Translate

27 Ocak 2018 Cumartesi

Recep (Peker) Bey’in İnkılâp Dersleri: Kemalizm ve Korporatizm Meselesi

'Burak Özçetin'

Kemalizmin önde gelen ideologlarından ve aksiyon adamlarından Recep Peker’in İnkılâp Dersleri adlı eserindeki düşüncelerine kısaca göz atmak hem Kemalizmi daha iyi anlamamızı sağlayacak hem de ‘sol-Kemalizm’, ‘ulusal-sol’, ‘nasyonal sosyalizm’ ve benzeri kavramlar çerçevesinde dönen tartışmalara biraz da olsa ışık tutacaktır kanısındayım.

Ayrıca Recep Peker’e bakmak, günümüzde sosyalist solun liberalizme karşı giriştiği ‘cihatta’ liberalizmin her türlü eleştirisinin makbul olmadığını hatırlatacaktır bizlere: liberalizmin şuurlu bir sosyalist eleştirisi ile korporatist eleştirisi arasına önemli bir çizgi çekilmesinin şart olduğunu.

Adettendir, çok kısa bir bilgilendirme ile başlayalım. Recep Peker 1889’da doğar, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşır. 1920’de TBMM Katib-i Umumisi seçilir ve üç yıl sonra Kütahya Milletvekili olur. 1923 yılında Halk Fırkası Genel Sekreterliğine getirilir. 1928’de Cumhuriyet Halk Fırkası Meclis Grubu Başkan Vekilliği’ne getirilir. Mayıs 1931’de toplanan CHPnin üçüncü Kurultayı’nda genel sekreterliğe yeniden seçilir. Böylece Genel Başkanlık Kurulu’nun Atatürk ve İnönü ile birlikte üçüncü adamı olur.
Bu görevi sırasında tek parti yönetiminin güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. 17 Ağustos 1942'de I. Saraçoğlu Hükümetinde Dâhiliye Vekili olur. II. Saraçoğlu Hükümetinde de bu görevini korumuştur. 7 Ağustos 1946'da çok partili dönemin ilk hükümetini kurmuştur.
10 Eylül 1947 tarihinde I. Saka Hükümetinin kurulmasıyla Başbakanlık görevi sona erer. Çok partili dönemde de CHP içerisinde tekparti zihniyetinin yılmaz savunucusu olan Recep Peker, parti içi mücadeleden mağlup ayrılarak 1 Nisan 1950'de İstanbul'da ölür.

Recep Peker genelde çeperde, uç bir karakter olarak mimlenir. Bu genel anlatıya göre aşırı görüşleri sağduyulu Kemalist kadrolarca dengelenmiştir. Mussolini İtalya’sından fazlasıyla esinlenen siyasal projesi ise yine aynı kadrolarca engellenmiştir. Tek parti döneminin aşırılıkları sıklıkla Peker’in omuzlarına yüklenir. Lakin yukarıdaki paragraftaki çok kısa –ve daha birçok görevin/unvanın atlandığı– biyografi, kıyıda köşede kalmış bir marjinalin hayatını anlatmıyor olsa gerek. Recep Peker, Kemalizmin kendini bir ideoloji olarak inşa etme çabası içerisinde olduğu bir dönemde (evet! Kemalizm bir ideolojidir!) merkezi bir konum işgal etmiştir. Atatürk’ün de içerisinde bulunduğu üst düzey Kemalist bürokrat ve düşünce insanının Recep Peker tarafından dillendirilen görüşleri paylaştığı görülmektedir.

İnkılâp Dersleri
İnkılâp Dersleri, Recep Peker’in Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri sıfatı ile 1934–1935 eğitim döneminde Ankara Hukuk Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi’nde gençlere Türk İnkılâbını anlatmak ve inkılâbın “inanç istikametini aşılamak” üzere verdiği derslerin derlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. İnkılâp Dersleri Kemalist ideolojinin, diğer konuların yanında, birey-devlet-toplum üçlüsüne yaklaşımının en açık ve etkili şekilde ifade edildiği çalışmalardan biridir. Suna Kili’nin ifadesi ile İnkılâp Dersleri, “özellikle CHP’nin o yıllarda altı ilkeye bakışını yansıtması bakımından önemlidir.”

Biz Bize Benzeriz!
Bir ulus ifade eden her kalabalığın bir fikri sabiti olmalıdır,” (sf. 14) diyen Recep Peker, İnkılâp Dersleri boyunca bu ‘fikri sabit’i tanımlar, açar ve derinleştirir. İnkılâp Dersleri bir yandan CHP’nin altı ilkeye bakışını yansıtırken, diğer yandan geçmiş dönemin bir muhasebesini ve reddiyesini sunmaktadır. Temel iddia Kemalist devrimin o güne değin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olay olduğudur.
“Kendimizi düşününce, bizim, bizde doğan ve bizde olan yaşama ve siyasal yollarımız vardır,” (sf. 53) demektedir Recep Peker.
Bu eşsizlik ve karşılaştırılamazlık hali Atatürk’te ifadesini şu şekilde bulur: “Demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz Efendiler!”

Kemalizm, Liberalizm ve Sosyalizm
Recep Peker bir tefessüh (çürüme) haline karşılık gelen liberal ve sosyalist ekonomik ve siyasal düzenlerin eleştirisine odaklanmıştır. “Sınıf inkılâbı” ile “halk/hürriyet inkılâbı” arasında ayrıma giden Peker hürriyet inkılâbını “insanlığın karanlık devirlerden aydınlık devre çıkışı esnasında halkın, kendilerini idare edenlere ve bu idareyi suiistimal edenlere karşı ayaklanışı” olarak tanımlar (25). Peker hürriyet inkılâbının insanlık için ileri bir adım olduğunu, fakat talihsiz bir şekilde “hürriyet inkılâbının getirdiği semerelerde birtakım arızalar, hastalıklar yüz göstermeye başladığını” belirtir (26). Peker’e göre ‘hürriyet inkılâbı’nın bu denli hastalıklı bir şeye dönüşmesinin ardında yatan temel neden de inkılâbın ‘liberalizm’ ve ‘liberte’ gibi mefhumlarla ifade edilmeye başlanmasıdır.

1935 yılı Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Kurultayı öncesinde yaptığı program açıklamasında Genel Sekreter Recep Peker, CHP’nin, “amme haklarında anarşiyi besleyen, ekonomide ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını istismar eden liberalizme karşı” cephesini daha da sıklaştırdığını belirtmektedir. Bu çerçevede “haklarda hürriyetin sınırını(n) devlet varlığının otorite sınırı içine alındığı” bir toplumsal düzen “her yerde son nefesini vermekte olan liberal devlet tipi”ne alternatif olarak önerilmektedir (1935: 3-4).

Liberal siyasal ve ekonomik düzen, barındırdığı hastalıklı yanlara ek olarak, sınıf temelli örgütlenmelere ve nihayetinde sınıf inkılâbına yol açması bakımından da eleştirilmektedir. 3 Halk inkılâbının ardından muhtelif partilerden kurulu parlamento hayatının doğuşu, politikayı yeni oluşan bir profesyonel zümrenin elinde bir iktidar savaşı ve didişme alanına çevirmiş ve böylelikle parlamentarizm sınıf kavgalarının, sınıf inkılâbının ve daha sonra demokrasiyi düşman sayan otorite devletlerinin yeniden vücut bulmasına sebebiyet vermiştir (27).
Peker’e göre sosyalizmin genişlemesinin ardında üç önemli dinamik vardır: Birincisi, demokrasi ve liberal parlamentarizmin sunduğu olanaklar ve yaratılan hürriyet havasıdır; ikincisi ise ekonomik liberalizmin yaşattığı fenalıkların giderilememiş olmasıdır ve son olarak da sosyalist ideolojinin taşıyıcılarının temelde işçiler olması, doğalarının ve toplumsal koşullarının sosyalizmi benimsemelerine yardımcı olmasıdır (41-2).


Peker-Kemalizm-Korporatizm
Gerek liberalizmi gerekse sınıf inkılâbını dışlayan Peker, Kemalist inkılâbın dayandığı temel prensipleri açmaya başlar. Peker’e göre bir devlet yaşadığı devir ne olursa olsun “iç varlığında birlik olmayınca muvaffak olamaz” (48).
Peker’in “iç varlıkta birliği” tanımlarken çizdiği çerçeve Kemalist yönetici kadroların birey sorununa nasıl yaklaştıklarını ortaya sermesi açısından önemlidir. Peker için “insanlar, tek tek bakıldığı zaman değerleri sıfırdır” (sf. 48-49); yani ancak ve ancak homojen bir kütle olarak “ulus” içerisinde bir mana ve değer kazanacaklardır.

“İç varlıkta birliği” sağlamış bir model olarak Mussolini İtalyası Recep Peker’in derslerinde yer bulmaktadır. Peker’in anlatımıyla, sosyal düşünceleri ilk başlarda sosyalist “kokan” Mussolini “komünizm ağacının yeşermekte” olduğu İtalya’da vaziyete hakim olup “sınıf mücadelesine tamamen zıt ve memleketin türlü sınıfları arasında uygunluk, uyum –ahenk– getiren siyasal ve sosyal bir ekol” koymuştur (50, abç.). Almanya ise Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara gelişi, “parlamentarizmin yarattığı tahribata” dur demesi açısından övülmektedir (52).

Peker’in metinlerinde son derece ‘hacimli’ bir liberalizm eleştirisi bulunmaktadır. Fakat liberalizm eleştirisi sınıf temelli siyasal örgütlenmelere karşı duyulan tiksinti ile yan yana ilerlemektedir. Recep Peker’in vardığı nokta ise sınıfların ve sınıfsal çatışmaların reddine ve organizmacı bir toplumsal tahayyüle dayanan, tek-parti ve şef (ve şefin kurmayları) etrafında örgütlenmiş bir millet arzusunu yansıtan, kökenlerini Ziya Gökalp’in felsefesinde bulabileceğimiz (yer yer totaliter unsurları içinde barındıran) solidarist korporatizmdir.

Söz konusu olan Kemalizm ve Korporatizm olduğunda Taha Parla’nın "Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm’i (İletişim Yayınları)" vazgeçilmez bir başyapıt olarak mutlaka ele alınmalıdır. Aynı yazar tarafından kaleme alınan "Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları (İletişim Yayınları)" serisi ise yine Kemalizmi anlamak açısından çok önemlidir.

Parla, korporatizmi; “toplumu, birbirine karşılıklı bağımlı ve işlevsel bakımdan birbirini tamamlayan parçalardan oluşan, organik ve kendi içinde uyumlu bir bütün olarak gören” (sf. 93) bir ideoloji olarak tanımlar. Bu bütünün kurucu öğeleri meslek grupları ve bu gruplar tarafından oluşturulan birliklerdir.

Korporatizm liberalizm bahis olunduğunda bireyin temel alınmasını; Marksizme karşı olarak da sınıf ve sınıflar arasında çelişkili bir ilişkinin varlığı düşüncesini hedef alır. Siyasal düşüncenin bu iki kanadı da birlik, uyum ve ahenk fikirlerinin altını oymaktadır.
Kemalizm’in altı okundan biri olan Halkçılık ise –bırakın sol bir içerik taşımayı– bu solidarist-korporatist tahayyülün Kemalizme tercümesi olarak ele alınmalıdır.

Kökenleri itibariyle halkçılığın gelişiminde belirleyici olan dayanışmacılık, kapitalist gelişmenin yarattığı eşitsiz ve antagonistik toplumsal ilişkilere çatışmacı (Marksist) cevaba alternatif bir çözüm arayışından doğmuştu. İlhan Tekeli’nin tabiriyle dayanışmacılar, “girişim özgürlüğüne ve özel mülkiyet kurumuna dokunmadan, ekonomide devlet müdahaleleriyle, toplumsal içerikli yasalarla, kooperatifçilikle ve karşılıklı yardımlaşma örgütleriyle toplumsal adaletsizlikleri azaltabileceklerine inanıyorlardı.” Bu fikir Türkiye topraklarındaki en sarih ifadesini Ziya Gökalp’in çalışmalarında bulacak ve Gökalp'çi izlek başta Mustafa Kemal ve Peker olmak üzere Kemalist kadrolarca takip edilecektir.


Kemalizm anti-kapitalist bir ideoloji midir?
Konumuz açısından önemli noktalardan biri de korporatist tahayyül ile kapitalizm arasındaki ilişkidir. Özelde Recep Peker’in genelde Kemalizm’in kapitalizm ile söylemde kurduğu karşıtlık bazı yorumcuların Kemalizm’in içinde anti-kapitalist –ve hatta bazı yorumlara göre sol/sosyalist– nüveler barındırdığı sonucuna varmasına sebep olmuştur.

Peker’i takip edersek gerçekten de Kemalizmin kapitalizme karşı “eleştirel” bir mesafede durduğunu iddia etmek mümkündür. Recep Peker’e göre ‘hürriyet inkılâbı’nın verdiği neticeler arasında en sakıncalıları ekonomik liberalizm ve ticaret serbestliğidir.
Başlangıçtaki idealist insanların inkılâptaki rolü azaldıkça, özgürlük şiarı ile yola çıkmış olan liberalizm bir ekonomik tahakküm aracı haline dönüşmüştür (sf. 26-7).

Fakat Kemalizm’in kapitalizm ve liberalizmle girdiği bu sürtüşmenin temelinde sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sol/sosyalist bir eleştirisinden çok, kapitalizmin ve liberalizmin içinde barındırdığı çatışma potansiyeline, özellikle sınıflaşma ve bireyleşme olgusuna karşı duruş yatar. Recep Peker tüm konuşmalarında ve yazılarında liberalizme olduğu kadar (ve hatta ona olduğundan da çok) komünizme ve “sol cereyanlara” karşı da düşmanca bir tutum içerisindedir.

Her ne kadar kapitalizmin getirdiği dönüşümlere karşı tepkisel bir hareket olsa da, korporatizm “özel mülkiyet ve girişimin önceliği ilkesine dayanan kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumu varsayan bir düşünce sistemi ve bir dizi kuruma işaret eder.” (T. Parla) Korporatizmin her türünün kapitalizmle girdiği bu çelişkili görülen ilişki anlaşılmadan solidarizmin her iki alt türünün de anlaşılması mümkün olamayacaktır.

Korporatizm kapitalizmin yarattığı bireyselleşme olgusuna olduğu kadar sosyalizme ve sınıf mücadelesi şiarına dayanan Marksizm’e ve sosyalist düzen projesine de düşmandır.

Korporatizm anti-Marksist ve anti-liberaldir; fakat anti-kapitalist değildir.
Taha Parla korporatizmin “genel, total sermaye anlamında kapitalizmin uzun vadeli var oluşunu öne çıkarmakla; ancak bireysel, özel sermayelerin kısa vadeli dar çıkarlarına meşruiyet sağlayabilen liberal mantığa kıyasla, kapitalist topluma daha yüksek bir rasyonalite kazandırdığı iddiasında” olduğunu belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında her ne kadar kapitalizm ve sosyalizm arasında bir “üçüncü yol” olma iddiasında da olsa, korporatizm kapitalist ekonomik ve sosyal ilişkilerin bir “türevi” olarak ele alınabilir. Bu çerçeve dâhilinde Kemalizm’in anti-kapitalist/devletçi retoriğinin sol düşünce ile alakalandırılmasının ve Kemalist ekonomik kalkınma projesinin kapitalizmle sosyalizm arasında bir “üçüncü yol” olarak adlandırılmasının temelsiz olduğu görülecektir.

Değerlendirme
Recep Peker’in İnkılâp Dersleri ve diğer külliyatından hareketle Kemalizmin ideolojik harcı ile ilgili şu noktalara değinebiliriz. Birincisi, Kemalizm bir ideolojidir ve erken Cumhuriyet dönemine ve Kemalizme dair yapılacak bir tartışmada bu noktanın kesinlikle akıldan çıkarılmaması gerekir.

İkinci olarak Kemalizm, her ne kadar kendisini döneminin önde gelen ideolojik akımlarından soyutlama çabasında olsa –ve hiç kimseye ve hiç bir akıma öykünmeyen tamamıyla özgün bir öğreti olduğunu iddia etse de– genel hatlarıyla korporatizmin solidarist alt türüyle çakışan bir ideolojik örüntüye sahiptir. En net ve kapsamlı ifadesini Kemalizmin altı okundan biri olan halkçılık ilkesinde bulan bu ideolojik örüntü organik ve homojen bir bütün olarak toplum ve bu bütün içerisinde eriyen birey fikriyatını hareket noktası olarak ele alır. Bu açıdan hem liberal bireyciliğe hem de sınıf fikrine karşıdır.

Bir başka nokta ise bu anti-liberal duruşun zorunlu olarak anti-kapitalist bir muhtevaya sahip olması gerekmediğidir. Retorikte anti-kapitalist tonlar taşımakla birlikte Kemalizmin milyonerler ve hatta milyarderler yaratma hülyasının erken Cumhuriyet yılları boyunca terk edilmediğini hatırlamak yeterli olacaktır.

Son olarak, bahsi geçen korporatist tahayyülün sadece Kemalizme musallat olduğunu düşünmek; korporatist Kemalistlerin karşısına “demokrat” merkez-sağ siyaseti (ya da şimdilerde İslamcı siyaseti) konumlandırmak mevcut haliyle memleket liberalizminin en gözde fantezisi olmaktan öteye geçemez. Çok partili hayata geçişle birlikte tüm varyasyonlarıyla Türkiye sağ(lar)ının seyrine bakıldığında korporatizm hayaleti ile karşılaşacağızdır.

"Birgün Kitap, 9 Ekim 2010
Burak Özçetin

ilgili konu:Korporatizm - Murat Belge

18 Ocak 2018 Perşembe

Devlet benim, halk da benim halkım...

`Jan Werner Müller` Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: "Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar." 
Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor.

Uzun süredir, özellikle Batı ülkelerinde sağcı ve hatta ziyadesiyle ırkçı söylemi benimseyip harlayan siyasetçilerin yükselmeye başlamasıyla birlikte en sık sarf edilen kavramlardan biri, ‘popülizm’ oldu. Farklı ideoloji mensuplarınca, birbirinden ayrı siyaset yapma biçimlerini tanımlamak için kullanılabiliyor. ‘Halkın hoşuna giden ve lehine olan işler yapmak’ tarafından bakıp olumlu anlam atfedenler olduğu gibi, yozlaşmayı ve milliyetçiliğin çeşitli hâllerini anlatmak için başvuranlar da var. Büyük ölçüde iki bloklu dünyanın sona ermesinden sonra, o dünyanın alışıldık yapılarının, kurumlarının çözülmeye ve sağ-sol ayrımlarının bulanıklaşmaya başlamasıyla birlikte, yeni olanı ‘anlamlandırma’ çabasının sonucu olarak ‘gereksinim’ duyulan bir kavram haline gelmiş durumda.


Hakikaten, ne demektir günümüz popülizmi? Hangi coğrafyada, ne anlama gelir? Popülist siyasetçiler olarak tanımlananların hepsi aynı yolun yolcusu mu? Her biri aynı yöntemi mi uyguluyor? Popülistlerin varmaya çalıştığı yer aynı mı? ‘Popülist liderler’ ana başlığı, tümünü kavramak için yeterli mi? Şöyle bir bakalım popülist olarak adlandırılan siyasetçilerin ülkelerine. Chavez ne yapmaya çalışmıştı ve kime karşı? Macaristan’da Orban, otoriter siyasetini hangi ilkeler üzerine kurdu, anayasadan anladığı neydi? Yapay zekâ üzerine çalışmaların son sürat devam ettiği, bir süre sonra adalet hizmetlerinde robotların kullanılabileceği ABD’de, kaba saba bir ırkçı olan Trump nasıl ve hangi söylemle seçim kazandı? ‘Kültür ve estetik’ sözcüklerinin ilk çağrıştırdığı ülkeler olan Fransa ve İtalya’da, Le Pen ve Berlusconi gibi figürler hangi dinamikler sayesinde güçlenebildi? İyi kötü demokratik teamülleri oluşturabilmiş ve yüz küsur yıllık anayasa geleneği olan Türkiye’de, AKP iktidarı nasıl olup tüm anayasal teamülleri yerle bir edebildi?

İşte bu sorular üzerinde düşünebilmek için gerek duyduğumuz kavramlardan biri popülizm ve bugün önereceğim kitap “Popülizm Nedir?” başlığını taşıyor. Viyana’da verilmiş bir seminerler dizisi sonunda ortaya çıkan eserin yazarı, Almanya doğumu Jan-Werner Müller. Halihazırda Princeton Üniversitesi’nde siyaset teorisi/düşünce tarihi dersleri veriyor. İletişim’den 2017’de yayımlandı ve çevirmen, kendisi de bir akademisyen olan, Onur Yıldız.
Müller, yukarıdaki soruları ve daha fazlasını soruyor eserinde ve kestirme yanıtlara varmak yerine kendi yanıtlarına yine kendisi itiraz ederek, farklı bir yerden de bakmayı denerek yanıt arıyor. Kitap daha başlarken, ilk sayfasından Bertolt Brecht’e selam gönderiyor: “Tüm yetki halktan gelir. Fakat nereye gider?” Yönetim denilen mekanizma, büyük ölçüde bu saptama ve sorunun sorgulanmasıyla anlaşılabilir kuşkusuz ve yüzlerce yıldır farklı kavram setleriyle yapılmaya çalışılan da bu. Yetkiyi veren halk, nasıl bir bileşimdir? Verdiği varsayılan yetki, nereye gider, kimlere? Nasıl kullanılır?
Hep aynı şeyi düşünüp sorgulamak gerekiyor: Bir halkız! Doğru da, bir örnek değiliz. Örneğin Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan bir halkı oluşturuyor ya da daha kapsayıcı ve soyut olarak, ulusu. Buna mukabil, hem ‘halklar’ ifadesi kullanılıyor hem de bir ‘halka’ dahil olduğunu düşünenler arasında da başta sınıfsal olmak üzere belirgin ayrımlar var. Kaynaşmış bir kitleden değil, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşayan bireylerden söz ediyoruz. Çok sayıda aidiyeti olan bireylerden. Farklı bireyler, yurttaş sıfatıyla belirli aralıklarla kendi yöneticilerini, temsilcilerini seçiyor. Egemenliğin kullanılması yetkisini, bir süre için birilerine bırakıyor. Bunu seçim aracıyla yapıyor. Ardından bakıyoruz, kendilerine belirli bir süre için verilen yetkiyi kullananlar, yetkiyi verenin isteklerini yerine getirmiyor aslında. Yetki sahiplerinin bir kısmını hoşnut, kalanını mutsuz ediyor. Oysa hoşnut ettiklerinin diğerlerinden bir ayrıcalığı yok. İşte popülizm kavramı, tercih edilen yetki kullanma yöntemlerinden ve demokratik sistem açısından en tehlikeli olabileceklerden biri.
Çalışma ve konu hakkında genel bilgi verebilecek bazı başlıkları kısaca anlatmak yeterli olur. İlk başlık, “Herkes popülist midir?” Yazar, haklı olarak son yıllarda, özellikle Trump’ın seçilme sürecinde popülizm kavramının hiç olmadığı kadar sarf edildiğine dikkat çekiyor ve ardından adları yukarıda anılan ülke ve liderlere, ayrıca Syriza, Podemos gibi partilere değiniyor. Şu saptamayla başlıyor: “Bir popülizm teorisine sahip değiliz ve siyasal aktörlerin ne zaman popülist olarak adlandırılabileceklerine dair anlamlı bir kriterimiz yok.” Tabii buradan doğal olarak şu sonuçlar çıkar. Eğer popülizmin ne olduğuna dair açık ölçütler yoksa, o zaman birileri tarafından sevilmeyen ‘başarılı’ yöneticilere mi popülist diyoruz? Zira her siyasetçi, seçim kazanmak ve yönetmek için halkı cezbetmek ister ve bunu yapmak için sıradan insanın düşünce ve duygularını bilmek, ona göre davranmak zorundadır? Peki bu durumda, popülizm suçlamasının kendisi popülist bir yol mu? Yazar buradan yola çıkarak popülist olarak adlandırılanların bazı ortak noktalarını bulmaya çalışıyor. Kuşkusuz her ‘benzerlik’ bulma çabası, diğer yandan ortak olmayan nitelikleri de ortaya çıkarır. Ya da tam tersi! Örneğin popülistler ‘seçkinlere’ karşı eleştirel tutum alır. Yazar, bunun gerekli ama yeterli bir ölçüt olmadığını savunuyor çünkü her seçkin eleştirisi popülist değil.
Bir diğer nitelik, popülistlerin her zaman ‘çoğulculuk karşıtı’ oluşları. Popülistler halkı yalnızca ve her zaman kendilerinin temsil ettiğini iddia eder. Yazar burada Erdoğan’dan örnek veriyor. Bir parti kongresinde, “Biz halkız. Siz kimsiniz?” diyen Erdoğan’ın, halkın geri kalanının varlığından elbette haberdar olduğunu, onları dışlamanın ampirik değil ‘ahlaki’ bir iddia barındırdığını tespit ediyor. Popülistler iktidar için mücadele ederken siyasi rakiplerini ahlaksız ve yozlaşmış elitler olarak tanımlama eğilimindedir. İktidardayken de hiç bir muhalefeti ‘meşru’ kabul etmezler. Denklem basit aslında: Erdem ve ahlakı temsil eden iktidarı desteklemeyenler, erdemli ve ahlaklı halkın ‘uygun’ bir parçası olamaz. Popülistler, yüzde 99 olamaz, yüzde yüz olmalı, bütünü temsil etmelidir! Haliyle popülizm her zaman bir kimlik siyaseti biçimidir (ama tüm kimlik siyasetleri popülist değildir!). Haliyle demokrasinin gerektirdiği farklılıkların var olabilmesi ilkesi ile bağdaşmaz popülist siyaset. Müller’e göre, “…popülistler çatışma üzerinden büyüme ve kutuplaştırmayı teşvik etmek ile yetinmezler. Aynı zamanda siyasi rakiplerine halkın düşmanları gibi davranırlar ve onları tamamen dışlamanın yollarını ararlar.”
Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar. Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor. Devletin gerçek sahibi olan ve ‘ne eylerse güzel eyleyen’ halkın iradesi. Hâl böyleyken popülist yönetimlerin eylemleri de sorgulanamaz hale gelir çünkü iktidar, mülkün asıl sahibi adına hareket etmektedir. Tabii çözümü son derece güç bir sorundan söz ediyoruz burada. Popülistler, demokrasinin yüksek ideallerini gerçekleştirme hedefinden (yönetimi halka bırakmak!) söz ediyorlar çünkü. Ancak demokrasinin yozlaşmış bir versiyonu. Haliyle, demokrasinin nerede sona erip popülizmin başladığını saptamak, başlı başına bir gereksinim. Yazar, kitabın sonraki bölümlerinde söz konusu sınırı arıyor. “Popülistler ne söyler?” ‘Ne yapar?” sorularıyla. Dünyadan çokça örnek veriyor Müller ve çoğu son derece güncel. Ona göre, yazılı bir doktrini olmayan popülizmin anlaşılması, demokrasinin kavranmasına yardım edecektir. Burada, popülizmi ilerici (tabana dayalı) bir hareket olarak gören Kuzey Amerika ile tarihsel deneyimlerdeki farklılıklar nedeniyle siyasal kötülük olarak gören Avrupa’daki tanım ve algı farkları üzerinde duruyor.
Popülizm siyasal sorumsuzluk örneği midir? Popülizmin destekçileri olarak belirli sosyo-ekonomik gruplara yoğunlaşmak makul mü? Popülist hareketleri, çoğunlukla belirli bir eğitim ve maddi düzeye sahip olanların desteklediği doğru, ancak bu her zaman geçerli değil. Söz konusu hareketler, özellikle maddi açıdan güçlü kesimlerden de farklı meşruiyet gerekçeleriyle oy alabiliyor. Haliyle keskin neden sonuç ilişkileri kurmak çoğu zaman yanıltıcıdır. Popülistler, insan psikolojisine, duygularına, zaaflarına oynar; ancak bu gerçekten, ‘sevgi,’ ‘öfke’ ve ‘hınç’ ile hareket edebilen insanların her durumda aynı kümeye mensup olduğu ve söz konusu gerekçelerin paylarının çok büyük olduğu sonucu çıkarılmamalı. Aksi halde tartışma tümüyle sosyo psikolojik alana taşınmış olur.
Ezcümle, popülistler çoğulculuk karşıtıdır. Yükselişe geçişini temsili demokrasilerin başlangıcına borçludur. Tüm halk adına konuşan biri olmadan popülizm olmaz. Popülistler halkın yalnızca bir kısmına halk muamelesi yapmak zorundadır; gücünü ve ahlaki meşruiyetini bu ayrışmadan alır. İngiltere’de Nigel Farage’ın Brexit oylaması ardından “Bu gerçek halkın zaferi” sözlerini hatırlayalım. Ya da Trump’ın, “Önemli olan tek şey halkın birleşmesidir çünkü geriye kalanların bir önemi yoktur,” ifadelerini. Bir ‘soylu halk’ varsayımı vardır. Temsil (yani seçim) düşüncesine de karşı değiller kuşkusuz. Yalnızca, ‘doğru halk, doğru kararları ancak doğru temsilciler aracılığıyla verir’ ve doğru temsilciler, kendileridir! Seçim dönemlerinden tartışmalara katılmayı reddetmeleri olağandır; Orban gibi, Erdoğan gibi. Çünkü teori tartışmaya, akıl almaya gereksinimi yoktur popülist liderin, bunlarla zaman kaybetmeye tahammül edemez. Tabii henüz iktidarda olmayan popülist partilerin seçim kazanamıyor oluşlarının nedeni, sessiz çoğunlukların varlığıdır. Onlar sessizliklerini bozduğunda, iktidar mukadderat olur! Her ne kadar ‘halk’ hiçbir zaman bir örnek olmasa ve hiçbir zaman aynı kalmasa da; birinin halkı bildiğini iddia etmesi, kitleleri etkiler.
Yazar, yine dünya örneklerinden hareketle, popülist liderlikleri, popülistlerin iktidardaki hallerini, anayasaya bakışlarını, halk oylamaları konusundaki düşüncelerini, devlet yönetimi algılarını, her şeye rağmen ‘seçim’ aracından neden vazgeçemeyeceklerini, sivil toplum algılarını, ‘dış güçler’ konusundaki propagandalarını (‘ajan bunlar’ söylemi!) anlatıyor. Sonunda da popülizm ile nasıl başa çıkılacağı konusunda ipuçları veriyor.
Yazı Victor Orban’ın iki ‘vecizesi’ ile sona ersin: “Avrupa Birliği Macaristan’a saldırıyor.” “Her kim Macar hükümetini eleştiriyorsa, Macar halkına saldırıyordur.”

Bunları okuyunca, ‘Neyse ki Macaristan’da yaşamıyorum’ diyor insan. Neler var!


Murat Sevinç
www.gazeteduvar.com.tr/devlet-benim-halk-da-benim-halkim

15 Ocak 2018 Pazartesi

Bakın Rafa Kaldırın Demedim, Unutun Dedim!

'Prof. Cemal Saydam'

Kanal İstanbul ile ilgili olarak benden görüş soranlara öncelikle ben bir soru yöneltiyorum.

Diyelim ki İstanbul Boğazı'nda, Arnavutköy'de bir yere oturdunuz ve Boğaz'ın o eşsiz manzarasını seyrediyorsunuz. Derler ya "Denize bakarken bir şey düşünmezsiniz" diye. İşte o anlardan biridir gözleriniz önünde oluşan ve alır sizi götürür başka diyarlara. Tanrı bize daha yaşarken cenneti sunmuş, işte o cennet vatandan bir parçadır gördüğünüz. Gözlerinizin önünde akan devasa bir nehir. İyi de neden akar acaba bu su? Göz yanılması da değil kendini meşhur akıntıları ile veya Karadeniz'e doğru yol alan gemileri sanki yokuş tırmanırcasına zorlanması ile belli eden. Karadeniz'den gelen gemilerin de kuğu gibi süzülmesi, alelacele sanki yokuş aşağı inercesine Boğaz'dan geçmesine neden olan ve de dünyada eşi benzeri olmayan bir su yolu. Bu hoca da işi abarttı "Ne o, denizde yokuş çıkmak inmek, yerçekimi mi var? Her yer düzdür biraz abarttı galiba" diye düşünebilirsiniz ama yanılırsınız. İnanması zor ama normal koşullarda Marmara'dan gelip Karadeniz'e giden bir gemi 30 km uzunluğundaki Boğaz boyunca en az 30 cm yokuş çıkmak zorunda kalır. Nedeni de basit: Karadeniz'in Marmara'ya göre ortalama en az 30 cm yüksektir. Eğer poyraz varsa ve de aylardan haziran ya da temmuz ise bu yükseklik çok daha fazla olur, 70-80 hatta 1 metreye kadar çıkabilir. Hatta yol boyunca tuzluk ta azalır suyun kaldırma kuvveti azalır ve gemi suya daha da batar, motorlar daha da zorlanır. İyi de neden acaba? İşte Türk Boğazlar sistemini dünyadaki diğer kanallardan ayıran ve de yerkürede sadece ama sadece bize has olan bu özelliğinin nedeni Karadeniz'e giren tatlı suların fazla olmasından kaynaklanmaktadır. Tatlı suyun ana kaynağı da Tuna, Dinyeper, Dinyester ve Don nehirleridir. Bizim nehirler olsa da olur olmasa da ama Tuna Nehri debisini değiştirir ise yandık bittik, tüm sistem alt üst olur. İşte bu nedenle Tuna ve onun yatağında olan biten bizim için çok önemlidir.

Olmaz ama bir ülke Tuna üzerinde devasa bir baraj yapacak olsa ilk sesini yükselten ülke biz oluruz, yapılamaz diye, çünkü bu, sistemin dengelerini alt üst eder. İşte bu hassas dengeyi ben basit bir havuz problemine benzetirim. Karadeniz hakikaten de devasa bir havuza benzer. 2000 metre derinlikte ve dikey karışımın olmadığı bir havuz. Bu havuzu dolduran musluklardan bahsettik, peki bu havuzu boşaltan musluk nerede acaba? İşte İstanbul Boğazı da bu havuzu boşaltan musluktur. Nedeni de basit. Akdeniz ve de özellikle Doğu Akdeniz kelimenin tam anlamı ile bir buharlaşma baseni, sauna misali. Yazın sıcakta, kışın kuru poyraz rüzgarları ile sürekli su kaybeden bir deniz. Buharlaşma yolu ile kaybedilen bu su nedeniyle Karadeniz'in fazla suyu İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçerek, Atlantik Okyanusu yüzey suyu da Cebelitarık Boğazı'ndan geçerek bu su eksikliğini tamamlamaya çalışır.

Boğazlar Sistemi Nasıl Çalışır?

"Hoca'ya da Kanal İstanbul'u bir danışalım dedik aldı bizi Atlantik'e götürdü" demiş olmalısınız ama sistem böyle küresel boyutlarda ve hassas dengelerde çalışıyor. Bir gerçeği daha aydınlatalım. Karadeniz'e giren tüm sular nehir suyu veya yağmur suyu yani tatlı su. Peki Karadeniz neden tuzlu? İşte burada da detaylarını sadece bizim bildiğimiz ama sizlerin de farkına varmadan kullandığınız boğazların alt akıntısı devreye girmekte. İstanbul Boğazı gözlerinizin önünde nasıl akıyor ise görmediğiniz alt tabaka da aynen öyle akıyor, tek bir farkla, ters tarafa yani Karadeniz'e doğru. Hedef basit. Tuz dengesini sağlamak ta ki Karadeniz'de, Akdeniz ile aynı tuzluluğa ulaşana kadar. İyi de bu alt üst akıntı da öyle birbirlerine teğet geçecek şekilde akmıyorlar. İstanbul Boğazı'nın iki yerinde Boğaz'ın dip yapısı nedeni ile karışıyorlar. Biri Hisarlar'ın önünde 110 metre derin çukur nedeni ile diğeri ise Üsküdar Beşiktaş arasında ortada bir bölgedeki sığ tepe yüzünden. Karadeniz'den gelen suyun bir miktarı Akdeniz suyuna karışıyor, Akdeniz'den gelen yoğun su da üst tarafa karışıyor, böylece tuzluluğu biraz daha artan Karadeniz suyu büyük bir hızla Marmara Denizi'ne çıkıyor. İşte bir uydu resmi:

Bakın Boğaz'dan çıkan su Hayırsız Ada'ya çarpınca nasıl ikiye ayrılmış. Sanki bir gemi suyu yarıyor gibi. Belki de "ne enteresan bir görüntü" diye baktığınız bu olay Marmara için çok ama çok önemli. Tüm sene çeşitli hızlarda ama sürekli çalışan bir fabrika misali. Bu su hızla çıkarken ileride detaylarından bahsedeceğimiz çok önemli bir olaya neden oluyor ve Marmara'nın tuzlu alt tabakasından önemli ölçeklerde suyu emiyor ve yüzeye taşıyor.

Marmara Denizi'nin tarihçesine baktığımızda da karşımıza çok enteresan durumlar çıkıyor. Bir zamanlar Marmara Denizi de Karadeniz gibi bir iç gölmüş. Tamamı tatlı su, hem de sadece 12.000 sene önce, jeolojik zaman diliminde salise bile olmayan bir süre önce. Şimdi ise üstteki ilk 25 metresi Karadeniz'den gelen su ile, alt taraftaki ve en derin yeri 1.400 metre olan tabanı tamamen Akdeniz suyu ile dolu. İstanbul'da tuvalete gidip sifonu çektiğinizde de o suyun eninde sonuda gittiği yer Boğaz'ın alt akıntısı aracılığı ile Karadeniz. İşte ben bu sistemin çalışacağını deneyler ile bulan ortaya koyan ekibin başıydım, uzun seneler boyunca Karadeniz'den başlayıp Ege'de sonlanan seferleri yürüten ekibin ya başı idim ya da parçası olarak çalıştım. Boğaz'ın altını 4 kez albayrak kırmızısı rengine boyamış bir ekibin elde ettiği bilimsel sonuçlar diğer tüm deneyimler ile birleşince "Kanal istanbul" projesini duyduğumuzda tüylerimiz diken diken oldu. Bu işin uzmanları olan arkadaşlarımla oturup tartışınca da her birimiz bir başka açıdan ama sonuç olarak tam bir "felaket senaryosuna" ulaşıyor ve ürküyoruz.

Ne olur? Dedim ya, havuz problemine benzettim diye gelin ondan başlayalım öncelikle. Havuzu dolduran musluklar belli, siz onları, yani havuza giren suyu arttırmadan havuza ikinci bir musluk takarsanız ne olur? Havuz boşalır ama deniz bu elbette su boşalmayacak ama ortalama 30 cm yüseklik zamanla azalacak 20 cm, 10 cm olacak ancak su seviyesi düşmeyecek çünkü bu eksiklik hemen Akdeniz suyu ile tamamlanacak. Karadeniz'in tuzlanma oranı artacak.

Burası kesin ama bundan daha önemli ve yıpratıcı bir etki hemen Marmara'da belirmeye başlayacak. Marmara Denizi aynen bir zeytinyağı-su misali tabakalaşmış bir yapıdadır. Üst tarafta, ilk 25 metrede Karadeniz suyu vardır. Bunun altı, en derinlere kadar da tuzlu Akdeniz suyundan oluşmaktadır ve iki koşul haricinde de kesinlikle birbirleri ile karışmazlar. Bir deneyin dalgıç kıyafetlerinizi giyin ve dalın sizleri ne bekliyor. İlk 25 metre rahatlıkla dibe doğru inersiniz ama 25 metreye gelince takılır kalırsınız. Debelenmek fayda etmez çünkü bu bariyeri mevcut ağırlıkla aşmanız ve Akdeniz suyuna girmeniz imkansızdır. Ancak üst sudaki organik maddeler zamanla bu bariyeri geçer ve alt suda birikir. Bu organik maddeler parçalanma sürecinde oksijen tüketirler ancak alt tabakayı da besin zengini bir hale getirirler. Ne var ki normal koşullarda bu su, üst su ile karışmaz yani o tuzluluk bariyerini aşamaz. Oksijenin denizlerdeki kaynağı elbette atmosferdir ama gel gelelim oksijen de bu tabakayı geçemez.

Kanal İstanbul'u Bir Süveyş'e Hele Hele Bir Panama'ya Benzetmek

Alt tarafta sürekli olarak oksijen tüketen maddeler var ve siz yukarıdan buraya oksijen pompalayamıyorsunuz. Ne olur? Alt tarafta oksijen giderek tükenir. İşte Marmara Denizi'nin en önemli hastalığı budur. Oksijen eksikliği çeker yani "kronik astımlı"dır. Marmara Denizi'nin yegane oksijen kaynağı Çanakkale Boğazı'nın altından giren bol oksijenli Akdeniz suyudur. İstanbul Boğazı'nın Marmara'ya çıkışındaki jet akımı ile alt taraftan üste taşınan bol besinli suların yarattığı organik yük ve beraberinde oluşan oksijen tüketimi Marmara'nın doğusunda oluşurken, oksijen girdisi Marmara Denizi'nin batısındadır. "Aman hocam olur mu?" demeyin sakın. Bir denizaltı subayı tanıyorsanız bir sorun bakalım Marmara'da derin denize dalmak hele bu bariyeri aşıp yüzeye çıkmak ne demek. Yerkürede sadece bize has bir deniz, başka örneği de yok. İşte bu nedenlerden dolayı Kanal İstanbul'u bir Süveyş'e hele hele bir Panama'ya benzetmek denizlerimiz hakkında hiçbir şey bilmemek anlamına geldiğinin ilanı olmaktadır.

Meslek yaşantımın ilk yıllarında denizlerimiz hakkında bildiğimizin, hiçbirşey bilmediğimiz olduğunu söylediğim yılların çok eskide kaldığına inanırdım ama ne acı ki hala bu harika yapıyı öğrenmemekte inat edenler var. Marmara Denizi'ndeki bu yapıdan neden bahsettiğimi de merak etmişinizdir. İşte bu yapıya İstanbul Boğazı'ndan geçerek gelen su Marmara'ya o hızla çıkınca başka türlü karışma imkanı bulamayan alt tabaka suyunu vakumlar gibi emer ve üst su ile karıştırır. Bu süreç tüm sene boyunca devam eder. Bu alt su ile üst suyun karışmasındaki birinci nedendir. İşte Marmara denizinin alt suyunda yakın geçmişindeki göl tarihçesine kadar dayanan zengin organik maddeler inorganik tuzlarda böylece üst suya karışır ve de güneş ışığı ile birleşince Marmara Denizi'nde besin zengini bir ortam yaratır, uydular da bunu rahatlıkla tesbit eder. İşte bir uydu resmi.

O alışılagelen görüntülere pek benzemiyor değil mi? Akdeniz o bildik mavi ama ya Karadeniz? "Hoca almış eline fırçayı boyamış" dedirten bir görüntü. Ya Marmara? Kıpkırmızı. İşte bu uydu görüntüsü aslında çok şey anlatıyor bizlere. Bir kere bu görüntü denizlerdeki besin maddelerini gösteriyor. Akdeniz masmavi ama bu pek iyi bir şey değil. Besin ölçeğinde bu suyun içerisinde hiçbirşey olmadığının bir göstergesi. Yani yanıbaşındaki çöl gibi bu da denizin çölü. Besin namına hiçbir şey yok  bu nedenle de Akdeniz'de ekonomik balıkçılık yoktur, olmaz, olamaz da. Peki ya Karadeniz? Yemyeşil ve de kuzeybatısı, nehirlerin önü kırmızı. Yani her yerde besin bol bazı yerlerde ise daha bol. Tuna'dan çıkan suyun da bize nasıl geldiğini de rahatlıkla görebilirsiniz, o sahildeki kırmızı ve sarı renkli su. Ya Marmara? Kıpkırmızı besin kaynıyor tam da balıkların istediği bir ortam. Ben Marmara'yı astımlı çocuğa benzetirim. Annesi sağlıklı babası ise sağlıksız bir evlilik sonrası meydada gelen solunum zorluğu çeken bir çocuk. Ömür boyu dikkat edilmesi gerekiyor. Biraz fena davranırsanız çökebilir, asla da düzelmez bir rahatsızlık. Bilimsel gerçekleri bilmeyenlerin elinde ise hemen alttaki uydu görüntüsünden de görüldüğü gibi Boğaz'dan çıkan farklı bir su görülünce, bakın İstanbul Marmara'yı nasıl kirletiyor şeklinde yanlış bir şekilde yorumlanır durur halbuki alakası yoktur.

Alt suyun üst su ile karışması kuvvetli lodos fırtınası süresinde de olur. Kış ve bahar aylarında sıklıkla yaşanan bu süreçte alt ve üst su ile karışır ve her lodos sonrası Marmara'da besin zenginleşir ve balık bolluğu olur.

Küresel Bir Felaket

Sistemin çalışma prensipleri ile ilgili olarak bu gerçekleri sıraladıktan sonra şimdi gelelim olası bir "Kanal İstanbul"lu senaryoya. Her nerede yapılırsa yapılsın, diyelim ki açıldı ve Karadeniz suyu bu insan yapımı, dibi dümdüz ve 25 metre derinlikteki ikinci kanaldan Marmara'ya doğru hızla akmaya başladı. Kanaldan geçecek olan su tuzluluğu hiç değişmeden aynı Boğaz çıkışı gibi Marmara'nın kuzeyinde bir yerde jet akımı ile Marmara'nın üst suyu ile buluşacak ama bu sefer hem bol besinli üst tabakadan ve belki de yoğun tuzlu alt sudan da su kapacak ve sistemin alışık olmadığı yeni bir yem fabrikasının çalışmasına neden olacaktır. Yani şu yukarıdaki görüntünün bir küçük benzeri biraz daha batıdan bir yerden Marmara'nın üst suyuna merhaba diyecektir. Ama pek de hoşgeldin dedirtecek cinsten olmayan bir kucaklaşma olacaktır bu. İşte bu yeni fabrikanın üreteceği organik yük zaten sınırda olan alt tabakadaki oksijen seviyesi üzerine ek bir yük olarak binecek ve kısa bir zaman sürecinde zaten bitti bitiyor sınırında olan alt su oksijensiz kalacaktır.

Tüm dert de bu aşamadan sonra başlamaktadır. Sistem bir kere oksjeniz kaldı mı kelimenin tam manası ile hapı yuttuk demektir. Bu sudaki kimyasal dengeler tamamen değişecektir. Suyun besini daha da bol hale gelecek ve her iki fabrika daha çok organik madde üretmeye başlayacaktır. Bu da üst tabaka için daha fazla organik madde üretimi anlamına gelse de alt tabaka için ilave yük demek olacak ve alt taraftaki kimyasal yapı çok daha kötüleşecektir. Bir başka olumsuz etki de şöyle ilave dert getirecektir. Denizdeki su eninde sonunda dipte bir yere temas etmekte değil mi? İşte oksijensiz suyun denizin dibine temas ettiği yerde bu sefer çok daha değişik koşullar oluşacak ve 25 metredeki tabakalaşma sınırında çok ince mangan oksit parçacıkları ile dolmaya başlayacaktır. Bu zamanla tüm Marmara'yı kaplayacak ve 25 metrenin altına zaten zor ulaşan güneş ışığı artık hiç geçemez olacaktır. Bu senaryolar birleşince alt sudaki hidrojen sülfür konsantrasyonu kısa zamanda hızla artacak ve her lodos sürecinde alt suyun üst su ile karışması ile atmosfere de çıkacaktır. Tanrı her nedense bizim burnumuzu milyonda bir bile olsa bu H2S yani çürük yumurta kokusuna hassas kılmış. Lodos rüzgarları güneybatılı olduğu için bu hidrojen sülfür kokusu İstanbul'a doğru taşınacak ve tüm şehir zamanla artan koku ile kaplanacaktır. Zamanında Haliç'in veya İzmir Körfezi'ndeki koku misali... Oksijensiz alt tabakadaki suyun eninde sonunda İzmit Körfezi'ne dolması ile Körfez'de deniz yaşamı kesinlikle sona erecektir. Sadece lodos değil bu sefer doğudan esen her rüzgar ile ilk etapta Körfez'in tamamı çürük yumurta kokusu ile dolacaktır.

Bu işin ilk aşaması, hidrojen sülfürlü su İstanbul Boğazı'nın altından Karadeniz'e doğru giderken Salacak'ta veya Hisarlar önünde yine üst su ile karışacak bu sefer de Karadeniz suyunun kimyasal yapısını etkilemeye başlayacak ve Boğaz çıkışındaki suyun yapısal özellikleri de değişecektir. Bu da yine organik yükün artması anlamına gelecek ve Marmara'nın altı sürekli olarak şok üstüne şok dalgaları ile bombalanacak ama sonuç olarak her lodos ile daha da artan kesafette ama aynı nefasette olmayan hidrojen sülfür (çürük yumurta) kokulu hava İstanbul'u kaplayacaktır. Zaman içerisinde İstabul'un kanalizasyon deşarj projesi de bu anoksik sudan etkilenecektir. Boğaz boyunca üst su ile karışım noktalarında da suyun kalitesi bozulmaya başlayacak ve Marmara'nın üst suyunun da kalitesi hızla bozulacaktır.

Bunlar benim uzmanlık alanlarım ile ilgili bildiklerimin üzerine geliştirebildiğim senaryolar. Bu işe beraber emek sarfettiğim diğer kişiler ile de görüşünce hep aynı olguya ulaşıyoruz. Felaket. Tam uzmanlık alanım değil ama dahası da var. Kanal İstanbul'u yaptınız ve devasa bir ada oluşturdunuz. Bu adanın yeraltı sularını besleyen Istranca Dağları'ndan gelen tatlı suyun önünü de, açtığınız 25 metre derinliğindeki kanal ile kestiniz. Yeraltındaki doğal su depoları (akiferler) tatlı su doldurmayınca bu sefer var olanı da deniz suyu doldurmaya başlamayacak mı? Zamanla bu yeni adadaki tüm yeraltı tatlı su kaynakları deniz suyu ile dolacaktır. Yani bu ada zaman içerisinde kuyularından sadece deniz suyu çıkan bir ada haline gelecektir.

Bunlar uzmanı olduğumuz konular, yani bu konuları biliyoruz. Şaşıyorum bazen. Kendi kendime bu devlet bizi neden yetiştirdi acaba diyorum. Bazıları "yetişmez olaydın" demiştir ama yetiştirdi bir kere. Sen kalk iki denizi birleştirecek bir proje düşle ama hiçbir deniz bilimcisine de "bunları birleştirirsem ne olur acaba" diye sorma? Konunun bir başka boyutu daha var elbette. Benim bildiklerimi Ukraynalı ve Rus bilim adamları da biliyor. Böyle bir projenin uzun zaman sürecinde kendileri için ne anlama geliğinin elbette farkındalar. Neden ses çıkartmıyorlar acaba? Enteresan değil mi? Neden çıkartsınlar ki? Biraz emek zaman para enerji sarfedelim. Nasılsa olmaz diyecekler ama boşa harcanacak her para bizim zarar ama onların da kar hanesine yazılacak. Biz yaparız size ne diyecek halde de değiliz ki?

Bir başka konu daha var elbette. On sene denizlerde hem de sınırlı dolaşma serbestliği olan araştırma gemisinde çalıştık. Mecburen öğrendik uluslararası denizcilik kurallarını. İşte Akdeniz'in, Karadeniz'in bir tarafı evimiz. Ta karşıda biryerlerde başka devletler var. Bunların aralarındaki sınırları belli eden "Ekonomik Bölge" tabirler, "Kara Suyu", "Kıta Sahanlığı" gibi tanımlar var. Öyle aklına esen istediğini yapamıyor. Ticari gemiler için öyle uluslararası kurallar var ki kimse buna dokunamaz. Kural der ki: Ticari gemilerin serbest geçiş hakkı vardır. Yani isteyen istediği yerden geçer. Sen benim karasularımdan geçemezsin diyemezsin. Bunun da kuralları var elbette. O kurallara göre bir yasak alan ilan edersen ve geçme dersen de kimse geçemez. İşte İsrail bu uluslararası kuralı hiçe sayarak çiğnediği, bir ticari gemiyi bastığı için o kadar bağırdık ve de sonunda tezimizi bastıra bastıra kabul ettirdik. İç deniz bize ait, kendi kurallarımız var ama Boğazlar öyle değil işte. Montrö Sözleşmesi var ve bırakın ticari gemileri normal koşullarda engellemeyi, savaş zamanında dahi savaşa taraf olmayan devletlerin gemilerine dur dahi diyemeyeceğiniz bir sözleşme. "Bakın sevgili kaptanlar ben onca milyar dolarlar sarf ettim yeni bir kanal açtım tehlikeli yük taşıyanlar buradan geçeceksiniz" lafını asla diyemezsiniz. Kaldı ki üstüne bir de şu kadar para demenize hiç olanak yok. Peki bu gerçekler kimden, neden saklanır?

Ben yine uzmanı olduğum konuya döneyim ve bu bir daha asla geri dönüşü olmayacak olan projeyi lütfen unutun diyeyim. Bakın rafa kaldırın falan demedim, unutun dedim. Olmaz böyle uluslararası felakete dönüşecek bir girişime kimse müsade etmez onun için gelin yol yakınken bu işin uzmanlarının uyarılarını dinleyin ve bu projeden vazgeçin.

Tüm bunlar zaman içerisinde Karadeniz'in ekolojisini de etkileyecektir. Ve emin olun ki benim bildiklerimi Rus ve Ukraynalı bilim adamları da bildiği ve geleceği benim kadar kestirebildikleri için bu projeye kesinlikle karşı çıkacaklardır.

Peki hiç düşündünüz mü neden Boğaz'daki köprülerin yüksekliği 64 metre? Neden 50 metre yapmıyoruz da o kadar yüksek yapıyoruz? Cevabını düşünün bakalım. Yapın da ne oluyor görün. Ertesi gün bir yabancı bayraklı gemi ona çarpar, köprüyü belki de yıkar, gemi de hasar görür ve bırakın tazminat istemeyi bir de o geminin masraflarını size ödetirler. Dünya artık "ben yaptım oldu" dünyası değil, uluslararası kurallar var ve onlara uymak zorundasınız. Bir de doğanın yazısız kuralları var kesinlikle hürmet etmek zorunda olduğunuz, oynarken bin kere de yetmez on bin kere düşünmeniz uzmanına sormanız gereken. Eğer bir inat uğruna bu kanal projesi gerçekleşir ise bu işin bir daha geri dönüşü de olmaz ve bu yöneticilerimiz tarihe denizlerin ekolojisini değiştiren ve uluslararası bir felakete yol açan ülke olarak geçer.


Cemal Saydam

http://www.arkitera.com/gorus/408/bakin-rafa-kaldirin-demedim-unutun-dedim