Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2024 Salı

Bertolt Brecht
Beş Paralık Roman

BERTOLT BRECHT 10 Şubat 1898’de Augsburg, Bavyera’da doğdu. 1917’de Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nin tıp bölümüne girdi. Orada Arthur Kutscher ile birlikte drama çalıştı. 1918 sonbaharında askerliğe çağrılan Brecht, bir ordu hastanesinde hizmet verdi. Askerlik yaptığı dönemde ilk oyunu olan “Baal”i yazdı. Askerden sonra üniversitedeki çalışmalarına döndüyse de 1921’de tıp eğitimini bıraktı.
İkinci büyük oyunu “Gecede Trampet Sesleri”ni Şubat 1919’da yazan Brecht, 1921’de yazdığı “Kentlerin Vahşi Ormanında” oyunu da dahil olmak üzere, bu üç oyunuyla 1922 yılında Almanya’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Kleist ödülüne layık görüldü. 1924-1933 arasında Berlin’de geçirdiği yıllarda yönetmen Max Reinhardt ve Erwin Piscator ile çalıştı, 1928’te ise besteci Kurt Weill ile birlikte “Üç Kuruşluk Opera”yı yazdı. “Epik tiyatro” teorisini de bu yıllarda geliştirdi.
1933’te sürgün edildi. Sürgün yıllarını önce Danimarka’da, sonra Amerika’da geçirdi. Amerika’da Hollywood için senaryolar yazdı. Almanya’da kitapları yakıldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Amerika’da geçirdiği yıllarda ün kazandı, bu dönemde “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Galilei’nin Yaşamı”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” gibi oyunları kaleme aldı.
Brecht 1947’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin önünde ifade vermek zorunda kalınca Amerika’dan ayrıldı. Zürih’te bir yıl geçirdi. 1949’da “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni yazdı ve en önemli teorik çalışması Tiyatro için Küçük Organon’u yayımladı. Bu yıl “Cesaret Ana ve Çocukları”nın sahnelenmesine yardımcı olmak için Berlin’e gitti. Bu gidişi Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması ve yazarın Berlin’e kesin dönüş yapmasıyla sonuçlanacaktı. Doğu Avrupa’da gelenek dışı teorileri, Batı’da ise komünist fikirleri nedeniyle hoş karşılanmasa da kurduğu tiyatroyla 1955’te Paris Théâtre des Nations’da büyük beğeni topladı, aynı yıl Moskova’da da Stalin Barış Ödülü’nü aldı.
1956’da Doğu Berlin’de kalp krizi geçirerek öldü.



"Dreigroschenroman"

Barınak
Ne verirlerse aldı; yoksulluk zordur çünkü,
Ama sordu yine de aslında budala değildi,
“Niçin barındırıp niçin besliyorsunuz beni?
Bilmeliyim hakkımdaki niyetinizi.”

– “Bay Aigihns’in Düşüşü”, Eski bir İrlanda şarkısı

George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown Hastahanesi’nde bacağından oldu. Londra’ya dönünce, “devletten hiçbir talepte bulunmayacağım,” gibi cümlelerle dolu bir kâğıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı. Bu parayı, Newgate’deki küçük bir meyhaneye yatırdı. Meyhaneyi işletmeye başlamadan hesap defterlerini dikkatle incelemiş, meyhanenin ayda 40 şilin kadar bir gelir getireceğine aklı yatmıştı.
Meyhanenin arkasındaki küçük odaya yerleşip yaşlı bir kadınla birlikte içki satmaya başladıktan birkaç hafta sonra, hesaplarında yanıldığı ve bacağını hiç de iyi bir işe yatırmadığı kanısına vardı. Eski bir asker olarak müşterilerine gerekli saygıyı göstermeyi becerdiği halde kazancı 40 şilinin oldukça altındaydı. Sonraları başkalarından, incelemiş olduğu defterlerde görünen kazancın, meyhanenin bulunduğu semtte yapılan bir inşaat sayesinde olduğunu öğrendi. Şimdi inşaat bitmiş, işçiler de gitmişti. İşten anlayanlar, meyhane kazancının, böyle yerlerde alışıldığı gibi, hafta sonları yerine iş günlerinde kabarık görünmesine dikkat etmemiş olmasına şaştıklarını söylediler. Ama şimdiye kadar böyle yerlerin sadece müşterisi olmuştu o. Bu durumda meyhaneyi dört ay daha işletebildi; meyhanenin eski sahibinin adresini bulana kadar da dört ay daha kaybetti – işin sonunda beş parasız sokakta kaldı.
Bir süre, bir askerin genç karısının evinde, kadın dükkânda çalışırken çocuklarına savaş hikâyeleri anlatarak barındı. Ufak bir evde başka türlü olamayacağı için kendisiyle yatmış olan kadın, kocasının izne geleceği haberi üstüne, onu bir an önce evinden atmak istedi. Birkaç gün daha kadının evinde kalmayı başaran “harp malulü” sonunda orayı terk etmek zorunda kaldı.
Kadının kocası kıtasına döndükten sonra, bir iki kez daha uğradı kadının evine. Kadın karnını doyurdu ama, adamakıllı düşmekten kurtulamadı ve sonunda o da dünya başkentinin sokaklarında gece gündüz açlığı sürükleyen sefiller kervanına katıldı.

Bir sabah, Taymis köprülerinin birinde durdu. İki gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Eski üniforması sayesinde yanlarına yaklaşabildiği kişiler, arada sırada bir iki kadeh ısmarlıyorlardı ona, ama yemek ısmarlayan yoktu. Üniforması olmasa içki de ısmarlayan olmayacağını bildiğinden giyiyordu üniformayı.
Şimdi yine sivil giyinmişti; meyhanecilik yaptığı zamanlarda olduğu gibi. Çünkü dilenmek istiyor ve utanıyordu bundan. Bacağından yaralandığı, iflas ettiği için utanmıyordu. Kendi görüşüne göre kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktu.
Dilenmek zor geliyordu ona. Bu meslek, hiçbir şey öğrenmemiş olanlara göreydi, ama öğrenilmesi gereken bir meslekti. Ardı ardına birçoklarının yolunu kesti, ama yüzünde gururlu bir ifadeyle ve onları rahatsız etmekten çekinerek. Ayrıca öyle uzun cümleler kullanıyordu ki, noktayı koyduğunda derdini anlatmaya çalıştığı adam geçip gitmiş oluyordu çoktan; sonra avucunu da açmıyordu. Sonunda, en az beş kez kendini alçalttığı halde, kimse onun dilendiğini anlamadı. Ama başka biri çakmıştı durumu. Çünkü ansızın ardından, kısık bir sesin şunları söylediğini duydu: “Buradan basıp gidecek misin eşek arabası!”
Duyduğu suçluluk duygusuyla arkasına bakmadı bile. Süklüm püklüm uzaklaştı oradan. Yüz adım uzaklaştıktan sonra arkasına bakmaya cesaret edebildi. Yırtık pırtık, en adisinden iki dilencinin kendisine baktıklarını gördü. Ancak birkaç sokak sonra peşinden ayrıldılar.
Ertesi günü, limanın oralarda dolanıp, aşağı sınıftan insanları garip dilenme tarzıyla şaşırtan biri ansızın vurdu sırtına. Sırtına vuran cebine de bir şey sokuşturmuştu. Çevresine bakınınca kimseleri göremedi, ama elini cebine atınca iyice katlanmış, kirlenmiş bir kartvizit buldu: J.J. Peachum, Old Oak Sokağı, No: 7.
Ayrıca karta kurşunkalemle şunlar karalanmıştı: “Kemiklerinin kırılmasını istemiyorsan bu adrese gitmeye bak!” Bu cümlenin altı iki kez çizilmişti.

Bu saldırının, dilenmesiyle ilişkili olabileceğini yavaş da olsa anladı Fewkoombey. Ama Old Oak Sokağı’na gitmeye de niyeti yoktu pek.
Öğleden sonra, bir koltuk meyhanesinin önünde, birkaç gün önce gördüğü dilencilerden biriyle tanıştı. Bugün daha dostçaydı. Genç bir adamdı bu; hiç de kötü görünmüyordu. Fewkoombey’yi kolundan çekti, birlikte yürüdüler. “Seni pis köpek seni,” diye başladı söze ama dostça ve sakin konuşuyordu: “Numaranı göster!”
“Ne numarası?” diye sordu asker.
Genç adam kendisini bırakmayarak, ama yine dostça ona şunları anlattı; “Bu dilencilik işinin de kendine göre bazı kuralları vardır, hatta bazı kuralları birçok işinkinden iyidir, çünkü hiç olmazsa bu iş, uygar insanlar tarafından terk edilmiş yabani yerlerde değil, büyük ve düzenli bir şehirde, dünyanın başkentinde yapılabilir ancak. Yalnız bu işte çalışabilmek için bir numara gereklidir. Bir de izin belgesi; bu belge ve numara da, tabii ücretli olarak, ancak bir yerden temin edilebilir: Old Oak Sokağı’nda bir dernek vardır ve bu derneğe üye olmak zorunludur.”

Fewkoombey hiç soru sormadan dinledi onu. Sonra dostça cevaplar verdi. Boş bir sokaktan geçiyorlardı. Tıpkı duvarcılarda ve berberlerde olduğu gibi dilencilerin de bir derneği olduğuna sevindiğini, ama canı ne isterse onu yapmayı tercih ettiğini, çünkü tahta bacağının da ispat ettiği gibi kendisine şimdiye kadar yeterince emredildiğini söyledi. Sözlerinin sonunda, düşüncelerine pek katılmadan, ilginç ve tecrübeli bir adamı dinlercesine kendisini dinleyen yol arkadaşına elini uzatıp iyi günler diledi. Dilenci eski bir dost gibi gülerek sırtına vurdu askerin ve karşı kaldırıma geçti. Fewkoombey gülüşünden hiç hoşlanmadı onun.
Ertesi gün iyice kötüleşti durumu. Kesintisiz olarak beş on para kazanabilmek için, belirli bir köşede oturmak gerektiğini anladı. Bu ise mümkün değildi, çünkü sürekli olarak yerleştiği her köşeden sürülmekteydi. Ötekilerin ne yaptığını bir türlü çakamıyordu. Şöyle ya da böyle, hepsi, ondan daha zavallı gözükmekteydiler. Yırtıklarından kemikleri görünen giysileri vardı. (Sonraları, belirli çevrelerde, çıplak et göstermeyen elbiselerin, kötü vitrin sayıldığını öğrendi.) Ayrıca, görünüşleri de daha kötüydü bunların; mutlaka bir yerleri sakattı. Çoğu doğrudan doğruya çıplak beton üstüne oturuyorlardı; yanlarından geçenler, hasta olmalarından korksunlar diye. Fewkoombey seve seve oturacaktı çıplak betona ya, buraları orta malı değildi anlaşılan; ya polis, ya dilenciler durmadan rahatsız ediyorlardı onu.
Bütün bu sıkıntılar sonucunda üşüttü, soğuk algınlığı göğsüne indi, ciğerini dağlayan sancılarla ve yüksek ateşle dolaşmaya başladı.

Bir akşam, o genç dilenciye yeniden rastladı. Dilenci arkasına takıldı.İki sokak ötede dilenciler ikileşti. Koşmaya başladı, onlar da ardından. Dilencilerden kurtulmak için dar sokaklara saptı, kurtulduğunu sanarken, bir sokak köşesinde, ansızın karşısında buldu onları. Ne olduğunu anlamaya kalmadan ellerindeki sopalarla vurdular ona kendisini yere atıp tahta bacağından çekince sırtüstü düştü, sonra onu yerde bırakıp kaçtılar; köşeden bir polis görünmüştü çünkü.

Fewkoombey, polis tarafından yerden kaldırılacağını umuyordu ki, hemen yanındaki bir avludan, ufak bir tekerlekli iskemleyle ortaya çıkan üçüncü bir dilenci, hareketlerle kaçanları göstererek polise bir şeyler anlattı. Fewkoombey polis tarafından ayağa kaldırıldı ve yediği bir tekmeyle yoluna devam etmesi sağlandı. Dilenci ardından ayrılmadı, iki koluyla sürüyordu demir tekerlekli iskemlesini.
Bacakları yoktu herhalde.
Bir üst sokağın köşesinde, bacaksız dilenci Fewkoombey’nin pantolonunu çekti. Şehrin en pis semtindeydiler şimdi. Sokaklar bir adam boyu genişliğindeydi ancak.
Tam yanında bir avlunun alçak girişi belirdi. “Buradan gir,” diye emretti sakat. Koltuğun tekerleklerini döndüren çelik kolla bacağından dürtüldüğü zaman, açlıktan da iyice halsizleşmiş olan Fewkoombey kendisini avlunun ortasında buldu. Çevresine şaşkınlıkla bakmaya kalmadan, kocaman gerdanlı yaşlıca bir adam olan sakat, bir maymun çevikliğiyle ve yeniden kazandığı sağlam bacaklarla arabasından atlayıp üstüne saldırdı. Fewkoombey’den en azından bir baş büyüktü ve bir orangutan gibi güçlü kolları vardı.
“Ceketini çıkar!” diye emretti. “Kazanç getiren bir iş sahibi olmaya benden daha çok hakkın olup olmadığını ispat etmek için erkekçe dövüş bakalım benimle. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ ve ‘Altta kalanın canı çıksın!’ İşte benim sloganlarım! Böyle yardım edilir insanlığa, çünkü sadece becerikliler yükselip bu dünyanın nimetlerinden yararlanırlar. Dövüşürken hile yapmaya kalkma, belden aşağısına vurma ve dizini işe karıştırma. Dövüşümüzün geçerli olması için, İngiliz Boks Federasyonu kurallarına uymamız gerekir.”

Dövüş kısa sürdü. Fewkoombey ruhça ve bedenen yıkılmış olarak yaşlı adamın ardından sürüklendi. Old Oak Sokağı’ndan kimse söz etmiyordu artık.

Bir hafta boyunca yaşlı adamın boyunduruğunda yaşadı. Yaşlı adam Fewkoombey’yi eski asker üniformasıyla bir sokak köşesinde bırakıyor; akşamları hesaptan sonra karnını doyuruyordu. Hep çok düşüktü kazancı. Kazandıklarını da moruğa veriyordu; ama kazancının, yaşlı dilencinin verdiği adinin adisi bir bardak konyakla ucuz balığı karşılayıp karşılamadığını bile bilmiyordu. Kendisinden daha sakat görünüp aslında sapasağlam olan yaşlı adamın kazancı çok değişikti ondan.

BERTOLT BRECHT Beş Paralık Roman Dreigroschenroman ÇEVİREN Sevgi Soysal WALTER BENJAMIN’İN SONSÖZÜYLE

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

İsveç’te trafiğin akış yönünün soldan sağa geçirildikten sonraki ilk sabah, 1967 "Facebook yol ve macera"

Why do the British drive on the left?

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus

6 Şubat 2024 Salı

Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi

Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.

İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.

***

7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.

Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.

İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.

Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…

Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü

Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.

Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.

Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.

İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi

İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.

Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:

Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.

Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.

Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.

Bahadır Özgür/Birikim

6 Şubat Depreminin Birinci Yılı ve 7 Soru

 

 

6 Şubat depremlerinin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi verilere göre 53 bin 537 insan hayatını kaybetti. Ancak aradan geçen bir yılda yetkililerden şu soruların yanıtlarını istiyoruz:


1-) Depremde insanlar enkaz altındayken neden geç müdahale edildi? AFAD, neden depreme hazırlıklı değildi? 2-) Asker neden arama kurtarma için kışladan zamanında çıkarılmadı? Çıkanların da neden kurtarmada görev almasına izin verilmedi? TSK'nın afet durumları için depoda beklettiği çadır vb. benzer malzeme bu depremde sahaya sürülmedi? 3-Kızılay, neden depremden sonra yeterli insani yardımı bölgeye ulaştırmadı? Ve çadır satanlardan neden hesap sorulmadı? 4-) Depremde enkaz altında kalan veya yaralı olarak hastaneye kaldırıldıktan sonra bir daha haber alınamayan kaç kişi var? Kayıp insanlar nerede? 5-) Depremde yıkılan binalarla ilgili ihmali bulunan kaç kamu görevlisi hakkında soruşturma izni İçişleri Bakanlığı'nda bekliyor? Kamu görevlileri hakkında adli süreç neden yavaş işliyor? 6-) Depremde zamanında arama kurtarma görevini yerine getirmeyerek insanların ölümüne neden olan başta AFAD yöneticileri olmak üzere kamu görevlileri hakkında etkili soruşturma neden yürütülmüyor? 7-) Enkaz kaldırma için hangi şirketlere ne karşılığında ihale verildi? Çıkarılan demirler hangi fabrikalara ne kadara satıldı?


Alican Uludağ

10 Ocak 2024 Çarşamba

Jeanne D’arc’ın Yargılanması

1456 yılında Papanın emri üzerine toplanan mahkeme Jeanne D’arc’ı gıyabında yeniden yargılar ve suçsuzluğuna karar verir. Jeanne D’arc, 16 Mayıs 1920’de Papa XV. Benedictus2 tarafından azize ilan edilir.
24 Haziran 1920 günü toplanan Fransız Parlamentosu mayıs ayının ikinci pazar gününü Jeanne D’arc onuruna ulusal bayram günü kabul eder.

Jeanne D’arc, Galileo’nun yargılanmasından yaklaşık 200 yıl önce yaşamış ve Engizisyon Mahkemesinin ilk sanıklarından biri olarak yargılanıp mahkûm olmuştur.
Jeanne D’arc 6 Ocak 1412 günü Fransa’nın Domremy Kasabası’nda orta sınıfa mensup son derece sofu ve Katolik olan, çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin, Jacgues D’arc’ın kızı olarak dünyaya gelir. Çocukluğunun ilk yıllarında kiliseden yoğun din eğitimi almıştır. Koyu dindar olan annesi, küçük yaşlarında Katolik Kilisesinin temel ilkelerini öğretir.

Çocukluğunu “Yüz Yıl Savaşları”1 olarak anılan, İngilizlerin Fransız Tahtını ele geçirmek için Fransız halkına yaptığı katliamların hikâyelerini dinleyerek geçirmiştir. Düzgün fiziği ile bir kız çocuğundan çok sağlıklı bir erkek çocuğunu andırmaktadır. Henüz on iki yaşına geldiğinde tanrının sesini duyduğunu ve bazı görüntüler aldığını, tanrının kendisini Fransa’nın düşman işgalinden kurtarmak ve Veliaht Prens Charles’i tahta çıkartmak için görevlendirdiğini belirtir.

Sağlıklı ve atletik bir yapıya sahip olan D’arc’ın bu ifadeleri önceleri etrafındakiler, yakın çevresi ve din adamları tarafından ciddiye alınmayıp alayla karşılanır. 1429 yılına kadar Jeanne D’arc’ın aldığı görüntüler ve kulağına gelen sesler haberi kulaktan kulağa yayılır. Fransız ordu yetkilileri ve din adamları haftalarca süren sorgulamalarla onu yakından incelerler, dini bilgilerini ve kendisini sınarlar. Verdiği bilgiler neticesinde prensin yakınları Jeanne D’arc’ın Veliaht Prens Charles ile görüşmesini sağlarlar.

Jeanne D’arc, Veliaht Prens Charles ile yaptığı uzun görüşmelerden sonra prens ve yakınlarına duyduğu seslerin ve görüntülerin gerçek olduğuna inandırır. Henüz on yedi yaşında olan Jeanne D’arc ile Prens Charles birlikte zırh kuşanıp Fransız Ordusu’nun başına geçerler. İlk olarak yedi aydır işgal altında bulunan Orleans kentini, İngiliz işgal güçlerini bozguna uğratarak kurtarırlar. Daha sonra Patay’da işgal güçlerine karşı başarı elde ederek Patay’ı da düşman işgalinden kurtarırlar.


Fransızlar, işgalci güçleri sürüp çıkartan ve milliyetçi duygularını yeniden canlandıran Prens Charles ve Jeanne D’arc’a büyük hayranlık duymaya başlamışlardır. Fransızlar Jeanne D’arc’ı bir azize gibi görmeye başlarlar. D’arc, 17 Temmuz 1419 günü Prens Charles’ı Reims’e götürerek Fransa Kralı olarak taç giymesini sağlar.




Eylül 1429 günü İngilizler Paris’e saldırırlar. D’arc, çarpışmalarda yaralanmasına karşın askerlere cesaret vermek amacıyla savaş alanından ayrılmaz. 23 Mayıs 1430 günü İngilizler ile işbirliği yapan Burgonyalılar, “Orleanslı kız” olarak tanınan Jeanne D’arc’ı yakalayarak İngilizlere teslim ederler.

Soruşturmanın hazırlık aşamasında Jeanne D’arc tutuklanır ve soruşturmayı yapmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyon soruşturmaya D’arc’ın hayatının büyük bölümünü geçirdiği Domremy kasabasına gider ve yakınlarından onunla ilgili bilgiler toplar.
Ancak komisyonun topladığı bilgiler D’arc’ın lehinedir. Domremy ahalisi ve tüm yakınları onu dini inançlarına bağlı, saf ve nezih bir hayat süren, çevresindekilere yardım eden bir genç kız olarak değerlendirirler. Engizisyon yargılamasına esas olması amacıyla yapılan bu soruşturma sonucundan beklenen sonuç alınamaması üzerine, soruşturma raporları mahkemeye sunulmaz.
Kilisenin kendi içinde yaptığı ön soruşturmadan sonra Jeanne D’arc, 20 Şubat 1431 günü Engizisyon Mahkemesinin önüne çıkartılır.
Bir zamanlar ulusal kahraman olarak anılan D’arc, sanık olarak toplam 76 maddeden oluşan (Bazı kaynaklar suçlama sayısının 70 olduğunu belirtmektedirler) son derece ağır ithamlar ile suçlanmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar özetle:
“Büyücülük, falcılık, sahte peygamberlik, Kötü ruhları çağırmak, Sihirbazlık yapmak, Katolik İnancı hakkında kötü şeyler düşünmek, Kâfirlik, puta taparlık, mezhep değiştirmek, Tanrıya ve azizlere karşı kâfirlik, Fesatçılık, huzur ve barışı bozuculuk, kana ve kan dökmeye susamışlık, Kadınlığa yaraşan utanç duygusundan yoksunluk, erkek elbisesi giyerek savaşçılar gibi davranmak, kilise disiplinine karşı gelmek, Prensleri ve halkı doğru yoldan saptırmak, Tanrıyı hiçe sayarak kendisine tapınılmasını kabul etmek, Ellerini ve elbisesini herkese öptürmek,Tanrıya gösterilmesi gereken saygıyı ve yapılması gereken tapınmayı gasp etmek.”

D’arc, tüm suçlamaları tek tek reddeder. Dini konularda uzman bir ilahiyatçı gibi kendisini savunmasına karşın hukuki konularda bir avukattan yardım istemiş, bu istemi kabul edilmemiştir.

Yazının Tamamı

*Türkiye Barolar Birliği Yayınları

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sinizm nedir? (Cynicism)

Sinizm, insanın ruhsal olgunluğa, ahlaka ve mutluluğa; hiçbir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerinden arınarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes’in bir öğretisidir.

Antik Yunan’da sinikler; etik ve ahlak olgularının üst seviyelere ulaşmasını hedeflemişler ve bu olguları onaylamayan kişileri de eleştirmişlerdir. Modern dönemdeki sinikler ise etik ve ahlak kurallarına bağlılıkta çok yarar görmediklerinden ötürü toplumun inandığı değerlerden kendilerini soyutlamışlardır.

Sinizm Ne Demek?

Sinizm, Türk Dil Kurumu tarafından İnsanın erdem ve mutluluğa, herhangi bir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi olarak tanımlanmıştır.

Sinik kişiler; dürüstlük, samimiyet ve güven gibi emellerin bireysel yarar doğrultusunda kullanılmadığına inanır. Aynı zamanda sinik kişiler, sinizmin; güvensizlik, inançsızlık, kötümserlik, karamsarlık ve olumsuzluk gibi olgularla birlikte kullanıldığını belirtmiştir.

Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir.

Sinik Kişilerin Genel Özellikleri Nelerdir?

Sinik kişilerin genel özellikleri şunlardır:

  • Yalan ve riyakarlığın insanın doğasından geldiğine inanırlar.
  • İnsanların her zaman bencil ve ilgisiz olduğunu düşünürler.
  • Dostane ilişkiler ya kurmazlar ya da bunları önemsemezler.
  • Alaycı bir yapıları vardır.
  • Bir olay ya da davranışta her zaman başka anlamlar da bulunduğunu düşünürler.
  • Kendi bakış açıları her zaman en önemli olandır.

Örgütsel Sinizm Nedir?

Örgütsel sinizm, çalışan sınıfların yer aldıkları örgüt, yapı ve sistemlerine yönelik gösterdikleri olumsuz tavır ve yargılar olarak açıklanabilir.

Örgütsel sinizm, toplumda var olan fakat bir olgu olarak son yıllarda incelenmeye başlamış bir kavramdır. Örgütsel sinizmi etkileyen faktörler yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, ve hiyerarşik düzen olabileceği gibi örgütsel adalet, politika ve psikolojik sözleşmelerin ihlal edilmesi gibi örgütsel faktörler de örnek gösterilebilir.

Sinizm Türleri Nelerdir?

  • Kişilik sinizmi
  • Toplumsal sinizm
  • Mesleki sinizm
  • Çalışan sinizmi
  • Örgütsel sinizm

Kişilik Sinizmi

Kişilik sinizmi, doğuştan gelen ve çoğunlukla insan davranışlarını olumsuz olarak algılayan bir sinizm çeşididir. Kişilik sinizminde birey; kişileri küçük görmekte ve aşağılamakta, insanlara yukarıdan bakmakta, saygı duymayan bir tavırda yaklaşmakta ve diğer kişiler ile arasında kopuk bağlar oluşturmaktadır. 

Kişilik sinizmi ile örgütsel sinizm tam bu noktada yapı olarak birbirinden ayrılır. Kişilik sinizmi, bireyin benliğinden kaynaklanırken örgütsel sinizm, kişide sinik davranışların oluşmasına sebep olmaktadır.

Toplumsal Sinizm

Toplumsal sinizm, kişi ve toplum arasındaki sosyal sözleşmenin ihlal edilmesi olarak tanımlanır.

Sosyal sözleşmenin ihlalini, inanç ya da güven ihlali olarak da algılayan bireyler, toplumun karşılanamayan beklentileri sonucunda kendilerini haksızlığa uğramış hisseder. Sisteme olan güvenlerini kaybeden bireyler, tüm bunların neticesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar.

Mesleki Sinizm

Sinizm türleri arasında bulunan sinizm, bireyin kendini, mesleki yetkinlik kazanmasını engellemesi ile başa çıkma stratejisi olarak açıklanabilir.

Bazı meslek gruplarında, tüketici kaynaklı oluşan zorlu etkileşimler, çalışanları duygusal olarak yıpratır ve fiziksel olarak tüketir. Örneğin, sağlık sektörü gibi yardım etme amacı güden meslek gruplarında, etkileşim sağlıklı yapılamaz ve iyi bir iletişim kurmak oldukça zordur. Çalışanlar işlerini doğru şekilde yaptıkları halde bazen hizmet sektöründe memnuniyeti sağlayamaz. Bu durum da çalışan bireyler için mesleki sinizmin önünü açar.

Çalışan Sinizmi

Sinizm türleri arasında yer alan çalışan sinizmi, uzun çalışma saatleri, iş yükü, kötü yöneticiler ve başarısız yönetim gibi sonucunda ortaya çıkan, işçi ve işveren arasında oluşan bir durumdur.

Çalışanlar iş garantisi, terfi, değer görme, yüksek maaş gibi motive edici unsurlar sayesinde örgütsel bağlılıklarını uzun süre korurlar. İşveren ve çalışanlar arasında oluşan bu psikolojik sözleşme, çalışanların ve örgütlerin birbirlerine karşılıklı yatırımları ile mümkündür. Eğer işveren çalışanına iyi bir çalışma ortamı sağlamaz, hak ettiği ücreti ödemez ve ağır iş yükü altında bırakırsa çalışanda büyük bir memnuniyetsiz ve mutsuzlukla birlikte çalışan sinizmi ortaya çıkar.

Örgütsel Sinizm

Sinizm türleri arasında sonuncu sinizm olan örgütsel sinizm, riyakar bir politika izleyen, çalışanları ile çıkar ilişkileri kuran, sinirli bir şekilde davranan yöneticileri, destekleyen örgütler olarak tanımlanmaktadır.

Örgütsel sinizm yalnızca bireylerin örgüte getirdiği duygu ve hisler değil aynı zamanda bu duygu ve hislerin örgütsel bağlamdaki tecrübeler ile şekillendirilmesidir.

https://istanbulbogazicienstitu.com/sinizm-nedir

18 Kasım 2023 Cumartesi

Bu bir üçüncü sayfa haberi değil!

Yakılan Afgan işçi ve ‘vahşet’ perdesi

Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında yaşamını yitiren Afgan İşçi Vezir Mohammad Nourtani’nin bedeni ocak sahipleri tarafından bir orman kenarında yakıldı. Olay iktidar yanlısı, karşıtı, “ana akım”, neredeyse tüm medyanın ilgisini çekti. Dikkat çeken kısım işçinin maden ocağında ölmesi değildi. Hatta göçmen olması da değildi. Cenaze gizlice ormana götürülmüş, yakılmış ve cinayet süsü verilmişti. İlgi çeken şey “vahşet”ti. Olayın “tüyler ürpertici” nitelikte oluşuydu. Böylece kaçak ocaktan mülteciliğe kadar çok sayıda ekonomik ve siyasal mekanizmanın işlediği bu kolektif cinayet, bir anda üçüncü sayfa haberine dönüştü. Mahkemeye sevk edildi. Siyaset dışı kılındı, adli bir vaka olarak kodlandı.

KAÇAK MADEN STRATEJİSİ
Cinayeti üreten mekanizma çok boyutlu. İlki ve belki de en önemlisi şu: Savaştan yılıp Türkiye’de hayata tutunmaya çalışan Afgan işçi ve ailesini Zonguldak’a götüren şey kömür madenciliğindeki özelleştirmenin kendisi. Türkiye Kömür İşletmelerindeki daralma, işçi sayısındaki azalma ve özelleştirmelerle ortaya çıkan sonuç sadece özel madenlerin değil kaçak madenlerin de yaygınlaşması oldu. Bu madenlerin avantajı düşük işçilik maliyetleri sayesinde piyasaya ucuz kömür sunabilmesi. En yaygın ve “makul” rekabet biçimi olarak fiyat rekabetinin kaynağı elbette işçinin ucuzluğu, güvencesizliği, geleceksizliği ve göz göre göre ölüme sürüklenmesi.

Kuralsızlığın kaçak madenlerle aldığı biçim bir istisna ya da piyasa kusuru değil. Zonguldak’ta herkes kaçak madenleri, bu madenlerde çalışan yerli ve göçmen işçileri, çıkarılan kömürün nispeten ucuza satıldığını, bu temelde küçümsenmeyecek bir ekonominin varlığını bilir. Sokaktaki vatandaşın bildiğini elbette şehrin valisi, ilçenin kaymakamı, emniyet müdürü, kolluk kuvveti, çalışma müdürü, SGK yetkilisi de bilir. Bazı kaçak ocaklar zaman zaman tespit edilir ve kapatılır. Ancak, kimse kolay kolay ceza almaz. Bir süre sonra aynı ocak yeniden kaçak faaliyete açılır.

ÜLKEDEKİ EN UCUZ ŞEY İŞÇİNİN CANIDIR
Türkiye’de her ay ortalama 150 işçi çalışırken ölmekte. İşçi sağlığı önlemlerinin masraf olarak görüldüğü bu çalışma rejimi bir yanda büyük zenginlik diğer yanda uzuv kaybı, yaralanma ve ölüm üretiyor. Kayıtsız ve hiçbir denetime tabi olmayan kaçak ocaklarda bu sistem en yoğun haliyle işliyor. İşçiler, yerin metrelerce altında ilkel yöntemlerle çalıştırılıyor. Koruyucu ekipmanların çoğu söz konusu bile değil.

Peki, işçiler neden göz göre göre ölüme gidiyor? Kimse işçinin kafasına silah dayayıp zorla madene göndermiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki mükellefiyet gibi kanuni bir zorunluluk da yok. Ama hayatın yasası işliyor: İşsizlik, yoksulluk, geçim, çoluk çocuğun bakımı, özetle serbest piyasadaki hayat şartları bazı işçileri ölüm riskini bile bile kaçak ocağa sürüklüyor. “Bir süre çalışalım, sonra çıkarız” derken yıllar madende geçiyor.

İşçiler yaralandığında kayda iş kazası olarak geçmiyor. İşçi de işsiz kalmamak için söylemiyor. Çalışmanın kendisi ölümün kıyısında. Nourtani’nin başına gelenler de istisna değil. Cinayet zanlıları ölen işçi konusunda belli ki yerelde ortaklaşılmış bir deneyime sahip. 2016 yılında yapılan bir araştırmada bir maden işçisi şunları söylemişti: “Kaçak ocakta çalışan arkadaşlarımızın eğer ölüsü çıkarılabilecek durumdaysa ölüsü sahile bırakılıp üzerine içki dökülüp içerken öldü denmesini biz çok gördük. Ölüsü çıkarılmayan arkadaşlarımızın kendi ocağını kazarken öldü denip öldükten sonra maden sahibi olduğunu... Bizim buradaki işçiler öldükten sonra maden sahibi olur.”

SESSİZLİK
Üçüncü mekanizma göçmen işçilere yönelik açık ve örtülü, yer yer ırkçılığa varan algıyla bağlantılı. Zanlıların işçiyi yakma cüreti göstermesinin nedenlerinden biri işçinin Afgan olması. Türkiyeli bir işçi ölse ve yakılsaydı, Zonguldak’ta en azından halk “galeyana” gelirdi. Afgan işçinin ardından kameralara yansıyan, biri eşi olmak üzere ağlayan ve ağıt yakan dört kadındı. Sorumluların yargılanması için ilerici çevreler eylemler yaptı ancak gerek Zonguldak’ta gerek ülke genelinde işçinin yakılması “tüyleri ürpertmekle” sınırlı kaldı.

İktidar ve kapitalistler için göçmen işçilerin işlevini AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki çok güzel özetlemişti. Suriyeli ve Afgan sığınmacılar “bazı şehirlerde sanayiyi ayakta tutuyor”du. Ucuz tekstil ya da kundura işçileriydiler. Kaçak ocakta madenciydiler. Ülkenin sanayisini ayakta tutarken yoksulluk içinde yaşıyor, bazen de ölüyorlardı. Belki yerli işçiler gibi. Müslüman kardeş ya da ırkçı nefretin nesnesi olarak merkez siyasete konu olabilirlerdi, ancak kölece çalıştırılan işçiler olarak bu mümkün değildi.

KOLEKTİF CİNAYET
İşçinin cansız bedenini benzin döküp yakan, bizzat olay yerinde olan üç kişi şimdilik tutuklandı. Peki, olay mahallinde olmayıp cinayete azmettirenler:

  • Özelleştirmelerle kaçak madenciliğin önünü açıp kuralsızlığı piyasa kuralı haline getirenler...
  • Cezasızlık politikasıyla ölüm kusan kaçak ocaklara göz yuman yerel yetkililer, ilgili mülki amirler...
  • Yoksulluk, işsizlik ve göçmenlikle işçileri gönüllü bir şekilde kaçak ocaklara sürükleyen piyasa güçleri...
  • Ucuz iş gücü ve düşük üretim maliyeti temelinde kurulu, böylece durmaksızın iş cinayeti üreten ekonomik büyüme modeli...
  • Ekonomik büyüme uğruna ekim ayında 150 işçinin, 2023’ün ilk on ayında 1634 işçinin hayatını zaiyat olarak görenler...
  • Bir Afgan işçinin ölümünü, üstüne yakılmasını, siyasal bir gündem haline getirmekten imtina edenler...

    İşte bir kısmı isim isim sayılabilen, bir kısmı ise kapitalist ekonomi ve siyasal rejime işaret eden bu unsurlar cinayetin gerçekleşmesinde etken ve ortaktır. Tutuklanan üç kişinin yanı sıra kaçak maden ocaklarına göz yuman yerel yetkililer de hukuki sorumluluktan azade değildir. Yargılanmalıdırlar. Ancak, vahşet perdesi altında gizlenen diğer “sorumlular”ın cezalandırılması, yani iş cinayetlerini koşullayan iktisadi mekanizma ve siyasi rejimin değiştirilmesi hukuki olmaktan çok emekçilerin taleplerini merkezine alan siyasal bir mücadelenin konusudur.

    Arif KOŞAR - Evrensel

  • 11 Kasım 2023 Cumartesi

    Sivil Atatürkçülük

    Türkiye’de son yıllarda Atatürk’ün konumlandırıldığı yer değişiyor. “Sivil Atatürkçülük” yayılmaya başladı. Peki bu kavram ne anlama geliyor?

    “Sivil Atatürkçülük” terimi, genellikle Türkiye’de laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri savunan bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşımın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri ve ilkeleri yer alsa da, sivil Atatürkçülük, siyasi bir parti veya hükümetin resmi ideolojisi olmayan, sivil toplumun ve bireylerin katkılarıyla şekillenen bir düşünce sistemini ifade eder.

    Sivil Atatürkçülük, laiklik ilkesini koruma, demokrasiyi destekleme ve insan haklarına saygı gösterme konularında vurgu yapar. Ayrıca, bu yaklaşım, Atatürk’ün öğretilerini sadece tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda çağdaş toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yorumlama çabasını içerir.

    Sivil Atatürkçülük, Türkiye’de siyasi tartışmalara ve toplumsal meselelere ilişkin farklı bakış açılarına sahip insanların ortak bir zeminde buluşmalarını amaçlar. Bu, laiklik ilkesinin korunması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi açısından önemli bir rol oynayabilir. Ancak, bu terim farklı kişiler ve gruplar arasında farklı şekillerde yorumlanabilir ve tartışılabilir.


    8 Kasım 2023 Çarşamba

    Burası Agora Meyhanesi

    1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
    Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
    Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
    Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
    Aradan zamanlar geçer...
    Tarih 1959’dur.
    Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
    Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
    Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
    Mektup şöyle başlar:
    “Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
    Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
    Şiirine de şu adı koyar:
    "Gece, Şarap ve Aşk"
    Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
    Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
    " Agora Meyhanesi."
    Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
    Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
    Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
    Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
    Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
    Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
    Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
    Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

    Sonraları kaderine terkedilir.
    AGORA MEYHANESİ
    Sana bu satırları
    Bir sonbahar gecesinin
    Felç olmuş köşesinden yazıyorum
    Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
    Saatlerdir boşalan kadehlere
    şarkılarını dolduruyorum
    Tabağımdaki her zeytin tanesine
    Simsiyah bakışlarını koyuyorum
    Ve kaldırıp kadehimi
    Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
    Burası agora meyhanesi
    Burada yaşar aşkların en madarası
    Ve en şahanesi
    Burada saçların her teline bir galon içilir
    Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
    Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
    Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
    Burası agora meyhanesi
    Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
    Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
    Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
    Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
    Elimde değil
    Bu da bir nevi namuslu serserilik
    Dışarda hafiften bir yağmur var
    Bu gece benim gecem
    Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
    Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
    Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
    Ve sana susuzluğumu
    Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
    Umutlar tükenir, mezeler biter
    Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
    Bu sarhoş şehrin üstüne
    Birazdan bu yağmur da diner
    Sen bakma benim böyle
    Delice efkarlandığıma
    Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
    Yarın gelir çamaşırcı kadın
    Her şeyden habersiz onu da yıkar
    Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
    Dedim ya burası agora meyhanesi
    Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
    Burası agora meyhanesi
    burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

    (Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
    tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
    EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

    18 Ekim 2023 Çarşamba

    Kibbutz

    7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırıda bir müzik-eğlence festivalini ve Be’eri kibbutz-köyünü de hedef alması, ‘Olay’ın dünya kamuoyunda en fazla tepkiyi uyandıran yanı oldu. Gaddarlık… Sivillerin katlinden öte, sivil hayatın katli – hayatın katli… İnsaniyet fikrinin katli. Hiç şüphe yok.

    Dünya kamuoyu dediğimiz mercilerin, bu korkunç vakaya sıkı sıkı yapışıp, İsrail devlet aklının öççü gaddarlığını mazur görmesinde de, gaddarlık yok mu? Resmî ağızlardan dökülen şu “insansı hayvan” lâfı, başlı başına insaniyetin katli değil midir? O kamuoyunun, Filistin ülkesinde yaşayan insanların yıllardır gün be gün süren ölümünü unutmak bile diyemiyoruz, görmez-bilmez oluşu, serinkanlı bir gaddarlık değil midir? Zaten şu günlerin öççü ablukası olmadan da, yıllardır bir süreğen abluka rejimi altında can çekişen Gazze’ye yapılanı tarife, gaddarlık kavramı yeter mi? İsrail devleti, kıyıcı güvenlik devleti ve istisna rejimi operasyonlarıyla, “21. yüzyıl faşizmi” diye bir şey varsa, onun ideolojik ve teknik know-how’ının öncülerinden olmuyor mu?

    Sinizm deyince, bunun ansiklopedik karşılıklarından biri, “Batı”nın diyeceğim, Filistin-İsrail meselesine bakışı olmalı. Black lives matter/Siyahların canı da candır hareketinin ilhamıyla, Palestinian lives matter/Filistinlilerin canı da candır şiârı, çok şükür ki işitilmiyor değil, fakat cılızdır.
    Korkunç, iç karartıcı büyük resim böyle… Biz bir küçük resme bakalım mı? Şu yok edilen kibbutz yerleşimi Be’eri vesilesiyle, kibbutz olgusu üstüne düşünelim, biraz. ‘Oralarda’ yiten bir şeyleri yeniden düşünmek için de, vesiledir.

    İbranice “topluluk” veya “birlikte” anlamına gelen Kibbutzlar, çoğunlukla kırsal nitelikli komünal-kolektif topluluklar. İsrail’in toprağa yerleşmesinde ve toprağı yeşertmesinde, tarihî bir rol oynadılar. Siyonist projenin öncü-yerleşimci ruhunun romantik temsilcileri ve tutkulu icracılarıydılar. 1967-1982 arasında Golan tepelerinde, Ürdün vadisinde ve Gazze şeridinin güneyinde kurulan 24 kibbutz, işgal edilen toprakların iskânında ön aldı. Filistin kurtuluş hareketinin, kibbutzları öncelikle ve esasen işgal, iskân ve (özellikle ilk dönemlerde) askerî/para-militer örgütlenmedeki rolüyle görmesi büsbütün sebepsiz değildir.

    Türkiye’de kibbutz, bu hareketin en parlak zamanları olan 1960’lar ilâ ’70’lerin başlarında, anti-komünist söylemin bir temasıydı. 19 Haziran 1972 Devlet Bakanı İlhan Öztrak, TBMM’de hazırlanan toprak reformu yasa tasarısının özel mülkiyete saygılı olduğunu anlatırken, meramını “[tasarının] bir sosyalist düzen olan kibbutz’u getirmediğini” temin ederek özetlemiş sözgelimi. Şöyle izah etmiş bakan: “Kibbutz’da mülkiyet ve üretim araçları kooperatifindir... Burada hiç kimse kendi malına sahip değildir. Herkes sadece bir işçi olarak çalışır. Kibbutz herkese ne takdir ediyorsa, ihtiyacı ne ise onu verir; okuması gerekiyorsa okutur, tatile göndermek istiyorsa tatile gönderir… Bu, en ileri sosyalist düzendir.” Evet, o vakitler Türk anti-komünizminin dilinde kibbutz, katıksız komünizm öcüsünün imgelerinden biriydi.
    Gerçekten, kibbutz hareketi, sosyalizmin-komünizmin düşünce ve deneyim mirasının bir parçasıdır. İçinde, eşitlik ütopyasıyla ilgili bir dava vardır. Bu deneyimin bir parçası olarak yeterince tartışılmamış olması, belki yerel-ulusal niteliğiyle ilgili (gerçi, kolhozlar-sovhozlar da yerel-ulusal değil miydi?!), ayrıca kuşkusuz anti-semitist kalıplarla da ilgili.

    Kibbutz fikri, siyonizmin sol kanadı içinde ortaya çıktı. Düşünsel kaynakları arasında, Marx’ın “özgür üreticilerin birliği” kavramının ütopik sosyalistlere uzatılabilecek bir yorumuyla, kooperatif temelli tabandan yukarı sosyalizmi inşa etme fikri vardı. Varoluşçu din felsefecisi Martin Buber’in ilhamı da vardı. Komünistlerle sosyal demokratların arasında duran, kısa ömürlü Sosyalist İşçi Partisi çizgisindeki Menachem Gerson’un 1934’teki konuşması, kibbutz felsefesinin epik bir özetidir. Gerson, kapitalist toplumda “hayat duygusunun ve insanın bütünlüğünü kaybettiğini” söyler; emeller sürekli ertelenerek hayat bir araca, “Sonra’nın gübresine” dönüşüyordur – yerleşik-kurumsal sosyalist hareketin de zaafı budur ona göre. Siyasal amaçlar kendi başına değere dönüşerek içeriği sorgulanmaz hale geliyor, hayata doğrudan hitap etmekten uzaklaşıyordur. Oysa, kibbutz düşünürüne göre, “İnsan gün be gün karşılaştığı dünyaya, kendi Ben’iyle karşılaşan Sen’lere muhtaçtır… İçimizdeki, insanî bir Sen’e duyduğumuz derin özlem.” (Burada arkadan Buber’in sesini işitiyoruz.) Stalinizmin hüküm sürdüğü o zamanda, “amaçlananla, hedefle aynı özden olan bir yolu yürümek” düsturunu koyar Gerson: “Elle tutulur bir hedef gösteremeyiz kimseye, yalnızca bir yol gösterebiliriz.” Topluluk içinde eşit ve özgür olma ülküsünü koyar: “İhtiyacımız ‘kendinde’ bir cemaat değil, kişilerin oluşturduğu bir cemaat… Bir şeylerden vazgeçmeye karar vermiş kişiler olabilirler, fakat karar vermekten vazgeçmiş kişiler olmamalıdırlar.”
    Kibbutz hareketi, özetle, sosyalizm-komünizm içerisindeki, alternatif toplumsal ilişkileri devrim sonrasına ertelemeyen, onları bugünden kurmayı hedefleyen (kâh anarşist, kâh ütopist, kâh radikal- veya ‘devrimci’-reformist diyebileceğimiz) geleneğin bir halkasıdır.

    İsrail’de kibbutzlar 1909’da kurulmaya başladı. 1920’lerde, Rusya –ve Bolşevik– kökenli Emek Lejyonu, harekete yeni bir ivme verdi. Ziraî gelişmede emsali zor görünür başarılar sağladılar fakat kırsal ünlerinin aksine, sanayiye de yöneldiler. Sefalette eşitlik meyline karşı, sosyalizmi ortak refahı artırmak olarak görüyorlardı. Hareketin kendi içinde, komünistten liberale, kanatlar oluştu. Mikro ölçekte bir sosyalist üretim modelinin ne kadar yaşayabileceği üzerine, “alternatif ekonomi” veya “paralel ekonomi” modelleri üzerine yıllarca tartıştılar. Sanayileşme tecrübesine adım atarken, emek gücü kıtlığı nedeniyle, dışarıdan sınırlı ücretli emek istihdamını kabul etmeleri yine uzun tartışmalardan sonra gerçekleşti (“Sömürücü durumuna düşmeyelim!”)

    Ancak neoliberal dönüşüm kibbutzları da vurdu, gitgide piyasalaştılar. Hâlâ sosyalist ilkelerde ısrar edenler var, fakat Tayland’dan ucuz göçmen işçi getiren gayet müteşebbis kibbutzlar da çıkıyor. Ziraî üretimdeki payları hâlâ önemli, fakat toplamda etkileri azaldı, nüfustaki payı % 6’dan % 4’e geriledi.

    İsrail’de sol siyasetin önemli şahsiyetleri, en önemlisi barış hareketinin kurucu kadroları kibbutz hareketinden çıktı. Günümüzdeki kibbutz hareketi üyeleri, genellikle, Filistin Arap devletinin varolma hakkını savunurlar. Genellikle, Arap komşularıyla iyi ilişkiyi önemserler; İsrail’in ilk Yahudi-Arap müşterek okulu, bir kibbutz bünyesinden çıktı. Kibbutz hareketinin zayıflaması, -bu arada hâkim eğilim olmamakla birlikte tabanında bir sağa kaymanın da gözlenmesi-, hiç şüphe yok, İsrail’de sağcılaşmanın, ırkçılığın güçlenmesinin âmillerinden biri.

    ***

    Kibbutz hareketini sosyalizm-komünizm mirası bakımından değerlendirirken, asıl onların ‘iç siyasetine’ bakalım.
    Fundamental bir Marksist ülkü olarak, kafa-kol emeği ayrımını kaldırmak, kibbutzun temel ilkelerindendi; herkes her işi yapmalıydı. “Herkesin ihtiyacına göre” ve “insanın kendini gerçekleştirmesi” ilkeleri doğrultusunda, gelir eşitliği yanında fırsatların da eşitliğine önemsediler. Tüketim olanaklarını düzenleyen bir “kişisel bütçeye” göre, her üye belirli kalemlerde belirli miktarlarda mal ve hizmet edinme olanağına sahipti, tüketim kalemleri arasında kaydırma yapamıyordu. (Yine uzun tartışmalara konu olan “kapsayıcı bütçe” konsepti, kaydırma serbestisini tanıyordu.)
    Doğrudan demokrasi esastı. Her cumartesi bütün erişkinleri kapsayan genel kurul toplanır, günlük ve kişisel hayattaki her meseleyi tartışırdı. Yönetim görevleri, ulusal federasyonlara gidecek temsilciler dahil, mutlak rotasyona tabiydi. Yöneticilerin yemek yedikleri yerler, konutları falan ayrı olamazdı.
    Çocuklar, “çocuk evlerinde,” ailelerinden ayrı, kolektifin ortak çocukları olarak yetiştirildiler. Amos Oz, “Küçük bir oğlan” adlı hikâyesinde, anne babanın gece yatarken çocuklarının bir süre yanında durabilip bir masal okuyabilişini anlatır – sonra öpüp ayrılırlar. “Komonizm” öcüsünün kusursuz bir manzarası!
    Herkesin herkesten sorumlu olmasının sarıp sarmalayıcılığının verdiği güven ile, sarıp sarmalanmanın insanı boğabilen kıskacı arasındaki ezelî gerilim, sosyalist-komünist ütopyanın da bir ezelî ikilemi olarak, kendini belki en bariz kibbutz tecrübesinde gösterir.

    Dünyanın en meşhur kibbuzimlerinden (kibbutz üyesi) biri olan yazar Amos Oz, kibbutz hayatında insanın sürekli kendi doğasıyla, huylarıyla mücadele etmek zorunda olmasının cehdini mükemmel anlatır: “Bir nehir akıntısının çakıl taşlarını sürekli cilâlaması gibi, sürekli birbirimizi cilâlardık.” Oz’un yazar olma hikâyesi, yine “komonizm” öcüsüne de iyi uyan, tipik bir kibbutz tecrübesidir. Yirmi iki yaşındayken ilk hikâyesi yayımlanınca, haftalık toplantıda bunu ‘delil’ gösterip yazı yazmak için birkaç “serbest saat” alma talebinde bulunur. Saatlerce tartışmadan sonra (“Herkes yazı yazacağım, sanat yapacağım diye tutturursa inekleri kim sağacak?”), diğer günlerde fazla mesai yapması karşılığında, haftada bir “yazı günü” verilir. Anca otuz altı yaşında, küçük bir çalışma odası tahsis edilecektir kendisine. Ömrünün son deminde, “o anarşiklik ve doğrudanlığı, o küstahlık ve tartışma zevkini, hiçbir hiyerarşinin olmamasını” hâlâ özlediğini söyleyecektir.
    Amos Oz, 2018 Aralık’ında 79 yaşında aldığı son nefesine kadar, bağımsız Filistin devletinin kurulmasının kaçınılmaz ve hak olduğunu savunmuş, İsraillileri bunu kabullenmeye çağırmıştı.
    Büyük resim siyah beyazdan kapkaraya dönerken, ince ayrımları ve bütün çelişkileri ile küçük resimlere bakmakta ısrar, bir medeniyet ısrarı gibi geliyor bana.

    Tanıl Bora - Birikim

    3 Eylül 2023 Pazar

    Cemal Süreya

    Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
    Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
    Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
    Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


    Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

    1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

    1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

    Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

    Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

    Yazın Yaşamı

    Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

    Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

    1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

    Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

    Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

    İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

    Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



    Şiir
    Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

    Deneme-Eleştiri
    Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
    Papirüs’ten Başyazılar (1992)
    Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
    Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
    Günler (993 günden oluşan günlük)

    Günce
    999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

    Mektup
    Onüç Günün Mektupları (1990)

    Çocuk Kitabı
    Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

    Söyleşi
    Güvercin Curnatası (1997)

    Derleme
    Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

    --

    Antoloji.com