Translate

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Ağaç dikme seferberliği ekolojik felaket getirir

Doç. Dr. Tavşanoğlu
Türkiye’de yaz aylarında hemen hemen her gün bir orman yangını haberi geliyor. En son İzmir Karabağlar’da başlayan yangının neredeyse 3 günde söndürülmesi, müdahaledeki eksiklikleri ve ihmal tartışmalarını beraberinde getirdi. Yangının ardından da siyasetçilerin öncülüğünde, sanatçıların, yurttaşların 2-3 bin fidan bağışında bulunduğu ‘ağaç dikme seferberliği’ kampanyaları başlatıldı.
Kampanyalar sürerken Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde çalışmalarını sürdüren Doç. Dr. Çağatay Tavşanoğlu’ndan itiraz geldi. Yangının hemen ardından başlatılan ağaç seferberliğine dönük itirazlarını ilk olarak sosyal medya hesabından duyuran Tavşanoğlu, sorularımıza verdiği yanıtlarla da ağaç dikme seferberliğinin ekolojiyi nasıl olumsuz etkileyeceğini anlattı. Tavşanoğlu, “Yanan alanın büyüklüğü ve hemen söndürülememesi nedeniyle, büyük üzüntü ve kızgınlık duyulmakta, dolayısıyla bu da insanları radikal tepki vermeye yönlendirmekte. Ben tamamen iyi niyetle yapılmak istendiğine inandığım ağaç dikme seferberliğinin, eğer öne sürüldüğü gibi gerçekleşirse ekolojik bir felaketle sonuçlanacağını biliyorum” dedi.

30 Temmuz 2021 Cuma

Ormanları kendi haline bırakın

Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF) ”Ölü Ağaçlar-Yaşayan Ormanlar” adlı raporuna göre, kuru ve çürük ağaç gövdelerinin ormandan temizlenmesi, ekosisteme zarar veriyor.
WWF-Türkiye Orman Programı Müdürü Sedat Kalem, yayınlanan raporun, ormancılıktaki yeni yaklaşıma ışık tuttuğunu bildirdi. Raporda, Avrupa ormanlarındaki biyolojik çeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinden biri olarak, ormanların yaşlı ve ölü ağaçlardan temizlenmesinin gösterildiği kaydedildi.
“Ölü Ağaçlar-Yaşayan Ormanlar Raporu”na göre, orman ekosisteminde bulunan türlerin üçte birinin, varlığını sürdürmek için ölü ya da ömrünü tamamlamak üzere olan ağaçlara, ağaç kovuklarına ve kurumuş dallara ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor.

RAPORDAKİ GÖRÜŞLER:
Besin sağlamak ya da yuva yapmak için ölü ağaçlardan faydalanan türlerin, Avrupa'da tehdit altındaki en büyük tür grubunu oluşturduğu kaydedilen raporda, şu görüşlere yer veriliyor: “Çürümekte olan devrik veya kurumakta olan dikili yaşlı ağaçların ormanlardan uzaklaştırılması, bunları mekan edinen böcek, kelebek, mantar ve liken gibi türlerin sayısında önemli azalmalara neden olmaktadır. Ağaçkakan, yarasa, sincap gibi ağaç kovuklarına yuva yapan türler de doğal yaşam alanlarını yitirmektedir.
Çürümekte olan ağaçların orman ekosistemi içindeki öneminin bilinmemesi nedeniyle, genel olarak üretim ormanlarında ve hatta korunan alanlarda gerçekleştirilen hatalı uygulamalar sonucu ormanlarda bulunan ölü ağaçların miktarı oldukça azaldı.
WWF, raporunda, bu ormanların hastalıklar, böcekler ve iklim değişikliğine karşı da genç, düzenli ve çürük gövdelerden temizlenmiş yapay ormanlardan daha dirençli olduğunu savundu. Raporda, ölü ağaçların, diğer ağaçlara organik madde ve besin sağlayarak ormanı daha verimli hale getirdiğini, toprak erozyonunu önlediğini, karbon depolayarak iklim değişikliğinin bazı etkilerini azalttığı belirtildi.

14 Temmuz 2021 Çarşamba

Monarşi, otokrasi ve çürüme

Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.
“Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

“Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?
≈≈
Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.
≈≈
“Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?
≈≈
Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

Sonra?

Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.
≈≈
Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.(1)

Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.
≈≈
“Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

“Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.
≈≈
Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.
≈≈
“Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).
≈≈
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

(1)Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.
2K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.

Taner Timur - Birgün

13 Temmuz 2021 Salı

Oğulluktan Sessizce Çekilmek


Gaye Boralıoğlu, dünyaya tutunmaya çalışan boktan bir herifin, Hilmi Aydın’ın hikâyesini anlattığı Dünyadan Aşağı[1] romanının kendisi açısından bir intikam olduğunu söylemişti bir yerde (Gaye Boralıoğlu-Dünyadan Aşağı) “Dünyadan Aşağı bugün şikâyet ettiğimiz pek çok şeyin müsebbibi olan zihinden aldığım intikamdır.” Bu zihin tabii ki bir adamda cisimleşecekti, babasıyla derdi bitmeyen bir adamda. Babayla dert zaten bitmez, bugüne has bir şey değil. Ama derdin nasıl yaşandığı, nasıl ifade edildiği ve aslında tam olarak ne olduğu, değişir.
Hilmi’ninki, titiz, çalışkan, mükemmeliyetçi, geçimlerini sağlamaya çalışırken ev ahalisinin halini pek görmeyen, oğlundan beklentisi yüksek… bir adam. Çok tanıdık gelmiş olabilir. Hilmi ne babasının istediği oğul olabilmiş ne de ona başkaldırabilmiş, işte ufak tefek isyanlar, huysuzluklar falan. Anca o kadar. Babasının lokantasını “sönümlendirmesi” belki esas isyanıdır; ekmek kapısı olduğu için sürdürüp zaman içinde, yavaş yavaş batırdığı baba mirası.

Erdoğan Özmen’in geçen haftaki yazısında bahsettiği türden bir hasretten çok (Erdoğan Özmen-Baba İhtiyacı), dinmeyen bir hınca benziyor Hilmi’ninki. İsyan edebilmiş olsaydı, on beşindeyken evden kaçabilmiş olsaydı, farklı olurdu belki. Ama Hilmi bu. Korkak, tembel, rahatına düşkün… Sokakta geçirilecek bir gece mi, evlerden ırak!

Susan Faludi, 1999’da yayımlanan kitabı Stiffed’de Amerika’daki “erkeklik krizi” üzerine düşünür. Feminizmin etkisi bir yana, babalardan yenen kazığın da bu krizde büyük etkisi vardır Faludi’ye göre. Tutulmamış vaadler, yerine getirilmemiş sözler. İkinci Dünya Savaşından zaferle dönüp Amerika’yı “büyük” yapmış bir erkek kuşağının oğulları, Vietnam’da perişan olup bir de üstüne işsiz kalınca, kendilerini aldatılmış hissetmişler. Büyüklük dedikleri de ferah evler, büyük arabalar, sulanacak çimler, büyüyen şirketler… Bildiğiniz Don Draper illüzyonu. Bu kuşağın ne menem bir şey olduğunu başka bir açıdan, çocukları açısından anlatan bir kitap var;[2] şiddetin sadece sahipsiz sokak çocuklarının başına gelmediğini, bu mükemmel adamların o evleri pırıl pırıl tutan kadınlarla birlikte çocukların da canına okuduklarını öğreniyoruz. Bir o kadar önemlisi, çocukların canına okumanın meşrulaştırılma biçimlerinin nasıl değiştiğini de. Don Draper’lerin takıntılı, mükemmeliyetçi ve kuralcı tarzında hikâye, çocuğun hizaya sokulmasının ancak sert bir disiplinle mümkün olabileceği şeklinde kuruluyor. “Ona gerçek bir erkek olmayı öğretmek için karanlık bodruma kitledim” tarzı. Korkutulmuş ve aşağılanmış bu oğlanların büyüdüklerinde nasıl adamlar, nasıl babalar olduklarını da anlatıyor. Onlar babaları gibi değil, kendi tarzlarında okuyor çocukların canına. Narsistik tarzın saplantılı olandan aşağı kalmadığını gördüğümüz bir takım örnek olaylar…

Hegemonik erkekliğin içinde yaşanılan ilişkilerin bir ürünü olduğunu biliyoruz; krizler, savaşlar… Bir yandan da, her bir erkeğin babasıyla derdini bu ilişkilere dahil etmeyi hatırlamamız şart. Yani, neoliberalizm falan gibi kocaman şeylerin “çalışması”, daha küçük şeylere bağlı. Tamam Jeff Bezos yahut Don Draper ama Selim Aydın da.[3]

Basitçe, her kuşağın anne babalık pratiklerinden söz ediyorum. Hani şu “bizimkiler çok disiplinliydi, biz de o sebeple fazla mı şımarttık bunları?” hikâyesinden. Her bir ailenin kendi tarihi, dinamikleri vardır elbette de, bir yanda da böyle bir kuşak bilgisi var: bizimkiler çok disiplinliydi.[4]

Sembolik babalar, popülizm, otoriter liderler hakkında konuşup duruyoruz; Selim Aydın’lar hakkında söyleyecek bir şeyimiz yok mu peki? Toplumların “baba” ihtiyacı içinde olabildiklerine ikna oluyoruz da erkeklerin babalarından kurtulma arzuları bizi neden bu kadar az ilgilendiriyor, bu arzuyu bireysel bir mesele mi sanıyoruz? “Oğulluktan sessizce çekilmeyi bilmek” üzerine düşünmek için şair mi olmak lazım?

[1] Gaye Boralıoğlu (2018) Dünyadan Aşağı, İletişim Yayınları. [2] Elisabeth Young Bruehl (2013) Childism: Confronting Prejudice Against Children, Yale University Press. Türkçeye çevirdim, umuyorum ki bu yıl içinde İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak. [3] Türkiye’nin Jeff Bezos’u kim olurdu? [4] Orta sınıftan iki kadın kuşağının annelik deneyimlerini ve annelikle ilgili düşüncelerini karşılaştırdığım bir tez yazmıştım. Kuşak kavramının bu kadar işe yaradığı başka bir konu var mıdır, bilmiyorum! Aksu Bora (1998) Türk Modernleşme Sürecinde Annelik Kimliğinin Kurulması. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

Aksu Bora - Birikim

4 Temmuz 2021 Pazar

Cleonice Tomassetti

"Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz"

“On iki Alman sıraya girdi, diz çökerek silahlarını doğrulttular. Önce, ilk üçümüzü ayağa kaldırdılar. Aralarında Cleonice de vardı; birbirlerine sarılmışlardı. ‘Hadi’ dedi Cleonice, 'Bu beylere nasıl öleceğimizi gösterelim!’ Üçü de ‘Yaşasın İtalya!’ diye bağırdıktan sonra mermilerle savrulup yere düştüler. Sonra sıra diğer üçündeydi. Sonra, benim sıram geldi… Öldürülen yoldaşların kanlarına ve cesetlerine basmamak için dikkatle yürüdüm, öne çıktım. Rizzato'yu ve yanındaki 15 yaşındaki çocuğu kucakladım. En son namlulardan çıkan ateşi gördüğümü hatırlıyorum. Yere düşerken sol koluma iki, sağ kürek kemiğime bir mermi geldiğini hissettim. Şaşırdım sonra ama. Rizzato ve çocuk üzerime düşmüşlerdi, kan dereler halinde yüzümden akıyordu ama ölmemiştim! O an denemeyi düşündüm, sağ kurtulabilirdim. Gözlerim ve ağzım açık hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaya karar verdim. Bu arada, silah sesleri ve ‘Yaşasın İtalya!’ çığlıkları devam ediyordu. Sonra, bitti. Sessizlik… En son biri geri dönüp, cesetlere de ateş etti. Sonra gittiler…”

Carlo Suzzi anlatıyor bunları… 20 Haziran 1944’te, Fodotoce'de Almanlar tarafından kurşuna dizilen 43 İtalyan partizandan sağ kalan tek kişi olan Suzzi, daha sonra, sürünerek ulaştığı bir evde tedavi edilmiş ve iyileştiğinde kendisine ‘43’ kod adı vererek yeniden partizan birliklerine katılmıştı.

Zor bir hayat
Fodotoce’deki katliam, İtalyan anti-faşist direnişinin en bilinen olaylarından biridir. Ama herhalde öykünün en trajik bölümü, Cleonice Tomassetti ve iki arkadaşıyla ilgilidir. Çünkü onlar, henüz partizan bile değillerdir.

Baştan başlayalım isterseniz. Cleonice’nin, genç bir kadının basit gibi görünen ama anlamlı yaşamından…

Zor bir çocukluktu onunkisi… 4 Kasım 1911’de, Petrella Salto'nun Capradosso mezrasında kalabalık ve yoksul bir köylü ailesinde dünyaya geldi Cleonice. Doğduğu yerin tarihi belki de onun kaderiydi. Köy, 1577-1599 yılları arasında, kendisine tecavüz eden babasını öldüren ve bu yüzden kafası kesilerek idam edilen Beatrice Cenci’nin hikâyesiyle bilinen bir yerdi ve Cleonice’nin yaşamı da adeta bir tekrar gibiydi. Önce ilkokula gitti, sonra evde ve tarlada çalışmaya başladı ama annesi öldükten sonra, yaşamı cehenneme dönecekti. On altı yaşında babası tarafından istismara uğradı. Hamile olduğunu anlayınca bölgeden kaçmak ve ablası ile Roma'ya sığınmak zorunda kaldı. Doğum erken oldu ve bebek sadece birkaç gün yaşadı. Daha sonra, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı zengin ailelerin yanında garsonluk ve hizmetçilik yaparak yaşamını sürdürmeye çalıştı. Ancak, olağanüstü güzelliği ve toplum tarafından ‘dul’ sayılması, başına belaydı. Hizmetçilik yaptığı evlerde de birçok kez taciz ve istismara uğradı.

Dağlara doğru
Bu durumdan bıkan Cleonice, sonunda 22 yaşında Milano'ya taşındı. Ne iş bulsa yapıyordu. Garsonluk, pazarlamacılık, terzilik… 1933'ün sonunda, kendisini bir rahiple aldatan eşinden ayrılan Mario Nobili ile tanıştı. Böylece bir anti-faşist olan Nobili’nin arkadaş çevresine de girmiş oldu. Pansiyon sahibi Melina Mistretta, kemancı Piero Paci ve terzi Eugenio Dalle Crode…

Sonuncu isim, onun kaderini de belirleyecekti. Mario Nobili’nin ölümünden sonra, 1944’te, Cleonice, onun küçük terzi dükkanında çalışmaya başlamıştı. Haziran 1944'te bir gün eski müşterilerinden birinin oğlu olan Sergio Ciribi, bir elbiseyi denemek için dükkana uğradı. Sergio, onlara şöyle dedi: “Bugün okuldan çağırdılar ama gitmiyorum. Partizanlara katılmak için dağlara çıkmaya karar verdim.” Daha cümlesini bitirmeden Cleonice, yanıt verdi: “O zaman ben de geliyorum!”

Sonuçta, üç genç, Sergio Ciribi, Giorgio Guerreschi ve Cleonice Tomassetti, Valdossola partizan birliğini arayıp bulmaya ve katılmaya karar verdiler. Milano'dan Fodotoce'ye yapılan geziyi bir piknik gibi göstermek için planlama yapıp yola çıkarken, oğlu Sergio’ya belli bir noktaya kadar eşlik etmek isteyen anne Edvige Ciribi ve 15 yaşındaki küçük oğlu da onlara katılıyor. Çılgınca bir plan aslında bu. Çünkü o günlerde Alman ordusunun partizanlara karşı büyük bir saldırı başlatmış olduğunu bilmemektedirler. Belli bir yere kadar trenle gidip sonra yaya olarak yola devam ederken Sergio'nun annesi oğlunu uğurlayıp geri dönüyor. Gece, soğuk ve fırtınadan korunmak için girdikleri terk edilmiş bir kulübede, Almanlar tarafından yakalanıyorlar. İlk andan işkence başlıyor. Üçü de aralarında anlaşıp, hayali hikâyeler uydurmak yerine gerçeği söylüyorlar. “Evet” diyorlar, “Partizanlara katılmak için yola çıktık ama onları bulamadık.”

Beni evcilleştiremezsiniz
İşkence sürüyor. Sahte kurşuna dizme gösterileri, ağaçlara asarak sopayla dövmeler, hepsi yapılıyor üçüne de. Bu arada, Cleonice, sorgu sırasında da tecavüze uğruyor. Sonunda, Cleonice ile Sergio, harekât sırasında sağ yakalanmış partizanların bulunduğu bir mahzene kapatılıyorlar. O cehennemden sağ kurtulan Doktor Emilio Liguori, daha sonra şöyle anlatıyor o mahzeni: “Birçok talihsizin mahzene girmesinden sonra gördüğüm manzara, şimdiye kadar tanık olduğum en acı verici sahnelerden biriydi. İşkenceciler sadist bir öfke kasırgasına kapılmış gibiydiler. Bu arada, partizanlar arasında orta boylu, kahverengi saçlı, yirmi beş yaşlarında bir kadın olduğunu fark ettim. Ona karşı işkencenin dozu çok daha yüksekti. Yine de o cesur kadın her darbeyi tek bir çığlık atmadan karşılıyor, dahası sakin ve dinginliğiyle diğer gençleri cesaretlendiriyordu. Öğleden sonra askerler ve araçlar geldi. Kadının yüzüne yeniden vurdular ve tükürdüler. Üzülmedi, gururla onlara baktı ve ‘Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz’ diye bağırdı.

42 erkek ve Cleonice Tomassetti'yi, köyden geçişlerinde, üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar.

Zarafetle gitmek
42 erkek ve bir kadın… Önce kamyonlara bindirilirler. Ama her köyden geçişlerinde, grubu üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar. Bu anın Naziler tarafından çekilen fotoğrafında, önde ortada duran kişi Cleonice’dir. Özenle ve zarafetle giyinmiş, hafif süveter, koyu etek, beyaz şapka, kucağına küçük bir çanta... Ama hiçbiri onun değil. Diğer kadın mahkûmlar, üzerindeki kanlı paçavraları alıp ona ölümü gururla karşılasın diye kendi elbiselerini vermişlerdir! Böylece Fodotoce yol ayrımındaki katliam yerine gelirler. Gerisini, Carlo Suzzi anlatıyor: "Yol boyunca herkesi cesaretlendiren oydu. Ve ilk o düştü.”

Bir şey daha söylüyor Suzzi ve çok önemli aslında: “Cleonice bir militan değildi, partizanlar arasında bir kocası da yoktu. Kurtuluş savaşında savaşacak zamanı bile yoktu onun. Ama kendi seçimini yapmıştı. Kendi başına! ‘Şehit’ kelimesini sevmiyorum ama İtalyan Direnişi'nin bir şehidi varsa, o da Cleonice Tomassetti'dir.”

Ve nihayet son bir not: Savaştan sonra, Petrella Salto Belediyesi, Cleonice için biyografik bilgi almak amacıyla babayla temas kurdu. Baba, onun hayatı üzerine hiçbir şey bilmediğini söyledi. Ama bu arada savaşta şehit düşenlerin yakınlarına verilen tazminatı da büyük bir arsızlıkla cebe indirmesini bildi!

Emina Değer-01 Tem 2021
Yeni Yaşam