Translate

17 Haziran 2018 Pazar

Demirtaş Le Monde'a yazdı: İktidar, otoriter hayallerini kabusa çevireceğimin farkında

17 Haziran 2018

“Bu makaleyi, Bulgaristan sınırının yanı başındaki Edirne Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nden yazıyorum. Cezaevi, Edirne kent merkezine 7 km uzaklıkta ve yakınlarında hiçbir yerleşim alanı yok. Etrafı ise ayçiçeği tarlaları ile çevrili. Her Ağustos ayı geldiğinde renksiz cezaevi kompleksinin etrafını sarı ve yeşil renklerden oluşan muazzam bir renk cümbüşü sarmalıyor. Ayçiçeklerini bilirsiniz. Birkaç ay içinde büyürler ve ilkin eğik olan baş kısımları yavaş yavaş büyür ve güneş yönünde dikleşir.

Gençlik yıllarımdan bu yana ne zaman olgunlaşmış bir ayçiçeği tarlası görsem, nedense aklıma sokak eylemlerinde omuz omuza ve dimdik duran genç insanlar gelir. Cezaevinin hemen yanından Bulgaristan’ın derinliklerinden gelen Tunca nehri geçiyor. Bu güzergahta kilometrelerce uzunluğunda yemyeşil bir hat oluşturup kentin merkezinde çok yakın bir noktada Meriç Nehri ile birleşiyor. Birbirleriyle buluşan nehirlerse bana uzun yıllardır dost olan insanların abartısız ve içten bir mutlulukla yeniden buluşması gibi gelir. Dürüst olmak gerekirse, 20 aydır yukarıdaki resmin tam ortasındayım ama bunların hiçbiri görme imkanım olmadı. Cezaevinde olmak böyle bir şey. Bulunduğum mekanın hakikatini kavramak için aile üyelerimin ve avukatlarımın anlattıklarını birleştirip biraz da hayal gücümü katıyorum buraları tarif ederken. İşin aslı, baştan ayağa renksiz olması için özenle çaba harcanmış bir cezaevi hücresindeyim ve pek de rahat sayılamayacak beyaz plastik bir sandalyede oturarak bu satırları yazıyorum. Ayçiçek tarlalarında gezmeyi de nehirlerin buluştukları yerlerde yürümeyi de çokça özledim.



1 yıl 8 ay önce bir gece vakti Türkiye’nin Kürt bölgesinin başkenti olan ve ailemin yaşadığı Diyarbakır’da tutuklanıp buraya getirildim. Ailemle ve arkadaşlarımla aramda yaklaşık 1700 km’lik bir mesafe var. Bir insan hakları avukatı olarak Türkiye’nin Kürt bölgesindeki cezaevlerinin hemen hepsini, hak ihlallerini tespit etmek ve raporlamak için, ziyaret etmiştim. Ama bir cezaevinde hiç bu kadar uzun bir süre kalmaya mecbur bırakılmamıştım. Diğer yandan, tanınan bir siyasi tutsak olmam dışında beni diğerlerinden ayıran çok fazla bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye cezaevlerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanırken ‘terörist’ ilan edilip cezaevine atılan on binlerce insan var.

Yarı açık cezaevi

Bu koşullarda emin olabilmem mümkün değil ama Türkiye’de olup cezaevinde olmayan Erdoğan karşıtlarının içinde bulundukları durum bizlere göre bir yandan iyi diğer yandan da kötü. İyi olan yanı, ülke içinde seyahat etme özgürlükleri var, sevdikleri insanlardan ayrı değiller ve ayçiçeği tarlalarında özgürce dolaşabilirler. Kötü olan yanı, bizler kadar özgür değiller. Sosyal medyada yaptıkları bir yorum, işyerinde veya sokakta Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhinde söyleyecekleri birkaç cümle, Kürt sorunu konusunda devletin uyguladığı politikaları eleştirmeleri, hatta insan hakları eğitimi için toplantı yapmaları veya hiçbir şey yapmamışken gizli tanıkların iftiralarına maruz kalmaları sonucu kendilerini her an cezaevinde bulabilirler. Bu yazıdan da gördüğünüz üzere, yüksek güvenlikli cezaevinde olan bizlerin ruhu da aklı da çok daha özgür. Hükümetten hiç korkumuz yok. Dışarıdakiler ise kocaman bir yarı-açık cezaevinde.

24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışacak olan altı adaydan birisi benim. Dünya siyasi tarihinde ‘Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına Aday’ olan az sayıdaki siyasi liderden birisi olarak anılmayı hiç istemezdim doğrusu. Ama bu durum benim değil Erdoğan’ın tercihi. Tutuklandıktan sonra bir yıl boyunca hiç hakim karşısına çıkarılmadım. Sonrasında ise sadece iki kez. Adil bir yargılama süreci geçirdiğime dair hiçbir işaret göremiyorum. Var olan yasal çerçeveye göre zaten en başından itibaren tutuksuz yargılanmam gerekiyordu. Şimdi de hükümetin isteğine göre yargılanma sürecimi istedikleri kadar uzatabilir veya beni yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırabilirler.

Herkesten çok Erdoğan’dan korkan hakimlerden ve savcılardan adalet beklentim de yok zaten. Yargı kurumlarına olan inancım ne kadar zayıfsa Türkiye halklarının hem kendilerini hem de yargıyı özgürleştireceğine olan inancım o kadar güçlü. Erdoğan dışındaki diğer dört aday, benim tutuksuz yargılanmam gerektiğini belirten açıklamalar yaptılar. Halk için de durum kafa karıştırıcı. Erdoğan’ın her gün miting meydanlarında iddia ettiği gibi suçlu isem nasıl Cumhurbaşkanı adayı olabildiğimi sorguluyorlar. Suçlu değilsem, neden serbest bırakılmadığımın cevabını arıyorlar. Bu çelişkinin aslında oldukça basit bir cevabı var: Bugün serbest olmam durumunda, aynen 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi etkili muhalefet yaparak tüm baskılara ve eşitsiz koşullara rağmen Erdoğan’ın otoriter hayallerini kabuslara dönüştürebileceğimin iktidar gayet farkında.



Diktatörlük ya da demokrasi

Cezaevinde kısıtlı koşullarda olsam da, Avrupa siyasetini yakından takip etmeye devam ediyorum. Ne yazık yarı-açık cezaevinde özgürlüğü için mücadele eden Türkiye vatandaşlarına yeterince destek olduklarını söylemek zor. Yakın zamanda gerçekleşecek seçimler, özünde, Türkiye için diktatörlük ile demokrasi arasında yapılacak bir tercihi yansıtacak. AB sürecini tamamen köşeye bıraksak bile, Türkiye’deki her gelişme; özellikle güvenlik, ekonomi ve mülteciler gibi sorun alanları Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor. Haliyle, Avrupa ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrar sahibi bir Türkiye istemelerini anlayışla karşılıyorum. Lakin hala Erdoğan’ın otoriter yönetiminin siyasi ve ekonomik istikrar değil de bizatihi istikrarsızlığın kaynağı olduğunu görmemelerini anlayışla karşılamam zor. Avrupa hükümetleri, Erdoğan’ın anti-demokratik uygulamalarına göz yumma karşılığında ekonomi ve mülteciler gibi konularda kendi ihtiyaçlarına kısa dönemli cevaplar almış olabilirler. Ama bu gidişatın sürdürülebilir hiçbir yanı yok. Erdoğan’ın toplumu sürekli kutuplaştırma üzerinden yürüyen milliyetçi ve İslamcı otoriter yönetiminin yarattığı siyasi krizler derin bir ekonomik kriz ile buluşmuş durumda. Erdoğan, 24 Haziran gecesi baskı ve hile bu seçimleri kazandığını ilan etse bile, bu durum Türkiye’deki krizleri daha da derinleştirmekten başka bir sonuç üretmeyecek.

Devletin tüm kaynaklarını kendi kampanyası için seferber eden, Türkiye’deki medyanın yüzde 90’ının kontrolünü elinde bulunduran Erdoğan’ın iktidarda kalmak adına ne derece çaresiz olduğunu merak edenler benimle girmiş olduğu polemiklere yakından bakabilir. Nitekim, seçim anketleri Erdoğan’ın histerilerini en üst düzeye çıkarmış durumda. Erdoğan, 10 Haziran’da yaptığı mitingde, seçmenlerine beni idam ettirmeyi vadetti. Türkiye hakkında kaygılanan Avrupalı liderlerin sorması gereken soru şu: Seçmenlere, rekabet ettiği cumhurbaşkanı adaylarından birini idam ettirmeyi vadeden bir insan ile aynı masada oturup konuşabilecek kadar Avrupa’nın değerlerinden hiç geri dönmemek adına vaz mı geçtiler?

Bedeli ne olursa olsun, ben kendi adıma, halkım uğruna hiçbir şekilde durduğum muhalif konumdan geri adım atmayacağımı söyleyebilirim. Benim gibi, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi veren on milyonlarca insanın da bu otoriter gidişat ile hiçbir şekilde uzlaşamayacağını biliyorum. O yüzden, seçim sonuçları ne olursa olsun, bizler eşitlik, adalet ve hürriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz."




* Demirtaş'ın bu yazısı, Fransa'nın önde gelen gazetelerinden Le Monde'da yayımlanmıştır.



15 Haziran 2018 Cuma

Türkiye'de yeni otoriter hegemonya (2008)

14/09/2008 - Radikal
Yunus Sözen: AKP içinde üç farklı düşünsel eğilim, piyasacılıkta ve popülist terminoloji sayesinde demokratik görünüm sağlamış bir aşırı muhafazakârlıkta içiçe geçmiş görünüyor. 
-Birincisine kabaca siyasal İslamcı diyebiliriz. Bu eğilim genel olarak din kaynaklı taleplerin yaratılması ve siyasallaştırılması yoluyla güç kazanılmasına odaklanıyor. Abdullah Gül’ün eşinin evlendiği zaman insan hakkı olarak düşünülmeyip kesilen ortaöğretim eğitiminin, 20 yıl sonra türban sorunu kamusal ortama taşınıp bu konu üzerinden siyasal getiri yolu açılınca, eğitim hakkı olarak kavramsallaştırılıp önce noterle ve basınla üniversite kapılarına sonra da AİHM’e taşınması bu akımın siyasal davranış biçimini kabaca özetler. 
-İkinci eğilim, Türkiye’nin her daim yöneteni olabilmiş Cemil Çiçek’in kişiliğinde billurlaşan, koyu muhafazakâr Türk sağıdır. Bu çizgi 12 Eylül rejiminin muhafazakârlığı aşırılaştırılmış çeşididir ve muhafazakâr ve milliyetçi olmak üzere iki yüzü vardır. Örneğin, Çiçek, adelet bakanıyken, zinanın cezai hale getirilmesinin gerekliliğini savunurken (üstelik çokeşliliği de rahatsız etmeyecek bir manevrayla beraber) aşırı muhafazakâr yüzünü; Osmanlı Ermenileri konferansını düzenleyen Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili olarak ‘hainler, bizi arkamızdan hançerliyorlar’ diyerek aşırı milliyetçi yüzünü gösterdi.
-Üçüncü eğilimi ise,
kendini  liberal ve hatta akıllara zarar bir şekilde bazen özgürlükçü sol olarak tanımlayanlar oluşturuyor. Bu görüş, Milli Görüş Hareketi’nin piyasacılığı aşırı muhafazakârlıkla birleştirebilmiş sağ kanadından gelen AKP’nin, bu sefer demokratik görünümlü, popülist özlü bir kendini tanımlama devrimini gerçekleştirerek, otoriter hegemonyasını sağlam bir zemine oturtmasını sağladı. Başta, haklı olarak AKP-liberaller koalisyonu diye tanımlanan ve anti-Kemalizm ortak paydasında birleşen iki ayrı gruptan oluşan birliktelik, artık organik bir bütünlük içinde hareket etmelerine koşut olarak tek bir AKP ideolojisi haline geldi. Bu zihniyet, İslamcıların devlet karşısında ezilmişliği özelinden, onların iktidarı yoluyla Türkiye’de evrensel hakları yerleştirmek olarak başladığı yürüyüşünü, evrenselin aşırı muhafazakâr talepler doğrultusunda yeniden tanımlanmasıyla, otoriter ve sağ bir popülizm olarak sonuçlandırdı. Bu kanadın özgürlükçü düşünceye karşıt sonuçlara ulaşmalarının sebeplerini, ulusalcı çevrelerce vurgulanan kişisel çıkarlarından çok, dar kavramsal çerçevelerinde ve Türkiye harici siyasal ampirik olgulara ilgisizliklerinde aramak gerekir.
Toplumu anlamak için kaba bir merkez-çevre veya devlet-toplum ikilemi anlayışı haricinde çerçeve tanımamaları kavramsal yetersizliklerine; popülizmi sadece ekonomik ve sola özgü bir olgu ve otoriter rejimleri de sadece askeri zannetmeleri de kısıtlı ve Türkiye’ye bakmaktan şaşılaşmış gözlerine örnek olarak verilebilir.
Oysa, bir çeşit demokrasi olmadığı gibi tek bir çeşit otoriter rejim de yoktur. Popülizmin genelde ve Türkiye’de oluşma süreçlerini başka bir yazıya bırakarak, onu gördüğümüz zaman tanıyabilmemizi sağlayacak bir siyasal tanımını verelim.
Popülizm, halkın o güne ait değerlerinden siyasal olarak yararlı gördüklerini seçerek/yaratarak, o değerleri kurulu düzen ve onun değerlerine karşı savunduğunu iddia eder. Bu iddiayla beraber, halk/oligarşi; millet/elitler gibi ikilemlerle (dikotomilerle) ötekisini yaratır.
Popülizmin demokrasi anlayışı ise, milli iradenin bireysel hakların, çoğunlukçuluğun da liberal politikanın kurumlararası denge politikasının önünde olduğu üzerine kuruludur.
Ayrıca, popülist ideolojiler, liberal anayasal demokrasinin ara kurumlarının gereksizliğine inanır, yerlerine de referandum, plebisit gibi doğrudan yöntemleri tercih eder (Canovan, 1999; Panizza, 2005).
Öyleyse, siyaset biliminin penceresinden bakarsak ‘bundan sonra referandum kültürüne alışmamızı’ isteyen, ‘oligarşik güç odaklarıyla’ mücadele ettiğini savunan ve onlardan illallah diyen Başbakanından ‘herkes milli iradeye ram olacaktır’ buyuran başkan yardımcısına, köşe yazarından sendika liderine kadar AKP’lilerin dili, mantık yürütme ve siyasal davranış biçimleri, kelimenin tam anlamıyla popülisttir.

Popülizm
Popülizm ise bir iktidar ideolojisi olarak otoriter eğilimler gösterir, çünkü temel prensibi olan soyut milli irade kavramı ve yarattığı ‘halk/elitler’ gibi ayrımlar, ne klasik şehir demokrasisinin ne de modern liberal demokrasinin iç mantığına uyar. Siyasal sayısal çoğunluklar gerçekte ancak siyasal/ideolojik müdaheleyle o da geçici olarak inşa edilebilir. Örneğin Türkiye’nin (yeni tasarıya göre daha da kuvvetlenecek) parlamenter yapısında, güçsüz bir cumhurbaşkanını ‘cumhurun seçmesi’, sistemi zorlayacak gereksiz bir kurumsal düzenlemedir. Ancak AKP’nin o günkü çıkarına uygun olarak üç koldan bir ideolojik müdaheleyle hemen bir milli irade kuruldu ve referandumla karar verildi. Kaldı ki, böyle özel durumlar haricinde AKP’nin referandumlara da ihtiyacı yok çünkü sonuçta, milli irade= Meclis iradesi= Meclis çoğunluğu eşitliklerini başarıyla yerleştirdi. Hatta parlamenter sistemlerde Meclis çoğunluğu da kabinenin ve partinin başkanı olması sebebiyle başbakanın kontrolünde olduğundan, denklem milli irade=Tayyip Erdoğan haline geldi. 

Daireyi tamamlarsak, milli irade ancak siyasetin müdahalesi sonrası varsayımsal olarak kurulduğu için, AKP önce kendi iradesini milletin iradesi haline getirip, sonra da bu kendi yarattığı milli iradeyi kendi eylemlerini meşrulaştırmak ve muhalefeti sindirmek için kullanıyor.
Bu sindirme politikasının iki yönü var: 

1) Sessizleştirme politikası, ki bu bütün popülizmlere içkindir çünkü milli iradeye muhalefet eden ya o siyasal cemiyetten dışlanır ya da halka yabancı, oligarşik laikçi bir dinozordur (zaten yabancı aidiyet, dinozor da zaman bakımında dışlanmışlıktır). 
2) Önemli siyasal kurumların neredeyse tamamına sahip AKP (cumhurbaşkanlığı, hükümet/Meclis, bürokrasi, belediyeler, YÖK gibi), hegemonyacı ve yalancı-demokrat milli iradeci dili ile sadece kamusal tartışmaların terimlerini belirlemedi, gittikçe büyüyen ekonomik eliti ve cemaatler ağıyla muazzam bir sosyo-politik kuvvet de yarattı. 
Ancak AKP’yi, hem aşırı muhafazakâr, hem piyasanın yayılmasına uygun bir toplum için mühendislik yapan neo-con benzerlerinden (Bush, Sarkozy gibi) ayırıp, ona otoriterlik eşiğini atlattıran başkadır. O da gücünün çekiciliğine karşı koyup, milli iradeciliğine ‘ram olmayan’ muhalefetin alanını daraltma ve onu susturma politikasıdır
Liberal demokraside ifade, haber alma, örgütlenme gibi özgürlükler, seçimlerin gerçekten adil olması için asgari zorunluluktur. Ancak bu kudretli iktidar basını da fethediyor (Sabah’ın satışı Türkiye’de otoriter yönetimin miladı kabul edilebilir), her muhalif sendikaya karşı, yandaş olanını yaratıp büyüttüğü gibi, hâlâ muhalif kalanlara (DİSK, KESK, Eğitim-Sen gibi) sopayı gösteriyor, üniversiteler, spor federasyonları, TÜBİTAK gibi ne kadar kurum varsa AKP’lileştiriyor.

Kısaca, bugünkü Türkiye’nin rejimi seçimli otoriterdir. Otoriterliğini de sadece yazının sonunda birkaç örneğini verdiğim eylemlerinde değil, muazzam sosyo-politik gücünde ve eylemlerine anlam veren hegemonyacı sağ popülist ideolojisinde aramak gerekir.


YUNUS SÖZEN: New York Üni.