Translate

Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ağustos 2025 Cuma

Turgut Uyar, şiir ve sınıf mücadelesi

Bre ağalar bre beyler paşalar
Yağız atlar kıraç kıraç yeri eşeler
Vuruşmaya gel gel eder köşeler
durmak değil dövüşmek çağlarıdır

“İkinci Yeni" anlatılmayan şiirden yanadır… Düşünceyi silmek, anlamı elinden geldiğince yok etmek ister… İkinci Yeni’nin anlamdan anladığı bir anlamsızlık anlamıdır. Bunu bilinçli bilinçsizlik diye de tanımlayabiliriz… İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır… Düzyazının ilkeleri olan bitim, anlam, demeç, düşün gibi ilkelere karşıdır”. Bunlar 1960 yılı ortalarında İlhan Berk’in sözleri. “İkinci Yeni bir şey anlatmaz, bir şey söylemez… Çünkü bu şiirin amacı bir şey söylemek değil, şiirin kendisini kurmaktır… Bu şiir, bir şey söylerse, söylediği rastlansaldır. Yani ozan bir düşünceyi, bir duyguyu, bir olayı anlatmak için mısra kurmaya gitmez, kelimeleri alır, onlardan mısrasını kurar.” Bu sözler de Muzaffer Erdost’a ait, 1956’da söylemiş.

O sıralarda Muzaffer Erdost İkinci Yeni’nin önde gelen kuramsal taraftarlarından, İlhan Berk ise en sivri, en acımasız uygulayıcılarından. O günden bu yana Berk’in yazdığı şiirleri, yukarda ifade ettiği görüşlerin ışığında okuyunca, şaşırtıcı bir şey yok; hep aynı ilkeler doğrultusunda yazmış. Yine o günlerde “Anlam rastlansallığa indirgenebilir” diyen Ece Ayhan için de aynı şey geçerli.

Ancak, İkinci Yeni’nin önde gelen şairleri arasında sayılan Turgut Uyar’ın şiirinin gelişimi daha ilginç, ilk bakışta belki biraz da şaşırtıcı.

Turgut Uyar ilk olarak 1949 yılında ödül kazanan “Arz-ı Hal” adlı şiiriyle ilgi çeker. Jüri üyesi Nurullah Ataç’ın özellikle övdüğü şiir Uyar’ın aynı yıl yayımlanan ilk kitabına da adını verir. “Anlamı elinden geldiğince yok etmek” şöyle dursun, tümüyle naratif olan şiir Tanrı’ya hitaben yazılmış, insanlığın halini anlatan bir arz-ı haldir (“Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni. / İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini. / Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun? / Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!…”). Dahası, vezinli ve kafiyelidir şiir : Hece vezniyle yazılmıştır ve beş kıt’anın hepsinde a, b, c, c, b, a kafiye düzeni vardır.

Arkasından 1952 yılında Türkiyem gelir. Bu kitap da birincisinin özeliklerini sürdürür. Pek suya sabuna dokunmayan, memleket sevgisi, aşk ve avarelik şiirlerinden oluşur. Önemli ölçüde Orhan Veli etkisi (“Sevdalı olmalı, hovarda olmalıyım / Sebatsız kuşlara benzer. / Bir Kayseri’de, İstanbul’da / Bir yıldızlarda olmalıyım”. Veya “Ben sana kürk alamam doğrusu / Güzel bileklerine bilezik alamam. / Bir kap yemek, bir elbise. / Öyle bir tad var ki fakirliğimizde / Başka hiçbir şeyde bulamam”…), biraz da Cahit Külebi etkisi sezilir (“Şimdi katar katar trenler Anadolu’da / Bahardan bahara dolaşmaktadır. / Biri Sivas’tan kalkar, biri Malatya’ya varır. / Gurbetçiler Ardahan’dan Posof’tan / Yayan yapıldak dağları aşmaktadır.” veya “Tezek kokuları gelir uzak köylerden / Bulutlar bir geçer, bir geçmez / Kantar köprü vefakar ve çileli / Sürmelim aman, / Dağlar başında eyleşir”…).

Türkiyem‘deki şiirlerin her biri özenli bir bütünlük oluşturur, bir şey söyler, bir şey anlatır. Kitabın önsözünde Nurullah Ataç’ın dediği gibi, “şiir bir akıl işidir de onun için. Şair öyle kendini duygularına bırakamaz, düşünerek, neye varacağını bilerek çalışır, ölçer, tartar da her her mısraını öyle yazar”.

Derken, 1950’lerin ortalarında İkinci Yeni patlak verir, Muzaffer Erdost Pazar Postası‘nda “Bir şey söylemeyen şiir” adlı yazısını yazar ve şiirde yıllarca sürecek bir hokkabazlık dönemi başlar. Ve Arz-ı Hal ile Türkiyem şairi Turgut Uyar şöyle şiirler yazmaya başlar:

“Ey yorgun atlar, sayı bilmeyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün kişilerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip bugün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara”

veya

“Bir Arabistan ve karşılıksız bir çek
Bir para ile dengesi
korkunun sonsuz gelgiti kanında
külotlar, korseler ve adamlar…”

Ne “anlatılan”, “söylenen” bir şey kalmıştır artık, ne vezin, ne kafiye. Gerçi Turgut Uyar düzyazılarında, soruşturmalara verdiği cevaplarda ve mülakatlarda Berk ve Erdost kadar aşırı görüşler ileri sürmez, aksine şiirde “düşüncenin, anlamın değerini yitirmeyeceğine” inandığını ifade eder. Dahası, İkinci Yeni’yi eleştirmeye başlayan ilk İkinci Yeni’cilerden biri olur; 1960’ta söyle der: “Bu yıl içinde bazı ozanlarımızın birim olarak kelimeye, bir yaşantıya bağlı olmayan, görüntüye fazlaca yaslanmasından ötürü, şiirlerini korkulu bir oyun durumuna, bir büyük boşluğun kıyısına getirdiklerini yahut getirmek üzere olduklarını gördük… kelimeye bu kadar güvenmek, bağlanmak, ister istemez ‘görüntü yapma’ gayreti, özentisi, hatta hastalığı olarak sonuçlanmaktadır”. Buna rağmen, Turgut Uyar 1950’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına kadar yukarda verdiğim örnekler türünden şiirler yazar; adı İkinci Yeni’nin başlıca şairleri arasında anılır.

Yukardaki örneklerin alındığı 1962 tarihli Tütünler Islak‘tan 1974 tarihli Toplandılar‘a atladığında, Uyar’ın şiirinin tanınmayacak ölçüde değişmiş olduğu görülür. “70-73” altbaşlıklı bu kitaptaki şiirler Türkiye’de o yıllarda yaşanan çalkantılı toplumsal olayların, keskinleşen sınıf mücadelesinin ve nihayet 1971 darbesinin yarattığı vahşet ve yenilginin yağında kavrulmuş şiirlerdir. “Küçük keşişler” , “külotlar, korseler” gibi zırvalıklar gitmiş, bunların yerini “geleceğin sevgisi”, bu gelecek için mücadele edenler, generaller, ölüm ve direnenler almıştır.

Kitabın en güzel şiiri (ve Toplandılar adının kaynağı) olan “Kıştan Kalan Soğukluk” özelikle incelenmeye değer.

“Yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı”

dizeleriyle başlayan şiir, şöyle biter:

“yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
suyumuz bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler”

Sözü edilen kış kuşkusuz 1971-72 kışı, 12 Mart 1971 darbesinin arkasından gelen kış. Askeri cuntanın sosyalistlere, örgütlü işçi sınıfına, aydınlara ve her türlü muhalefete kan kusturduğu, binlerce kişinin tutuklanıp işkence gördüğü kış. “Öldürülen çocuklar” Kızıldere’de basılarak öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşları ile 6 mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları.

Bütün bunlar karşısında, Uyar’ın tepkisi şu :

“kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye.”

Ülkede olup bitenlerin dışında değildir Uyar, tarafsız değildir. Kitlelerden, direnenlerden yanadır :

“sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silâh kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
– sana onu da öğretirim –
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken

(…)

beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur”

Kalabalıklarla birlik durduğu içindir ki Uyar sadece “şimdilik” hüzünlenmektedir. Hüznün yanında umut da vardır :

“çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde”

Kitaptaki bütün şiirler tekrar tekrar yukarıda vurguladığım temaları işler. Bir yandan, ülkedeki olaylar karşısında duyulan hüzün ve öfke (“hem insan ne kadar taşıyabilir şuncacık yüreğinde / bunca gemiler bunca trenler gazeteler / oradan oraya taşırken en kötü haberleri” veya “saatler sabahı çalar bazı kentlerde / bir baltanın pırıltısı karışır suyun sesine / ve hüznü kine dönüştürür elleri ustalıkla / yepyeni bir dirim hızında”), bir yandan da yazının başına aldığım dörtlükte ifadesini bulan mücadele isteği ve direnme azmi (“ben şimdi diyorum ki / buna inanmak gerek / bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek devam etmek adına” veya “niyetim bin yıl direnmektir bu halimde bile”).

Turgut Uyar 10-15 yıl boyunca İkinci Yeni’nin önde gelen şairlerinden biriyken, 1974’te Toplandılar‘ı nasıl yazabilir? Doğru, 1970’lere gelindiğinde İkinci Yeni bir akım olarak tükenmiştir, ama birçok şair aynı hat üzerinde devam etmektedir. Uyar’ın şiiri ise (Edip Cansever’inki gibi) değişmiştir artık. Bu değişikliğin nedenini şiir tarihinde değil, Türkiye’nin tarihinde aramak gerek.

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi Türkiye’de de 1968 yılı ve daha genel olarak 1960’lar bir dönüm noktasıdır. İkinci Dünya Savaşını izleyen 20-25 yıl boyunca dünya ekonomisi akıllar durdurucu bir hızla büyür, tarihin en çarpıcı ekonomik gelişmesi yaşanır. Bir avuç Marksist dışında, teorisyenler kapitalizmin artık krizlerini aştığını, sonsuz bir büyüme ve refah döneminin açıldığını yazar. Derken, 1960’larda, tam da Marksistlerin öngördüğü gibi, sistem tekrar tıkanmaya başlar. Yirmi yıldır bir yeraltı nehri gibi gözlerden uzak durmuş olan sınıf mücadelesi yeniden yerüstüne çıkar. Öğrenci hareketlerinin ateşlediği fitilin ardından işçi sınıfı tarih sahnesine çıkar. Fransa’da 10 milyon işçi tarihin en büyük genel grevini gerçekleştirirken, Vietnam’dan Çekoslovakya’ya, Amerika’dan Türkiye’ye keskin mücadeleler patlak verir.

Türkiye’de gelişmeler birbirini izler: 1961’de Türkiye İşçi Partisi kurulur, 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu kurulur; bir yandan Kavel, Paşabahçe, Demir Döküm gibi epik grevler yaşanırken, bir yandan da öğrenci hareketi giderek radikalleşir, silâhlı örgütler doğurur. Nihayet, 15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfı tümüyle siyasi bir talep için (DİSK’i kapatma çabalarına karşı) sokaklara dökülür, iki gün boyunca İstanbul’u işgal eder. Dizginleri elinden kaçırmak üzere olan egemen sınıfın tepkisi artık alışageldiğimiz tepki olur: 12 Mart darbesi ve acımasız bir baskı.

Böyle günlerde Türkiye’de değil de Merih’te yaşarmış gibi şiir yazmak mümkün müdür? Mümkündür elbette, aralarında İkinci Yeni’nin önde gelen bazı şairleri de olmak üzere birçok şair öyle yazmışlardır. Ancak, İkinci Yeni’nin iyi şairleri bir yerden sonra artık Merih’te yaşarmış gibi, dünyada olup bitenin dışındaymışlar gibi şiir yazmayı bırakırlar. Turgut Uyar’ın sözleriyle “yaşantıya bağlı olmayan görüntülere yaslanan” , “bir büyük boşluğun kıyısında” yazamazlar artık. Yaşantı gelip kendini dayatmıştır çünkü. İkinci Yeni’nin büyük şairleri Turgut Uyar’la Edip Cansever, yaşantıyı kaale alırlar; bir yandan yaşantının içindedirler (Cansever TİP üyesi olur), bir yandan da yaşantı şiirlerine yansır. İkinci Yeni’nin tükenmesi şiirin içsel bir olgusu değildir, yükselen sınıf mücadelesi öldürmüştür İkinci Yeni’yi.

Sanırım günümüzde de yaşantıya bağlı olmayan şiirler yazan şairleri İkinci Yeni’ninkine benzer bir akibet bekliyor. Türk-İş gibi ılımlı bir sendikanın genel grev yaptığı bugünler eğer daha keskin sınıf mücadelelerini getiriyorsa, neslimin şairleri şöyle bir seçenekle karşı karşıya kalacak: Ya yaşamdan kaynaklanan şiirler yazmaya başlayacaklar, ya da yaşantı onları silip geçecek, unutturacak.

"Roni Margulies’in Adam Sanat dergisinin 120. sayısında, Kasım 1995’te yayımlanan Uyar’la ilgili makalesi "



MARKSIST.ORG

11 Haziran 2025 Çarşamba

İsviçre'den Geçerken

 Geçiyor İsviçre camdan

     güneşli bir akvaryumdan
          geçen bir balık gibi,
          çok renkli bir balık.

Bakıyorum vagonumdan
kederli
     alaycı
          öfkeli biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
          not alıyorum
İsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
          gördüklerime katarak
Hava ne soğuk, ne sıcak,
burda her şey böyle galiba, gülüm
     ne soğuk, ne sıcak,
     ne serin, ne ılık
Ayarlı bir saat
     markası ünlü bir kol saati...
İsviçre oyuncak bir memleket
     dev dağlarla karışık.
Dev dağlar gülüm,
     çocukluğumun dağları
          Tobler çukolatasının.
Uzaklardan gelen sütlü bir tat ağzımda
ve çocukluğumu hatırlamanın kederi
          düğümlendi boğazımda.

Ve iste göller, gülüm,
turist dergilerinin kapak gölleri,
kaymak kaat üstüne pırıl pırıl,
telleri, duvakları, yalçın yamaçlarıyla,
şaşırıyorsun baskının güzelliğine.

İsviçre, bir yandan da, gülüm,
     benziyor yastık yüzüne,
     çivitli, ütülü, danteleli,
          yeni de geçirilimiş
yani bir insan başının ağırlığı
çukurlaştırıp kırıştırmamış henüz.

İsviçre'ye, bilirsin, gülüm,
dilsiz kasası, derler,
     bir yerlerden, bir şeylerden kaçırılan paraların.
Bir de gülüm,
casuslarla boz inekler işi var.
Sere serpe gelişmiş inekler casuslar,
İsviçre tarafsızlık cennetine girdi gireli.
Casuslar boy boy
     ve çeşitli milletlerden olmalı
ama hepsi bir boy boz ineklerin
          hepsi İsviçreli

Fransa'ya yaklaşıyoruz .
Karşımda bir kız
polis romanı okuyor.
Güneş, pembe derisini hafifçe soymuş,
at kuyruğu saçları yapağıdan,
gözlerinde tatlı tatlı gökyüzü,
Wilhelm Tell elmayı yanaklarına koymuş

Bakıyorum İsviçre'ye vagonumdan,
Şehirleri can sıkıcı olmalı
belki sanatoryumları eğlencelidir.
Yaşamak ister miydim
          şu gördüğüm yerlerde
şu saygıdeğer adamların arasında
Doksanımdan sonra belki...

Niye böyle şeyler yazdım İsviçre için?
Belki kıskandığımdan
Kanlı çölün ortasındaki küçük bahçeyi

Çiçekleri küçük bahçenin,
     çiçekleri biraz da,
     çölde akan kanımızla sulanmadı mı?
          sulanmıyor mu?

Ve rahat, karlı gecelerinde İsviçre'nin
          yıldızları biraz da
göz yaşlarımızla yıkanıp yanmıyor mu?


Girdik Fransa'ya, gülüm,
değişti evler, hava, adamlar.
işte kıvır kıvır
     körpe kıvırcık salata gibi,
     yıkanmamış, hatta çamurlu,
     Fransa toprağında bahar...

Nazim Hikmet, 7 Mayis 1958, Isviçre toprakları




8 Kasım 2023 Çarşamba

Burası Agora Meyhanesi

1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

Sonraları kaderine terkedilir.
AGORA MEYHANESİ
Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir boşalan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle
Delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

(Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

3 Eylül 2023 Pazar

Cemal Süreya

Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan'da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya'nın babası 1938’de Erzincan’ dan sürgün edilir. Pülümür köyünden yola çıkarak zorunlu bir göç yaşayan Seber ailesi Bilecik’te yaşamaya başlar. Bilecik’e sürülen ailenin aynı zamanda bir başka şehre gitmeleri de yasaktır.
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.


Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.

1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.

1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.

Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.

Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.

Yazın Yaşamı

Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.

Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.

1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.

Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.

Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.

İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.

Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.



Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni

Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)

Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)

Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)

Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)

Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)

Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)

--

Antoloji.com

20 Ağustos 2023 Pazar

Direncin şairi Gülten Akın

Fransız aktivist-yazar Stephane Hessel “Öfkelenin” eserinde “Yaratmak, direnmektir” der. Gülten Akın da Zeynep Oral’ın deyimiyle yaratarak direncin şiirdeki adı olur. Gülten Akın “Acı varsa onu duymak başka, acıya yenik düşmek başka. Acıya yenik değiliz ne ben ne de şiirim” şeklinde tanımlar edebiyatını ve mücadelesini.

"ÇEVREMDE OZANLARA SAYGI DUYULURDU"

Edebiyat sevgisini 10-11 yaşlarında heybesine doldurmaya başlayan Gülten Akın; Dostoyevski, Tolstoy, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi yazarlarla tanışır önce. O günleri şöyle anlatır: “Çevremde ozanlara saygı duyulurdu… Dayım ve amcam şiir yazardı. Dayılarımın tavan arasındaki bavullarında kitaplar buldum: şiir kitapları, öyküler, romanlar, antolojiler… Dostoyevski, Tolstoy, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali’yi erken tanıdım. Doyumsuz bir gömü… Uzun süre elime ne geçerse okudum…”

"KESTİM KARA SAÇLARIMI N'OLACAK ŞİMDİ"

Üç kız kardeşi olan bir ablaydı Gülten Akın… Babasının erkek çocuğu olmamasından kaynaklı yaşadığı düş kırıklığına tanık olur. Bu durum o yıllarda kadın duyarlılığı edinmesini sağlar. Bu duyarlılığı yıllar sonra “Kestim Kara Saçlarımı” şiiriyle bir manifestoya dönüştürür. Gülten Akın, şiirin bir başkaldırı olduğu söylemini bu şiiriyle açığa çıkarır. “Kara saç” köleleştirilmiş kadınların simgesiydi: “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön/ Yasaktı yasaydı töreydi dön/ İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi/ Bu nasıl yaşamaydı dön … /Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi/ Bir şeycik olmadı- Deneyin lütfen- / Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım/ Günaydın kaysıyı sallayan yele/ Kurtulan dirilen kişiye günaydın…”

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

İkinci Dünya Savaşı sırasında daha 10 yaşındayken yoksulluğu derinden yaşar şair. Sonraki sürgün yıllarında Anadolu’nun yoksulluğu katılır onun çocukluğundan kalma yoksulluğuna. Anadolu insanının çaresizliği artık şiirlerindedir. Çocukların hastalıktan, yokluktan ölmelerine çaresiz kalan anneler onun mısralarındadır: “En küçüğü Telli bebek yed’aylık/ Vurgun yemiş serilmiş bir köşeye/ Bir ölse, diyor anası, bir ölse/ Hangi bir ülkenin/ Hangi bir yerinde/ Hangi bir ana/ Bebeğini ölsüne tutuyorsa/ Batmıştır o ülke/ Ölüm girmiştir temeline...”

İKİNCİ YENİ VE GÜLTEN AKIN

Erkeğin kalem, kadının kâğıt olduğu anlayışın hâkim olduğu 1950’lerde Gülten Akın, eril şiire ve şairlere karşı kendine bir yol açar. İkinci Yeni şairlerinden etkilense de farklı imgelerle yalnızlığın, ölümün, ayrılığın izleriyle donatır ilk şiirlerini. Memet Fuat, Gülten Akın’ın bu dönemi için “Bireysel şiirlerinde dahi insanı ilgilendiren ortak kaygılardan söz eder.” der. Asım Bezirci de İkinci Yeni kitabında bunu destekler nitelikte “Gülten Akın İkinci Yeni'nin biçimsel açılımlarını toplumcu bir anlayışla birleştirmeye girişir” ifadelerini kullanır.

"SÜRGÜN YİNE GELDİ DAYANDI"

Mülkiyede hukuk okurken tanışır eşiyle, üniversiteyi bitirdikten sonra hemen evlenirler. Kaymakam olan eşiyle 1958-1972 yılları arasında Anadolu’yu arşınlar, çoğu zaman bu arşınlama devlet zoruyla gerçekleşir yani diyeceğim o ki sürgüne yollanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim…”

Kimi zaman Şavşat’tan seslenir şiirlerinde kimi zaman Gevaş’tan kimi zaman da Alucra’dan. Doğu’dan Karadeniz’e yankılanır mısraları oradan da iç Anadolu’ya dolaşır bir çırpıda. O günleri şöyle anlatır: “Anladım ki çevremdeki kişilerin yaşamı daha da ilginçti. Şiirimin kapılarını ardına dek onlara açtım. Artık şiirim, çevrem dediğim birlikte yaşadığım halk oluverdi.”

Alucra’da okuma bilmeyen kadınlar için kurs açar, ortaokul öğrencileri için oyun sahneye koyar. Her şey yolundadır fakat bir gece evleri bombalanır. Yaşananları Gülten Akın’dan dinleyelim: “Bir akşam evimize bomba atıldı, lojman hasar gördü, bize bir şey olmadı. ‘sen çalışkan, dürüst bir kaymakamsın, senin gibileri çok gördük’ diye başlayan tehdit mektupları aldık. Günlerce yastığımızın altında tabancayla yattık.” Sonrası malum sürgün. Ne zaman halk yararına bir şeylere yapmaya kalkışsa toprak ağaları, zengin eşraf tarafından bürokrasiye kurban edilir ve sürgün başlar. Ne de olsa bu kurulu düzenin amacı küçük bir azınlığı mutlu etmekti.

KOCAMAN BİR CEZAEVİNDE

Sonra Ankara’ya gelirler… Yıl 1972’dir. Anadolu geçen günleri için “Yoğun zulümler, işkenceler gündeme geldi. Tutuklamalar cezaevleri 8 yıllık bir pay aldı ailemiz ondan” ifadelerini kullanır. “İlahiler”, “Ağıtlar ve Türküler” ve “42 Gün Şiirleri” o günün acılarının şiirleridir. 12 Eylül sonrası oğlu tutuklanır ve müebbet hapse mahkûm edilir. İşkenceler ve açlık grevleriyle cezaevi kapısını arşınlar Gülten Akın: “Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca” Ana yüreği, oğlunun haksız bir şekilde ömür boyu hapisle yargılanmasına dayanamıyordu: “Büyü de baban sana / Büyü de / Acılar alacak / Büyü de baban sana / Baskılar, işkenceler alacak /Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak…”

KAVGA VE ZULMÜN DESTANLARI

Kurtuluş Savaşını da şiirlerine konu edinir Osmanlıdaki Celali İsyanlarını da. Gülten Akın, Maraş’ın Ökkeş Destanı için “umarsız bir halkın kendi küllerinden yeniden doğuşu” diye tanımlar. Celaliler Destanı için de “Koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bu dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanının destanı olsun diye yazıldı” ifadelerini kullanır. Destanlar, ağıtlar, türküler, ilahiler…  Halk edebiyatının bu türlerini yenilikçi bir anlayışla kalem alır Gülten Akın. Yunus’tan Pir Sultan’a, Veysel’den Ahmedî Hani’ye herkes yaşar onun şiirlerinde. Dili halkın dili, mısraları halkın mısraları olur.

"BEDRETTİN YAŞAMAKTA"

Sevdanın, yalnızlığın, ölümün, kadının, yoksulun şairidir Gülten Akın, direncin şairidir. Bir şiirinde “Ağıtla başlarız yaşamaya.” der.” Acıları en iyi o tanır ama bilir ki “Halk birikir cellat olur/ zulüm bir başına kalır/ İp çürür, kurşun çözülür/ Bedrettin yaşamakta…” ‘İnsan sorumluluktur’ savaşa, işkenceye, ölümlere karşı. Bu sorumluluğu, sorun olarak görenleri de görmezlikten gelenleri de unutmaz şiirlerinde. Bir sonbahar günü aramızdan ayrılır Gülten Akın… Haydar Ergülen’in deyimiyle “Şairler Annesi Gülten Akın”… Son kitabı “Beni Sorarsan” girişinde yer alan “Ağır, çok ağır bir dünya”dan direnciyle, umuduyla, sevdasıyla bize veda eder.

Dipnot: Toplu Şiirler I Kırmızı Karanfil YKY 14.Baskı 2023, Toplu Şiirler II Ağıtlar ve Türküler YKY 7.Baskı 2023, Toplu Şiirler III Uzak Bir Kıyıda YKY 8.Baskı 2023, Celaliler Destanı YKY 2. Baskı YKY 2007

Tarık Özyıldırım / Evrensel

7 Şubat 2021 Pazar

Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian

  • Kalplerimiz pencerede

    Sevdiğin zaman ölmezsin Quando si ama non si muore
    Çılgınca şarkı söyle Canta a perdifiato
    şarkı söyle Canta

    LyricFind

  • 18 Ekim 2020 Pazar

    "Brecht" İnatçı Yazı


    Bertold Brecht

    Dünya Savaşı yıllarında İtalya'da
    Kaçak askerler sarhoşlar ve hırsızlarla dolu
    San Carlo hapishanesinde
    Sosyalist bir asker kopya kalemiyle iki sözcük yazdı:
    Yaşasın Lenin
    Ta tepede, yarı karanlık hücrede, incecik soluk çizgilerle,
    Ama devasa harflerle.

    Gardiyanlar görünce, bir boyacı yolladılar bir kova kireçle.
    Bu tehditkâr çizgilerin üstünü uzun fırçasıyla örttü boyacı.
    Ama çizgiler boyunca gidip gelen fırçanın altından
    Kireçle yazılmış dev bir yazı çıktı:
    Yaşasın Lenin

    İkinci bir boyacı geldi, tüm duvarı baştan başa boyadı
    Geniş bir fırçayla. Kayboldu böylece yazı
    Birkaç saat boyunca.
    Ama kuruyunca kireç, yazı tekrar belirdi altından:
    Yaşasın Lenin

    Gardiyanlar bir duvarcı ustası yolladılar, elinde bir keskiyle
    Saatler boyunca kazıdı harfleri teker teker.
    İşi bitince duvarın tepesinde artık renksiz,
    Ama duvara derin derin oyulmuş duruyordu inatçı yazı:
    Yaşasın Lenin

    Haydi, artık duvarı yıkın, dedi asker.


    Bertold Brecht


    22 Aralık 2019 Pazar

    küçük İskender ve Şiiri Hakkında Kısa Bir Değini

    22 Aralık 2019

    Hasan Bülent Kahraman 1980’lerde yazılan şiiri tartışırken küçük İskender’e geniş bir parantez açar ve şiirini toplumcu şiirde yeni bir evre olarak nitelendirdiği gibi son dönem “Türk şiirinin yeni bir anlayış ve ifade olanağı geliştirdiğini” savunur ve bu şiir “yeraltı şiiri’dir (Türk Şiiri, Modernizm, Şiir, Büke, 2000, s. 319). Aynı dönemde Ece Ayhan, Can Yücel gibi öncüllerden başlayarak dil “sivilleşmiş” ve sokağa taşınmıştır, çıkmıştır.

    Bunun ileri ve en uç noktasını küçük İskender ve şiirinde buluruz (a.g.e.). küçük İskender ve şiiriyle kurulmaya çalışılan ilişkilere ve bir dönem gözle görülür hale gelmiş etki ve etkilenmelere rağmen bu şiirin tekliğini koruduğunu ve şairin kendi şiirselini oluşturduğunu yazabiliriz. Bu noktada küçük İskender ve şiirinin etkilerini tartışmak için biraz daha beklemek daha doğru bir davranış biçimi olabilir. En azından bu yazının konusunun bu olmadığını baştan belirtebiliriz.

    küçük İskender’in şiirin temel özelliği bireylik temelli bir şiir/şiirsel olmasıdır. İskender’in bireyliği ve bu bireyliğin büyük ölçüde tahakküm ve egemenlik ilişkilerinin dışında sokakta ya da yeraltında gerçekleşiyor olması kendine yeraltı edebiyatından ve bunun hem şiirdeki hem de romandaki karşılığından bir tarih bulurken bunu yazmakla kalmaz, tam bir serserilikle yalnız ve birlikte yaşamayı benimser ve savunur. Şiirin/yazının içerdiği ve belirtmeye/bildirmeye çalıştığı da bu yaşadığı serseri hayattır.

    Bu hem kültürel hem de hayati görece bir özgürleşme kadar anti-otoriter düşünce ve bu temelde yaşama biçimlerinin yaşamaya ve yaşadığını yazmaya yönelik önemli bir sonucudur. Böylelikle Ece Ayhan’ın estetizmi ile Can Yücel’in edepsizliğini geçecek biçimde bir hayat ve beden tartışması küçük İskender’in şiiri konusu olmakla kalmaz, insan cinslerinin aynı dönemde kendi ifade etme ve gerçekleştirme mücadelesinin de etkisiyle kendini hem toplumsallaştırır hem de politikleştirir.

    Baştan kendini aşırılığa açmış, Julia Kristeva’nın demesiyle çok-biçimli bir cinsellik ve bunu yaşama arzusunun belirginleştirdiği insan onun büyük ölçüde erotik olan bedeni özellikle genç kesimler için bir önceleme nedeni olurken İskender’in hem biz’le yaşadığı hayata hem de şiirine “çocuklar” olarak her anlamda çoktan dahil olmuşlardır.

    Günümüz karşısında insan bedeninin teknolojikleşmesi ve insan davranışlarının cinsel dahil teknikleşmesi karşısında cinsel olanın erotizminden dolayı hem yaşamaya hem de duymaya, yani hissetmeye yönelik hâlâ bir imkân olduğu söylenebilir. Bu noktada geçmişteki örneklerden farklı olarak küçük İskender’in biz’le yaşadığı çoğunlukla cinsel olanı öncelemiş ama bunu da özgürlük olarak anlamış, öyle yaşanmış ve ifade/şiir edilmiş hayat(lar)ı yaşama arzusunu kışkırtacağı belli olsa da yine de İskender’den dolayı bu şiirde de karşılık bulmuştur. Buysa İskender merkezli entelektüel ama bir o kadar da erotik bulabileceğimiz karşı hayattır ve öyle yaşanmıştır.

    Bu yaşanan hayattan dolayı küçük İskender’in bireyliğini yaşadığı biz, yani etraf toplumsal ve politik bir özellik de kazanır. Buradan marjinal bulunabilecek yanlarına ve özelliklerine rağmen ilgi duymayı ve merak etmeyi çoktan geçmiş tek tek bireylerin hayatını etkileyen bir yaşama pratiği çıktığı gibi, bu sokakta ötekinin aynı olana karşı mücadelesiyle yakınlıklar içinde olan bir direnişin de nedeni olmuştur. Ne var ki bu bir zaman sonra epey bir kesim için daha çok bedeninin arzuladığını gizlilikle değil de alenen yapma ve yaşama gibi bir noktaya gelinmesinden dolayı yazılan şiirin ve verilen mücadelenin etkisinin azalmasına neden olmuşsa da bu küçük İskender’de aynı şeye yol açmamış, o başta oluşturduğunu yazmayı ve çoğaltmayı, ikisinden de önemlisi yaşamayı sürdürmüştür.

    Dünya karşısında böylesi mücadelelerin otoriterleşmeye de bağlı olarak kendini tekrar ederek karşılık biçimi olarak çoğaltması her zaman mümkündür. Sözünü ettiğimiz çoğaltma ya da tekrar etme çoğunlukla sorun olarak görünmeye ve öyle kabul etmeye sonuna kadar açıksa da hem otoritenin hem de insanın erkek, daha çok insanoğlu olduğu ve her ikisinin erilliğinin dünyayı belirlediği ve insanlığı büyük ölçüde buna razı ettiği bir düzlemde her iki durumu anlayabilir ve kabullenebiliriz. Çünkü hayat ve ifade etmek istediğimiz karşısında kimi zaman estetizmi geride tutabilir ve reddedebilir, çoğaltma ve tekrar etmeyi bile isteye sürdürebiliriz. Hatta popülerlik ve magazinel olanın etkisi ve baskısı karşısında da başka zaafa da düşebiliriz.

    Kuşkusuz küçük İskender’in yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsallığı bildik toplumsallıktan, özellikle bugünle kurduğu ilişkiden dolayı büyük ölçüde ayrılır. Bugünde yaşama isteği toplumsal olanın gelecek projeleri ile baştan beri kurduğu ilişkiyi geçersizleştirmeden bugün tartışmasına yönelmekle kalmaz, arzu ettiğini birlikte ve yalnız yaşamayı talep eder, bunu savunur. Buysa toplumsallığı ve içerdiğini şimdi ve bugün tartışmasına yöneltirken yaşamayı da fazlasıyla kışkırtır. Bu kesinlikle ve tartışmasız bir şimdi ve bugün yaşama/yaşatma arzusudur/talebidir.

    Bu şimdi talebi ister istemez cinsel aşk başta olmak üzere bütün aşk ve cinsellik biçimleri yaşama ve arzusu kadar doğrudan önce bugüne ve sonra geleceğe yönelen, aynı zamanda geçmişi benzer bir bakış açısıyla sorgulayan bir şiirin ve yazının imkânı olurken, şiir ve yazı yaşama arzusunun içerdiği her bir şeyi hem deneyimleme hem de ifade etme alanı haline gelir.

    Bu oluşturulana ve önceden belirlenene bakarak sokakta ya da herhangi bir mekânda yaşanan her bir şeyi serseriliğin alanı içinde tutmayı da sağlar. Dediğimiz sokağın asiliği ile son derece de uyumlu bir durum ve yaşama olduğu kadar mekân olarak sokakta ya da zemin kat bir apartman dairesinde geçen kırk sekiz saati şiir ve yazı üstünden bir daha değerli hale getirir. Bu da dünya karşısında anti-otoriter sol özellikleri bünyesinde bulunduran ve hatta öne çıkaran bireysel bir yaşama kadar toplumsallık önerisidir. Dünya bunun üstünden yorumlanırken yaşama kendini bugünde mutlu etme kadar aynı dünyayı tartışmaya ve reddetmeye ve yeni bir dünya talebine kadar gider.

    Bu tabii, özellikle küçük İskender’e ve hayatına bakarak belirtirsek, insan cinsleri arasında geçen/yaşanan ama entelektüel olanı baştan kendine dahil eden ve hemen onun yanına gençliği koyan bir aşk ve beden tartışmasıdır. İnsan cinsleri ve orada erkekler arasında geçen aşk ilişkisi ve birlikte yaşama gençlikle ve onun bedeniyle ilgisinden ve her seferinde bir daha keşfetme arzusundan, yani erotizminden dolayı bedeni, onun devinimlerini, atık ve akıntılarını erotizmle pornografi arasında gidip gelen ve bedeni bu temelde ihlal eden bir çizginin üstünde gider gelir, sorun eder ve tartışır. Bu noktada Georges Bataille’ın erkek bedeninin daha estetik ve biçimli, tabii daha kışkırtıcı olduğu saptamasını unutmamak gerekir. Aynı şekilde insan cinslerinin geçmiş ve bugündeki hayatı ve onun oluşturduğu düşünsel ve yazınsal birikim de burada bunu çoğaltan başka bir unsurdur.

    Tekrar başa dönersek sokakta yaşamak ya da serseri olmak öğrenilen/öğretilen çoğu şeyden kurtulma ya da hepsini baştan reddetme anlamına geldiği için son derece özgün bulabileceğimiz ve pek deneyimlenmemiş bir özgürlüktür. Burada özgünlüğü oluşturansa her şeyin bugünde yaşama temelli olması ve yaşamaya yönelmesi, yaşamanın dışındaki olguların reddedilmesi ya da geçersizleştirilmesidir. Buysa bir çatışma nedeni olduğu kadar tekrarla söz konusu yaşamayı hem toplumsallaştıran hem de politikleştiren bir durumdur.

    Böylelikle Karl Marx’ın söz konusu ettiği “avare kütle” ve onun serseriler başta olmak üzere bireyleri şiirin ya da yazının konusu olduğu gibi bir uçtan toplumsallık daha geniş kesimleri/sınıfları kendine dahil eden bir durum ve olgu haline gelmekle kalmaz, onlara dönük ilgi entelektüel bir düzey ve özellik de kazanır. Buysa dünyaya dönük daha kapsayıcı bir ele almanın bizdeki başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

    Şairin yaşadığı ve şiirine yansıyan, içinde yoğun bir entelektüel birikim barındıran (ki bu yazdığı şiiri kültürel de yapar) serseri şair hayatı olmasından dolayı küçük İskender’in 1964 yılında açtığı parantez 3 Temmuz 2019’da “yaşadım” diye kapatılmıştır/kapanmıştır.[1]


    [1] Bu noktada hazırladığım Küçük İskender Kitabı (İkaros, 2019) bu canlılar arasında geçen/yaşanan serseri hayatın şiir eksenli ama kendini farklı bağlam ve düzeylere açmış tartışmalara iyi bir başlangıç ve edilginliği reddeden bir okurluk çağrısı olabilir.


    19 Temmuz 2019 Cuma

    Günler Perişan


    Arkadaş Zekâi Özger







    yırtarak geçiyor kalbimizden
    hayatı da törpüleyen zaman
    şuramızda birşey var
    acıya benzer
    umuda benzer
    böyle günlerde hayat
    hem acıya, hem acıya benzer
    gün ölümle başlatıyor hayatı
    her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
    her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
    sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
    yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
    beynim sabırla keskin
    iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
    bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
    gelirse de bilinir nerden ve nasıl
    böyle ölümün yücedir adı
    ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
    çünki ölümün kanıdır besleyen
    bir başka baharın tohumlarını
    şuramızda birşey var
    bizi onduran şey
    acıya saran
    umudu kuşatan
    kalbim: kalbim mi desem
    var kalbim: yaşayan ben
    hayatla ölümle cinayetle
    gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
    eski prof hocalarla
    yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
    ah benim sevgili annem
    oğlunda elbet yurtseverden
    birgün bırakırda sizi yüzüstü
    yüzüstü değil: elbette bizüstü
    bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
    bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
    giriverir senin sıcacık kucağına
    yani hem sana karşı, hem senin için
    giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
    ölüm mü dedim annem
    ölüm senin gibi güzel annelerin
    senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
    o tarih atlasında
    bir kırmızı gül olur ancak
    koksun diye çocukların bahçesi
    şuramızda, tam şuramızda
    kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
    işte bir bir kırıyorlar dalıylan
    yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
    çünki biliyorlar vakit dar
    oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
    hayatı pekiştiren kökümüz var
    dünyayı emeğe kazandırmak için
    hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
    kanağacına sözümüz mü var
    biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
    birgün döneriz elbet
    acısız, adsız
    ölümsuyu sürünün
    sürünün ölümsuyu
    bir ölü bir dirinin kanıdır
    besler hayatsuyu
    şuramızda, tam şuramızda
    tarihe nasıl anlatsam
    ey anneleri korkutan
    bizi yaşatan kan

    günler perişan


    Arkadaş Z Özger