Translate

pandemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pandemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2021 Pazar

Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian

  • Kalplerimiz pencerede

    Sevdiğin zaman ölmezsin Quando si ama non si muore
    Çılgınca şarkı söyle Canta a perdifiato
    şarkı söyle Canta

    LyricFind

  • 17 Aralık 2020 Perşembe

    Pandemi ve ölümün normalleştirilmesi

    Amerika Birleşik Devletleri, ülke tarihinin en yoğun toplu ölüm dönemlerinden birinin ortasında bulunuyor. Sadece bir hafta içinde 16 binden fazla insan —günde ortalama 2.300 insan— koronavirüsten öldü.

    1918 “İspanyol gribi” pandemisi sırasında ise, ABD’de iki yılda yaklaşık 675 bin kişi —günde ortalama binden daha az insan– hayatını kaybetmişti. 1995’te, korkunç AIDS salgınının doruğunda, bir yılda 41 bin kişi –günde yaklaşık 112 insan (bugünkü oranın 20’de 1’i)— öldü.


    İspanya’nın Barselona kentinde bulunan Collserola morgunda, içlerinde gömülmeyi veya yakılmayı bekleyen koronavirüs kurbanlarının bulunduğu tabutlar. (Fotoğraf Kaynağı: AP/Creator: Emilio Morenatti)

    Önümüzdeki birkaç gün içinde, koronavirüsten toplam ölüm sayısı, 300 bini geçecek. Başka bir ifadeyle, tüm ülkedeki her bin kişiden biri koronavirüsten ölmüş olacak. Kalp hastalığını ve kanseri geride bırakan koronavirüs, artık ABD’deki başlıca ölüm sebebidir.
    Bu ölüm seviyesinin her gün, her hafta, her ay meydana geldiği koşullarda verilen resmi yanıt, ortaya çıkan felaketi önemsememek biçimindedir. Ölüm “normalleştirilmiştir.”
    Medyada ölü sayısı her gün bildiriliyor. Hatta zaman zaman, her iki ebeveynin de ölmesi veya bir ailenin yok olması gibi özellikle korkunç olaylar aktarılıyor. Fakat sonra konu bırakılıyor ve haber bülteni bir sonraki maddeye geçiyor. Bu dinmeyen felaketin büyük ve acil bir müdahale gerektirdiğine dair hiçbir kabul söz konusu değil. Kimin, nerede ve hangi koşullarda öldüğünü inceleme girişiminde bulunulmuyor.

    Beyaz Saray’daki faşizan diktatör bozuntusu Trump, ölümler önemsizmiş gibi davranıyor. Daha önce de “hemen hemen hiç kimse” etkilenmedi, demişti. Trump yönetiminin tüm politikası, hastalığın yayılmasını ve ölümleri durduracak koordine bir müdahaleyi engelleme üzerine kurulmuştur.

    Başkan seçilen Joe Biden ise, geçtiğimiz hafta, gelişigüzel bir biçimde, “Ocak ayına kadar 250.000 kişinin daha ölmesi muhtemel,” diyordu. Bu devasa ölü sayısını, acil bir eylem gerektirmeyen kaçınılmaz bir kozmik olaymış gibi sundu. Bu tahminin gerçekleşmesini önlemek için herhangi bir acil müdahale talebi olmadı. Salı günü Biden, okulların açık kalması gerektiği talebine odaklanan koronavirüs politikasını özetledi. Egemen sınıf, okulların açık kalmasını, işçileri işyerinde tutma bakımından olmazsa olmaz olarak görüyor.

    Ölümün normalleştirilmesi, kökleri sınıf çıkarlarına dayanan, “ekonomik sağlık” ile “insan yaşamı”nı kıyaslanabilir olgular olarak ele alma ve ikincisi karşısında ilkine öncelik verme kararından doğmaktadır. Bu kıyaslama ve önceliklendirme, siyaset kurumunun, oligarkların ve medyanın yaptığı gibi kabul edildiğinde, toplu ölümler kaçınılmaz görünür.
    Bu berbat hesaplama yönteminden şu slogan ortaya çıkar: “Çare hastalıktan daha kötü olamaz.”

    Kapitalizm altında, “ekonomi”, işçi sınıfının sömürülmesi demektir. “Çare” —yani hayat kurtarmak için alınacak en temel tedbirler —kâr birikimi sürecini etkilediği ölçüde, kabul edilemezdir. İşçi sınıfından artık değer çıkarılmasını baltalayan veya bu artık değeri acil durum önlemleri ve sosyal hizmetler aracılığıyla kapitalistlerden başka tarafa yönlendiren her şey reddedilmelidir.

    Buradan şu sonuç çıkar: İşçiler ölmelidir. Marx, kapitalizmin “ölçü tanımayan hırsı”ndan, “artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlık”tan söz ettiğinde, bunlar sadece edebi ifadeler değildir; bunlar, dehşet verici toplumsal gerçekliği ifade ederler.

    Egemen sınıfın ABD’de ve dünya genelinde pandemiye verdiği yanıt, pandemiden önceki koşullardan kaynaklanmaktadır. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın göreve gelip, “toplum diye bir şey yok” (Thatcher) diye ilan etmelerinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Thatcher ve Reagan tarafından pazarlanan sağcı liberteryen “serbest piyasa” ideolojisi, Bill Clinton gibi Demokratlar ve Tony Blair gibi İşçi Partililer tarafından benimsenerek siyaset kurumunun bütün parçalarının temeli haline geldi. Onların gerici “serbest piyasa” çareleri, her ülkedeki kapitalist politikaların temelidir.

    Onlarca yıldır, hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, sosyal harcamalarda ve programlarda kesinti yaparak giderek daha büyük meblağları mali piyasalara akıttılar. Bu süreçte, şirketlerin sadece insan haklarına sahip olduğu, şirketlerin —ve mali oligarşinin— çıkarlarının insanlardan üstün olduğu ilan edildi.

    İnsan hayatının yalnızca soyut bir ekonomik öneme sahip olduğu finansallaşmış bir dünyada, artık değer üretmekle meşgul olmayanlar —ve bakım maliyetleri, emek gücünün harcanmasıyla üretilen artık değer kitlesinden çıkarılanlar— “değersizdir.” Kâr-zarar hesapları nerede yapılırsa yapılsın, Malthus’un hayaleti her zaman oradadır.

    Bu temel sınıfsal mantıktan, uygulanan şu politika çıkar: virüs tehdidinin önemsiz gibi gösterilmesi, zenginler için devasa kurtarma paketi, fabrikaları ve okulları geri açma kampanyası. Bu politikanın öngörülebilir sonuçları şu anda gözler önüne seriliyor.

    Egemen seçkinlerin umursamazlığını şiddetlendiren başka faktörler de var. Koronavirüs pandemisi, öncelikle yaşlıları ve işçi sınıfını etkileyen bir hastalıktır. COVID-19; fabrikalarda ve yüz yüze çalışmanın olduğu işyerlerinde hızla yayılıyor, birçok kuşağın aynı haneyi paylaştığı ve genellikle sosyal mesafe olanağının bulunmadığı evlerde yaşayan işçi sınıfını orantısız şekilde etkiliyor.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastalıktan hayatını kaybedenlerin yüzde 80’i, emeklilik yaşı olan 66’dan yaşlıydı. Ülkedeki COVID-19 vakalarının sadece yüzde 5’i bakım evlerinde görüldü ancak bu tesislerdeki ölümler, toplam ölümlerin yüzde 40’ına (100 binden fazla insana) denk düşüyor.

    Fakat virüsün egemen sınıfa ve bizzat Beyaz Saray’a kadar yayılması bile, izlenen politikayı etkilemedi.

    Pandeminin durdurulması ve hayatların kurtarılması, bu felaketi yaratan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktan ayrılamaz. Ölümler önlenebilecek olmasına rağmen yüz binlerce insanın hayatının anlamsızca kurban edilmesi, kapitalist düzenin gerici ve insanlık dışı karakterinin ve yerini sosyalizme bırakması gerektiğinin en büyük kanıtıdır.

    Andre Damon, David North
    10 Aralık 2020
    https://www.wsws.org/tr

    25 Mayıs 2020 Pazartesi

    Umutsuzluğa Kapılmayın

    Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Gazeteci ve Yazar Ahmet Altan, koronavirüs salgınıyla ilgili Washington Post gazetesi için bir makale yazdı.

    Bugünlerde herkes evlerine hapsolmuşken gerçek bir hapishanede bulunmak, okyanusun dibindeki bir akvaryumda bulunmak gibi hissettiriyor.

    Endişeden kendinizi yiyip bitirdiğinizi (gardiyanların bize verdiği eski gazeteleri okuyarak ve izin verilen bazı kanalları izleyerek) görebiliyorum. Ben 70 yaşındayım ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümetine ‘subliminal mesajlarla’ karşı koymak suçlamasıyla, Covid-19 vakalarının hızla yayıldığı bir cezaevindeyim. Okyanusun dibinde oturmak ve ölümün herkesten çok hedefi olmak konusunda daha fazla şey bilen biri olarak, size şunu söylemek isterim: Umutsuzluğa kapılmayın.

    İNSANLIK YENİ BİR ÇAĞA ULAŞACAK
    Tarihin, hayatın kendisini sarsan devasa bir fay hattı boyunca kırılmasına tanıklık etmekteyiz. Bu kırılma bize umut dolu bir gelecek vaat ediyor.

    Herkesin deneyimlemekte olduğu dehşetin farkındayım. Timsahlarla dolu bir nehri geçmek zorunda kalan milyarlarca antilop gibi, hayatta kalmak ve karşı kıyıya ulaşmak için çılgınca mücadele ediyoruz. Fakat felaket birkaç ay içinde son bulacak ve insanlık yeni bir çağa ulaşacak.

    Bu tuhaf gezegenin düzeni bu. Daha iyi koşullara ancak felaketlerle ulaşılabiliyor. Savaşlarda ve pandemilerde yara alarak ilerleme sağlıyoruz.

    21’İNCİ YÜZYIL PANDEMİDEN SONRA BAŞLAYACAK
    Bu felaket bize, uzun zamandır göz ardı ettiğimiz çok sayıda gerçeği gösterdi; bize aynı zamanda varış noktamıza ulaşmamız için yol gösterdi. 21’inci yüzyılın, bu pandemi bittikten sonra başlayacağına inanıyorum. Kısa bir süreliğine geriye gidiyor gibi görünebiliriz ama bu uzun sürmeyecek.

    DEVLET SİSTEMİ SON BULACAK
    Bu pandemi bize, ‘devlet’ adı verilen kurguların beş para etmez olduğunu gösterdi. Devletlerin yapısının miadının dolduğu açık. Posta arabalarını atların çektiği bir dönemden kalmış idari bir sistemin hâlâ var olması doğanın kanunlarına aykırı. Devletler insan ilerlemesini engeller. Pandemi, devletlerin ve yöneticilerinin iktidar hırsı yüzünden yaptıkları hatalar nedeniyle kontrolden çıktı. Çin ilk başta yalan söylemeseydi ve diğer ülkelerin liderleri kayıtsız kalmasaydı, zarar bu kadar büyük bir boyutta olmayacaktı.

    Çok uzak olmayan bir gelecekte, dünya bir şehir devletler federasyonu haline gelecek – başka bir seçeneği olmadığını anlayacak. Devletler, sınırlar ve bayraklar, bu krizde deneyimlediğimiz gibi, ortak felaketler sırasında insanlığın iyiliğinin aleyhine işliyor.

    SEÇİM KAZANMAK VE LİDERLİK FARKLI ŞEYLER
    Bir diğer gerçeği daha gördük: Seçimleri kazanma ve bir topluma liderlik edebilme yetenekleri, tamamen farklı beceriler – birbirleriyle savaş halinde olan beceriler. Seçimler genellikle en fazla yalan söyleyen, epik film müziğini diğerlerinden daha yüksek sesle çalanlar tarafından kazanılıyor. Fakat o aynı kişiler bilgelikle yönetemiyor. Bu fenomenin birçok örneğini gördük.

    İŞ TANIMI DEĞİŞECEK
    Bu felaket aynı zamanda, tarihteki büyük bir değişimin kıyafet provası oldu: İşçiler, üretim zincirindeki geleneksel yerlerinden çıktı. İnternet sayesinde, insanların üretime zihinsel katkısı artarken, fiziksel rolleri önemli ölçüde azaldı. 21’inci yüzyılda, insanlar fiziksel çalışmayla sınırlandırılmayacak. Bu dönemi yaşarken değişimin kaçınılmazlığını kavrıyor, yeni bir ekonomik düzeni keşfediyoruz.

    ÇİN’DEKİ PAZARCIYI KURTARAMAZSANIZ, İNGİLTERE BAŞBAKANINI DA KURTARAMAZSINIZ
    Bazı insanlar harcayabileceklerinden fazla paraya sahipken diğerlerinin bir kuruşunun ve sığınacak bir yerlerinin olmamasının, ‘ortak’ bir felakete yol açabileceğini öğreniyoruz. Eğer Çin’deki bir pazar çalışanının kurtaramazsanız, İngiltere’de başbakanı da kurtaramazsınız.

    BENCİLLİK ÖLDÜRÜR
    Bu durum, büyük bir mutasyona yol açabilir. Eğer kendinizi korumak istiyorsanız, başkalarını da korumanız gerekir. Bencilce davranışlar sizi öldürür. İnsanlar belki de ilk defa böylesine net bir bilinçle, insanlık adı verilen büyük bir akıntının parçası olduklarının farkına vardı.

    YAŞLI FİKİRLERİ DE ÖLDÜRÜYOR
    Bu virüs benim gibi yaşlı adamları değil, aynı zamanda her tür yaşlanmış kavramı, inancı ve fikri de deviriyor. Yeni bir dünyanın ve daha önemlisi yeni bir tür insanın eşiğini acı çekerek geçiyoruz.

    Bu büyük travmanın ortasında, gelecek hakkında iyimserim. Burada sözünü ettiğim şey, ütopya değil. Bir aptalın iyimserliği değil. Söylediklerimin gerçekleşeceğine inanıyorum ve bunu göremeyeceğimi biliyorum. Bu satırları, benim yaşımdaki insanları öldüren bir virüsün şiddetli saldırısını bir cezaevi hücresinde beklerken yazıyorum. Kendim için değil, parçası olduğum insanlık için iyimserim.

    BİR TURPTAN DAHA UMUTSUZ OLMAYALIM
    Kasım ayında bize öğle yemeklerinde turp verilmişti. Hücre arkadaşım o turbu karton bir bardağa koyup, penceredeki demir parmaklıkların yanında bıraktı. Turp çürümeye başladı. Yakın zamandaysa, ondan yeşil bir filiz çıkmaya başladı. Büyüdü ve büyüdü. Filizin ucunda küçük beyaz çiçekler açtı. Her sabah kalkıp o çiçeklere bakıyorum. O büyük klişeye tanıklık ediyorum: Turp ölüyor ve aynı zamanda canlanıyor. Zavallı bir turp, kendi yok oluşundan çiçekler yaratıyor. İyimserliğinden vazgeçmeden, ölürken geleceğe uzanıyor.

    Bunu okuduğunuzda belki hastalanmış olacağım. Fakat bu ne fark ettirir? Eğer bir karton bardakta ölmekte olan bir turp çiçek açabiliyorsa, cezaevindeki yaşlı bir adam da iyimser olabilir.

    Bir turptan daha umutsuz olmayacağız, değil mi?

    Mehmet Altan
    Gazeteci
    www.evrensel.net - Washington Post

    26 Nisan 2020 Pazar

    Pandemiden sonra dünyayı ne bekliyor

    Toplumlar koronavirüs pandemisi nedeniyle değişiyor, yeniliklere ve kısıtlamalara uyum sağlıyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor? Prof. Yuval Noah Harari, DW'nin sorularını yanıtladı. 26.4.2020



    Dünyanın neredeyse tamamını kontrolü altına alan koronavirüs krizi, dünya toplumları açısından bir dönüm noktası olma özelliği taşıyor. Yaşam, çalışma, beslenme ve eğlence biçimlerimiz pandeminin dayattığı koşullar nedeniyle değişiyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor?

    Kurduğu Sapienship organizasyonu aracılığıyla Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) 1 milyon dolarlık bağışta bulunan Prof. Yuval Noah Harari, COVID-19'e ilişkin alacağımız kararların geleceğimizi nasıl etkileyeceğini anlattı.

    DW: Sayın Harari, küresel bir salgının ortasındayız. Dünyanın değişimine dair sizi en çok ne endişelendiriyor?

    Yuval Noah Harari: En büyük tehlikenin virüs olmadığını düşünüyorum. İnsanlık, bu virüsün üstesinden gelmek için yeterli bilimsel altyapıya ve teknolojik araca sahip. Bizim en büyük problemimiz doğamızda yer alan nefret, açgözlülük ve cehalet. Maalesef insanlar bu krize küresel dayanışma ile değil, diğer ülkeleri, dini ve etnik azınlıkları suçlayarak, nefret dili kullanarak karşılık veriyor. Umuyorum ki nefret değil, şefkat ve cömertlik ile yardıma muhtaç insanlara, küresel dayanışma ruhuyla yardım edebiliriz. Bir de komplo teorileri ve gerçekler arasındaki farkı ayırt edebilmeliyiz. Eğer bunu yaparsak, bu krizi kolayca atlatacağımızdan şüphem yok.

    Sizin de ifade ettiğiniz gibi, totaliter gözetleme sistemleri ve bireylerin güçlendirilmesi arasında bir seçim yapmak gerekecek. Eğer dikkatli olmazsak, bu salgın gözetleme mekanizmalarında bir dönüm noktasına yol açabilir. Peki kontrolümüzde olmayan bir duruma karşı nasıl dikkatli olunabilir?

    Yazının tamamı >>

    31 Mart 2020 Salı

    Koronavirus Karşısında Popülistler

    Murat Belge
    Koronavirüs salgını şu sıralar sıkça söylendiği gibi zihnimizde yeni ufuklar açmıyor bence. Ama bir şey de yapıyor. Nedir o yaptığı “şey”? Eskiden beri zihnimizde olup da söylemediğimiz bazı sözlerin “bayat”, “gereksiz” v.b. damgası yemeden yeniden söylenebileceği bir ortam yaratıyor. Ve belki, söylendiği zaman ikna edici sözler olarak kulağa çarpmasına imkan veren bir zemin yaratıyor.
    “Kapitalizm iyi bir sistem değildir” sözünün “yeni” bir söz olduğunu kimse düşünmez. Ama ne zamandır bunu ya da bunu akla getirecek şeyleri söyleyemez durumdaydık. Söylesek, “Daha iyisini söyle” cevabını alıyorduk. Reel-sosyalizmin geride çok az olumlu iz ya da anı bırakarak çökmesinden sonra genel bir “nutku tutulma” psikozuna girmiştik. Doğa gibi tarih de “boşluk” dinlemediği için bu cenahtan çıkmayan sesi öbür cenah çıkarıyordu. Oldukça pervasız bir kapitalizm, gürültülü bir hegemonya kurdu.
    Bugünlerde çıkan bir tartışma da böyle beklenmedik bir genel afet durumunda “özgür” toplumların mı, yoksa “otoriter” toplumların mı tehditle daha başarılı mücadele verdiği konusundaydı. Böyle bir “konu” olmasının nedeni de hastalığın bazı Asya toplumlarında gösterdiği manzaraydı. Virüsün çıktığı yer olduğunu düşündüğümüz Çin kısa süreli bir sendeleme döneminden sonra toparlanmış ve salgını denetim altına almayı —görünüşte— başarmıştı. Ama Asya’da başarı yalnız Çin’in değil, onunla hiçbir yakınlığı olmayan Taivan’da, Hong Kong’da ve Güney Kore’de de elde edilmişti. Bu ülkelerin Çin’le yakınlığı olmasa da “otoriter” olmakta hepsi ortaktı. Bu durumda, başarı “otoriter model”de miydi? İşte özgür, demokratik modele uygun İtalya!.. İşte öteki Avrupa toplumları, İspanya, Fransa v.b...
    Yakın gelecekte A.B.D.’nin bayrağı ele alıp öne geçeceği söyleniyor. Yani bir demokratik toplum daha.
    Demokratik? İyi de, Amerika’nın demokratik tarihinden hiç de hoşnut olmayan Donald Trump karar veriyor Amerika’nın hangi durumda ne yapacağına.  Verdiği kararlar da ortada. Önce bunun bir “Demokrat yalanı” olduğuna karar verdi, sonra “Çin virüsü” diye tutturdu. Ciddi tedbir alınmasını alabildiğine geciktirdi. Bunu neye dayanarak Amerikan demokrasisinin yetersizliği olarak yorumlayabiliriz? Şu olabilir tabii: Trump gibi birinin başkan seçilmesi Amerikan demokrasisinde bir zaafın sonucu olarak değerlendirilebilir.
    Bu makul, incelenmesi gereken bir konu. Ama Trump’ın saçma sapan davranışlarını Amerikan demokrasisiyle özdeşlemek doğru değil. Epey “dolaylı” denecek bir ilişki var iki konunun arasında.
    Ayrıca Trump dünyada yalnız da değil. Yani, “demokratik dünya” yalnız virüse karşı değil, popülizme karşı da “geçirimli”. Şu anda “otoriteryanizm”e karşı başarısız çıkan da  demokrasiden çok bu popülizm. Örneğin Boris Johnson’ın Britanya’sı da ilginç evrelerden geçti. “Sürü bağışıklığı” diye hümanizminden geçilmeyen bir kavram ve bir stratejiyle yola çıktı Johnson. Buna mı “özgür toplum” ideolojisi diyeceğiz?  Zaten tarihin şu döneminde (ya da “dönemecinde) kapitalist (Batılı) toplumlarda “demokrasi” nedir, neyi belirler?
    Toplum, yukarıda sözü geçen Asya toplumlarında olduğu gibi bireyi ezen bir varlık olmamalı. Sözgelişi Çin gibi bir ülke, böyle bir olayda kendini geri kalan dünyanın parmak salladığı ülke konumunda bulunca, sadece Çin’in itibarının korunmasını düşünüyor. Bunun için şu kadar bin kişinin adam yerine konmaması umurunda değil. Nasıl olsa nüfus bol.  Bunları rahatlıkla gözden çıkarabiliriz. O tip toplumlarda mantık böyle çalışıyor. 
    Buna karşılık Batı toplumlarında bireyin dokunulmazlığının geçerli olduğunu varsayıyoruz.  Ama bu her zaman çok tartışmalı bir ilke olmuş. Henry Ford adında bir bireyin sahip olduğu servete sahip olmasının tartışılamayacağını söylüyorsak, bu servet birikimi “öbür bireyler”i nasıl etkileyecek, bunu tartışmaktan da vazgeçmemizi gerektiriyor.
    Ayrıca, “bireyin özgürlüğü” bir “total sorumsuzluk” anlamına gelmez. “Birey” diyoruz, “toplum” diyoruz.  Bunların biri olmazsa öbürü de olmaz. Birini öbürüne egemen kılmak da akıl kârı değil. Sorun, makul dengeyi bulmakta. Onun için koronavirüs bağlamında “otoriter rejim” mi daha başarılı, “demokratik toplum” mu tartışması daha baştan yanlış bir tartışma oluyor.
    Ne yazık ki dünya nüfusunun çoğu ne yapmanın doğru olduğunu, olacağını, aklın gösterdiği yoldan değil de, koronavirüsün verdiği dersten öğrenmeyi tercih etti—hâlâ da ediyor.