentinde yapılabilir ancak. Yalnız bu işte çalışabilmek için bir numara gereklidir. Bir de izin belgesi; bu belge ve numara da, tabii ücretli olarak, ancak bir yerden temin edilebilir: Old Oak Sokağı’nda bir dernek vardır ve bu derneğe üye olmak zorunludur.”

Fewkoombey hiç soru sormadan dinledi onu. Sonra dostça cevaplar verdi. Boş bir sokaktan geçiyorlardı. Tıpkı duvarcılarda ve berberlerde olduğu gibi dilencilerin de bir derneği olduğuna sevindiğini, ama canı ne isterse onu yapmayı tercih ettiğini, çünkü tahta bacağının da ispat ettiği gibi kendisine şimdiye kadar yeterince emredildiğini söyledi. Sözlerinin sonunda, düşüncelerine pek katılmadan, ilginç ve tecrübeli bir adamı dinlercesine kendisini dinleyen yol arkadaşına elini uzatıp iyi günler diledi. Dilenci eski bir dost gibi gülerek sırtına vurdu askerin ve karşı kaldırıma geçti. Fewkoombey gülüşünden hiç hoşlanmadı onun.
Ertesi gün iyice kötüleşti durumu. Kesintisiz olarak beş on para kazanabilmek için, belirli bir köşede oturmak gerektiğini anladı. Bu ise mümkün değildi, çünkü sürekli olarak yerleştiği her köşeden sürülmekteydi. Ötekilerin ne yaptığını bir türlü çakamıyordu. Şöyle ya da böyle, hepsi, ondan daha zavallı gözükmekteydiler. Yırtıklarından kemikleri görünen giysileri vardı. (Sonraları, belirli çevrelerde, çıplak et göstermeyen elbiselerin, kötü vitrin sayıldığını öğrendi.) Ayrıca, görünüşleri de daha kötüydü bunların; mutlaka bir yerleri sakattı. Çoğu doğrudan doğruya çıplak beton üstüne oturuyorlardı; yanlarından geçenler, hasta olmalarından korksunlar diye. Fewkoombey seve seve oturacaktı çıplak betona ya, buraları orta malı değildi anlaşılan; ya polis, ya dilenciler durmadan rahatsız ediyorlardı onu.
Bütün bu sıkıntılar sonucunda üşüttü, soğuk algınlığı göğsüne indi, ciğerini dağlayan sancılarla ve yüksek ateşle dolaşmaya başladı.

Bir akşam, o genç dilenciye yeniden rastladı. Dilenci arkasına takıldı.İki sokak ötede dilenciler ikileşti. Koşmaya başladı, onlar da ardından. Dilencilerden kurtulmak için dar sokaklara saptı, kurtulduğunu sanarken, bir sokak köşesinde, ansızın karşısında buldu onları. Ne olduğunu anlamaya kalmadan ellerindeki sopalarla vurdular ona kendisini yere atıp tahta bacağından çekince sırtüstü düştü, sonra onu yerde bırakıp kaçtılar; köşeden bir polis görünmüştü çünkü.

Fewkoombey, polis tarafından yerden kaldırılacağını umuyordu ki, hemen yanındaki bir avludan, ufak bir tekerlekli iskemleyle ortaya çıkan üçüncü bir dilenci, hareketlerle kaçanları göstererek polise bir şeyler anlattı. Fewkoombey polis tarafından ayağa kaldırıldı ve yediği bir tekmeyle yoluna devam etmesi sağlandı. Dilenci ardından ayrılmadı, iki koluyla sürüyordu demir tekerlekli iskemlesini.
Bacakları yoktu herhalde.
Bir üst sokağın köşesinde, bacaksız dilenci Fewkoombey’nin pantolonunu çekti. Şehrin en pis semtindeydiler şimdi. Sokaklar bir adam boyu genişliğindeydi ancak.
Tam yanında bir avlunun alçak girişi belirdi. “Buradan gir,” diye emretti sakat. Koltuğun tekerleklerini döndüren çelik kolla bacağından dürtüldüğü zaman, açlıktan da iyice halsizleşmiş olan Fewkoombey kendisini avlunun ortasında buldu. Çevresine şaşkınlıkla bakmaya kalmadan, kocaman gerdanlı yaşlıca bir adam olan sakat, bir maymun çevikliğiyle ve yeniden kazandığı sağlam bacaklarla arabasından atlayıp üstüne saldırdı. Fewkoombey’den en azından bir baş büyüktü ve bir orangutan gibi güçlü kolları vardı.
“Ceketini çıkar!” diye emretti. “Kazanç getiren bir iş sahibi olmaya benden daha çok hakkın olup olmadığını ispat etmek için erkekçe dövüş bakalım benimle. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ ve ‘Altta kalanın canı çıksın!’ İşte benim sloganlarım! Böyle yardım edilir insanlığa, çünkü sadece becerikliler yükselip bu dünyanın nimetlerinden yararlanırlar. Dövüşürken hile yapmaya kalkma, belden aşağısına vurma ve dizini işe karıştırma. Dövüşümüzün geçerli olması için, İngiliz Boks Federasyonu kurallarına uymamız gerekir.”

Dövüş kısa sürdü. Fewkoombey ruhça ve bedenen yıkılmış olarak yaşlı adamın ardından sürüklendi. Old Oak Sokağı’ndan kimse söz etmiyordu artık.

Bir hafta boyunca yaşlı adamın boyunduruğunda yaşadı. Yaşlı adam Fewkoombey’yi eski asker üniformasıyla bir sokak köşesinde bırakıyor; akşamları hesaptan sonra karnını doyuruyordu. Hep çok düşüktü kazancı. Kazandıklarını da moruğa veriyordu; ama kazancının, yaşlı dilencinin verdiği adinin adisi bir bardak konyakla ucuz balığı karşılayıp karşılamadığını bile bilmiyordu. Kendisinden daha sakat görünüp aslında sapasağlam olan yaşlı adamın kazancı çok değişikti ondan.

BERTOLT BRECHT Beş Paralık Roman Dreigroschenroman ÇEVİREN Sevgi Soysal WALTER BENJAMIN’İN SONSÖZÜYLE

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

İsveç’te trafiğin akış yönünün soldan sağa geçirildikten sonraki ilk sabah, 1967 "Facebook yol ve macera"

Why do the British drive on the left?

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus

6 Şubat 2024 Salı

Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi

Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.

İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.

***

7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.

Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.

İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.

Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…

Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü

Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.

Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.

Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.

İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi

İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.

Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:

Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.

Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.

Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.

Bahadır Özgür/Birikim