Millî İstihbarat Teşkilatı’nın doksan yedinci kuruluş yıldönümü vesilesiyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) “Temas İstanbul” isimli bir sergi açıldı. MİT’in kuruluşundan bugüne yapılan operasyonlarda kullanılan araç gereçler, bir diğer ifadeyle casusluk cihazları, ziyaretçilere sergileniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Millî İstihbarat Akademisi’nin kurulduğunun açıklanmasının ardından söz konusu serginin de ziyaretçilere açılması, varlık nedeninin “gizlilik” olması gereken bir kurum açısından oldukça manidar. Belki de uzun yıllar boyunca gizliliğiyle ve erişilemezliğiyle Erdoğan rejiminin hem en karanlık hem de en güçlü kurumlarından biri olan MİT, İstihbarat Akademisi ve “Temas İstanbul” sergisiyle bir nevi halkla ilişkiler çalışmalarına yeni bir boyut kazandırarak hem varlığını hem de icraatlarını meşrulaştıracağı bir zemin yaratıyor. 15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye’de yaşanan kurumsal ve siyasi dönüşüm, millî güvenlik temelli yeni bir rejimin yaratılmasına olanak sağladı. Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı da MİT oldu. Bu makalede, önce 15 Temmuz’dan sonra yaratılan yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini ve siyasi dinamiklerini inceleyecek, ardından da MİT’in yeni rejimdeki kritik rolünü ve konumunu tartışacağız. Kademeli Dönüşümden Kırılma Noktasına Siyaset bilimi literatüründe critical junctures olarak kavramsallaştırılan kritik dönemeçler, uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal alanları kontrol eden, şekillendiren ve dönüştüren kurumsal yapıların köklü değişimler geçirdiği kırılma noktalarını açıklamada kullanılıyor. 15 Temmuz 2016 da Türkiye için siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönemeç oldu. Türkiye’nin yeni rejimini, siyasi koalisyonlarını ve ekonomik modelini doğru analiz edebilmek için bu süreçte yaşanan kurumsal dönüşümü ve bu dönüşümün arkasındaki yapısal nedenleri sistematik bir yaklaşımla açıklamak büyük önem taşıyor. 15 Temmuz darbe girişimi, AKP iktidarının 2002’den beri yavaş ve sistematik bir şekilde dönüştürmeye ve tahakkümü altına almaya çalıştığı ordu, bürokrasi ve siyasal alanın yapısal bir kırılmayla köklü bir değişim geçirdiği önemli bir dönüm noktası yarattı. AB ile üyelik müzakereleri şemsiyesi altında TSK’nın siyasi, ekonomik ve bürokratik gücünün geriletilmesine yönelik reformlar, Fethullahçılar ile kurulan ittifakın verdiği güçle başta yargı ve güvenlik olmak üzere bürokrasinin kontrol altına alınması, Ergenekon ve Balyoz davaları ile TSK’nın toplumsal meşruiyetinin azaltılması ve yönetim kadrosunun değiştirilmesi, yasal değişikliklerle yürütmenin tüm yetkilerinin Erdoğan’ın elinde toplanması 15 Temmuz 2016’ya kadar yavaş ve kademeli bir süreç olarak ilerledi. Siyaset Bilimciler James Mahoney ve Kathleen Thelen’ın “gradual change”[1] (kademeli dönüşüm) olarak kavramsallaştırdığı bu kurumsal dönüşüm süreci, 15 Temmuz’daki yapısal kırılmayla bir yeniden inşa süreci yarattı. Güvenlik kurumları, güvenlik bürokrasisi ve yürütme erkinin yetkilerinde yaşanan bu yapısal dönüşüm, Türkiye’de yeni bir güvenlik rejiminin yaratılmasına olanak sağladı. Bir başka perspektiften bakıldığında, tüm bu kurumsal dönüşüm çabalarının nihai hedeflerinden birinin yeni bir güvenlik rejimi yaratmak olduğunu da iddia etmek mümkün. Yeni Güvenlik Rejiminin Kurumsal Mimarisi 15 Temmuz 2016 AB ile tam üyelik müzakereleri ve 2010 referandumu ile adım adım inşa edilen yeni güvenlik rejiminin kurumsallaşması yönünde önemli bir itici kuvvet yarattı. Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini üç maddede özetlemek mümkün: paralel yetkiler, tek bir kumanda merkezi ve darbe önleyici önlemler (coup-proofing). Güvenlik kurumları arasında paralel yetkilendirme 15 Temmuz’dan sonra OHAL kararnameleriyle TSK’nın kurumsal yapısı ve yetkilerinin yeniden şekillendirilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesinin ardından tüm devletin yapısal bir dönüşüme sokulması Türkiye’nin geleneksel güvenlik rejimini oluşturan kurumları da büyük ölçüde değiştirdi. MİT, TSK ve Emniyet arasında bir yetki ve güç paylaşımı yapılarak bu kurumlar birbirine paralel yetkilere ve güce sahip rakip güvenlik aygıtları haline getirildi. MİT’in görev ve yetki alanı, iç operasyonlara ek olarak yurtdışı operasyonları da içerecek şekilde genişletildi. Aslında, 2014 yılında 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda yapılan değişiklikle MİT’in yurtdışında operasyon yapabilmesine yasal zemin oluşturulsa da özellikle 2016’dan sonra yurtdışı operasyonları daha görünür hale getirildi. Sinem Adar, bu kurumsal dönüşüm sürecinde “2016’dan sonra MİT’in TSK ve Emniyet’e karşı geniş yetkilerle donatılarak yeni güvenlik rejiminin merkezine oturtulduğunu” iddia ediyor. Öte yandan, özellikle Hendek Operasyonları’nda görünür hale gelen Emniyet’e bağlı Özel Harekat polislerinin PKK’ya karşı operasyonlarda görünür şekilde kullanılmasıyla birlikte TSK’nın terörle mücadeledeki geleneksel rolü gerileyerek MİT-TSK-Emniyet arasında bir rol ve yetki paylaşımına gidildi. 25 Temmuz 2016’da 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın TSK’dan ayırılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması da yeni güvenlik rejiminde birbirine paralel yetkilere sahip kurumlar yaratılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. TSK’nın iç siyasetteki ağırlığını oluşturan kurumlar İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak ordunun tüm yetki ve odağı yurtdışı operasyonlara ve tehditlere yönlendirildi. Son olarak, 2021 "millî güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT’in, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilmesine olanak sağlayan yasal düzenleme güvenlik rejiminin üç temel kurumu arasındaki paralel yetkilendirmeye önemli bir örnek teşkil ediyor. Tek bir kumanda merkezi Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisindeki ikinci önemli nokta bütün güvenlik aygıtlarının kontrol ve kumanda merkezinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Cumhurbaşkanının başkomutan kimliğine sıklıkla vurgu yapılması ve millî güvenliği kendi şahsında bütünleştirme gayretleri yeni güvenlik rejiminin alametifarikalarından. CHS’ye geçilmeden önce başbakana karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı yeni sistemde millî savunma bakanına bağlandı. Bu değişiklik her ne kadar yetki paylaşımı olarak görünse de yeni sistemde millî savunma bakanının cumhurbaşkanının savunma sekreteri rolünde olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin hem genelkurmay başkanlığı için bir statü düşürülmesi hem de cumhurbaşkanın tam kontrolünde bir makam haline getirildiğini gösteriyor.[2] Ek olarak, CHS’ye geçişle birlikte kuvvet komutanlarının da millî savunma bakanına bağlanması TSK’nın tüm üst düzey kademesinin doğrudan cumhurbaşkanının kontrolüne alındığı anlamına geliyor.⤤ |
Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) yapısında yapılan değişiklikler de tüm güvenlik rejiminin cumhurbaşkanının kontrolüne alınmasında önemli bir adım olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı yardımcısı, millî eğitim bakanı ve hazine ve maliye bakanının da YAŞ üyeliğine getirilmesiyle birlikte burada sivillerin ağırlığının önemli ölçüde artırılması ve YAŞ sekreteryasının MSB’ye bağlanması ile cumhurbaşkanının burada da tam kontrol sahibi olduğunu söylemek mümkün. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın, CHS’ye geçişle Savunma Sanayii Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılması ve doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması, en büyük savunma sanayi şirketlerini bünyesinde barındırmasıyla silah sanayinden elde edilen geliri de kontrol eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın mütevelli heyeti başkanlığına da cumhurbaşkanının getirilmesiyle güvenlik rejiminin hem bürokratik hem de finansal kaynakları üzerinde tek yetkili kişi yine cumhurbaşkanı oldu. Darbe önleyici önlemler Hem güvenlik aygıtlarının birbirine paralel yetkilerle donatılarak yeniden yapılandırılması hem de tüm güvenlik rejiminin kontrol ve kumandasının Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması, siyaset bilimi literatüründe coup-proofing[3] olarak kavramsallaştırılan darbe önleyici yöntemlerin ayaklarını oluşturuyor. Fethullahçılarla yaşanan devlet krizinin 2013’te iyice görünür hale gelmesinden sonra MİT ve Emniyet’i TSK’ya karşı güçlendiren ve yetkilendiren Erdoğan yönetimi, 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından bu üç kurumu birbirine paralel yetkilerle yeniden şekillendirerek ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü tamamen kendi eline alarak tüm güvenlik rejimi üzerinde tam bir kontrol sağlamaya çalıştı. Bu dönüşümün temel hedeflerinden birinin de olası bir darbe girişimini engelleyecek yeni bir kurumsal mimari olduğu iddia edilebilir. Toplumsal Meşruiyet Araçları Güvenlik rejiminde yaşanan bu kurumsal ve yapısal dönüşüm, bir yandan AKP-MHP ittifakı ile siyasi bir meşruiyet kazanırken diğer yandan savunma sanayi ve televizyon dizileri üzerinden toplumsal meşruiyet de kazanıyor. Savunma Sanayii Savunma sanayii, yeni güvenlik rejiminin en büyük somut kazanımlarından biri olarak çok güçlü bir toplumsal meşruiyet kaynağı haline gelmiş durumda. 2023 seçimlerinde başta TCG Anadolu olmak üzere savunma projelerinin adeta Cumhur İttifakı’nın seçim otobüsü gibi kullanılması, ekonomik kriz ve kurumsal çöküşün savunma sanayii etrafında yaratılan yeni bir kalkınma modeli anlatısıyla gölgelenmesi ve muhalefetin soyut eleştirilerine somut kazanımlarla cevap verilmesi, yeni rejimin yarattığı toplumsal meşruiyetin en güncel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle İkinci Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a gönderdiği SİHA’ların kullanılması, savaşın kazanılmasında SİHA’ların “oyun değiştirici” rolüne yapılan vurgu ve MİT’in sınır ötesi operasyonlarında yine İHA/SİHA’ların başarısına sistematik şekilde atıf yapılması güvenlik-dış politika-savunma sanayii arasında birbirine eklemlenmiş bir hikâye sunuyor. Ek olarak, savunma sanayiine ilişkin yapılan hemen hemen her açıklama ve haberde “Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde” ifadesinin vurgulu şekilde kullanılması hem yeni güvenlik rejimine hem de onun tek karar ve uygulama mercii olarak cumhurbaşkanının meşruiyetini yeniden üretiyor. Diziler Başta TRT olmak üzere iktidara yakın televizyon kanallarında sayısı her geçen gün artan tarih dizileri üzerinden yeni bir tarih anlatısı yaratmak ve millet-devlet-lider miti üzerinden otoriter ve milliyetçi yeni siyasi düzene toplumsal meşruiyet kazandırmak bir süredir üzerine düşünülen ve yazılan konulardan biri. TRT’de 2021 yılında yayınlanmaya başlayan Teşkilat dizisi ise hem günümüz Türkiye’sine odaklanması hem de İslâmi motiflerden ziyade milliyetçi söylem ve sembolleri öne çıkarmasıyla yeni güvenlik rejiminin ideolojik ve kurumsal dönüşümüne uyumlu bir profil çiziyor. MİT mensuplarının Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonları konu eden dizi, Türkiye’nin başta İHA/SİHA’lar olmak üzere savunma sanayii teknolojisini ele geçirmek isteyen “dış güçlerle” MİT’in mücadelesini ele alıyor. Yukarıda değindiğimiz, güvenlik-dış politika-savunma sanayii üçgenini bir “kahramanlık öyküsü” etrafında işleyen dizi, iktidarın yarattığı toplumsal meşruiyet araçlarına somut bir örnek teşkil ediyor. MİT’in doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “MİT, ileri teknolojileri operasyonel kapasitesine entegre etmeyi başaran en etkili kurumlardan biridir. Yeni dönemde de yeni ürün portföyünün envantere alınmasıyla kararlılıkla bu tür operasyonları ifa etmeye devam edecektir,” ifadeleri siyasi söylemler ve diziler aracılığıyla toplumsal meşruiyet yaratma çabaları arasındaki paralellikleri kanıtlar nitelikte. Siyasetteki hamasi güvenlik söylemleri televizyon dizilerine yansıdığı gibi kurumsal iletişime de yansıyor. MİT’in resmî internet sayfasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranda yer alan ifadeler MİT’in hem yeni güvenlik rejimindeki konumunu hem de oluşturmaya çalıştığı toplumsal algıyı net bir şekilde gösteriyor. MİT, yeni güvenlik rejiminin neresinde? Türkiye’nin yeni güvenlik rejimi, merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, millî güvenlik kavramının AKP-MHP koalisyonunun iktidarda kalabilmesi temelinde şekillendiği ve TSK’nın yetki ve görevlerinin MİT ve Emniyet arasında paylaştırıldığı yeni bir sistem üzerinde şekilleniyor. MİT ise bu rejimin kilit noktasında yer alıyor. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet kurumları üzerindeki kontrolünü sağlarken diğer yandan rejime yönelik tehditleri bertaraf etme görevini üstleniyor. Hem sınır içinde hem de sınır ötesinde yürüttüğü operasyonlarla proaktif millî güvenlik doktrininin uygulayıcısı konumundaki MİT, aynı zamanda iç ve dış politikanın bir bütün olarak görüldüğü siyasi stratejiye de işlerlik kazandırıyor. Son olarak, yurtdışı operasyonların ekran yüzüne dönüştürülen MİT, sivil ile askerî alan arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı, sivil olanın askerîleştiği, askerî olanın da konjonktüre göre sivilleştiği hibrit bir güvenlik ve siyaset stratejisinin merkez kurumu olarak Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı olma görevini sürdürüyor. |
Translate
28 Şubat 2024 Çarşamba
Türkiye’nin Yeni Güvenlik Rejimi
6 Şubat 2024 Salı
Hatay’dan İstanbul’a: 6 Şubat Depreminden Çıkan Yeni İmar Rejimi
Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.
İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.
***
7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.
Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.
İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.
Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…
Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü
Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.
Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.
Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.
İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi
İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.
Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:
Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.
Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.
Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.
Bahadır Özgür/Birikim
6 Şubat Depreminin Birinci Yılı ve 7 Soru
6 Şubat depremlerinin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi verilere göre 53 bin 537 insan hayatını kaybetti. Ancak aradan geçen bir yılda yetkililerden şu soruların yanıtlarını istiyoruz:
1-) Depremde insanlar enkaz altındayken neden geç müdahale edildi? AFAD, neden depreme hazırlıklı değildi?
2-) Asker neden arama kurtarma için kışladan zamanında çıkarılmadı? Çıkanların da neden kurtarmada görev almasına izin verilmedi? TSK'nın afet durumları için depoda beklettiği çadır vb. benzer malzeme bu depremde sahaya sürülmedi?
3-Kızılay, neden depremden sonra yeterli insani yardımı bölgeye ulaştırmadı? Ve çadır satanlardan neden hesap sorulmadı?
4-) Depremde enkaz altında kalan veya yaralı olarak hastaneye kaldırıldıktan sonra bir daha haber alınamayan kaç kişi var? Kayıp insanlar nerede?
5-) Depremde yıkılan binalarla ilgili ihmali bulunan kaç kamu görevlisi hakkında soruşturma izni İçişleri Bakanlığı'nda bekliyor? Kamu görevlileri hakkında adli süreç neden yavaş işliyor?
6-) Depremde zamanında arama kurtarma görevini yerine getirmeyerek insanların ölümüne neden olan başta AFAD yöneticileri olmak üzere kamu görevlileri hakkında etkili soruşturma neden yürütülmüyor?
7-) Enkaz kaldırma için hangi şirketlere ne karşılığında ihale verildi? Çıkarılan demirler hangi fabrikalara ne kadara satıldı?
22 Ocak 2024 Pazartesi
Özerklik Nedir? (Demokratik ve Yerel Özerklik)
Özerkliğin Anlamı ve KapsamıÖzerklik, sözcük anlamı itibariyle, yönetim açısından dış baskılardan ve denetimlerden bağımsız olma halini tanımlar. "Muhtariyet" olarak da bilinen sözcüğün bir diğer adı "otonomi"dir. Bir yerel topluluk, yerel nitelikteki işlerini kendi iradesiyle, kendi kendine ve kendi organları ile yapıyorsa ve tüm bunları yapabilmesine olanak sağlayan kaynakları mevcutsa özerktir. Yani, özerklik, kısaca kendi kendine yetme ve yönetimde serbest olma durumudur. Özerklik, dokunulmazlık anlamına gelmez. Aynı şekilde, bağımsız olmak demek de değildir. Özerkliğin sınırları ve çerçevesini anayasa ve yasalar belirler. Eğer, yasaların olumsuz şekilde yorumlandığı, ülke çıkarlarıyla uyuşmayan kararların alındığı ve bu kararların uygulandığı bir ortam varsa, bu ortamı oluşturan topluluk özerklik kavramının niteliklerine ters düşüyor demektir. Özerkliğin asli amacı, hizmettir. Verilen hizmetlerin daha iyi yürütülmesi hedeflendiği için özerklik uygulanır. Özerklik, yasalarla belirlenmiş çerçeve içinde kaldığı müddetçe, idarelerin kendi faaliyetlerine hakim olacakları kuralları, kendi seçtikleri organlar vasıtasıyla koymaya hak ve yetki sahibi olmasıdır. Bir başka tanıma göre ise, özerklik, yerel yönetimlerin yasalarla belirlenmiş sınırların içinde kalarak, yerel işlerini kendi sorumlulukları ile ve kendi seçilmiş organları ile yerel halkın faydasına ve çıkarlarına uygun olarak düzenleme, belirleme ve yönetme hakkı ile imkanıdır. Özerklik, yerel yönetimlere daha fazla hareket alanı ve hürlüğü verir. Bu sayede, yerel yönetimler yerel hizmetlerini kendileri planlayıp iç örgütlenmelerini kendileri tamamlarlar. Özerkliğin en dış çerçevesini belirleyen anayasa ve yasalar, kimi zaman özerkliğin kısıtlanmasına ve yok edilmesine de yol açabilir. Bu yüzden, özerklik bir ülkenin anayasasında çok net biçimde tanımlanmış olmalıdır. Günümüzde, özerkliğin yaygın olarak uygulandığı pek çok ülke vardır. Özerkliğin üç temel amacı bulunur. Bu amaçlar:
Özerkliğin iki anlamının olduğu kabul edilir. Böylece, yerel ve demokratik özerkliğin de iki farklı yönü ortaya çıkmış olur. İlki, yerel yönetimlerin tüzel kişiliklerinin özerkliğidir. Bu tip yerel özerklik, yerel yönetimin organlarının merkez yönetimle ilişkilerini ilgilendiren tiptir. Burada, yerel yönetimin merkezi yönetimden tamamen bağımsız olması beklenmez. Önemli olan, görevlerini, merkezi yönetim müdahale etmeden kendi imkanları dahilinde yapmalarıdır. Bu tip özerklik şu sonuçları beraberinde getirir:
İkincisi ise, ilgili bölgede bulunan yerel halkın özerkliğidir. Burada, yerel yönetimin halkla ilişkisi konu alınır. Seçilmiş yerel yönetim organları, halkı layıkıyla temsil edebilmeyi önemser. O yüzden, bu yerel özerlikte, halkı temsil edebilecek kişilerin seçilmesine olanak tanıyan bir seçim ortamı sağlanmalıdır. Bu çeşit özerkliğin nitelikleri ise şöyledir:
Özerklik kavramı, Batı Avrupa'nın feodalizmden kapitalizme geçişi aşamasında ortaya çıkmış bir ilkedir. Bu değişim gerçekleşirken, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yapıların gelişmesine yardımcı olan, demokrasinin ve onun getirdiği düzenin uygulanabilmesine olanak sağlayan bir kurum olarak dikkat çekmiştir. Modern devlet yapısında, merkezi yönetimler ve yerel yönetimler ahenk içerisindedir ve ayrıca yerel yönetimlerin anayasada belirlenmiş ve tanımlanmış bir özerklik alanı vardır. Bu kavram, günümüzde kazandığı ekstra önem nedeniyle, çoğulcu demokrasinin egemen olduğu toplumlarda daha çok karşımıza çıkar. Özerklik kavramı hem genel çerçevesiyle, hem de yerel ve demokratik özerklik alt başlıkları ile 1960'lı yıllardan beri başta Avrupa'da olmak üzere tüm dünyada tartışılmaktadır. Özellikle 1990'lı yıllarda, hakkında sayısız akademik çalışma yapılarak Avrupa'da entegrasyonu hız kazanmış ve ulus-devletler yavaş yavaş geri plana çekilmeye başlamıştır. 1985'te imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. Demokratik Özerklik Nedir?Demokratik özerklik, bir devletin içinde, siyasal egemenlik yetkilerinin değil ancak yönetim yetki ve görevlerinin bir kısmının yerel seçimle iş başına gelmiş temsili yapılara devir olma durumudur. Ülke bütünlüğü dahilinde, halkın yerel yönetimde söz ve karar sahibi olması demektir. Bu görev icra edilirken, yerel halk kendi farklılıklarını da özgürce ifade edebilecektir. Demokratik özerklik, tüm yerel halkın, etnik kimlikleri, inançları ve yaşam biçimleri önemsenmeksizin baskı altında olmadan, kendilerini özgürce ifade edebildiği, hizmetin eşit şekilde dağıtılabildiği ve halkın yönetime katılabildiği adil bir toplumu amaçlar. Demokratik özerkliğin hayata geçmesi ve devam ettirilebilmesi için anayasada tanımlanması ve yasalar tarafından güvence altına alınması şarttır. Bununla birlikte, hem siyasi hem de idari yapılanmada reform gerektirir. Bu idari modele göre, birbiriyle yoğun şekilde sosyo-kültürel ilişkilerde ve ekonomik münasebette olan komşu illeri ihtiva eden, yapı anlamında seçilerek görev başına gelmiş il genel meclislerine benzeyen, ademi merkeziyetçi nitelikte bölgesel meclisler kurulur. Demokratik özerkliğin çerçevesi aşağıdaki şekilde belirlenir:
| " |
⥅Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik ŞartıYerel özerklik olgusu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın 3. maddesinin 1. fıkrasında şu şekilde açıklanmıştır: "Yerel makamların, yasalarla belirlenmiş sınırların içinde, kamu işlerinin mühim bir kısmını kendi sorumlulukları içinde ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönete hak ve yetkisine sahip olmalarıdır." Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise, bu hakkın, direkt, eşit, adil ve genel oya dayanan bir gizli seçim sonucun göre, serbest şekilde seçilen üyelerden oluşmuş ve kendilerine karşı sorumlu olan yürütme organlarına sahip olan meclisler ya da kurul toplantıları tarafından kullanılabileceği belirtilmiştir.
Eğer yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin ön iznini veyahut onayını istiyorsa, bu izin ve onaylar olmadan karar alamıyor veya uygulayamıyorsa, ekiplerinin üzerinde merkezi yönetim tarafından kurulmuş bir baskı mevcutsa, maddi imkanları zayıfsa veya merkezi yönetime bağlı durumdaysa, yerel yönetimlerin özerkliğinden söz edilemez. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na göre, yerel yönetimlere aşağıdaki nedenler dolayısıyla önem verilir. Ayrıca, onların geliştirilmesi için uygulanması gereken kurallar ve özerkliğin sağlanması aşamasında dikkat edilmesi gereken faktörler vardır. Tüm bu maddeler şu şekilde sıralanabilir:
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 15 Ekim 1985'te sözleşme olarak imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yürürlüğe girmesi amacıyla gerekli olan koşulların yerine getirilmesinden sonra, 1 Eylül 1988 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı 21 Kasım 1988 tarihinde imzalamıştır. 1991 senesinde ise 3723 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylanmasına karar verilerek, 1992 yılında 92/3398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır. Bu onay Resmi Gazete'de 3 Ekim 1992'de duyurulmuştur. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın yürürlük tarihini 1 Nisan 1993 olarak belirlemiştir. Ayrıca, bazı hükümlerini benimsemiş, yedi tane hükmüne ise çekince koymuştur. |
15 Ocak 2024 Pazartesi
Deniz Gezmiş • Yusuf Aslan • Hüseyin İnan
Gezmiş savunmasında;
“Bu iddianamede 3 suç unsuru ileri sürülüyor.
1. Varlığımızı Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmiş olmak.
2. Kanuni ve legal bir örgütün üyesi olmak.
3. Marksist-Leninist düzen kurmak istemek.
Ayrıca iddianamede Türkiye halkının birtakım etnik gruplardan teşekkül ettiği iddialarını bizim ortaya attığımız ithamı mevcuttur. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi kararında ve Misak-ı Milli’de şu vardır;
Misak-ı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim, Türk ve Kürt kavmi yaşamaktadır. Birinci T.B.M.M kararı böyledir. Bölücülük olarak kabul edildiği takdirde, Birinci TBMM’yi ve Mustafa Kemal’i de bölücü olarak kabul etmek gerekir. Bu iki kardeş unsur, Birinci Kurtuluş Savaşını müştereken başarmışlardır. Güney cephesinde omuz omuza savaşmışlardır. Bu ikisine birden biz ‘Türkiye halkı’ diyoruz ve bu iki kardeş unsur, ikinci bağımsızlık savaşını da müştereken başaracaklardır. Asıl bölücüler, bu gerçeği kabul etmeyenlerdir. Ayrıca memleketin huzurunu bizim bozduğumuz iddia ediliyor. Memleketin huzurunu kimlerin bozduğu ortadadır. Kimler 30 milyon çalmıştır? Kimler devlet hazinesini kardeşlerine peşkeş çekmiştir? Anayasayı uygulamamıştır? Bunlar ortada iken, bilinirken, bunlardan bahsetmeyip memleketin huzurunu bozduğumuz iddiaları değersiz ve mesnetsizdir.
Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, egemenlik ilkelerini, milli bütünlüğü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir? Bunu evvela tespit etmek gerekir.
Karakollarda işkence gören, meydanlarda kurşunlanan, bakanların emri ile hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz. Asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.
Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede, 35 milyon metrekare vatan toprağı işgal altında iken, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz, gülünç olmaktadır.
Mustafa Kemal sağ olsaydı çok şaşırırdı.
Ben şunu iddia ediyorum ki, hareketimiz tamamen anayasal bir harekettir. Anayasanın başlangıç ilkesinde belirtilen ‘ulusun zulme karşı direnme’ hakkını kullandık.
Bu sebeple haklı olduğumuza inanıyorum. Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden Türkiye halklarına armağan ettik.
Bu sebeple ölümden korkmuyor, çekinmiyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar, kendi canlarının telaşına düşsün. Ve ben, 24 yaşımdayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.”
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve 19 arkadaşı THKO (Türk Halk Kurtuluş Ordusu) davasından Türk Ceza Kanunu 146. Maddesinin, “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler,” muhtevası gereğince Anayasal düzeni zorla değiştirmek suçlaması ile idam cezası istemiyle yargılanırlar.
Savcılık iddianamesinde;
1- 12 Ocak 1971 tarihinde Ankara İş Bankası Emek Şubesi soygunu,
2- 5 Mart 1971 günü Ankara Balgat’taki Amerikan tesislerinden dört Amerikalı askerin kaçırılması eylemlerine dayanılarak TCK 146.
Maddesine muhalefet, Anayasal düzeni zorla değiştirmek, suçlamalarıyla sanıklar hakkında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde idam
istemi ile dava açılır.
Cumhuriyet Savcısı, Hüseyin İnan’ın yakalanmasının üzerinden sadece üç gün geçmesinden sonra 26 Mart 1971 günü davayı açar. Bu
derece ağır bir suçlamayla açılan davada savcı iddianamesini inanılmayacak ölçüde hızlı bir sürede hazırlamıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf
Arslan, Hüseyin İnan ve 19 arkadaşı hakkında sadece bir günlük sürede hazırlanan iddianamede savcı bir kısım sanıklar hakkında idam
cezası istemektedir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşları 13 Nisan 1971 günü yargıç önüne çıkartılır.
*Türkiye Barolar Birliği Yayınları
27 Aralık 2023 Çarşamba
Sinizm nedir? (Cynicism)
Sinizm, insanın ruhsal olgunluğa, ahlaka ve mutluluğa; hiçbir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerinden arınarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes’in bir öğretisidir.
Antik Yunan’da sinikler; etik ve ahlak olgularının üst seviyelere ulaşmasını hedeflemişler ve bu olguları onaylamayan kişileri de eleştirmişlerdir. Modern dönemdeki sinikler ise etik ve ahlak kurallarına bağlılıkta çok yarar görmediklerinden ötürü toplumun inandığı değerlerden kendilerini soyutlamışlardır.
Sinizm Ne Demek?
Sinizm, Türk Dil Kurumu tarafından İnsanın erdem ve mutluluğa, herhangi bir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi olarak tanımlanmıştır.
Sinik kişiler; dürüstlük, samimiyet ve güven gibi emellerin bireysel yarar doğrultusunda kullanılmadığına inanır. Aynı zamanda sinik kişiler, sinizmin; güvensizlik, inançsızlık, kötümserlik, karamsarlık ve olumsuzluk gibi olgularla birlikte kullanıldığını belirtmiştir.
Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir.
Sinik Kişilerin Genel Özellikleri Nelerdir?
Sinik kişilerin genel özellikleri şunlardır:
- Yalan ve riyakarlığın insanın doğasından geldiğine inanırlar.
- İnsanların her zaman bencil ve ilgisiz olduğunu düşünürler.
- Dostane ilişkiler ya kurmazlar ya da bunları önemsemezler.
- Alaycı bir yapıları vardır.
- Bir olay ya da davranışta her zaman başka anlamlar da bulunduğunu düşünürler.
- Kendi bakış açıları her zaman en önemli olandır.
Örgütsel Sinizm Nedir?
Örgütsel sinizm, çalışan sınıfların yer aldıkları örgüt, yapı ve sistemlerine yönelik gösterdikleri olumsuz tavır ve yargılar olarak açıklanabilir.
Örgütsel sinizm, toplumda var olan fakat bir olgu olarak son yıllarda incelenmeye başlamış bir kavramdır. Örgütsel sinizmi etkileyen faktörler yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, ve hiyerarşik düzen olabileceği gibi örgütsel adalet, politika ve psikolojik sözleşmelerin ihlal edilmesi gibi örgütsel faktörler de örnek gösterilebilir.
Sinizm Türleri Nelerdir?
- Kişilik sinizmi
- Toplumsal sinizm
- Mesleki sinizm
- Çalışan sinizmi
- Örgütsel sinizm
Kişilik Sinizmi
Kişilik sinizmi, doğuştan gelen ve çoğunlukla insan davranışlarını olumsuz olarak algılayan bir sinizm çeşididir. Kişilik sinizminde birey; kişileri küçük görmekte ve aşağılamakta, insanlara yukarıdan bakmakta, saygı duymayan bir tavırda yaklaşmakta ve diğer kişiler ile arasında kopuk bağlar oluşturmaktadır.
Kişilik sinizmi ile örgütsel sinizm tam bu noktada yapı olarak birbirinden ayrılır. Kişilik sinizmi, bireyin benliğinden kaynaklanırken örgütsel sinizm, kişide sinik davranışların oluşmasına sebep olmaktadır.
Toplumsal Sinizm
Toplumsal sinizm, kişi ve toplum arasındaki sosyal sözleşmenin ihlal edilmesi olarak tanımlanır.
Sosyal sözleşmenin ihlalini, inanç ya da güven ihlali olarak da algılayan bireyler, toplumun karşılanamayan beklentileri sonucunda kendilerini haksızlığa uğramış hisseder. Sisteme olan güvenlerini kaybeden bireyler, tüm bunların neticesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar.
Mesleki Sinizm
Sinizm türleri arasında bulunan sinizm, bireyin kendini, mesleki yetkinlik kazanmasını engellemesi ile başa çıkma stratejisi olarak açıklanabilir.
Bazı meslek gruplarında, tüketici kaynaklı oluşan zorlu etkileşimler, çalışanları duygusal olarak yıpratır ve fiziksel olarak tüketir. Örneğin, sağlık sektörü gibi yardım etme amacı güden meslek gruplarında, etkileşim sağlıklı yapılamaz ve iyi bir iletişim kurmak oldukça zordur. Çalışanlar işlerini doğru şekilde yaptıkları halde bazen hizmet sektöründe memnuniyeti sağlayamaz. Bu durum da çalışan bireyler için mesleki sinizmin önünü açar.
Çalışan Sinizmi
Sinizm türleri arasında yer alan çalışan sinizmi, uzun çalışma saatleri, iş yükü, kötü yöneticiler ve başarısız yönetim gibi sonucunda ortaya çıkan, işçi ve işveren arasında oluşan bir durumdur.
Çalışanlar iş garantisi, terfi, değer görme, yüksek maaş gibi motive edici unsurlar sayesinde örgütsel bağlılıklarını uzun süre korurlar. İşveren ve çalışanlar arasında oluşan bu psikolojik sözleşme, çalışanların ve örgütlerin birbirlerine karşılıklı yatırımları ile mümkündür. Eğer işveren çalışanına iyi bir çalışma ortamı sağlamaz, hak ettiği ücreti ödemez ve ağır iş yükü altında bırakırsa çalışanda büyük bir memnuniyetsiz ve mutsuzlukla birlikte çalışan sinizmi ortaya çıkar.
Örgütsel Sinizm
Sinizm türleri arasında sonuncu sinizm olan örgütsel sinizm, riyakar bir politika izleyen, çalışanları ile çıkar ilişkileri kuran, sinirli bir şekilde davranan yöneticileri, destekleyen örgütler olarak tanımlanmaktadır.
Örgütsel sinizm yalnızca bireylerin örgüte getirdiği duygu ve hisler değil aynı zamanda bu duygu ve hislerin örgütsel bağlamdaki tecrübeler ile şekillendirilmesidir.
11 Kasım 2023 Cumartesi
Sivil Atatürkçülük
“Sivil Atatürkçülük” terimi, genellikle Türkiye’de laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri savunan bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşımın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri ve ilkeleri yer alsa da, sivil Atatürkçülük, siyasi bir parti veya hükümetin resmi ideolojisi olmayan, sivil toplumun ve bireylerin katkılarıyla şekillenen bir düşünce sistemini ifade eder.
Sivil Atatürkçülük, laiklik ilkesini koruma, demokrasiyi destekleme ve insan haklarına saygı gösterme konularında vurgu yapar. Ayrıca, bu yaklaşım, Atatürk’ün öğretilerini sadece tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda çağdaş toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yorumlama çabasını içerir.
Sivil Atatürkçülük, Türkiye’de siyasi tartışmalara ve toplumsal meselelere ilişkin farklı bakış açılarına sahip insanların ortak bir zeminde buluşmalarını amaçlar. Bu, laiklik ilkesinin korunması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi açısından önemli bir rol oynayabilir. Ancak, bu terim farklı kişiler ve gruplar arasında farklı şekillerde yorumlanabilir ve tartışılabilir.
18 Ekim 2023 Çarşamba
Kibbutz
Dünya kamuoyu dediğimiz mercilerin, bu korkunç vakaya sıkı sıkı yapışıp, İsrail devlet aklının öççü gaddarlığını mazur görmesinde de, gaddarlık yok mu? Resmî ağızlardan dökülen şu “insansı hayvan” lâfı, başlı başına insaniyetin katli değil midir? O kamuoyunun, Filistin ülkesinde yaşayan insanların yıllardır gün be gün süren ölümünü unutmak bile diyemiyoruz, görmez-bilmez oluşu, serinkanlı bir gaddarlık değil midir? Zaten şu günlerin öççü ablukası olmadan da, yıllardır bir süreğen abluka rejimi altında can çekişen Gazze’ye yapılanı tarife, gaddarlık kavramı yeter mi? İsrail devleti, kıyıcı güvenlik devleti ve istisna rejimi operasyonlarıyla, “21. yüzyıl faşizmi” diye bir şey varsa, onun ideolojik ve teknik know-how’ının öncülerinden olmuyor mu?
Sinizm deyince, bunun ansiklopedik karşılıklarından biri, “Batı”nın
diyeceğim, Filistin-İsrail meselesine bakışı olmalı. Black lives
matter/Siyahların canı da candır hareketinin ilhamıyla, Palestinian lives
matter/Filistinlilerin canı da candır şiârı, çok şükür ki işitilmiyor değil,
fakat cılızdır.
Korkunç, iç karartıcı büyük resim böyle… Biz bir küçük resme
bakalım mı? Şu yok edilen kibbutz yerleşimi Be’eri vesilesiyle, kibbutz olgusu
üstüne düşünelim, biraz. ‘Oralarda’ yiten bir şeyleri yeniden düşünmek için de,
vesiledir.
İbranice “topluluk” veya “birlikte” anlamına gelen Kibbutzlar, çoğunlukla kırsal nitelikli komünal-kolektif topluluklar. İsrail’in toprağa yerleşmesinde ve toprağı yeşertmesinde, tarihî bir rol oynadılar. Siyonist projenin öncü-yerleşimci ruhunun romantik temsilcileri ve tutkulu icracılarıydılar. 1967-1982 arasında Golan tepelerinde, Ürdün vadisinde ve Gazze şeridinin güneyinde kurulan 24 kibbutz, işgal edilen toprakların iskânında ön aldı. Filistin kurtuluş hareketinin, kibbutzları öncelikle ve esasen işgal, iskân ve (özellikle ilk dönemlerde) askerî/para-militer örgütlenmedeki rolüyle görmesi büsbütün sebepsiz değildir.
Türkiye’de kibbutz, bu hareketin en parlak zamanları olan 1960’lar ilâ
’70’lerin başlarında, anti-komünist söylemin bir temasıydı. 19 Haziran 1972
Devlet Bakanı İlhan Öztrak, TBMM’de hazırlanan toprak reformu yasa tasarısının
özel mülkiyete saygılı olduğunu anlatırken, meramını “[tasarının] bir sosyalist
düzen olan kibbutz’u getirmediğini” temin ederek özetlemiş sözgelimi. Şöyle izah
etmiş bakan: “Kibbutz’da mülkiyet ve üretim araçları kooperatifindir... Burada
hiç kimse kendi malına sahip değildir. Herkes sadece bir işçi olarak çalışır.
Kibbutz herkese ne takdir ediyorsa, ihtiyacı ne ise onu verir; okuması
gerekiyorsa okutur, tatile göndermek istiyorsa tatile gönderir… Bu, en ileri
sosyalist düzendir.” Evet, o vakitler Türk anti-komünizminin dilinde kibbutz,
katıksız komünizm öcüsünün imgelerinden biriydi.
Gerçekten, kibbutz
hareketi, sosyalizmin-komünizmin düşünce ve deneyim mirasının bir parçasıdır.
İçinde, eşitlik ütopyasıyla ilgili bir dava vardır. Bu deneyimin bir parçası
olarak yeterince tartışılmamış olması, belki yerel-ulusal niteliğiyle ilgili
(gerçi, kolhozlar-sovhozlar da yerel-ulusal değil miydi?!), ayrıca kuşkusuz
anti-semitist kalıplarla da ilgili.
Kibbutz fikri, siyonizmin sol kanadı içinde ortaya çıktı. Düşünsel kaynakları
arasında, Marx’ın “özgür üreticilerin birliği” kavramının ütopik sosyalistlere
uzatılabilecek bir yorumuyla, kooperatif temelli tabandan yukarı sosyalizmi inşa
etme fikri vardı. Varoluşçu din felsefecisi Martin Buber’in ilhamı da vardı.
Komünistlerle sosyal demokratların arasında duran, kısa ömürlü Sosyalist İşçi
Partisi çizgisindeki Menachem Gerson’un 1934’teki konuşması, kibbutz
felsefesinin epik bir özetidir. Gerson, kapitalist toplumda “hayat duygusunun ve
insanın bütünlüğünü kaybettiğini” söyler; emeller sürekli ertelenerek hayat bir
araca, “Sonra’nın gübresine” dönüşüyordur – yerleşik-kurumsal sosyalist
hareketin de zaafı budur ona göre. Siyasal amaçlar kendi başına değere dönüşerek
içeriği sorgulanmaz hale geliyor, hayata doğrudan hitap etmekten uzaklaşıyordur.
Oysa, kibbutz düşünürüne göre, “İnsan gün be gün karşılaştığı dünyaya, kendi
Ben’iyle karşılaşan Sen’lere muhtaçtır… İçimizdeki, insanî bir Sen’e duyduğumuz
derin özlem.” (Burada arkadan Buber’in sesini işitiyoruz.) Stalinizmin hüküm
sürdüğü o zamanda, “amaçlananla, hedefle aynı özden olan bir yolu yürümek”
düsturunu koyar Gerson: “Elle tutulur bir hedef gösteremeyiz kimseye, yalnızca
bir yol gösterebiliriz.” Topluluk içinde eşit ve özgür olma ülküsünü koyar:
“İhtiyacımız ‘kendinde’ bir cemaat değil, kişilerin oluşturduğu bir cemaat… Bir
şeylerden vazgeçmeye karar vermiş kişiler olabilirler, fakat karar vermekten
vazgeçmiş kişiler olmamalıdırlar.”
Kibbutz hareketi, özetle,
sosyalizm-komünizm içerisindeki, alternatif toplumsal ilişkileri devrim
sonrasına ertelemeyen, onları bugünden kurmayı hedefleyen (kâh anarşist, kâh
ütopist, kâh radikal- veya ‘devrimci’-reformist diyebileceğimiz) geleneğin bir
halkasıdır.
İsrail’de kibbutzlar 1909’da kurulmaya başladı. 1920’lerde, Rusya –ve Bolşevik– kökenli Emek Lejyonu, harekete yeni bir ivme verdi. Ziraî gelişmede emsali zor görünür başarılar sağladılar fakat kırsal ünlerinin aksine, sanayiye de yöneldiler. Sefalette eşitlik meyline karşı, sosyalizmi ortak refahı artırmak olarak görüyorlardı. Hareketin kendi içinde, komünistten liberale, kanatlar oluştu. Mikro ölçekte bir sosyalist üretim modelinin ne kadar yaşayabileceği üzerine, “alternatif ekonomi” veya “paralel ekonomi” modelleri üzerine yıllarca tartıştılar. Sanayileşme tecrübesine adım atarken, emek gücü kıtlığı nedeniyle, dışarıdan sınırlı ücretli emek istihdamını kabul etmeleri yine uzun tartışmalardan sonra gerçekleşti (“Sömürücü durumuna düşmeyelim!”)
Ancak neoliberal dönüşüm kibbutzları da vurdu, gitgide piyasalaştılar. Hâlâ sosyalist ilkelerde ısrar edenler var, fakat Tayland’dan ucuz göçmen işçi getiren gayet müteşebbis kibbutzlar da çıkıyor. Ziraî üretimdeki payları hâlâ önemli, fakat toplamda etkileri azaldı, nüfustaki payı % 6’dan % 4’e geriledi.
İsrail’de sol siyasetin önemli şahsiyetleri, en önemlisi barış hareketinin kurucu kadroları kibbutz hareketinden çıktı. Günümüzdeki kibbutz hareketi üyeleri, genellikle, Filistin Arap devletinin varolma hakkını savunurlar. Genellikle, Arap komşularıyla iyi ilişkiyi önemserler; İsrail’in ilk Yahudi-Arap müşterek okulu, bir kibbutz bünyesinden çıktı. Kibbutz hareketinin zayıflaması, -bu arada hâkim eğilim olmamakla birlikte tabanında bir sağa kaymanın da gözlenmesi-, hiç şüphe yok, İsrail’de sağcılaşmanın, ırkçılığın güçlenmesinin âmillerinden biri.
***
Kibbutz hareketini sosyalizm-komünizm mirası bakımından değerlendirirken,
asıl onların ‘iç siyasetine’ bakalım.
Fundamental bir Marksist ülkü olarak,
kafa-kol emeği ayrımını kaldırmak, kibbutzun temel ilkelerindendi; herkes her
işi yapmalıydı. “Herkesin ihtiyacına göre” ve “insanın kendini gerçekleştirmesi”
ilkeleri doğrultusunda, gelir eşitliği yanında fırsatların da eşitliğine
önemsediler. Tüketim olanaklarını düzenleyen bir “kişisel bütçeye” göre, her üye
belirli kalemlerde belirli miktarlarda mal ve hizmet edinme olanağına sahipti,
tüketim kalemleri arasında kaydırma yapamıyordu. (Yine uzun tartışmalara konu
olan “kapsayıcı bütçe” konsepti, kaydırma serbestisini tanıyordu.)
Doğrudan
demokrasi esastı. Her cumartesi bütün erişkinleri kapsayan genel kurul toplanır,
günlük ve kişisel hayattaki her meseleyi tartışırdı. Yönetim görevleri, ulusal
federasyonlara gidecek temsilciler dahil, mutlak rotasyona tabiydi.
Yöneticilerin yemek yedikleri yerler, konutları falan ayrı olamazdı.
Çocuklar, “çocuk evlerinde,” ailelerinden ayrı, kolektifin ortak çocukları
olarak yetiştirildiler. Amos Oz, “Küçük bir oğlan” adlı hikâyesinde, anne
babanın gece yatarken çocuklarının bir süre yanında durabilip bir masal
okuyabilişini anlatır – sonra öpüp ayrılırlar. “Komonizm” öcüsünün kusursuz bir
manzarası!
Herkesin herkesten sorumlu olmasının sarıp sarmalayıcılığının
verdiği güven ile, sarıp sarmalanmanın insanı boğabilen kıskacı arasındaki ezelî
gerilim, sosyalist-komünist ütopyanın da bir ezelî ikilemi olarak, kendini belki
en bariz kibbutz tecrübesinde gösterir.
Dünyanın en meşhur kibbuzimlerinden (kibbutz üyesi) biri olan yazar Amos Oz,
kibbutz hayatında insanın sürekli kendi doğasıyla, huylarıyla mücadele etmek
zorunda olmasının cehdini mükemmel anlatır: “Bir nehir akıntısının çakıl
taşlarını sürekli cilâlaması gibi, sürekli birbirimizi cilâlardık.” Oz’un
yazar olma hikâyesi, yine “komonizm” öcüsüne de iyi uyan, tipik bir kibbutz
tecrübesidir. Yirmi iki yaşındayken ilk hikâyesi yayımlanınca, haftalık
toplantıda bunu ‘delil’ gösterip yazı yazmak için birkaç “serbest saat” alma
talebinde bulunur. Saatlerce tartışmadan sonra (“Herkes yazı yazacağım, sanat
yapacağım diye tutturursa inekleri kim sağacak?”), diğer günlerde fazla mesai
yapması karşılığında, haftada bir “yazı günü” verilir. Anca otuz altı yaşında,
küçük bir çalışma odası tahsis edilecektir kendisine. Ömrünün son deminde, “o
anarşiklik ve doğrudanlığı, o küstahlık ve tartışma zevkini, hiçbir hiyerarşinin
olmamasını” hâlâ özlediğini söyleyecektir.
Amos Oz, 2018 Aralık’ında 79
yaşında aldığı son nefesine kadar, bağımsız Filistin devletinin kurulmasının
kaçınılmaz ve hak olduğunu savunmuş, İsraillileri bunu kabullenmeye çağırmıştı.
Büyük resim siyah beyazdan kapkaraya dönerken, ince ayrımları ve bütün
çelişkileri ile küçük resimlere bakmakta ısrar, bir medeniyet ısrarı gibi
geliyor bana.
14 Eylül 2023 Perşembe
Amerikan İç Savaşı ve Çukurova'ya okaliptus ağaçları
Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarak eyalet birliğinden çıkmak isteyen 11 Güney Eyaleti ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında gerçekleşen iç savaş 4 yıl süresince ülkedeki tüm yaşamı sekteye uğratmıştır. Sekteye uğrayan alanlardan biri de Güney Eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı pamuk plantasyonlarındaki üretimdir. İç savaşın başlaması ile ABD’nin pamuk üretimindeki bu düşüş dönemin en büyük kumaş üreticisi konumundaki İngiltere’yi hızlıca yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Böylece İngiltere ABD’ye alternatif olabilecek yeni pamuk üretim alanları geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile temasları sonrasında Adana’nın İngiltere için gerekli pamuğu karşılayacak yerlerden biri olması planlanmıştır. Bu çerçevede Sultan Abdülaziz 1862 yılında Adana’da pamuk üretiminin teşviki amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapmıştır. Yasal düzenlemeler yapmıştır yapmasına da Adana’da ne pamuk yetiştirecek yeterli tarım alanı ne pamuk işçiliği yapacak yeterli sayıda insan gücü ne de üretilen pamuğun İngiltere’ye hızlı bir şekilde ulaştıracak nakliye ağı vardır.
Osmanlı İngiltere’nin “ricası” ile tez elden yola koyulmuştur. Öncelikle pamuk yetiştirilebilecek tarım alanları için kolları sıvamıştır. İşte Adana’nın okaliptus yani namı diğer gariptos ağaçları ile tanışması bu döneme rastlamıştır. Okaliptus ağaçları Adana’nın bataklık bölgelerine dikilerek yeni tarım alanları oluşturulmuştur. Bataklıkların kurumasıyla sıtma yüklü sivrisineklerin azalmasıyla muhtemelen Adana’da sıtma yaygınlığının da düşüşe geçmesi okaliptus ağaçlarını yeni kimliğiyle tanıştırmıştır, sıtma ağacı. Bölgede bataklık kurutma amacıyla okaliptus ağaçlarının kullanımı Osmanlı sonrasında Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye’deki ilk planlı okaliptus ormanı dikimine 1939 yılında Tarsus’un Karabucak bölgesinde başlanmıştır ve günümüzde bu bölgede 1200 hektarlık bir okaliptus ormanı bulunmaktadır.
İngiliz kumaş üreticilerine hammadde sağlanmasının ilk adımı tamamlandıktan sonra ucuz iş gücü sorununun çözümüne geçilmiştir.
Gerçi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanı sonrasında Adana yönetimini ele alan Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa 1833-1840 yılları arasında tarım alanında önemli adımlar atmıştır. İbrahim Paşa bu dönemde Mısır’dan Adana’ya nitelikli tarım işçilerini yani fellahları getirtmiştir. Arapça çiftçi anlamına gelen fellahların Çukurova’ya getirilmeleri Adana’nın yeniden Osmanlı yönetimine girdiği 1840 sonrasında da sürmüştür. Ancak bu işgücü İngiliz sanayicilerinin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Bu noktada Osmanlı gözünü göçerlere diker. Bölgede konargöçer olarak yaşayan Avşarlar, Ceritler, Tecirliler gibi aşiretleri yerleşik hayata geçirebilmek için zor kullanmaya karar vermiştir. Sultanın fermanıyla Derviş Paşa kumandasında bir ordu kurulmuş, ordunun halkla ilgili işlerini görmesi için de Ahmet Cevdet Paşa görevlendirilmiştir.
Fırka-i İslâhiye adı verilen bu ordunun görünürdeki amaçları arasında göçerlerden yeni asker kaynakları temin etmek, bölgeyi itaat altına alıp güvenliği sağlamak, eşkıyalığa son vermek, düzenli vergi toplamak sayılsa da muhtemelen en önemli gerekçesi göçerleri yerleşik hayata geçirip İngilizler için yeterli miktarda pamuk üretimini sağlamaktır.
1865-1866 yıllarında Çukurova, Gâvur Dağları ve Kozan Dağlarında göçerlere yönelik harekâtta çok kan dökülmüştür. Ne Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışı ne de göçerlerin Kirmani kılıçları ile taşı delen mızrakları Osmanlı ordusu ile baş edebilmiştir. Ölen ölmüş, kalan sağlar düze indirilmiştir.
Osmanlı zorla toprağa bağladığı göçerlerin yaşadığı yerlere öyle isimler vermiştir ki, adeta kuşaklar boyu bu acının unutulmamasını sağlamıştır. Osmaniye, İslâhiye, Dervişiye ve Cevdetiye göçerlerin yerleştirildiği köy ve kasabalara verilen isimlerden bazılarıdır desem sanırım ne demek istediği anlaşılmış olur.
İş gücü sorununu Fırka-i İslâhiye ordusu ile çözerken, Osmanlı eş zamanlı olarak da üretilen pamuğun nakliyesi konusunda adım atmıştır. Pamuğun İngiltere’ye ulaştırılmasının en hızlı yolunun önce demiryolu ile Mersin Limanına oradan da gemilerle güneş batmayan imparatorluğun kalbine doğru nakledilmesi olduğu kararlaştırılmıştır. Bu amaç için Osmanlı 20 Temmuz 1883 tarihinde Adana-Mersin demiryolu inşası için ilk kazmayı vurmuştur ancak hızlı ilerleme sağlayamaması üzerine topu bizzat İngilizler almış ve demiryolu inşasını kaldığı yerden üstlenmiştir. İşte bizim gariptos ağaçları burada da yardıma koşmuş ve bedenlerini demiryolu traverslerine yatırarak demiryolunun hızla ilerlemesine hizmet etmiştir.
Adana-Mersin demiryolu 2 Ağustos 1886 günü tamamlayarak hizmete girmiştir. Demiryolunun 1897 yılında Osmaniye’ye kadar uzatılması Mersin Limanına pamuk sevkiyatını artırmıştır.
Bu dönemde bir yandan demiryolu inşaatı sürerken diğer yandan da Mersin Limanına yanaşacak gemiler için iskele sayısının artırılması için çalışmalara başlanmıştır. 1850 yılında biri ahşap olmak üzere Mersin Limanında iki iskele varken 1874 yılında iskele sayısı beşe, 1892 yılına gelindiğinde da yediye çıkmıştır. Bu iskelelere yanaşan gemilerin en çok İngiliz bayrağı taşıması elbette tesadüf değildir. Örneğin Mart 1889-Şubat 1990 tarihleri arasında Mersin Limanına toplam 310 buharlı gemi yanaşmıştır. Bu gemilerden 96’sı İngiliz gemisiyken en yakın takipçisi 68 gemiyle Fransızlar olmuştur. Gemilerin yükü incelendiğinde de ilk sırayı pamuk balyalarının alması elbette tesadüf değildir.
Amerikan İç Savaşı'nın üzerinden çok sular aktı. O günden bugüne ABD sekteye uğrayan pamuk üretimini yeniden yoluna koyup dünya sıralamasında Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü, tekstil ihracatında da ikinci sıraya yerleşti. Oysa Adana’da işler pamuk üretimi açısından pek de iyi gitmedi. Pamuk üretimi günden güne azalarak ülkede üretilen toplam pamuğun %5’ine kadar geriledi. Adanaspor’un arması da olmasa Adana’da pamuk görmek pek mümkün olmayacak.
Evet Adana’da artık pamuğun esamesi okunmuyor ama o günlerden bize yadigâr bir Dadaloğlu’nun halen kulaklarımızda çınlayan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışı, bir de gariptos ağaçlarının hışırtısı kaldı.
Halis Ulaş - EVRENSEL Yazısından kısmen alıntı...