Translate

Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2023 Çarşamba

Burası Agora Meyhanesi

1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

Sonraları kaderine terkedilir.
AGORA MEYHANESİ
Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir boşalan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle
Delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

(Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

3 Eylül 2023 Pazar

Cemal Süreya

Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

Yazın Yaşamı

Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)

Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)

Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)

Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

--

Antoloji.com

20 Ağustos 2023 Pazar

Direncin şairi Gülten Akın

Fransız aktivist-yazar Stephane Hessel “Öfkelenin” eserinde “Yaratmak, direnmektir” der. Gülten Akın da Zeynep Oral’ın deyimiyle yaratarak direncin şiirdeki adı olur. Gülten Akın “Acı varsa onu duymak başka, acıya yenik düşmek başka. Acıya yenik değiliz ne ben ne de şiirim” şeklinde tanımlar edebiyatını ve mücadelesini.

"ÇEVREMDE OZANLARA SAYGI DUYULURDU"

Edebiyat sevgisini 10-11 yaşlarında heybesine doldurmaya başlayan Gülten Akın; Dostoyevski, Tolstoy, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi yazarlarla tanışır önce. O günleri şöyle anlatır: “Çevremde ozanlara saygı duyulurdu… Dayım ve amcam şiir yazardı. Dayılarımın tavan arasındaki bavullarında kitaplar buldum: şiir kitapları, öyküler, romanlar, antolojiler… Dostoyevski, Tolstoy, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali’yi erken tanıdım. Doyumsuz bir gömü… Uzun süre elime ne geçerse okudum…”

"KESTİM KARA SAÇLARIMI N'OLACAK ŞİMDİ"

Üç kız kardeşi olan bir ablaydı Gülten Akın… Babasının erkek çocuğu olmamasından kaynaklı yaşadığı düş kırıklığına tanık olur. Bu durum o yıllarda kadın duyarlılığı edinmesini sağlar. Bu duyarlılığı yıllar sonra “Kestim Kara Saçlarımı” şiiriyle bir manifestoya dönüştürür. Gülten Akın, şiirin bir başkaldırı olduğu söylemini bu şiiriyle açığa çıkarır. “Kara saç” köleleştirilmiş kadınların simgesiydi: “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön/ Yasaktı yasaydı töreydi dön/ İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi/ Bu nasıl yaşamaydı dön … /Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi/ Bir şeycik olmadı- Deneyin lütfen- / Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım/ Günaydın kaysıyı sallayan yele/ Kurtulan dirilen kişiye günaydın…”

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

İkinci Dünya Savaşı sırasında daha 10 yaşındayken yoksulluğu derinden yaşar şair. Sonraki sürgün yıllarında Anadolu’nun yoksulluğu katılır onun çocukluğundan kalma yoksulluğuna. Anadolu insanının çaresizliği artık şiirlerindedir. Çocukların hastalıktan, yokluktan ölmelerine çaresiz kalan anneler onun mısralarındadır: “En küçüğü Telli bebek yed’aylık/ Vurgun yemiş serilmiş bir köşeye/ Bir ölse, diyor anası, bir ölse/ Hangi bir ülkenin/ Hangi bir yerinde/ Hangi bir ana/ Bebeğini ölsüne tutuyorsa/ Batmıştır o ülke/ Ölüm girmiştir temeline...”

İKİNCİ YENİ VE GÜLTEN AKIN

Erkeğin kalem, kadının kâğıt olduğu anlayışın hâkim olduğu 1950’lerde Gülten Akın, eril şiire ve şairlere karşı kendine bir yol açar. İkinci Yeni şairlerinden etkilense de farklı imgelerle yalnızlığın, ölümün, ayrılığın izleriyle donatır ilk şiirlerini. Memet Fuat, Gülten Akın’ın bu dönemi için “Bireysel şiirlerinde dahi insanı ilgilendiren ortak kaygılardan söz eder.” der. Asım Bezirci de İkinci Yeni kitabında bunu destekler nitelikte “Gülten Akın İkinci Yeni'nin biçimsel açılımlarını toplumcu bir anlayışla birleştirmeye girişir” ifadelerini kullanır.

"SÜRGÜN YİNE GELDİ DAYANDI"

Mülkiyede hukuk okurken tanışır eşiyle, üniversiteyi bitirdikten sonra hemen evlenirler. Kaymakam olan eşiyle 1958-1972 yılları arasında Anadolu’yu arşınlar, çoğu zaman bu arşınlama devlet zoruyla gerçekleşir yani diyeceğim o ki sürgüne yollanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim…”

Kimi zaman Şavşat’tan seslenir şiirlerinde kimi zaman Gevaş’tan kimi zaman da Alucra’dan. Doğu’dan Karadeniz’e yankılanır mısraları oradan da iç Anadolu’ya dolaşır bir çırpıda. O günleri şöyle anlatır: “Anladım ki çevremdeki kişilerin yaşamı daha da ilginçti. Şiirimin kapılarını ardına dek onlara açtım. Artık şiirim, çevrem dediğim birlikte yaşadığım halk oluverdi.”

Alucra’da okuma bilmeyen kadınlar için kurs açar, ortaokul öğrencileri için oyun sahneye koyar. Her şey yolundadır fakat bir gece evleri bombalanır. Yaşananları Gülten Akın’dan dinleyelim: “Bir akşam evimize bomba atıldı, lojman hasar gördü, bize bir şey olmadı. ‘sen çalışkan, dürüst bir kaymakamsın, senin gibileri çok gördük’ diye başlayan tehdit mektupları aldık. Günlerce yastığımızın altında tabancayla yattık.” Sonrası malum sürgün. Ne zaman halk yararına bir şeylere yapmaya kalkışsa toprak ağaları, zengin eşraf tarafından bürokrasiye kurban edilir ve sürgün başlar. Ne de olsa bu kurulu düzenin amacı küçük bir azınlığı mutlu etmekti.

KOCAMAN BİR CEZAEVİNDE

Sonra Ankara’ya gelirler… Yıl 1972’dir. Anadolu geçen günleri için “Yoğun zulümler, işkenceler gündeme geldi. Tutuklamalar cezaevleri 8 yıllık bir pay aldı ailemiz ondan” ifadelerini kullanır. “İlahiler”, “Ağıtlar ve Türküler” ve “42 Gün Şiirleri” o günün acılarının şiirleridir. 12 Eylül sonrası oğlu tutuklanır ve müebbet hapse mahkûm edilir. İşkenceler ve açlık grevleriyle cezaevi kapısını arşınlar Gülten Akın: “Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca” Ana yüreği, oğlunun haksız bir şekilde ömür boyu hapisle yargılanmasına dayanamıyordu: “Büyü de baban sana / Büyü de / Acılar alacak / Büyü de baban sana / Baskılar, işkenceler alacak /Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak…”

KAVGA VE ZULMÜN DESTANLARI

Kurtuluş Savaşını da şiirlerine konu edinir Osmanlıdaki Celali İsyanlarını da. Gülten Akın, Maraş’ın Ökkeş Destanı için “umarsız bir halkın kendi küllerinden yeniden doğuşu” diye tanımlar. Celaliler Destanı için de “Koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bu dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanının destanı olsun diye yazıldı” ifadelerini kullanır. Destanlar, ağıtlar, türküler, ilahiler…  Halk edebiyatının bu türlerini yenilikçi bir anlayışla kalem alır Gülten Akın. Yunus’tan Pir Sultan’a, Veysel’den Ahmedî Hani’ye herkes yaşar onun şiirlerinde. Dili halkın dili, mısraları halkın mısraları olur.

"BEDRETTİN YAŞAMAKTA"

Sevdanın, yalnızlığın, ölümün, kadının, yoksulun şairidir Gülten Akın, direncin şairidir. Bir şiirinde “Ağıtla başlarız yaşamaya.” der.” Acıları en iyi o tanır ama bilir ki “Halk birikir cellat olur/ zulüm bir başına kalır/ İp çürür, kurşun çözülür/ Bedrettin yaşamakta…” ‘İnsan sorumluluktur’ savaşa, işkenceye, ölümlere karşı. Bu sorumluluğu, sorun olarak görenleri de görmezlikten gelenleri de unutmaz şiirlerinde. Bir sonbahar günü aramızdan ayrılır Gülten Akın… Haydar Ergülen’in deyimiyle “Şairler Annesi Gülten Akın”… Son kitabı “Beni Sorarsan” girişinde yer alan “Ağır, çok ağır bir dünya”dan direnciyle, umuduyla, sevdasıyla bize veda eder.

Dipnot: Toplu Şiirler I Kırmızı Karanfil YKY 14.Baskı 2023, Toplu Şiirler II Ağıtlar ve Türküler YKY 7.Baskı 2023, Toplu Şiirler III Uzak Bir Kıyıda YKY 8.Baskı 2023, Celaliler Destanı YKY 2. Baskı YKY 2007

Tarık Özyıldırım / Evrensel

7 Şubat 2021 Pazar

Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian

  • Kalplerimiz pencerede

    Sevdiğin zaman ölmezsin Quando si ama non si muore
    Çılgınca şarkı söyle Canta a perdifiato
    şarkı söyle Canta

    LyricFind

  • 18 Ekim 2020 Pazar

    "Brecht" İnatçı Yazı


    Bertold Brecht

    Dünya Savaşı yıllarında İtalya'da
    Kaçak askerler sarhoşlar ve hırsızlarla dolu
    San Carlo hapishanesinde
    Sosyalist bir asker kopya kalemiyle iki sözcük yazdı:
    Yaşasın Lenin
    Ta tepede, yarı karanlık hücrede, incecik soluk çizgilerle,
    Ama devasa harflerle.

    Gardiyanlar görünce, bir boyacı yolladılar bir kova kireçle.
    Bu tehditkâr çizgilerin üstünü uzun fırçasıyla örttü boyacı.
    Ama çizgiler boyunca gidip gelen fırçanın altından
    Kireçle yazılmış dev bir yazı çıktı:
    Yaşasın Lenin

    İkinci bir boyacı geldi, tüm duvarı baştan başa boyadı
    Geniş bir fırçayla. Kayboldu böylece yazı
    Birkaç saat boyunca.
    Ama kuruyunca kireç, yazı tekrar belirdi altından:
    Yaşasın Lenin

    Gardiyanlar bir duvarcı ustası yolladılar, elinde bir keskiyle
    Saatler boyunca kazıdı harfleri teker teker.
    İşi bitince duvarın tepesinde artık renksiz,
    Ama duvara derin derin oyulmuş duruyordu inatçı yazı:
    Yaşasın Lenin

    Haydi, artık duvarı yıkın, dedi asker.


    Bertold Brecht


    22 Aralık 2019 Pazar

    küçük İskender ve Şiiri Hakkında Kısa Bir Değini

    22 Aralık 2019

    Hasan Bülent Kahraman 1980’lerde yazılan şiiri tartışırken küçük İskender’e geniş bir parantez açar ve şiirini toplumcu şiirde yeni bir evre olarak nitelendirdiği gibi son dönem “Türk şiirinin yeni bir anlayış ve ifade olanağı geliştirdiğini” savunur ve bu şiir “yeraltı şiiri’dir (Türk Şiiri, Modernizm, Şiir, Büke, 2000, s. 319). Aynı dönemde Ece Ayhan, Can Yücel gibi öncüllerden başlayarak dil “sivilleşmiş” ve sokağa taşınmıştır, çıkmıştır.

    Bunun ileri ve en uç noktasını küçük İskender ve şiirinde buluruz (a.g.e.). küçük İskender ve şiiriyle kurulmaya çalışılan ilişkilere ve bir dönem gözle görülür hale gelmiş etki ve etkilenmelere rağmen bu şiirin tekliğini koruduğunu ve şairin kendi şiirselini oluşturduğunu yazabiliriz. Bu noktada küçük İskender ve şiirinin etkilerini tartışmak için biraz daha beklemek daha doğru bir davranış biçimi olabilir. En azından bu yazının konusunun bu olmadığını baştan belirtebiliriz.

    küçük İskender’in şiirin temel özelliği bireylik temelli bir şiir/şiirsel olmasıdır. İskender’in bireyliği ve bu bireyliğin büyük ölçüde tahakküm ve egemenlik ilişkilerinin dışında sokakta ya da yeraltında gerçekleşiyor olması kendine yeraltı edebiyatından ve bunun hem şiirdeki hem de romandaki karşılığından bir tarih bulurken bunu yazmakla kalmaz, tam bir serserilikle yalnız ve birlikte yaşamayı benimser ve savunur. Şiirin/yazının içerdiği ve belirtmeye/bildirmeye çalıştığı da bu yaşadığı serseri hayattır.

    Bu hem kültürel hem de hayati görece bir özgürleşme kadar anti-otoriter düşünce ve bu temelde yaşama biçimlerinin yaşamaya ve yaşadığını yazmaya yönelik önemli bir sonucudur. Böylelikle Ece Ayhan’ın estetizmi ile Can Yücel’in edepsizliğini geçecek biçimde bir hayat ve beden tartışması küçük İskender’in şiiri konusu olmakla kalmaz, insan cinslerinin aynı dönemde kendi ifade etme ve gerçekleştirme mücadelesinin de etkisiyle kendini hem toplumsallaştırır hem de politikleştirir.

    Baştan kendini aşırılığa açmış, Julia Kristeva’nın demesiyle çok-biçimli bir cinsellik ve bunu yaşama arzusunun belirginleştirdiği insan onun büyük ölçüde erotik olan bedeni özellikle genç kesimler için bir önceleme nedeni olurken İskender’in hem biz’le yaşadığı hayata hem de şiirine “çocuklar” olarak her anlamda çoktan dahil olmuşlardır.

    Günümüz karşısında insan bedeninin teknolojikleşmesi ve insan davranışlarının cinsel dahil teknikleşmesi karşısında cinsel olanın erotizminden dolayı hem yaşamaya hem de duymaya, yani hissetmeye yönelik hâlâ bir imkân olduğu söylenebilir. Bu noktada geçmişteki örneklerden farklı olarak küçük İskender’in biz’le yaşadığı çoğunlukla cinsel olanı öncelemiş ama bunu da özgürlük olarak anlamış, öyle yaşanmış ve ifade/şiir edilmiş hayat(lar)ı yaşama arzusunu kışkırtacağı belli olsa da yine de İskender’den dolayı bu şiirde de karşılık bulmuştur. Buysa İskender merkezli entelektüel ama bir o kadar da erotik bulabileceğimiz karşı hayattır ve öyle yaşanmıştır.

    Bu yaşanan hayattan dolayı küçük İskender’in bireyliğini yaşadığı biz, yani etraf toplumsal ve politik bir özellik de kazanır. Buradan marjinal bulunabilecek yanlarına ve özelliklerine rağmen ilgi duymayı ve merak etmeyi çoktan geçmiş tek tek bireylerin hayatını etkileyen bir yaşama pratiği çıktığı gibi, bu sokakta ötekinin aynı olana karşı mücadelesiyle yakınlıklar içinde olan bir direnişin de nedeni olmuştur. Ne var ki bu bir zaman sonra epey bir kesim için daha çok bedeninin arzuladığını gizlilikle değil de alenen yapma ve yaşama gibi bir noktaya gelinmesinden dolayı yazılan şiirin ve verilen mücadelenin etkisinin azalmasına neden olmuşsa da bu küçük İskender’de aynı şeye yol açmamış, o başta oluşturduğunu yazmayı ve çoğaltmayı, ikisinden de önemlisi yaşamayı sürdürmüştür.

    Dünya karşısında böylesi mücadelelerin otoriterleşmeye de bağlı olarak kendini tekrar ederek karşılık biçimi olarak çoğaltması her zaman mümkündür. Sözünü ettiğimiz çoğaltma ya da tekrar etme çoğunlukla sorun olarak görünmeye ve öyle kabul etmeye sonuna kadar açıksa da hem otoritenin hem de insanın erkek, daha çok insanoğlu olduğu ve her ikisinin erilliğinin dünyayı belirlediği ve insanlığı büyük ölçüde buna razı ettiği bir düzlemde her iki durumu anlayabilir ve kabullenebiliriz. Çünkü hayat ve ifade etmek istediğimiz karşısında kimi zaman estetizmi geride tutabilir ve reddedebilir, çoğaltma ve tekrar etmeyi bile isteye sürdürebiliriz. Hatta popülerlik ve magazinel olanın etkisi ve baskısı karşısında da başka zaafa da düşebiliriz.

    Kuşkusuz küçük İskender’in yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsallığı bildik toplumsallıktan, özellikle bugünle kurduğu ilişkiden dolayı büyük ölçüde ayrılır. Bugünde yaşama isteği toplumsal olanın gelecek projeleri ile baştan beri kurduğu ilişkiyi geçersizleştirmeden bugün tartışmasına yönelmekle kalmaz, arzu ettiğini birlikte ve yalnız yaşamayı talep eder, bunu savunur. Buysa toplumsallığı ve içerdiğini şimdi ve bugün tartışmasına yöneltirken yaşamayı da fazlasıyla kışkırtır. Bu kesinlikle ve tartışmasız bir şimdi ve bugün yaşama/yaşatma arzusudur/talebidir.

    Bu şimdi talebi ister istemez cinsel aşk başta olmak üzere bütün aşk ve cinsellik biçimleri yaşama ve arzusu kadar doğrudan önce bugüne ve sonra geleceğe yönelen, aynı zamanda geçmişi benzer bir bakış açısıyla sorgulayan bir şiirin ve yazının imkânı olurken, şiir ve yazı yaşama arzusunun içerdiği her bir şeyi hem deneyimleme hem de ifade etme alanı haline gelir.

    Bu oluşturulana ve önceden belirlenene bakarak sokakta ya da herhangi bir mekânda yaşanan her bir şeyi serseriliğin alanı içinde tutmayı da sağlar. Dediğimiz sokağın asiliği ile son derece de uyumlu bir durum ve yaşama olduğu kadar mekân olarak sokakta ya da zemin kat bir apartman dairesinde geçen kırk sekiz saati şiir ve yazı üstünden bir daha değerli hale getirir. Bu da dünya karşısında anti-otoriter sol özellikleri bünyesinde bulunduran ve hatta öne çıkaran bireysel bir yaşama kadar toplumsallık önerisidir. Dünya bunun üstünden yorumlanırken yaşama kendini bugünde mutlu etme kadar aynı dünyayı tartışmaya ve reddetmeye ve yeni bir dünya talebine kadar gider.

    Bu tabii, özellikle küçük İskender’e ve hayatına bakarak belirtirsek, insan cinsleri arasında geçen/yaşanan ama entelektüel olanı baştan kendine dahil eden ve hemen onun yanına gençliği koyan bir aşk ve beden tartışmasıdır. İnsan cinsleri ve orada erkekler arasında geçen aşk ilişkisi ve birlikte yaşama gençlikle ve onun bedeniyle ilgisinden ve her seferinde bir daha keşfetme arzusundan, yani erotizminden dolayı bedeni, onun devinimlerini, atık ve akıntılarını erotizmle pornografi arasında gidip gelen ve bedeni bu temelde ihlal eden bir çizginin üstünde gider gelir, sorun eder ve tartışır. Bu noktada Georges Bataille’ın erkek bedeninin daha estetik ve biçimli, tabii daha kışkırtıcı olduğu saptamasını unutmamak gerekir. Aynı şekilde insan cinslerinin geçmiş ve bugündeki hayatı ve onun oluşturduğu düşünsel ve yazınsal birikim de burada bunu çoğaltan başka bir unsurdur.

    Tekrar başa dönersek sokakta yaşamak ya da serseri olmak öğrenilen/öğretilen çoğu şeyden kurtulma ya da hepsini baştan reddetme anlamına geldiği için son derece özgün bulabileceğimiz ve pek deneyimlenmemiş bir özgürlüktür. Burada özgünlüğü oluşturansa her şeyin bugünde yaşama temelli olması ve yaşamaya yönelmesi, yaşamanın dışındaki olguların reddedilmesi ya da geçersizleştirilmesidir. Buysa bir çatışma nedeni olduğu kadar tekrarla söz konusu yaşamayı hem toplumsallaştıran hem de politikleştiren bir durumdur.

    Böylelikle Karl Marx’ın söz konusu ettiği “avare kütle” ve onun serseriler başta olmak üzere bireyleri şiirin ya da yazının konusu olduğu gibi bir uçtan toplumsallık daha geniş kesimleri/sınıfları kendine dahil eden bir durum ve olgu haline gelmekle kalmaz, onlara dönük ilgi entelektüel bir düzey ve özellik de kazanır. Buysa dünyaya dönük daha kapsayıcı bir ele almanın bizdeki başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

    Şairin yaşadığı ve şiirine yansıyan, içinde yoğun bir entelektüel birikim barındıran (ki bu yazdığı şiiri kültürel de yapar) serseri şair hayatı olmasından dolayı küçük İskender’in 1964 yılında açtığı parantez 3 Temmuz 2019’da “yaşadım” diye kapatılmıştır/kapanmıştır.[1]


    [1] Bu noktada hazırladığım Küçük İskender Kitabı (İkaros, 2019) bu canlılar arasında geçen/yaşanan serseri hayatın şiir eksenli ama kendini farklı bağlam ve düzeylere açmış tartışmalara iyi bir başlangıç ve edilginliği reddeden bir okurluk çağrısı olabilir.


    19 Temmuz 2019 Cuma

    Günler Perişan


    Arkadaş Zekâi Özger







    yırtarak geçiyor kalbimizden
    hayatı da törpüleyen zaman
    şuramızda birşey var
    acıya benzer
    umuda benzer
    böyle günlerde hayat
    hem acıya, hem acıya benzer
    gün ölümle başlatıyor hayatı
    her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
    her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
    sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
    yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
    beynim sabırla keskin
    iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
    bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
    gelirse de bilinir nerden ve nasıl
    böyle ölümün yücedir adı
    ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
    çünki ölümün kanıdır besleyen
    bir başka baharın tohumlarını
    şuramızda birşey var
    bizi onduran şey
    acıya saran
    umudu kuşatan
    kalbim: kalbim mi desem
    var kalbim: yaşayan ben
    hayatla ölümle cinayetle
    gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
    eski prof hocalarla
    yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
    ah benim sevgili annem
    oğlunda elbet yurtseverden
    birgün bırakırda sizi yüzüstü
    yüzüstü değil: elbette bizüstü
    bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
    bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
    giriverir senin sıcacık kucağına
    yani hem sana karşı, hem senin için
    giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
    ölüm mü dedim annem
    ölüm senin gibi güzel annelerin
    senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
    o tarih atlasında
    bir kırmızı gül olur ancak
    koksun diye çocukların bahçesi
    şuramızda, tam şuramızda
    kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
    işte bir bir kırıyorlar dalıylan
    yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
    çünki biliyorlar vakit dar
    oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
    hayatı pekiştiren kökümüz var
    dünyayı emeğe kazandırmak için
    hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
    kanağacına sözümüz mü var
    biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
    birgün döneriz elbet
    acısız, adsız
    ölümsuyu sürünün
    sürünün ölümsuyu
    bir ölü bir dirinin kanıdır
    besler hayatsuyu
    şuramızda, tam şuramızda
    tarihe nasıl anlatsam
    ey anneleri korkutan
    bizi yaşatan kan

    günler perişan


    Arkadaş Z Özger


    12 Temmuz 2019 Cuma

    Pablo Neruda hakkında bir kaç detay...

    Şili’de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Pablo Neruda kendini şöyle anlatıyor; “Adımı 14 yaşımdayken, daha Santiago’ya gitmeden değiştirdim. Babam yüzünden. Mükemmel bir insandı, gelgelelim, genellikle şairlere, özellikle bana karşı idi. Hatta işi kitaplarımı ve not defterlerimi yakmaya kadar götürdü. Onun görüşüne göre, mühendis, doktor, mimar olmalıydım, çünkü diyordu, insanların bu gibi kimselere ihtiyacı var. Oğullarının toplum içinde sivrilmesini görmek isteyen, orta sınıfın köylülükten gelme bütün insanları gibiydi. Yine babamın görüşüne göre, toplumda yükselmeyi başarmanın tek yolu üniversiteydi, serbest mesleklerdi.

    Vaktiyle, aynı zamanda bir gazete yazarı olan büyük bir çek şairi vardı: Erwin kisch. Bu zat, bu soruyu sorarak yıllarca iflahımı kesti. Madrid’de, Mexico’da, Prag’da hep karşıma çıktı. ve Prag’ta bana şöyle dedi: “Bana şu hikayenin sonunu söyle. Bak şimdi artık ihtiyarladım. Nice zamandır seni pek sıktım.” Gerçek şu ki, bu hikayede gerçek diye bir şey yok. Babamın gerçeği fark etmesinden en çok korktuğum günlerde -çünkü böyle bir şey felaket olurdu- bir dergiyi karıştırdım ve orada Jan Neruda imzalı bir hikaye gördüm. Tam o sıralarda bir şiirimle bir yarışmaya katılmak durumundaydım. o zaman Neruda soyadını seçtim ve ad olarak da Pablo adını aldım. Bu adın bir kaç ay sonra geçip gideceğini sanıyordum…”
    1. Asıl adı nedir?
    Neftalí Ricardo Reyes Baoalto. Şiir yazmaya on yaşında başladı. Babası iyi niyetliydi ama bundan rahatsızdı; ona göre yazmak işe yaramaz bir eylemdi. 1920’de Pablo Neruda adını kullanmaya başladı, böylelikle hayatının ilk savunma tedbirini aldığını söyler. Bu adı 1946’da resmiyete döktü.
    2. Niçin Pablo Neruda?
    Çek yazar Jan Neruda’nın (1834–1891) Povídky malostranské (Küçük Mahallenin Dedikoduları) adlı öykü kitabından etkilenmişti. Kitap, okuru Prag’ın sokaklarına, dükkânlarına, kiliselerine, lokantalarına, evlerine götürüyordu. Kendisini onlardan biri gibi hissetti, Çeklerle bağ kurdu. Böylece Pablo Neruda adını aldı.
    3. Şairler ve siyaset için ne demişti?
    “Yönetici şairler dönemiydi yaşadığımız çağ” diyordu. Leopold Senghor, Senegal devlet başkanıydı. Aimé Césaire, sürrealist bir şair ve Martinique’de Fort-de-France Belediye Başkanı’ydı. Latin Amerika’da Rómulo Gallegos Venezüella Devlet Başkanı’ydı. Ülkesindeki şairlerde devlet başkanı olmamasına karşın siyasetle ilgiliydi. Hayatı boyunca faşizme karşı durdu. 1945’te senatör seçildi, Şili Komünist Partisi’ne katıldı.
    4. Nobel Ödülü hakkında ne demişti?
    “Nobel kime verilirse verilsin onurlu bir edebiyat ödülüdür. Eğer biraz önemi varsa, yazara bir parça saygı bahşettiği içindir. Önemi budur,” demişti. 1971 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü.
    5. El yazısı mı, daktilo mu?
    Bir kazada parmağı kırıldı. Birkaç ay boyunca daktilo kullanamadığında el yazısıyla yazdığı şiirlerin daha duygusal olduğunu fark etti. Daktilonun en derine erişmesini ve samimiyetini engellediğine karar verdi.
    6. Yazma ritüeli neydi?
    Planlama yapmaz. Genellikle sabahları çalışır. Gün boyu fırtınalarla gelerek şairi memnun, yorgun, dingin ya da bomboş bırakan düşünceler, ifadelerle doludur. Masasında oturup kendisini hayatında, evinde, politika ya da doğada olup bitenlere bırakır. Ancak içten gelerek yazdığında nerede, kimlerle ya da ne kadar kalabalık önemli değildir. Sadece yazar.
    7. Yangından kurtaracağı yazısı neydi?
    “Hiçbiri. Neden gereksin ki. Bir kızı ya da iyi bir dedektif öyküleri koleksiyonunu kurtarırdım belki. Kendi şiirlerimden daha çok eğlendiriyor beni.”
    8. Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı hakkında ne dedi?
    Henüz hayattayken bir milyonuncu kopyanın basıldığı bu kitabının önsözünde, aşk acısı, gönül yarasıyla dolu bu kitabın neden bu kadar okunduğunu anlayamadığını yazmıştı. “Herhalde, gençlikle gelen gizemleri temsil ediyor, belki cevap veriyor, çekiciliği azalmayan değerli bir kitap,” diyordu.


    Birgün



    14 Temmuz 2018 Cumartesi

    Kediye Türkü

    Pablo Neruda-
    Hayvanlarda ters giden
    bir şey vardı:
    Kuyrukları fazla uzun
    ve bir talihsizlikti kafaları.
    Sonra toplanmaya başladılar
    yavaş yavaş
    parçaları uydurarak birbirine,
    hoş bir görünüm yaratmak için,
    doğum lekeleri, zerafet, heybet.

    Ama kedi,
    yalnızca kedi oldu tamamlanabilen,
    gururluydu:
    Doğuştan her şeyi yerli yerindedir ne olsa,
    kendinden hoşnut
    ve tam olarak emindir ne istediğinden.

    İnsan balık ya da kuş olmak ister,
    kanatlarımız olsa der yılanlar,
    köpekler müstakbel aslan,
    mühendisler ozan olmaya can atar,
    sinekler kırlangıçlara özenir,
    inatla sinekler gibi davranır ozanlar.

    Ama kedi
    kedi olmaktan başka bir şey istemez,
    her kedi katıksız kedidir,
    bıyıklarından kuyruğuna kadar,
    altıncı duyudan kıvranan saçına kadar,
    gece vaktinden, altın gözlerine kadar.

    Pablo Neruda


    Çeviren : Nazmi Ağıl