Geçiyor İsviçre camdan
Translate
11 Haziran 2025 Çarşamba
İsviçre'den Geçerken
8 Kasım 2023 Çarşamba
Burası Agora Meyhanesi
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.
Sonraları kaderine terkedilir.
3 Eylül 2023 Pazar
Cemal Süreya
Cemal Süreya'nın annesi Gülbeyaz Hanım, erken yaşta ölünce o yıllardaki adı ile Cemalettin Seber İstanbul’a gönderilir. 1942 yılına kadar İstanbul'da eğitim gören Cemal Süreya, 1942 Bilecik’e geri getirilir. Bu yıllarda babası bir başka hanımla evlenir ancak Cemal Süreya, bu evlilikten hiç de memnun değildir.
Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile sınıf arkadaşı olur. Ortaokuldan sonra Cemal Süreya, Haydar Paşa Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarında ise üvey annesi bir olay neticesinden evden ayrılır ve Cemal Süreya’nın babası bir süre sonra bir başka evlilik yapar.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat Bölümünde okumaya başlayan Cemal Süreya, bu yıllarda Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur.
Ortaokuldan sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlenen Cemal Süreya, 1954 yılında okuldan da mezun olur ancak bir süre sonra evlilikleri bozulmaya başlar. 1955 yılında kızı Ayçe doğar ve Cemal Süreya bu günlerde Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır. Evlilikleri bir süre daha devam eder ancak bir süre sonra tamamen biter.
1967 yılında ise Cemal Süreya, dönemin önemli dergilerinden “Yelken”de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlenir. Üç sene sonra ise Memo Emrah adında bir çocukları olur ancak maddi sıkıntılar devam etmektedir. Memuriyete geri dönen Cemal Süreya, Ankara’ya atanır. Zuhal Hanım ise İstanbul’da kalır. Bir süre bu şekilde ayrı yaşarlar ancak Zuhal Hanım da sonra Ankara’ya gelir. Birlikte yaşamaya başlayan ailede zamanla geçimsizlik peyda olur. Cemal Süreya da Zuhal Hanım da birbirlerinin olağan dışı kıskanmaktadır ve neticede boşanırlar.
1975 yılında ise Cemal Süreya üçüncü evliliğini gerçekleştirir. Güngör Demiray ile büyük bir aşka ile evlenen Cemal Süreya’nın bu evliliği ancak ve ancak bir yıl sürer. Daha sonra Cemal Süreya, ikinci eşi olan Zuhal Hanım ile tekrar birleşir fakat bu birleşme de ayrılıkla sona erer.
Son olarak Cemal Süreya, Birsen Sağnak adında bir hanım ile evlenir. Birsen Hanım, dört çocuklu bir annedir. Bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Hanım adeta Cemal Süreya’ nın çekilmezliklerini bir alaşağı eder ve ona büyük bir şefkat ile yaklaşır. Bu tarihe kadar Cemal Süreya birçok devlet kademesinde müfettişlik görevini icra eder ve 1982 yılında emekli olur. Ancak bu tarihten itibaren sakin bir yaşam elde edemez. Evliliği çok iyi giderken Cemal Süreya, emeklilik maaşının yetmemesi üzerine bir bankada çalışmaya başlar. Fakat banka iflas edince bir süre yargılanan Cemal Süreya dava neticesinde beraat eder.
Sigara alışkanlığından bu yıllarda kurtulan Cemal Süreya, alkolden bir türlü uzaklaşamaz. Yine bu günlerde oğlu Memo nedeniyle büyük sorunlar yaşar. 9 Ocak 1990 yılında usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Onun yaşamının özellikle son dönemleri büyük bir huzursuzluk içinde geçer.
Yazın Yaşamı
Cemal Süreya, edebiyat henüz ortaokul yıllarında merak salar. Bu yıllarda Fransızca da öğrenmeye başlayan Süreya, bu yıllarda sınıf arkadaşı olan Seniha Hanım’ a şiirler yazar. Lise yıllarında ise Cemal Süreya, iyice edebiyata yönelir. Edebi araştırmalar yapan Cemal Süreya bu yıllarda I. Yeni şiiri ile ilgilenmektedir. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dıranas ve Özdemir Asaf gibi isimleri fazlaca okur. Üniversite yıllarında ise Cemal Süreya çeşitli takma isimler ile muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar yazar. Cemal Süreya ilk şiirini ise 1953 yılında Mülkiye dergisinde yayımlar. Ancak Cemal Süreya “Şarkısı Beyaz” isimli bu şiiri sonradan kitaplarına almak istemez.
Bu yıllarda dergilerde karikatürleri de yayımlanan Cemal Süreya, kendisini tam olarak “Gül” şiiri ile edebiyat dünyasına duyurur. 1955 yılında ise “Üvercinka”, “Dalga”, “Güzelleme”, “Üçgenler”, “Cigarayı Attım Denize”, “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” gibi önemli eserleri dergilerde yayımlanır.
1957 yılında ise Cemal Süreya, babası Hüseyin Bey’i kaybeder. Kendisine büyük bir etki yapan bu durumu şair “Sizin Hiç Babanız Öldü mü” adlı şiiri ile kaleme alır. Bu tarihten bir yıl sonra usta şair, ilk şiir kitabı olan “Üvercinka”yı yayımlar. Kitap büyük bir ses getirir ve 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. “Papirüs” adında bir dergide çıkaran Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Hanım, bir süre büyük bir kalp rahatsızlığı geçirir. Bu sırada Cemal Süreya onun yanında ayrılmaz ve her gün olan mektuplar yazar. Zaman sonra şair bu mektupları “Onüç Günün Mektupları” ismiyle kitap haline getirir.
Cemal Süreya, bir süre Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapar ve bu yıllarda “Şapkam Dolu Çiçeklerle” adlı deneme kitabını yayımlar. Şiirinin yanı sıra Cemal Süreya, nesriyle de edebiyatımızın en önemli yazarlı arasında anılmaktadır. 1977 yılında “Emeğin ve Emekçinin Tarihi” yayımlayan Cemal Süreya, birçok yapıtı ile nesir başarısını kanıtlamıştır. Bir süre “Aydınlık” gazetesinde de yazılar yazan Cemal Süreya, 1984 yılında Sevda Sözlerini yayımlar.
Edebiyatımızın temel taşlarından biri olan Cemal Süreya'nın kuşkusuz sanat yaşamını boyunca en çok dikkat çeken yönü çocuk edebiyatı ile bağıdır. “Çocukça” adında bir dergide “Aritmetik Kuşlar Pekiyi” diye adlandırdığı köşesinde çocuklar için müthiş bir duyarlılık ile yazılar kaleme alır.
İkinci Yeni hareketinde bir süre yer alan Cemal Süreya’nın şiiri tam olarak 2. Yeni ile bağdaşmamaktadır. Esasen Cemal Süreya’nın konuşma dilini şiirde kullanması daha çok bir süre ilgilendiği Garip akımına benzemektedir. Bu yönüyle de şair 2. Yeni çizgisinden ayrılmaktadır. Bunu yanı sıra Cemal Süreya kalemin özgür olması fikri ile 2. Yeniciler’ in şiir konusundaki sert kurallarını da bir türlü benimseyememiştir.
Cemal Süreya, daha çok kendi akımını kendisi yaratarak kendine özgü bir şairlik örneği göstermiştir. Şiirlerinin yanı sıra denemeler, tenkit yazıları, şiir ve düz yazı tercümeleri, çocuk kitabı, günce ve derlemesi bulunmaktadır.
Şiir
Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1984, 1990, 1995) Korkarak Vinç Uzaktan Seviyorum Seni
Deneme-Eleştiri
Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs’ten Başyazılar (1992)
Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar)
Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler)
Günler (993 günden oluşan günlük)
Günce
999 Gün(Günler) / Üstü Kalsın (1981)
Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990)
Çocuk Kitabı
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993)
Söyleşi
Güvercin Curnatası (1997)
Derleme
Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967)
--
20 Ağustos 2023 Pazar
Direncin şairi Gülten Akın
"ÇEVREMDE OZANLARA SAYGI DUYULURDU"
Edebiyat sevgisini 10-11 yaşlarında heybesine doldurmaya başlayan Gülten Akın; Dostoyevski, Tolstoy, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi yazarlarla tanışır önce. O günleri şöyle anlatır: “Çevremde ozanlara saygı duyulurdu… Dayım ve amcam şiir yazardı. Dayılarımın tavan arasındaki bavullarında kitaplar buldum: şiir kitapları, öyküler, romanlar, antolojiler… Dostoyevski, Tolstoy, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali’yi erken tanıdım. Doyumsuz bir gömü… Uzun süre elime ne geçerse okudum…”
"KESTİM KARA SAÇLARIMI N'OLACAK ŞİMDİ"
Üç kız kardeşi olan bir ablaydı Gülten Akın… Babasının erkek çocuğu olmamasından kaynaklı yaşadığı düş kırıklığına tanık olur. Bu durum o yıllarda kadın duyarlılığı edinmesini sağlar. Bu duyarlılığı yıllar sonra “Kestim Kara Saçlarımı” şiiriyle bir manifestoya dönüştürür. Gülten Akın, şiirin bir başkaldırı olduğu söylemini bu şiiriyle açığa çıkarır. “Kara saç” köleleştirilmiş kadınların simgesiydi: “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön/ Yasaktı yasaydı töreydi dön/ İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi/ Bu nasıl yaşamaydı dön … /Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi/ Bir şeycik olmadı- Deneyin lütfen- / Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım/ Günaydın kaysıyı sallayan yele/ Kurtulan dirilen kişiye günaydın…”
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI
İkinci Dünya Savaşı sırasında daha 10 yaşındayken yoksulluğu derinden yaşar şair. Sonraki sürgün yıllarında Anadolu’nun yoksulluğu katılır onun çocukluğundan kalma yoksulluğuna. Anadolu insanının çaresizliği artık şiirlerindedir. Çocukların hastalıktan, yokluktan ölmelerine çaresiz kalan anneler onun mısralarındadır: “En küçüğü Telli bebek yed’aylık/ Vurgun yemiş serilmiş bir köşeye/ Bir ölse, diyor anası, bir ölse/ Hangi bir ülkenin/ Hangi bir yerinde/ Hangi bir ana/ Bebeğini ölsüne tutuyorsa/ Batmıştır o ülke/ Ölüm girmiştir temeline...”
İKİNCİ YENİ VE GÜLTEN AKIN
Erkeğin kalem, kadının kâğıt olduğu anlayışın hâkim olduğu 1950’lerde Gülten Akın, eril şiire ve şairlere karşı kendine bir yol açar. İkinci Yeni şairlerinden etkilense de farklı imgelerle yalnızlığın, ölümün, ayrılığın izleriyle donatır ilk şiirlerini. Memet Fuat, Gülten Akın’ın bu dönemi için “Bireysel şiirlerinde dahi insanı ilgilendiren ortak kaygılardan söz eder.” der. Asım Bezirci de İkinci Yeni kitabında bunu destekler nitelikte “Gülten Akın İkinci Yeni'nin biçimsel açılımlarını toplumcu bir anlayışla birleştirmeye girişir” ifadelerini kullanır.
"SÜRGÜN YİNE GELDİ DAYANDI"
Mülkiyede hukuk okurken tanışır eşiyle, üniversiteyi bitirdikten sonra hemen evlenirler. Kaymakam olan eşiyle 1958-1972 yılları arasında Anadolu’yu arşınlar, çoğu zaman bu arşınlama devlet zoruyla gerçekleşir yani diyeceğim o ki sürgüne yollanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim…”
Kimi zaman Şavşat’tan seslenir şiirlerinde kimi zaman Gevaş’tan kimi zaman da Alucra’dan. Doğu’dan Karadeniz’e yankılanır mısraları oradan da iç Anadolu’ya dolaşır bir çırpıda. O günleri şöyle anlatır: “Anladım ki çevremdeki kişilerin yaşamı daha da ilginçti. Şiirimin kapılarını ardına dek onlara açtım. Artık şiirim, çevrem dediğim birlikte yaşadığım halk oluverdi.”
Alucra’da okuma bilmeyen kadınlar için kurs açar, ortaokul öğrencileri için oyun sahneye koyar. Her şey yolundadır fakat bir gece evleri bombalanır. Yaşananları Gülten Akın’dan dinleyelim: “Bir akşam evimize bomba atıldı, lojman hasar gördü, bize bir şey olmadı. ‘sen çalışkan, dürüst bir kaymakamsın, senin gibileri çok gördük’ diye başlayan tehdit mektupları aldık. Günlerce yastığımızın altında tabancayla yattık.” Sonrası malum sürgün. Ne zaman halk yararına bir şeylere yapmaya kalkışsa toprak ağaları, zengin eşraf tarafından bürokrasiye kurban edilir ve sürgün başlar. Ne de olsa bu kurulu düzenin amacı küçük bir azınlığı mutlu etmekti.
KOCAMAN BİR CEZAEVİNDE
Sonra Ankara’ya gelirler… Yıl 1972’dir. Anadolu geçen günleri için “Yoğun zulümler, işkenceler gündeme geldi. Tutuklamalar cezaevleri 8 yıllık bir pay aldı ailemiz ondan” ifadelerini kullanır. “İlahiler”, “Ağıtlar ve Türküler” ve “42 Gün Şiirleri” o günün acılarının şiirleridir. 12 Eylül sonrası oğlu tutuklanır ve müebbet hapse mahkûm edilir. İşkenceler ve açlık grevleriyle cezaevi kapısını arşınlar Gülten Akın: “Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca” Ana yüreği, oğlunun haksız bir şekilde ömür boyu hapisle yargılanmasına dayanamıyordu: “Büyü de baban sana / Büyü de / Acılar alacak / Büyü de baban sana / Baskılar, işkenceler alacak /Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak…”
KAVGA VE ZULMÜN DESTANLARI
Kurtuluş Savaşını da şiirlerine konu edinir Osmanlıdaki Celali İsyanlarını da. Gülten Akın, Maraş’ın Ökkeş Destanı için “umarsız bir halkın kendi küllerinden yeniden doğuşu” diye tanımlar. Celaliler Destanı için de “Koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bu dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanının destanı olsun diye yazıldı” ifadelerini kullanır. Destanlar, ağıtlar, türküler, ilahiler… Halk edebiyatının bu türlerini yenilikçi bir anlayışla kalem alır Gülten Akın. Yunus’tan Pir Sultan’a, Veysel’den Ahmedî Hani’ye herkes yaşar onun şiirlerinde. Dili halkın dili, mısraları halkın mısraları olur.
"BEDRETTİN YAŞAMAKTA"
Sevdanın, yalnızlığın, ölümün, kadının, yoksulun şairidir Gülten Akın, direncin şairidir. Bir şiirinde “Ağıtla başlarız yaşamaya.” der.” Acıları en iyi o tanır ama bilir ki “Halk birikir cellat olur/ zulüm bir başına kalır/ İp çürür, kurşun çözülür/ Bedrettin yaşamakta…” ‘İnsan sorumluluktur’ savaşa, işkenceye, ölümlere karşı. Bu sorumluluğu, sorun olarak görenleri de görmezlikten gelenleri de unutmaz şiirlerinde. Bir sonbahar günü aramızdan ayrılır Gülten Akın… Haydar Ergülen’in deyimiyle “Şairler Annesi Gülten Akın”… Son kitabı “Beni Sorarsan” girişinde yer alan “Ağır, çok ağır bir dünya”dan direnciyle, umuduyla, sevdasıyla bize veda eder.
Dipnot: Toplu Şiirler I Kırmızı Karanfil YKY 14.Baskı 2023, Toplu Şiirler II Ağıtlar ve Türküler YKY 7.Baskı 2023, Toplu Şiirler III Uzak Bir Kıyıda YKY 8.Baskı 2023, Celaliler Destanı YKY 2. Baskı YKY 2007
Tarık Özyıldırım / Evrensel
7 Şubat 2021 Pazar
Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian
Sevdiğin zaman ölmezsin
Quando si ama non si muore
Çılgınca şarkı söyle
Canta a perdifiato
şarkı söyle
Canta
LyricFind
18 Ekim 2020 Pazar
"Brecht" İnatçı Yazı
Bertold Brecht
Dünya Savaşı yıllarında İtalya'da İkinci bir boyacı geldi, tüm duvarı baştan başa boyadı Gardiyanlar bir duvarcı ustası yolladılar, elinde bir keskiyle Haydi, artık duvarı yıkın, dedi asker.
Bertold Brecht |
22 Aralık 2019 Pazar
küçük İskender ve Şiiri Hakkında Kısa Bir Değini

Bunun ileri ve en uç noktasını küçük İskender ve şiirinde buluruz (a.g.e.). küçük İskender ve şiiriyle kurulmaya çalışılan ilişkilere ve bir dönem gözle görülür hale gelmiş etki ve etkilenmelere rağmen bu şiirin tekliğini koruduğunu ve şairin kendi şiirselini oluşturduğunu yazabiliriz. Bu noktada küçük İskender ve şiirinin etkilerini tartışmak için biraz daha beklemek daha doğru bir davranış biçimi olabilir. En azından bu yazının konusunun bu olmadığını baştan belirtebiliriz.
küçük İskender’in şiirin temel özelliği bireylik temelli bir şiir/şiirsel olmasıdır. İskender’in bireyliği ve bu bireyliğin büyük ölçüde tahakküm ve egemenlik ilişkilerinin dışında sokakta ya da yeraltında gerçekleşiyor olması kendine yeraltı edebiyatından ve bunun hem şiirdeki hem de romandaki karşılığından bir tarih bulurken bunu yazmakla kalmaz, tam bir serserilikle yalnız ve birlikte yaşamayı benimser ve savunur. Şiirin/yazının içerdiği ve belirtmeye/bildirmeye çalıştığı da bu yaşadığı serseri hayattır.
Bu hem kültürel hem de hayati görece bir özgürleşme kadar anti-otoriter düşünce ve bu temelde yaşama biçimlerinin yaşamaya ve yaşadığını yazmaya yönelik önemli bir sonucudur. Böylelikle Ece Ayhan’ın estetizmi ile Can Yücel’in edepsizliğini geçecek biçimde bir hayat ve beden tartışması küçük İskender’in şiiri konusu olmakla kalmaz, insan cinslerinin aynı dönemde kendi ifade etme ve gerçekleştirme mücadelesinin de etkisiyle kendini hem toplumsallaştırır hem de politikleştirir.
Baştan kendini aşırılığa açmış, Julia Kristeva’nın demesiyle çok-biçimli bir cinsellik ve bunu yaşama arzusunun belirginleştirdiği insan onun büyük ölçüde erotik olan bedeni özellikle genç kesimler için bir önceleme nedeni olurken İskender’in hem biz’le yaşadığı hayata hem de şiirine “çocuklar” olarak her anlamda çoktan dahil olmuşlardır.
Günümüz karşısında insan bedeninin teknolojikleşmesi ve insan davranışlarının cinsel dahil teknikleşmesi karşısında cinsel olanın erotizminden dolayı hem yaşamaya hem de duymaya, yani hissetmeye yönelik hâlâ bir imkân olduğu söylenebilir. Bu noktada geçmişteki örneklerden farklı olarak küçük İskender’in biz’le yaşadığı çoğunlukla cinsel olanı öncelemiş ama bunu da özgürlük olarak anlamış, öyle yaşanmış ve ifade/şiir edilmiş hayat(lar)ı yaşama arzusunu kışkırtacağı belli olsa da yine de İskender’den dolayı bu şiirde de karşılık bulmuştur. Buysa İskender merkezli entelektüel ama bir o kadar da erotik bulabileceğimiz karşı hayattır ve öyle yaşanmıştır.
Bu yaşanan hayattan dolayı küçük İskender’in bireyliğini yaşadığı biz, yani etraf toplumsal ve politik bir özellik de kazanır. Buradan marjinal bulunabilecek yanlarına ve özelliklerine rağmen ilgi duymayı ve merak etmeyi çoktan geçmiş tek tek bireylerin hayatını etkileyen bir yaşama pratiği çıktığı gibi, bu sokakta ötekinin aynı olana karşı mücadelesiyle yakınlıklar içinde olan bir direnişin de nedeni olmuştur. Ne var ki bu bir zaman sonra epey bir kesim için daha çok bedeninin arzuladığını gizlilikle değil de alenen yapma ve yaşama gibi bir noktaya gelinmesinden dolayı yazılan şiirin ve verilen mücadelenin etkisinin azalmasına neden olmuşsa da bu küçük İskender’de aynı şeye yol açmamış, o başta oluşturduğunu yazmayı ve çoğaltmayı, ikisinden de önemlisi yaşamayı sürdürmüştür.
Dünya karşısında böylesi mücadelelerin otoriterleşmeye de bağlı olarak kendini tekrar ederek karşılık biçimi olarak çoğaltması her zaman mümkündür. Sözünü ettiğimiz çoğaltma ya da tekrar etme çoğunlukla sorun olarak görünmeye ve öyle kabul etmeye sonuna kadar açıksa da hem otoritenin hem de insanın erkek, daha çok insanoğlu olduğu ve her ikisinin erilliğinin dünyayı belirlediği ve insanlığı büyük ölçüde buna razı ettiği bir düzlemde her iki durumu anlayabilir ve kabullenebiliriz. Çünkü hayat ve ifade etmek istediğimiz karşısında kimi zaman estetizmi geride tutabilir ve reddedebilir, çoğaltma ve tekrar etmeyi bile isteye sürdürebiliriz. Hatta popülerlik ve magazinel olanın etkisi ve baskısı karşısında da başka zaafa da düşebiliriz.
Kuşkusuz küçük İskender’in yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsallığı bildik toplumsallıktan, özellikle bugünle kurduğu ilişkiden dolayı büyük ölçüde ayrılır. Bugünde yaşama isteği toplumsal olanın gelecek projeleri ile baştan beri kurduğu ilişkiyi geçersizleştirmeden bugün tartışmasına yönelmekle kalmaz, arzu ettiğini birlikte ve yalnız yaşamayı talep eder, bunu savunur. Buysa toplumsallığı ve içerdiğini şimdi ve bugün tartışmasına yöneltirken yaşamayı da fazlasıyla kışkırtır. Bu kesinlikle ve tartışmasız bir şimdi ve bugün yaşama/yaşatma arzusudur/talebidir.
Bu şimdi talebi ister istemez cinsel aşk başta olmak üzere bütün aşk ve cinsellik biçimleri yaşama ve arzusu kadar doğrudan önce bugüne ve sonra geleceğe yönelen, aynı zamanda geçmişi benzer bir bakış açısıyla sorgulayan bir şiirin ve yazının imkânı olurken, şiir ve yazı yaşama arzusunun içerdiği her bir şeyi hem deneyimleme hem de ifade etme alanı haline gelir.
Bu oluşturulana ve önceden belirlenene bakarak sokakta ya da herhangi bir mekânda yaşanan her bir şeyi serseriliğin alanı içinde tutmayı da sağlar. Dediğimiz sokağın asiliği ile son derece de uyumlu bir durum ve yaşama olduğu kadar mekân olarak sokakta ya da zemin kat bir apartman dairesinde geçen kırk sekiz saati şiir ve yazı üstünden bir daha değerli hale getirir. Bu da dünya karşısında anti-otoriter sol özellikleri bünyesinde bulunduran ve hatta öne çıkaran bireysel bir yaşama kadar toplumsallık önerisidir. Dünya bunun üstünden yorumlanırken yaşama kendini bugünde mutlu etme kadar aynı dünyayı tartışmaya ve reddetmeye ve yeni bir dünya talebine kadar gider.
Bu tabii, özellikle küçük İskender’e ve hayatına bakarak belirtirsek, insan cinsleri arasında geçen/yaşanan ama entelektüel olanı baştan kendine dahil eden ve hemen onun yanına gençliği koyan bir aşk ve beden tartışmasıdır. İnsan cinsleri ve orada erkekler arasında geçen aşk ilişkisi ve birlikte yaşama gençlikle ve onun bedeniyle ilgisinden ve her seferinde bir daha keşfetme arzusundan, yani erotizminden dolayı bedeni, onun devinimlerini, atık ve akıntılarını erotizmle pornografi arasında gidip gelen ve bedeni bu temelde ihlal eden bir çizginin üstünde gider gelir, sorun eder ve tartışır. Bu noktada Georges Bataille’ın erkek bedeninin daha estetik ve biçimli, tabii daha kışkırtıcı olduğu saptamasını unutmamak gerekir. Aynı şekilde insan cinslerinin geçmiş ve bugündeki hayatı ve onun oluşturduğu düşünsel ve yazınsal birikim de burada bunu çoğaltan başka bir unsurdur.
Tekrar başa dönersek sokakta yaşamak ya da serseri olmak öğrenilen/öğretilen çoğu şeyden kurtulma ya da hepsini baştan reddetme anlamına geldiği için son derece özgün bulabileceğimiz ve pek deneyimlenmemiş bir özgürlüktür. Burada özgünlüğü oluşturansa her şeyin bugünde yaşama temelli olması ve yaşamaya yönelmesi, yaşamanın dışındaki olguların reddedilmesi ya da geçersizleştirilmesidir. Buysa bir çatışma nedeni olduğu kadar tekrarla söz konusu yaşamayı hem toplumsallaştıran hem de politikleştiren bir durumdur.
Böylelikle Karl Marx’ın söz konusu ettiği “avare kütle” ve onun serseriler başta olmak üzere bireyleri şiirin ya da yazının konusu olduğu gibi bir uçtan toplumsallık daha geniş kesimleri/sınıfları kendine dahil eden bir durum ve olgu haline gelmekle kalmaz, onlara dönük ilgi entelektüel bir düzey ve özellik de kazanır. Buysa dünyaya dönük daha kapsayıcı bir ele almanın bizdeki başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Şairin yaşadığı ve şiirine yansıyan, içinde yoğun bir entelektüel birikim barındıran (ki bu yazdığı şiiri kültürel de yapar) serseri şair hayatı olmasından dolayı küçük İskender’in 1964 yılında açtığı parantez 3 Temmuz 2019’da “yaşadım” diye kapatılmıştır/kapanmıştır.[1]
[1] Bu noktada hazırladığım Küçük İskender Kitabı (İkaros, 2019) bu canlılar arasında geçen/yaşanan serseri hayatın şiir eksenli ama kendini farklı bağlam ve düzeylere açmış tartışmalara iyi bir başlangıç ve edilginliği reddeden bir okurluk çağrısı olabilir.
19 Temmuz 2019 Cuma
Günler Perişan
Arkadaş Zekâi Özger
hayatı da törpüleyen zaman
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirse de bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünki ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda birşey var
bizi onduran şey
acıya saran
umudu kuşatan
var kalbim: yaşayan ben
hayatla ölümle cinayetle
gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
eski prof hocalarla
yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlunda elbet yurtseverden
birgün bırakırda sizi yüzüstü
yüzüstü değil: elbette bizüstü
bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedim annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
çünki biliyorlar vakit dar
oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
hayatı pekiştiren kökümüz var
dünyayı emeğe kazandırmak için
hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
kanağacına sözümüz mü var
birgün döneriz elbet
acısız, adsız
sürünün ölümsuyu
bir ölü bir dirinin kanıdır
besler hayatsuyu
tarihe nasıl anlatsam
bizi yaşatan kan
günler perişan
Arkadaş Z Özger