Translate

26 Kasım 2017 Pazar

7 TİP'li genç nasıl öldürüldü, hukuk nasıl katledildi?

Ankara Bahçelievler'de, yaşları 20 ile 26 arasında değişen 7 Türkiye İşçi Partili (TİP) üniversite öğrencisi genç, (..) 1978 yılında, 8 Ekim'i 9 Ekim'e bağlayan gece ülkücü katiller tarafından hunharca katledildi.
Bahçelievler katliamı; Sabahattin Ali'den Abdi İpekçi'ye sırf görüşleri nedeniyle bu ülkede katledilen aydınların, gençlerin, siyasetçilerin, gazetecilerin katillerinin nasıl korunduğuna ilişkin hukuk katliamının da hikâyesidir. Öyle bir hikâye ki; Sabahattin Ali'den 7 TİP'li gence ve Abdi İpekçi'ye uzanan cinayet serisindeki katil şebekesinin bu ülkede hapiste    yattığı toplam süre, 28 Ocak 1982 tarihinde Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan’ı katleden terörist Hampig Sasunyan'ın ABD'de yaklaşık 35 yıl cezaevinde yattığı süreyi bulmadı, bulamadı, buldurulmadı!
"Devlet için kurşun atanlardan şeref duyduğunu" açıklayan bir geleneğin hukuku değil, ancak katili olabilirdi. Bütün bu cinayet serisinde bu düzen işledi, devlet -on yıllardır kaybettiği yakınlarının ardından günleri değil saatleri sayarak acıyla yaşayan insanların gözünün içine baka baka- hukuku değil katilleri korudu.

'Milli hislerle' katledilen 41 yıllık büyük bir hayat

Bahçelievler katliamından önce Sabahattin Ali cinayetin ve sonrasını hatırlayın.
Hikâyeleri, romanları, şiirleriyle Türkiye edebiyatında unutulmaz izler bırakan Sabahattin Ali, yaklaşık 70 yıl önce, 2 Nisan 1948'de öldürüldüğünde 41 yaşındaydı.
Fikirleri nedeniyle soruşturmalar, davalar, tutuklamalarla geçen hayattan yorulmuştu. Ülkesinden kaçmaya karar verdi. 1948'de satın aldığı kamyonla gittiği Kırklareli bölgesinde yurt  dışına kaçma girişiminde bulundu. Cesedi 16 Haziran 1948'de Kırklareli'nin Sazara köyü yakınlarında bulundu. Cinayet aylar sonra kamuoyuna duyuruldu ve 12 Ocak 1949'da Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü açıklandı.
Peki kimdi bu Ertekin?
Ali Ertekin, inzibat başçavuşuyken “silah çaldığı” gerekçesiyle ordudan atılan bir astsubaydı. Ordudan atılmasının ardından bir süre inşaatlarda çalıştığını söyledikten sonra aldığı görevi şöyle açıklayacaktı:
Sonra Milli Emniyet'te bana vazife verdiler!
Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde 30 Nisan 1949'da başlayan yargılama 15 Ekim 1950'de sona erdi. “Cinayeti milli duygularla işledim” diyen Ertekin için mahkemenin “Türk Milleti adına” açıkladığı ceza 4 (yazıyla dört) yıl oldu!
Ve Ertekin, aynı yıl çıkarılan af yasasından yararlandırılarak tahliye edildi.
Soruşturmalar, davalar, tutuklamalarla geçen 41 yıllık yaşamına iki şiir kitabı (Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağanın Serenadı), beş öykü kitabı (Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk), üç roman (Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna) ve beş çeviri sığdıran, önemli bir bölümü edebi değer taşıyan yüzlerce mektup bırakan Türkçe'nin en büyük seslerinden Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden katili, devlet "milli duygular koalsiyonu"yla serbest bırakmıştı!


Abdi İpekçi'nin katili nasıl kaçırıldı, nasıl korundu?

Abdi İpekçi cinayetini ve ardından yaşananları hatırlayın...
İpekçi, 1 Şubat 1979'da, İstanbul'da evine giderken ülkücü Mehmet Ali Ağca'nın düzenlediği silahlı saldırıda katledildi. Ağca, cinayetten yaklaşık beş ay sonra, 25 Haziran 1979’da yakalandı. Dönemin Sıkıyönetim Askeri Savcısı Ahmet Koç, yıllar sonra, 2010'da, NTV'de Can Dündar'ın sorularını yanıtlarken "polis yakalandıktan sonra katilin evini aramak için iki hafta bekledi, üzerinden çıkan adres ve telefonları tam 1,5 ay boyunca araştırmadı" açıklamasını yapacaktı.
Sıkıyönetim Komutanlığı da, polisin istediği ek sorgu süresini vermeyi uygun bulmadı. Dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı emekli orgeneral Necdet Üruğ da aynı programda, "polisin ek süre istediği zamana kadar verilen süreyi zaten değerlendirmediğinin görüldüğünü, polisteki ideolojik kamplaşmanın tetikçinin kaçırılmasına neden olabilir düşüncesiyle sorgu için talep edilen ek süreyi vermediklerini" açıkladı.
Peki ne oldu?
Tetikçi Ağca “polisin elinden kaçmasın” diye götürüldüğü Maltepe Askeri Cezaevi’nden, yakalandıktan tam 128 gün sonra, 25 Kasım 1979’da asker yardımıyla kaçırıldı! O sırada Maltepe Cezaevi’nde askerliğini yapan er Bünyamin Yılmaz, CNN Türk'te Rıdvan Akar'ın sorularını yanıtlarken “Ağca’yı kaçırmam için bana emir verildi. Oral Çelik'in verdiği para ve silahları cezaevinde Ağca'ya teslim ettim. Onu asker elbisesi giydirerek kaçırdım” diyecekti.
Gıyabında yapılan yargılamadan sonra Ağca önce idam cezasına çarptırıldı. İdam cezası daha sonra ağırlaştırılmış müebbete çevrildi, gasp suçları da cinayet suçuyla içtima edilerek bu sürenin içine kondu. Ancak müebbet hapis cezaları, “Rahşan affı” olarak bilinen düzenlemeyle 10 yıla indirildi. Böylece Ağca'nın cinayet ve gasp suçları için yatacağı süre de 10 yıla düşürülmüş oldu!
Ağca, cezaevinden ve Türkiye’den kaçırıldıktan sonra Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunma suçundan  İtalya'da 19 yıl 1 ay cezaevinde tutuldu ve 14 Haziran 2000'de Türkiye'ye iade edildi. Ancak İtalya'da yattığı süre Türkiye'de zaten 10 yıla indirilmiş bulunan cezasından düşüldü ve Ağca bütün dünyayı şaşırtan bir kararla 12 Ocak 2006'da tahliye edildi! “Yanlışlıkla” tahliye edilen ilk ülkücü katil Ağca değildi! Yapılan itirazın ardından “yanlışlık” yapıldığı kararına varıldı ve serbest bırakılan Ağca 8 gün sonra cezaevine döndü ve 18 Ocak 2010'da tahliye edildi.
Böylece, İtalya’da yaralama nedeniyle 19 yıl 1 ay hapsedilen Ağca'nın, Türkiye gazeteciliğinde büyük bir iz bırakan Abdi İpekçi'yi öldürmek ve gasp suçları için sadece 10 yıl cezaevinde kalması yeterli görülmüştü. Ve on yılın arasına "yanlış bir tahliye" teneffüsü sokuşturmak da ihmal edilmemişti!
Benzer cinayetlerde devlette devamlılık ilkesi hiç aksamadı. Misal, Bahçelievler katliamından sonra yakalanabilen katiller, tam beş yıl önce, hem de Dünya Hukuk Günü'nde serbest bırakıldı.

Bahçelievler: Reis ve İdi Amin'i iş başında

Evet, Bahçelievler katliamı... Bu köşede defalarca yazılan hikâyeyi hatırlayalım.
Sene 1978, 8 Ekim'i 9 Ekim'e bağlayan gece. Yer; Ankara'da Bahçelievler semti. Ülkücülerin “Reis”i Abdullah Çatlı'nın yaptığı plan akşam saatlerinde yürürlüktedir. Ekip, bölgeyi iyi bilmektedir. Zira, ülkücülerin “İdi Amin”i Haluk Kırcı, eylemden önce Bahçelievler'de keşif yapmıştır.
Ekip, 8 Ekim 1978 akşamı Bahçelievler 15. Sokak'taki 56 numaralı apartmanın önündedir. Hedef, 2 numaralı dairedir. Evet, 56 / 2. Bu numaradan koyarlar yapacakları işin adını; “5-6-2 / Tamam Reis!

Kırcı kapıya gizlice kulak verir, içerde en az birkaç kişi olduğunu rapor eder. “Sürümden kazanacakları” bir grup olduğuna göre, eyleme geçilmesine karar verilir. Ercüment Gedikli “Dadaş Kahvesi”ne giderek destek için Ömer Özcan ve Duran Demirkan'ı bulur. Saat 22:00 sıralarında 56. Sokak'a geri dönülür. Demirkan sokakta, Özcan apartmanın önünde “gözcü” olarak bırakılır.

Silahsız öğrenciler bayıltıldı ve...

“Reis” Çatlı da sokakta otomobilinin içinde beklemektedir. Haluk KırcıErcüment GedikliMahmut Korkmaz ve Kürşat Poyraz gizlice apartmana girerler. 2 numaralı dairenin kapısında silahlarını çekip, zili çalarlar. Birazdan aralanan kapıya yüklenirler, ellerinde silahlarla artık içerdedirler.

Evde, hepsi Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan 5 üniversite öğrencisi vardır. Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü öğrencisi Serdar Alten (23), Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses (26), Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Efraim Ezgin (23), Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencileri Latif Can (20) Osman Nuri Uzunlar (20).

Baskın, gençler televizyon izlerken yapılmıştır. Cinayet ekibi biraz şaşırmıştır, zira öğrencilerin hiçbirinde silah yoktur!
Olsun, Reis planı yapmış, İdi Amin harekete geçmiştir artık. Öğrencilerin ellerini arkadan bağlayıp, yüzüstü yere yatırırlar. Ancak evdekilerin sayısı tahmin ettiklerinden çok olunca Çatlı'ya danışmaya karar verirler. “Bekleyin” der Çatlı ve birazdan elinde eter ve pamukla gelir. Öğrenciler, önce eter koklatılarak bayıltılırlar.

Bu sırada kapı çalınır. Zili çalanlar, yine TİP üyesi olan öğrenciler Faruk Erzan ve Salih Gevence'dir, arkadaşlarını ziyarete gelmişlerdir. Onlar da içeri alınır. "2-3 komünist”i temizlemek için girdikleri evdeki öğrenci sayısı 7'ye çıkmıştır!

Çatlı'nın talimatıyla başlayan katliam

Yine Çatlı'ya danışırlar. Çatlı'dan gelen talimat üzerine son gelen iki öğrenci, dışarıda bekleyen otomobile bindirilir. Yanlarına da Haluk Kırcı ile Kürşat Poyraz oturur. Farları yakılmayan araç Eskişehir yoluna doğru hareket eder ve bir süre sonra bir tarlanın yanında durur. Faruk Erzan ve Salih Gevence araçtan indirilir, 500 metre kadar tarlanın içine götürülür. Kırcı ve Poyraz silahlarını çekip, biraz önce arkadaşlarını ziyarete gelmiş iki genci, kafalarına ateş ederek öldürürler.

İki kişi tamamdır, ama işin büyüğü evdedir, hemen Bahçelievler'e dönerler. Plana göre evde bayıltılmış olanlar da ikişer ikişer Eskişehir yoluna götürülecektir. Önce yavaş yavaş uyanmaya başlayan Serdar Alten'i otomobile taşırlar. Ancak o sırada yoldan geçen bir polis aracı Çatlı'yı kuşkulandırır. Acaba, tarlada öldürdükleri iki öğrencinin cesedi mi bulunmuştur?
Bu kuşku üzerine plan değiştirir Çatlı, plan evin içinde icra edilecektir! Ama nasıl yapılacaktır bu iş? Aralarında tartışırlar. Pratik öneri İdi Amin'den gelir, yani Haluk Kırcı'dan. Bayıltılanlardan Osman Nuri Uzunlar'ı mutfağa götürür tel askıyla boğmaya çalışır. Ama hemen ölmez delikanlı, bu kez yüzüne var gücüyle havluyla bastırır ve boğar Kırcı.

Diğerlerini boğmak zor gelince...

Geride dört delikanlı daha vardır ve boğma işi biraz uzun sürmektedir. Bu kez Kırcı plan değiştirir. Tarladaki cinayette kullanılan silahı alır, ardından “Siz dışarı çıkın” der üç tetikçi arkadaşına. Ve odaya dönüp, elleri arkadan bağlı dört öğrenciye ateş açar.
Misyon tamamdır! Evlerinde televizyon izleyen 5 öğrenci ile onları ziyarete gelen 2 arkadaşları başarıyla katledilmiştir! Abdullah Çatlı otomobille binanın önüne gelir ve hep birlikte uzaklaşırlar.
Karşı binada oturan ve silah seslerini duyan iki polis, kapısını kırarak girdikleri dairede vahşetle karşılaşırlar. Ancak, gençlerden Serdar Alten ölmemiştir. Saldırganları tarif eder ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılır.

Ekip, haberlerden bir kişinin ölmediğini duyunca Ankara'yı terk etmeye karar verir. Çatlı, memleketi Nevşehir'e, Kırcı da memleketi Erzurum'a gider. Bu arada ağır yaralı olan Alten savcıya ifade verir. Ülkücülerin saldırdığını, “Reis” diye hitap edilen biri olduğunu, “34 PD” plakalı bir aracı kullandıklarını anlatır. Alten 8 gün dayanacak ve o da 17 Ekim 1978'de hayatını kaybedecektir.

Çatlı yakalanır ve İstanbul'a götürülüp bırakılır!

Polis önce aracı bulamaz. Ancak Nevşehir-Avanos yolundaki bir akaryakıt istasyonunda yapılan bir ihbar sonucu “34 PD 137” plakalı araç bulunur. Ancak 34 rakamı, aslında “06” olan plakanın üzerine kartonla yapıştırılmıştır. Nihayet, aslında “06 PD 137” olarak tespit edilen gerçek plaka, ülkücü Mustafa Mit'e ait çıkar!

Mustafa Mit, askeri savcı Enis Tunga'ya, aracın örgüt için alındığını ve (Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı) Muhsin Yazıcıoğlu ile (yardımcısı) Abdullah Çatlı'nın kullanımına verildiğini anlatır.

Abdullah Çatlı 8 Kasım 1978'de Adapazarı'nda yakalanır, ama olay yeri Ankara'ya değil, İstanbul Emniyeti'ne götürülür ve orada bırakılır!

Peki sonra?
Kısa cevap, bazılarını Kahramanmaraş katliamında da gördüğümüz bu katillerin devlet nezdinde “kahraman” olduğudur! İki kişi zaten yakalanamaz. Abdullah Çatlı, devletin emin adamı olarak çalışırken, malum, 3 Kasım 1996'daki trafik kazasında, yanındaki emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ ile birlikte hayatını kaybeder. Evet Çatlı, sözüm ona aranmaktadır, ama yanında sadece emniyet müdürü değil, o sırada iktidarda olan DYP'nin Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak da bulunmaktadır. Kaza yapan araç da, Urfa'da “korucubaşı” olarak bilinen Bucak'ındır.

Tansu Çiller'in “Başbakan Yardımcısı” olarak “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” diye sahiplendiği Çatlı, bu Çatlı'dır.

Firari katilin nikâh tanığı
 

Peki İdi Amin? Sözüm ona idama mahkûm edilir, ama iki kez “yanlışlıkla” tahliye edilir! O yanlış tahliyenin ardından aranırken, yani firardayken Erzurum'da anlı şanlı bir düğün yapar. Firari katilin nikâh tanığı, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar'dır!
Uzatmayalım...
Abdi İpekçi'nin katili Ağca'nın Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker desteğiyle kaçırılmasının ardından Abdullah Çatlı'nın evinde saklandığını, sonra Çatlı'nın memleketi Nevşehir'e gönderildiğini...
O sırada, sonradan Susurluk çetesinin kahramanı olan, eski Özel Harekât Daire Başkanıİbrahim Şahin'in de Nevşehir Emniyeti'nde çalıştığını...
O dönemde katiller için sahte pasaport matbaası gibi çalışan Nevşehir Emniyeti'nin pasaport bölümünde bir süre sonra yangın çıktığını, bütün evrakın yok edildiğini...
Devlet görevlisi-siyaset-mafya ilişkilerini ortaya döken Susurluk skandalından sonra, emniyetin sözüm ona aradığı Abdullah Çatlı'nın, Emniyet Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin ile halay çekerken fotoğraflarının ortaya çıktığını... Halaya, Ömer Lütfü Topal cinayetine karışan özel harekâtçı polislerin de eklendiğini...  Çatlı'ya Mehmet Ağar imzalı ruhsatlar, belgeler verildiğini uzun uzun anlatıp canınızı daha fazla sıkmayalım.

Bir heykel kadar kararlı devletimiz malum, yine iş başında, iz peşinde; gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, insan hakları aktivistleri hapiste.
Velhasıl Sabahattin Ali cinayetinden 70, Bahçelievler katliamı ve Abdi İpekçi cinayetinden 39 yıl sonra aynı yerdeyiz. Umut etmekten başka çare hissedemeyecek kadar umutsuz bir yerde...
Hiç olmazsa unutmayalım. Katledilen insanların hatırasına, hunharca cinayetlerde yakınlarını kaybedenleri bir ömür boyunca yaralayan acılara hürmet için unutmayalım.
Yaptıklarının utancını, kıydıkları insanların tertemiz hayatlarıyla birlikte devletin koruduğu katillerin boynuna asmak için, unutmayalım...



Doğan Akın
T-24
09 Ekim 2017

24 Kasım 2017 Cuma

Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı? "Sekiz Öğüt"

"Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır"
Yale Üniversitesi'nde Holokost (Yahudi Soykırımı) çalışmaları yürüten Profesör Timothy Synder'in faşizm koşullarına göre nasıl yaşanması gerektiğini anlattığı öğütleri...

1. Öğüt

Otoriterliğin gücünün büyük bir kısmı bizim ona kazandırdığımız bir güçtür: Şimdilerde yaşadığımıza benzer zamanlarda, baskıcı bir hükümetin uygulamaları yüzünden zarar görmekten çekinen insanlar o hükümetin kendilerinden daha neler isteyebileceğini düşünürler. Hükümet bunları talep etmeyi henüz aklına getirmemiş olabileceği veya göze alamadığı halde, insanlar kendilerine uygulanacağını hayal ettikleri baskıya göre hareket etmeye başlarlar.

Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır.

Bunu şimdiye kadar yapmış olabilirsiniz, bundan sonra yapmamaya dikkat edin.

2. Öğüt

Elde kalan kurumları savun. Savunulacak kurum bir gazete, bir okul, bir üniversite, bir sivil toplum örgütü, bir dergi, bir sanat kurumu, bir dernek olabilir. O kurumlarda etkin olmaya çalış, hiç olmazsa varlığını hissettir. Bir davayı takip et. Bir gazeteyi satın alarak yaşat. Biz kurumları sahiplenmezsek, onlar için ve onlar adına harekete geçmezsek kurumlar hiçbir zaman bizim olmazlar. Kurumlar kendi kendilerini savunamazlar. Baştan beri sahiplenilip savunulmazlarsa faşizm geldiğinde kurumlar domino taşları gibi düşerler.

Ek: Başkalarıyla mutlu hayat ancak adil kurumlar varsa mümkündür diyor Paul Ricoeur. Kendi hayatına çekilmek, kendini toplumsal olayların akışına teslim etmek sana mutluluk getirmez, çünkü kurumsal adaletin olmadığı yerde mutluluk da yoktur. Mutluluk içte yaşanan bireysel bir ruh haline indirgenemez.

3. Öğüt

""Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır."" (W. Benjamin)

Faşist rejimlerde devlet liderleri kötü örnek oluştururlar: Onların muktedir kıldığı bazı kişilerin artık yasaya uymama özgürlüğü vardır. Bazı kişilere, gruplara rant, talan, yalan özgürlüğü verilmiştir; zayıflara da sadece yalanlara inanma, katledilme, tecavüz edilme özgürlüğü kalmıştır.

Böyle zamanlarda, normal halde işler düzgün yürüdüğü için kullanılması pek gerekmeyen meslek ahlakı dilinizi hatırlayın. Meslek ahlakı, adil pratiği savunmaya yarar. Avukatlar işini iyi yaparsa, yargıçlar işini iyi yaparsa bir hukuk devletini yıkmak zorlaşır. Bu diğer kurumlar için de geçerli. Kurumlar insanlar sayesinde vardır. Meslek ahlakı, muktedirin sizden yapmanızı talep ettiği yanlış işleri niye yapamayacağınızı gerekçelendirmeye yarar.

4. Öğüt

Politikacıları dinlerken bazı kelimeleri nasıl kullandıklarına dikkat edin. Bu kelimeleri sorgulamayı öğrenin. ""Terörist"", ""vatan haini"" gibi kelimeler çok geniş bir anlamda kullanılmaktadır. ""Olağanüstü hal"", ""aciliyet"" gibi çok önemli kavramları duyduğunuzda uyumayın.

Olağanüstü halde hükümet yetkililerine göre terör, devletin bekasına karşı olduğuna hükmettikleri tutumların bütünüdür. Küçük bir çocuğun yaptığı yaramazlık, mini etekli bir kadın, öpüşen eşcinsel bir çift, bir popstarın bir mitinge katılma davetini geri çevirmesi, facebook'ta bir haber sitesinde çıkmış bir haberi paylaşmak, barış için verilen bir imza, bir gazeteyi okumak, sembolik dayanışma eylemleri terör ile yan yana getirilebilir. Terör unsuru olarak algılanan şeyler yeri geldiğinde taş, sopa, flama veya bir baret dahi olabilir.

Peki, gerçekte terör nedir? Terörist diye kime denir? Teröristlerin amacı veya hedefi nedir?Terör kelime anlamıyla herhangi bir amaç uğruna, konu ile ilgisi olmayan bireylere yöneltilmiş şiddet eylemlerinin bütünüdür. Terörist siyasal davasını kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak davranışlarda bulunan, eylemler yapan kimsedir. Politikacılar, gazeteciler, yazarlar terörist değildirler.

Yurtsever dil kullanılarak şiddete başvurmayan insanların ""terörist"" olarak adlandırılıp dışlanmasına veya cezalandırılmasına öfkelenin, öfkenizi uygun bir dille ifade edin.

5. Öğüt

Akıl almaz şeylerle karşılaştığında, örneğin ülkede bir yerde bir canlı bomba patlayıp yüz kişi öldüğünde veya başka bir terör eylemi gerçekleştiğinde sakin ol ve şunu hatırla: tüm otoriter rejimler, iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için böyle saldırılara gerek duyarlar, sivillerin zarar gördüğü böyle olaylara göz yumar, kışkırtır, hatta planlar ve gerçekleştirirler. Bu olaylara tanık olan insanlar korkacak, endişeyle yaşayacak, hayatlarını daraltacak, özgürlüklerini daha az talep edecek, kendiliğinden hareket etme güçlerini, bir araya gelme isteklerini kaybedeceklerdir. Bu duygulara kapılan bir halkın, güvenlik gerekçesiyle özgürlükleri elinden alınsa bile güçlü bir lideri destekleme eğilimi artar. Reichstag yangınını düşün. Hitler bu olayı bahane ederek güçler ayrımını ve dengesini ortadan kaldırmış, çok partili siyasal hayatı sona erdirmiştir. Bu eski bir oyundur, bu oyuna gelme.

6. Öğüt

Dile özen göster. Herkesin kullandığı cümleleri kullanmaktan kaçın. Herkesin söylediği bir şeyi söyleyeceksen bile onu nasıl söyleyeceğine kafa yor. Sadece ne dediğin önemli değil, nasıl dediğin de çok önemlidir. Faşizme karşı mücadele faşistlerin kullandığı dili kullanarak yapılamaz. Düşünen, kavramaya çalışan, kavramsallaştıran, sorgulayan, şüphe eden, ötekini dinleyen, duyan, hisseden, hatta konuşturan bir söyleme biçimi edinmeye çalış. Toplumsal olaylar karşısında kitlelerin kapıldığı heyecan, hiçbir 'şok' seni bu dilden vazgeçiremesin. Tepki dilini o anda kuramıyorsan tepki verme, daha sonra konuş.

Küfretme: küfrün kadın nefreti, cinsiyet temelli nefret söylemi, erkek iktidarını güçlendiren bir dil olduğunu aklında tut. Küfür, öfkesinin sebeblerini açıklayacak kadar düşünmeye ve konuşmaya vakti olmayanların çaresizliğidir. Lümpen faşistler böyle konuşur. Öfke dilini kullan, öfkeni ifade et, fakat bunu yaparken düşünmeyi bırakma.
Yatmadan önce internete girme. Elektronik aletlerini yatak odası dışında bir yerde şarj et ve oku. Bunun sebebi şu: Sadece sosyal medya okumamalısın. Düşünce dilini inceltmek, geliştirmek için kitap okumalısın. Yaşadıklarımızı daha iyi düşünmek için ne okumalı? Belki Václav Havel’in Güçsüzlerin Gücü’nü, George Orwell’in 1984’ünü, Czesław Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ını, Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ını, Hannah Arendt’ın Totalitarizmin Kaynakları’nı ya da Peter Pomerantsev’in Hiçbir Şey Doğru Değil ve Herşey Mümkün’ünü.

7. Öğüt

İtiraz et. Birileri etmeli. Doğruyu söyle. Birileri doğruyu söylemeyi göze almalı. Bu senin karakterin için de önemli. Ne fazla gözü kara ol ne de çok korkak biri: Cesaret söyleyeceklerini doğru zamanda, uygun bir dille söyleyerek iki uçtan kaçınıp ortayı düşünerek bulmaya denir. Elbette hiçbirimiz kendimizi kolayca ele vermemeli, hapse girmemeye çalışmalıyız. Ama biz bile konuştuğumuz için hapse giriyorsak dışarısı içerisinden çok daha kötü hale gelmiş demektir. İnsan cesurca konuşa konuşa cesur biri olur. Bunu yapamazsak, yavaş yavaş yalanların içinde kendimizi de kaybederiz. Zamanla bizden eser kalmaz. En büyük kayıp hakikatin kaybı, kendiliğin kaybıdır.

Sözde ve davranışta etrafa uyum sağlayarak, sürüden biri gibi davranmaktan vazgeç. Çoğumuza çocukken öne çıkmamayı, göze batmamayı, böylece daha az zarar göreceğimizi öğretmişlerdir. Şimdi farklı bir şey yapmak ya da söylemek insana kendisini garip hissettirebilir. Çoğunluk susarken konuşmak seni tedirgin edebilir. Fakat zaten artık herkes tedirgin değil mi? Tedirginlikle yaşamayı başarıyorsak biraz daha tedirgin olmayı göze alabiliriz.

Aslında içinde bulunduğumuz şartlarda, bu huzursuzluk olmadan özgürlük mümkün değil. Sen bir örnek oluşturduğunda, sessiz çoğunluktan olmanın efsunu ortadan kalkar, korku eşiği daha kolay aşılır, diğerleri de seni takip edip itiraz etmeye başlayacaktır.

8. Öğüt

Doğru ile yanlışın birbirinden ayırt edilebileceğine, gerçeği bulabileceğimize ve doğruyu söyleyebileceğimize inan.

Gerçeğe ulaşma çabanda seni yoran, umutsuzluğa kaptıran, hakikat arayışından vazgeçmene sebep olabilecek bir bilgi kirliliği, siyasi çarpıtma, algı operasyonu, savaş propagandası var. Ülkede medya iktidarın söyleminin dışına çıkamıyor. Farklı düşünen gazetecilerin çoğu hapiste. Gerçeğe savaş açılmış sanki.

Medyaya bakarak savaş bölgelerinde ne olduğuna karar vermek zor. O bölgede çıkarları olan veya bilfiil savaşan devletler kendi amaçları doğrultusunda açıklamalar yapmaktalar. Sivil halktan kişiler kendi deneyimlerini aktarmaya çalıştıklarında onlar da, terörist olmakla suçlanıyor. Sosyal medyada muktedirlerin binlerce trolü dolaşıyor, sırf söyleme aykırı deneyimlerin bize iletilmesini engellesinler, biz gerçeğe ulaşamayalım diye.

Faşizmde yalanın toplumsal olarak örgütlendiğine tanıklık ederiz. Halkın bir kısmının bunu fark ettiğini, kabul ettiğini ve artık hakikatle, gerçekle, olgularla ilgilenmemeye başladığını hissederiz. Normal zamanlarda ahlaksızlık olarak görülen edimler artık kanıksanmaktadır. Muktedirin topluma söyledikleri yalanların, çelişkilerin, tutarsızlıkların, saçmalıkların artık önemi yoktur. Kitleler güçten yana olmayı varoluşunun koşulu gibi görmektedir.

Bu durumda sana da çeşitli söylemler arasında dolaşmak, farklı söylemleri, sözleri, yazıları birbiriyle karşılaştırarak hakikate ulaşmaya çabalamak kalmıştır. Her okuduğuna inanmaman, bağlamı gözden kaçırmaman, satır aralarını okuman, safsataları ayırt etmen, yapılan konuşmaların performatif boyutunu gözden kaçırmaman gerekir.
Dil gerçekliği şekillendiriyor elbette ve bunu yapmaya aday birden fazla dil var. Gerçeğe ulaşma çabanda başkalarının somut deneyimlerine, yaşananın diline öncelik vermeyi ilke edin. Tanıklıkları dinle.

Olgular çıplak değilse bile olgular yoksa özgürlük de yoktur. Eğer hiçbir şey doğru değilse iktidarı da kimse eleştiremez, çünkü eleştirinin bir zemini yoktur. Hiçbir şey gerçek değilse, herşey gösteriden ibarettir. Parası olan düdüğü çalıyor demektir.


Bu yazı medium.com'dan alınmıştır


Çeviri: Prof. Zeynep Direk / İst. Uni.

Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünme

Batı Marksizminin toprağı oldukça bereketlidir. Reel sosyalist iktidarın, Marksizm-Leninizm adıyla rafine edip durallaştırdığı Marksist düşünce, Batı Marksizmi olarak adlandırılagelen bir dizi yaklaşım sayesinde çoğullaşıp zenginleşti. Karl Korsch bu çoğulluğun en önemli simalarından. Onun entelektüel etkinliği, felsefi ve sosyal bilimsel çabanın zirveleştiği bir topluluk olan Frankfurt Okulu’nun en önemli kaynaklarındandır.
1950’de kaleme aldığı Günümüz Marksizmi Üzerine On Tez (Ten Theses on Marxism Today)[1] adlı sarih ve tok çalışması, Korsch’un düşünüşünün temellerini gözler önüne serer. Burada yapılmaya çalışılacak olan şey, Korsch’un bu metindeki tezlerinin açılım ve açmazlarının izini sürmektir. Fakat bunun öncesinde Marksizm hakkında bazı tespitler yapmak gerekiyor.
Marksizm bir referans obsesyonunun nesnesidir. Onu aşma çabası bile onun dolayımından geçmek ister. Bu durum semavi dinlerin kurucu metinleri karşısındaki tavırları akla getirir. Örneğin İslâm ekseri olarak Eş’ari kelamının egemen olduğu bir görünürlüğe sahip olsa da, Mutezile gibi akılcı, Dehriyun gibi materyalist birçok farklı yoruma zemin sunmuştur. Bunların yanı sıra Ali Şeriati’nin[2] senkretik bir çılgınlık olarak karşımıza çıkan varoluşçufeminist ve Marksist İslâm’ı, yorumun çoğul imkânlar barındırdığının bir diğer karşılığı olarak okunabilir. Aynı şey kuşkusuz ki Hıristiyanlık için de geçerli. Hıristiyan Ateizmi[3], Augustinus’un Mesiyanist Komünizmi, Chavez’in Hıristiyan Marksizmi[4] ve gibi birçok farklı yorumdan sözedilebilir.
Belli bir süre için düşüncenin sabit yönelim nesnesi olarak taşlaşan semavi anlatıların başına gelen şey Marksizmin de başına geldi. Bu noktada sorulması gereken soru, bazı düşüncelerin zaman içinde neden yorumun asli uğrağı haline geldiği sorusudur. Bu soru belki de politik psikolojinin cevap vermesi gereken bir soru. Zaman içinde serpilen, entelektüel hegemonyasını kuran ve iktidarlaşan düşünce sistemleriyle kurduğumuz ilişki birçok bilinçdışı dalgalanmanın etkisi altında olabilir. Aydın, iktidarlaşmış bir doktrin karşısında yer yer söylemin zoruna karşı kendini savunmak için egemen söylemi içeriden oymaya çalışır ya da bazen egemen olan söylemin heybeti karşısında teslim olur. Kuşkusuz ki bazı büyük anlatılara dair obsesif düşkünlük salt bir politik psikolojizmle ya da kolayıcılık pragmatizmiyle açıklanamaz. Ama bazı anlatıların neden kendi karşıtını bile kendisi aracılığıyla ürettiği sorusu, gerçekten kıymetli bir sorudur.
Marksizmin belli bir dönem için entelektüel habitusun aşılmaz ufku[5] olarak yankılandığı, enteresan bir şekilde her türden yaklaşımın Marksizmin dolayımından geçerek rüştünü ispat ettiği bir gerçek. Özellikle post-yapısalcılığın serpildiği 1960’lı yıllara kadar, durum buydu. Sonrasındaysa entelektüel hegemonya post-modernizme doğru kaydı ve neo-Nietzscheci veya Foucaultcu diyebileceğimiz bir  fetişizmle karşı karşıya kaldık.
Marksizm entelektüel hegemonyasını, iktidarlaştığı yerlerde de muhalif bir hareketin teorik izleği olarak konumlandığı yerlerde de duyurur. Fakat yazının başında da belirtildiği gibi, Marksizmi rehber edinmiş politik hareketlerin zafer kazandığı yerlerde teori çölleşmiş, fakat Marksizmin muhalif olanın sözü olduğu yerlerde teori serpilip gelişmiştir. Doğalcı anarşizmin, iktidardan uzaklaştıkça iyileşen insan kavrayışını akla getiren bu durum gerçekten de ironik. Fakat tüm bu tartışmalar bir kenara, gerçekten de Marksizmin bir kanonu olup olmadığı ve Marksizmin Marksist eleştirilerinin[6] handikaplarının neler olduğu soruları, genelde tüm teorik girişim açısından, özeldeyse Korsch’un metnini irdeleme çabası açısından sorulması icap eden sorular.
Marksizmin kanonunu tespit etme girişimi bir dizi tehlike barındırır. En temel tehlike yorumun sınırıyla ilgili sorunun yaratabileceği tehlikedir. Fakat bunu burada tartışmak yersiz olur. Yine de yorum meselesiyle ilgili indirgemeci olmayan bir çizgiye yerleşmenin daha objektif olacağını belirtelim. Aydın Afacan’ın da sık sık vurguladığı gibi, indirgemecilikle suçlanan Marksizmin, indirgemeciliğe indirgenmesi de indirgemeci bir falsodur ne yazık ki.[7]Fakat Marksizmin tüm farklı yorum veçheleri içerisinde kendisini koruyan, amiyane tabirle tözsel nosyonları vardır ve bu bağlamda Marksizme dair göreli bir indirgeme mümkündür.
Marksizm, yığın hareketlerinin vasatı içerisinde yüzeysel bir alımlanmaya tabi tutulduğu için, Marksizmi anlama çabası Marksist çıkarsama silsilesinin başlangıç noktasından değil varış noktası olan komünist özgürleşme çağrısı üzerinden ele alınır genelde. Oysa Marksizm her şeyden önce  bir tür felsefi tavırdır ve onun tözsel zemini diyalektik ve tarihsel materyalizmin metodolojisidir. Marx, “gökyüzünden yeryüzüne inmez, yeryüzünden gökyüzüne yükselir”. Onun temel felsefi güzergâhı Hegelci evrenin tepetaklak edilmesiyle yol alır. Althusser’in bir çeşit metafizik olarak konumlandırdığı ve dışarıda bırakmayı önerdiği Marksist materyalizm[8], maddenin bir substanz olarak kavrandığı bir doğa anlayışı olarak karşımıza çıkar. Marx’ın materyalizmi, kendisini doğal hareketin zıtlıklar üzerinden serpilip geliştiği ve ilişkiselliğin mutlaklaştırıldığı bir diyalektiğe empoze eder. Marx’ın her eserinde Althusser’in mahkûm ettiği türden bir materyalizmi görmesek de, Althusser’in de kabul ettiği gibi mümkün dünyaların tümünde maddenin diyalektik hareketinin bir doğa yasası olduğu tezi Marx’ın eserlerinde şüphe götürmez bir şekilde duyurur gibidir kendisini. Fakat Marksizmin açtığı felsefi çığır, onun bu doğa görüşü üzerinden değil, bu doğa görüşünü de içine alan tarihselciliği üzerinden gerçekleşir. Marx, Demokritos ve Epiküros üzerine yazdığı tezde bile, Epiküros’un clinamen, yani sapma temelli esnek ve olumsallığa açık diyalektiğini olumsuzlar ve Demokritos’un mutlak mekanizmle giydirilmiş atomculuğunu benimser.[9] Marx’ın doğa görüşünün tarihle ilgili meselelere sıçraması ve diyalektik materyalizmin bir tarihsel materyalizm olarak yankılanıp bu tarihselci metodun içeriklendirilmesi, Marx’ın bir felsefi devrim olarak anlam kazanmasına vesile olmuştur. Marx, kendi teorik başarısının ne diyalektiği keşfetmek, ne materyalizmi benimsemek ne de sosyalizmi savunmak olduğunu; esas başarısının bir fizikçiden ziyade bir biyoloğa benzer şekilde tarihsel hareketin yasalarını ve yönünü keşfetmek olduğunu söyler. Kapital’in Almanca ikinci baskısı için yazdığı  önsözde Marx, St. Petersburg’da yayımlanan Vyestnik Yevropi adlı bir gazetenin 1872 tarihli sayısında kendisiyle ilgili çıkan bir yazıdan şu alıntıyı yapar ve kendisinin bu denli iyi kavranmış olmasından memnuniyet duyduğunu belirtir:   
“Marx için önemli olan tek şey, incelediği olguların yasasını bulmaktır; bu olgular, belli bir tarihsel dönemde belirli bir biçim ve karşılıklı ilişkiler içersinde oldukları sürece, onun için önemli olan, yalnızca onlara egemen olan yasa değildir. Onun için daha da önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin, yani bir biçimden başka bir biçime, bir ilişkiler düzeninden, farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerinin yasasıdır. Bu yasa, bir kez bulunduktan sonra, bunun toplumsal yaşamda ortaya çıkan etkilerini ayrıntılarıyla inceler. Bunun sonucu olarak, Marx, ancak bir tek şeyi dert edinir: Katı bilimsel incelemelerle toplumsal koşulların birbirini izleyen sıralarının zorunluluğunu göstermek ve kendisine temel çıkış noktaları görevini yapacak gerçekleri elden geldiğince tarafsız saptamak. Bunun için, aynı zamanda, hem şeylerin bugünkü düzeninin zorunluluğunu ve hem de insanlar inansınlar ya da inanmasınlar, onun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, hepsi aynı şeydir, kaçınılmaz olarak içinden geçeceği bir başka düzenin zorunluluğunu tanıtlaması yeter. Marx, toplumsal hareketi, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan, tersine, onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak ele alır…”[10]
Tarihsel hareketin de tıpkı doğadaki hareket gibi doğal maddenin boyutlanmış bir formu olarak diyalektik bir çerçeveye sahip olduğu görüşü, Marksizmden beslenen hiçbir yorumun dışarıda bırakamayacağı bir teorik tözdür. Marx’ın oylumu geniş külliyatının hiçbir satırında, tarihselciliğin dışarıda bırakıldığı bir iddiayla karşılaşmayız. Toplumsal hareketin, maddi üretim ilişkilerinin belirleyici etkisi altında toplumsal sınıflar arasındaki ilişki dolayımıyla belirlendiği ilkesi Marx’ın teorik çabasından sökülemez. Bu bağlamda tarihin yönüproleteryanın ontolojik statüsübelirlenimin mahiyeti gibi tarihselci metodun içeriklendirdiği meseleler hakkında tarihselciliği dışarıda bırakmayan her türden yorum Marksizme değgindir. Neo-Marksizm olarak adlandırılagelen bir dizi yaklaşım, ortodoks Marksizmi bu bağlamlar temelinde sökmüştür zaten. Örneğin Althusser, Engels’in vulger ekonomizmi dışlayan satırlarında ve Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumairei’nde[11] Marx’ın devletle ilgili dile getirdiği iddialarda da karşımıza çıkan göreli özerklik açılımını zenginleştirdi ve üst-belirlenim (sur-determine) kavramı temelinde psikanalitik, cinsel ve benzeri birçok bağlamın yapısal değerini gözler önüne serdi. Althusser üretim ilişkilkerinin belirleyiciliğinin ancak geçici bir süre üst-yapıların gücü karşısında söneceğini fakat son tahlilde iktisadi belirlenimin zafer kazanacağını söyler. Bu, göreli özerklik kavramına karşılık gelen gerçekliktir. Üst-belirlenim denilen şeyse, üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinin başka belirleyenlere edilgen bir belirleyicilik payı vermesinden başka da bir şey değildir. Althusser’in bu atılımı, Frankfurt Okulu’nun proleteryanın ontolojik statüsünü sorunsallaştıran ve tarihin sonuyla ilgili Marksist tarihsiciliği[12] sarsan yaklaşımlarıyla daha da farklı bir boyut kazandı. Bunların yanı sıra Gramsci’nin hegemonyateorisiyle, Michel Henry’nin Marksizmin etik sükselerini devralan tinselciliğiyle, Benjamin’in mesiyanizmiyle ve bunlara benzer birçok farklı açılımla çoğullaşıp zenginleşen Marksist düşünce, tüm bu görünümler içerisinde tözsel açıdan değil, ilineksel açıdan işleyen bir eleştiri temelinde, yeniden yapılandırılır. Çünkü tarihin, üretim ilişkilerinin belirlenimi altında diyalektik bir harekete tabi olduğunu reddetmeye başladığınız an, artık Marksizmin metodolojisinden uzaklaşmaya başlarsınız.
Karl Korsch’un On Tez’i de tözsel değil, ilineksel bir eleştiri olarak karşımıza çıkıyor. Korsch, Marksizmin, toplumsal kurtuluş ve sosyal devrim çabasının objektif rotasını işaret edecek bir teori olarak tümden sahiplenilmesinin gerici bir tavır olduğunu ve bunu artık tartışmanın bile anlamsız olduğunu söylüyor öncelikle (I. ve II. Tez). Korsch’a göre o günün temel sorunu Marksizmin tekelci tavrını kırmaktır (IV. Tez). Marx’ın, sosyalist mücadele birikimi içerisinde, bir bütün olarak anlamlı olan bir tarihsel mirasın taşıyıcılarından biri olarak kabul edilmesi ve Marksist ikonizme karşı ikonaklastik bir girişim çağrısı Korsch’un metnindeki en önemli akslardan birisi gerçekten de (V. Tez). Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından sabitleştirilmesini (VI. Tez, üçüncü kısım) ve burjuva devriminin politik biçimlerinin sahiplenilmesini olumsuzlayan (VI. Tez, ikinci kısım) Korsch; Marksist devlet tezini, kapitalizmin zorunlu bir tarihsel uğrak olarak konumlandırılmasını ve iki aşamalı devrim teorisini reddetmektedir (VII. Tez).
Korsch’a göre özellikle iki aşamalı devrim teorisinin ve devlet tezinin billurlaştığı aksın altının çizilmesi, Leninist izleğe vesile olmuştur (VII. Tez). Fakat Korsch’un bu noktada ıskaladığı bir nokta var. Leninist girişim belki de Marksizmin içindeki ilk teorik yeniliktir. Lenin, Korsch’un da söz ettiği Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından temel dolayım uğrağı olarak konumlandığı yaklaşıma karşı çıkmış ve az gelişmiş ve geç kapitalist, yarı-feodal bir ülkede proleter devrimi savunmuştur. Leninist girişimin bunun dışında iki temel yontusu daha vardır; Lenin, içinde bulunduğu tarihsel durumda burjuvazinin devrimci rolünü kaybettiğini ve kapitalist sıçramanın da ancak komünist rotayı takip etmekte kararlı olan bir öncü sınıf partisi dolayımıyla gerçekleşeceğini söylemiş ve 21. yüzyılın temel çelişkisini ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki çelişki olarak konumlandırmıştır. Bu yaklaşım Mao’nun Teori ve Pratik[13] adlı eserinde çelişkilerin yer değiştirmesi ve asli çelişki, tali çelişki gibi kavramlar temelinde daha oylumlu bir şekilde yinelendi. Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var; Marx’ın, devrimin Batı’nın gelişmiş sanayi merkezlerinden yeşereceğini söylemesi farklı şekillerde algılanmıştır. Marx açısından Batı, devrimci sürecin tarih bilimsel olarak kesinlenmiş merkezi miydi, yoksa Marx bir tarihsel trendden mi söz ediyordu? Bu konu da tartışılmayı hak eden bir konu. Fakat son tahlilde Lenin’in Marksizm içindeki bir yenilik olduğu yadsınamaz. Lenin’in söylediği bazı şeyler Marx’ın hiçbir eserinde gerçekten de yoktur. Bir kere Marx, Manifesto’da ulusların ölümünü ilan etmiştir. Ona göre para ulusunun zaferi kaçınılmazdı ve bu durum ulusal antagonizmaları sönümlendirecekti. Evet Marx, kapitalizmin küreselleşeceğini hem Manifesto’da hem de Kapital’de öngörmüş ama bunun sonuçları konusunda yanılmıştı. Durum hiç de ulusal antagonizmaların yok olmasıyla sonuçlanmadı ve 21. yüzyıl etnik kıyımların ve milli mücadelelerin yüzyılı oldu. Lenin’in buradaki farklılığı sadece ulusal olanın kazanacağı değeri öngörmesi değil, aynı zamanda ulusal kurtuluşu sosyalizm için zorunlu bir uğrak olarak konumlandırmasıdır. Belki bu nokta olumsuz bir yenilik olarak görülebilir ve Marx’ın daha sürnasyonal bir çehreye sahip olduğu söylenebilir. Fakat yine de, sınıf çelişkilerinin başka çelişkilerle boyutlanabileceğini söylemek daha heterodoks bir yaklaşım gibi duruyor ve bu bağlamda Lenin ve Mao belli bir teorik başarının taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyorlar. Lenin’in Marksizm içerisinde yol açtığı bir oylum daha var. O da ilginç bir şekilde Marksizmin ontolojik tarihselciliğinin epistemolojikleştirilmesi. Somut koşulların somut tahlili formülünde yankılanan bu yaklaşım, Marksist praksis anlayışını oldukça farklı bir bağlama oturtmuştur. Leninist teoride teori, pratiği tümden kuşatamaz. Bu yaklaşım bugün için geçerli olanın yarın için geçersiz olabileceği bir esneklik payı yaratır teoride. Bu yaklaşım daha sonraları Frankfurt Okulu’nun kapitalizmin tarihsel anlamını tarihsel bir bağlam içerisinde irdelemek temelinde mutlakçı olmayan bir epistemolojik konuma yerleşmesinde de karşımıza çıkar. Sartre da Critique of Dialectical Reason’da[14] tarihsel hareketin yasalarıyla ilgili mutlak kesinliğin söz konusu olmadığını, tarih bilimsel bilginin tarihsel bir mahiyeti olduğunu vurgular.[15] Bu durumda kapitalizmin yasaları ve yönüyle ilgili iddialarımız görelileşir ama aktüel olarak objektif olma payesini de korur. Bu yaklaşım gerçekten çığır açıcıdır.
Korsch’un Leninizmle ilgili bir diğer tespitiyse, Bolşevizmin devrimci bir fonksiyondan ziyade rejimi muhafaza eden bir ideolojik aparata dönüşmüş olduğudur (VIII. Tez). Bu bağlamda Korsch, aslında sosyalizm kisvesine bürünmüş bir egemen sınıf ideolojisinin tekelci ve bürokratik egemenliğinden söz ederek, Marksizmin sınıflar ve devlet ilişkisini araştırmayı hedefleyen ve analizlerini bu temele oturtan politik yaklaşım tarzını sürdürmüş olur. Korsch bizi, Ekim Devrimi’nin eleştirel bir analizini yapmaya çağırmakta ve Marksizmin sınıf mücadeleleri bağlamındaki fonksiyonlarını açımlamaya davet etmektedir (IX. Tez). Korsch’un son olarak neşter vurduğu reel sosyalist izlekse, tekelci ve bürokratik temelde örgütlenmiş bir devlet kapitalizminin proleteryanın özgürleşmesi ve gelecekteki komünist sekansın zaferi için mutlaklaştırılmasıdır. Korsch’a göre, proleteryanın kurtuluşu ve insanlığın sınıfsızlaşmış yönetimselliğe ulaşması için yapılması gereken tam da bu tarz bir tekelciliğin dışlanmasıdır (X. Tez). Kuşkusuz ki bu yaklaşım tümden Marx’a aykırı olmasa da, Marx proleterya diktatörlüğünün köylülüğü dönüştürmesi, burjuvazinin tümden mülksüzleştirilmesi ve iki aşamalı devrim sürecinin bir gereği olarak sosyalist sanayinin planlı işletimi gibi bazı görevlerle donatır devrimci iktidarı. Bu iktidar tümden sovyetik iktidarın tekelciğini içermese de, Marx üretim araçlarının yönetiminin komünist sekansa kadar tamamen demokratik bir ilişkisellik içerisinde gerçekleştirilmesine karşıdır.[16] Çünkü sosyalizm, bir sonraki zorunlu tarihsel uğrak olarak komünizmin objektif koşullarını inşa etmekle mükelleftir. Lenin de bunu benimsemişti. Dolayısıyla Stalinist gulagın Marx ve Lenin’le hiçbir ilişkisi olmadığını söylemek yangından mal kaçırmaktır.
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında, Korsch’u ve bu bağlamda Marksizmi yeniden okumak anlamlı olsa gerek. Reel sosyalist tiranlığın artık ortalarda olmadığı günümüz dünyasında, Marksizmi irdeleme çabası muhalif olma şanını yeniden kazanmıştır. Nasıl ki Marx sonrası hiçbir şey artık eskisi gibi değilse, Duvar’ın çöküşünden sonraki dünyada da Marksizm artık eskisi gibi olamaz. Korsch’un da belirttiği gibi, yapılması gereken şey sosyalist birikimin bütünlüğü içerisinde Marx’ı anlamaktır. Günümüzde sol duyarlılık belki de hiç olmadığı kadar ve gezegenlerarası bir ihtiyaçtır. Edgar Morin’in de vurguladığı gibi solun eşitlik, özgürlük ve adalet şeklinde özetlenebilecek üç etiko-politik köküne bugün ekolojik bir kök ekmek gerekmektedir. Marksizm ise tüm handikaplarına ve materyalist dogmatizmine rağmen, devrimin nesnel koşullarını irdelemeye çalışan gerçekçi bir ütopizmi talep etmesi bağlamında hâlâ günceldir.
Ulaş Bager Aldemir - Birikim

[1] Taylan Erkıpçak’ın yayımlanmamış çevirisi temel alınmıştır.
[2] Bkz. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı. Çeviren: Hüseyin Hatemi. İstanbul: İşaret, 2007.
[3] Ernst Bloch, Hıristiyanlıktaki Ateizm. Çeviren: Veysel Atayman. İstanbul Ayrıntı, 2013.
[4] Latin Amerika solunun Hıristiyan düşüncesiyle kurduğu olumlu ilişki için bkz. Frei Betto, Fidel ve Din; Frei Betto ile Marksizm ve Kurtuluş Teolojisi Üzerine Sohbetler. Çeviren: Özgül Erman. İstanbul: Ayrıntı, 2016.
[5] Sartre’ın o meşhur diktumunu hatırlayalım: “Marksizm çağımızın aşılamaz ufkudur.”
[6] Demir Küçükaydın’ın aynı adlı bir kitabı bile vardır: Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi. Köksüz Yayıncılık, 2009.
[7] Bkz. Aydın Afacan, Bulut Defteri. İstanbul: Yazılı Kağıt, 2017.
[8] Bkz. Louis Althusser, Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş. Çeviren: İsmet Birkan. İstanbul: Can, 2016.
[9] Bkz. Karl Marx, Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri. Çeviren: Hüseyin Demirhan. Ankara: Sol, 2000.
[10] Karl Marx, Kapital 1. Çeviren: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol, 1993, s. 26.
[11] Bkz. Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. Çeviren: Tanıl Bora. İstanbul: İletişim, 2016.
[12] Marx’ın tarihselciliği, tarihsel harekete bir son biçmesi bağlamında tarihsicidir. Marx da tıpkı Hegel gibi tarihselciliğini tarihsicilikle örtmüş ve imha etmiştir.
[13] Bkz. Mao Çetung, Teori ve Pratik. Çeviren: N. Solukçu. Ankara: Sol, 2012.
[14] Bkz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason I-II.  Translator: Alan Sheridan-Smith. London & New York: Verso Book, 2004.
[15] Aslında bu tartışma bilimin epistemik değerinin tarihselliği dışında, bilimin tarihsel üretilme koşullarıyla ilgili bir bağlama da oturtulabilir. Ama bu durum bilimin objektif anlamını sarsabilir. Althusser, bilimin iktisadi belirlenimin tarihsel etkisine maruz kaldığını ama bilimin bir yanıyla bütünüyle özerk ve tarih-aşırı bir objektiviteye sahip bir fenomen olduğunu söyler.
[16] Bkz. Karl Marx, Hayalet. Çeviren: Güçlü Ateşoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2017.

19 Kasım 2017 Pazar

Jean-Paul Sartre‘ın Bulantı Adlı Eserinden 37 Not

Sartre 1938’de yayınlanan ilk ve dünyaca ünlü romanı Bulantı’da yeni bir denemeye girişir. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında roman kahramanı Antoine Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti.


Kimi eleştirmenler romanı, hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdi. Ne var ki, Bulantı yansıttığı güçlü “bireyci ve toplum karşıtı” düşüncelerle, Sartre’ın sonradan geliştireceği bir çok felsefi konuya yer veren son derece özgün bir yapıttır. Doğaötesi sezgi, roman evrenini kendi dokusuyla besler. Bulantı Sartre’ın hemen hemen bütün felsefi ve sanata ilişkin düşünce ve yönelişlerini içinde barındırır. Özgürlük, kötü niyet, burjuva karakterleri, sanatın yapısı üstüne görüşleri, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in doğaötesi bir önem taşıyan buluşunun sonucu olarak dile getirilir. Bulantı bir romandan çok, bir “şiire” benzer.

Romanın kahramanı çok ilgi çekici bir kişiliktir. Ne var ki okuru duygulandırmaz. Roquentin herhangi bir insanda görülen normal aldanışlardan ve ilgilerden sıyrılmıştır. Çektiği acılar bile, okuru etkilemez. Çünkü Roquentin bu acılara kapılmamaktadır. Romanın ilginç yanı, Roquentin’in sağlam bilincinden çevresindeki nesnelere uzanan yönelişi sergilenmesidir. Roquentin varoluşçu felsefesinin tipik kişisi değildir. Dünyanın saçmalığını, yüreğinde “bulantı” duyacak derecede açık seçik görebilen, ama bu gerçek karşısında yaşamını değiştirmeyecek kadar uyuşuk bir aydındır. Saçma bir dünya içinde saydam bir kahramanın işlenmesi, bir çok edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni, Sartre’ın bu romanını Kafka’nın “Dava” romanıyla karşılaştırmaya itmiştir. Bulantı’yı insan yaşamının anlamsız parçalanışını ve bu yaşantının dış görünüşündeki yapmacıklığı konu edinmiş romanlardan ayıran özellik, kitabın felsefi bir bilinç taşıması, kahramanın çözümleyici kişiliğiyle orantılı bir felsefi boyuta sahip olmasıdır.

Sartre’ın düşüncesi bir bütün olarak ele alındığında, Bulantı romanı bu bütünün yalnızca iki romanıdır. Sartre’ın temel endişesi, okura evreni olduğu gibi gösterebilmektir. Kitap bu amaca ulaşır, ama ele alınan sorunlar soyut düzeyde kalır. Öte yandan roman, değişik bir yazış biçimi de getirmiştir. Duru, ılımlı, soğukkanlı bir anlatım, insanoğlunun durumunu apaçık belirtirken anlatıcı bile gözden silinir. Sartre’a göre “bulantı”, insanın kendi sorumluluğunu duymaktır. İnsan, sorumluluklarını maskeleyen bu “bulantı”yı azaltabilir, ama gene de içi rahat değildir. Gerçekte, sadece olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucusu olarak bütün insanlığı seçen kişi, sorumluluk duygusundan da, onun sonucu olan “bulantı”dan da kurtulamaz. Çoğu kimse yaptıklarının yalnız onu bağladığına, yalnız onu sorumlu kıldığına kendisini inandırmaya çalışır, gene de bir türlü rahat edemez. Çünkü sorumluluk da, “bulantı”da insanın varlığından gelmektedir.

Jean-Paul Sartre ‘ın Bulantı adlı eserinden notlar;

“Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.” (s.11)

“Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu.” (s.16)

“Oysa şimdi çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, “Yeter artık, bıktım!” demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın.” (s.19)

“Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar; vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutlululuk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.” (s.20)

“Gizli kapaklı şeyler, ruh halleri, anlatılmaz duygular istemiyorum artık. Ben ne papaz, ne kız oğlan kızım, iç hayatım diye tutturamam.” (s.21)

“Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.” (s.22)

“Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? Buna insansız doğa denebilir.” (s.32)

“Bu sağlamlığın, bunca dayanıksız olması heyecanlandırıyor insanı.” (s.37)

“Delice bir cömertlikle acı çekiyor.” (s.43)

“Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki?” (s.48)

“Anılarım, şeytanın kesesindeki paralara benziyor: Keseyi açınca içinde kurumuş yapraklardan başka şey bulamıyorsunuz.” (s.50)

“Bütün yaptığım sözcükler üzerinde düşler kurmak.” (s.51)

“Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.” (s.52)

“Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı’da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu… Kısacası, belli zamanlarında hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum.” (s.56)

“Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız.” (s.57)

“Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terkedilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince; Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır.” (s.60)

“Hayatımın anlarının, hatırlanan bir hayatın anları gibi birbirini izlemesini istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya kalkışmanın böyle bir önemi olabilirdi.” (s.61)

“Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim.” (s.80)

“Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.” (s.82)

“Her şeye sıkı sıkıya bağlanır, ama kolayca kurtulmasını bilirdi.” (s.84)

“Önce gözlerini, sonra incecik gövdesini unuttum. Gülüşünü elimden geldiği kadar uzun zaman tuttum aklımda. Üç yıl önce onu da kaybettim.” (s.90)

“Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.” (s.93)

“Bizi, birbirimizden ayıran gerçeği kavradım birden: Onun üzerinde düşünebileceklerim ona erişmiyordu; romanlarda görülen ruh biliminden fazlası elimden gelmiyordu. Oysa onun yargısı beni bir kılıç gibi biçiyor ve varolma hakkımı bile sorguya çekiyordu.” (s.117)

“Şimdi var olandı; şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde var oluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım.” (s.133)

“Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu.” (s.132)

“Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.” (s.137)

“Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm.” (s.137)

“Başkalarının gençliğinden duygulanacak çağa gelmiş bulunuyorum şimdi.” (s.147)

“Her biri, belli bir süre için hayatının anlamını, ötekinin hayatında buluyor. Yakında ikisinin tek bir hayatı olacak; ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar.” (s.147)

“On sekizinci yüzyılda doğru denilen şeylere bugün kimse inanmıyor: Öyleyse bu yüzyılın güzel dediği şeylerden hala tat almamız niçin isteniyor? (s.150)

“Benim dostlarım, bütün insanlardır. Sabahleyin işime gittiğim zaman, önümde, arkamda insanlar görüyorum; onlarda işlerine gidiyorlar. Cesaret etsem gülümserim onlara; sosyalist olduğumu, bu insanları hayatıma amaç edindiğimi, ama onların bunu bilmediklerini düşünürüm.” (s.159)

“Sevgi, gerçek bir tanıyış değildir.” (s.163)

“Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendisini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık.” (s.174)

“Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.” (s.182)

“Ölümümden sonra yaşıyorum. Trajik değil, ürkünç bu, gözyaşsız, acımasız, kupkuru bir umutsuzluğu dile getiriyor. Evet, onda, bir daha canlanmayacak bir kuruluk var.” (s.196)

“Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.” (s.196)

“Serüvencilik oynadığımız zaman, sen başından serüvenler geçen, bense serüvenleri geçirten kimseydim, bilirsin. “Bir eylemciyim.” derdim. Hatırlıyor musun? Oysa şimdi yalnız şunu söylüyorum: Eylemci olunamaz.” (s.204)


Not: Bu çalışmanın yazarı bilinmiyor.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Makyavelizm, insanlık ayıbı insanlık suçudur...

Hasan HASTÜRER

İtalyan düşünür Niccolu Machiavelli, 1469-1527 yılları arasında yaşadı.

Makyavelizm, Niccolu Machiavelli'nin düşüceleri üzerine bina edilen bir yaklaşım biçimidir. Makyavelizim'de önemli olan amaç ve amaca nasıl olursa olsun ulaşmaktır.

Amaç yolunda her şeyi geçerlidir, mübahtır.

Niccolu Machiavelli'nin en önemli ve Makyavelizmi en iyi anlatan eseri Prens ya da Hükümdar olarak çevirisi yapılan IL PRINCIPE isimli eserdiri. O eserinde Niccolu Machiavelli, tarihin derinliklerinde yaşadığı döneme kadar yaşamdan örneklerle hükümdarlara, ya da hükmedenlere önerilerde, tavsiyelerde bulunuyor.

IL PRINCIPE'yi okuyanların buluştuğu en önemli nokta hükümdarın yerine gözü para işadamı ya da politikacıların ezici çoğunluğunun konulabileceğidir.

Bu Pazar gününde sizlere Makyavelizmi anlatma gibi bir amacım yok. Ancak Makyavelizmden biraz bahsedip çevrenizdekileri daha kolay algılayıp yargılamanıza yardımcı olmak istiyorum.

* * *

Makyavelizm üzerine çalışanlar Niccolu Machiavelli'nin “Hükümdarlar sözlerini nasıl tutmalıdır?” sorusuna verdiği yanıtı şöyle toparlarlar:

“ - Deneyler bize göstermiştir ki, büyük işler yapmış olan hükümdarlar verdikleri sözleri fazla dikkate almamışlar, ustalıkla insanları aldatmışlardır.
- Mücadelenin iki yolu vardır: biri kanun yolu, diğeri kuvvet yoludur. Birinci insanlara, ikinci hayvanlara özgüdür. Fakat çoğu zaman birinci yol kafi gelmez ikinci yola başvurmak gerekir. Bu nedenle hükümdar insanca davranmayı da hayvanca davranmayı da bilmelidir.
- Hükümdar tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için aslan olmalıdır. Sonuç olarak, ihtiyatlı bir hükümdar, kendine zararı dokunuyorsa verdigi sözü tutmaz. Söz vermesini gerektiren şartlar değişmisse, yine sözünde durmasına gerek yoktur.

- Hükümdar rolünü iyi oynamalı gerçek amaçları konusunda açık vermemelidir. İnsanlar o kadar alışkındırlar ki, aldatmak isteyen biri mutlaka aldanacak birini bulur.
- Hükümdar, merhametli, vefalı, insancıl ve doğru bir insan olarak gözükmeli, fakat gerektiğinde tümüyle aksine davranabilecek kadar ruhsal hazırlık içinde olmalıdır.
- Hükümdar sözlerine özen göstermeli, öyle ki görüp işitenler merhametin, bağlılığın, insanlığın, doğruluğun ve dindarlığın ta kendisi oldugunu sansınlar. Bu son niteliğe sahipmiş gibi gözükmek kadar gerekli bir şey yoktur. Çünkü insanlar genellikle ellerinden çok gözleriyle yargılar. Herkes sizi nasıl görünüyorsanız öyle görür.”


* * *

Bunlar benim düşüncelerim değil.

Niccolo Machiavelli'nin düşünceleri.

Ben sadace bir bölümünü öne çıkardım.

Makyavelizm, yüzlerce yıl sonra da geçerli olabilir mi? Normalde olmaması gerekir. Ancak pek çok gözü kara işadamı, politikacı için Makyavelizm hala geçerli ve kullanılırdır. Makyavelizm, ne kadar yaygın ve iyi bilinirse Makyavelizmi rehber kabul eden politikacılar, iş adamları ya da makyavelizmi benimseyerek hayatta bir yerlere gelip tutunmak isteyenler daha kolay anlaşılır.

Makyavelizmi iyi anlayıp, bu anlayışı çağdaş en temel insan haklarıyla, demokrasiyle, hukukun üstlüğüyle birlikte okursak, Makyavelist yaklaşımın hayat bulmasının insanlık ayıbı, insanlık suçu olduğunu çok kolay anlarız.

* * *

Bizim dünyamıza şöyle bir özenle göz atınız. 500 sene önce seslendirilen ve çağdaş yaklaşımla insanlık ayıbı, suçu sayılan yaygın Makyavelizm yaklaşımlarının olduğunu görürüz.

Gücü elde eden, gücünün devamı için güçlü olanların memnuniyetini, tatminini öne çıkarır. Bunun bir diğer yaklaşımla adı gücün koruyucularının memnun edilmesidir.

Yasalar yapılır. Anayasa eşitlikten bahseder ama birileri için o eşitlik maddesi geçerli değildir. Bazıları balın tadını kavanoza dokunarak almaya çalışırken, bazılarının ağızlarına kaşık kaşık bal sokulmasının izahını başımızdakiler bir yapsın.

Yeni ve etkili güç odakları öne çıktığı zaman parti için koşturanların da artık esamesi okunmaz. Bizim gibi ülkelerde Makyavelist yaklaşım sahiplerinin kutsal ittifakı vardır. Bu kutsal ittifakın tarafları için öncelik bir birlerinin beklentilerine yanıt verip, çıkarlarını sürdürücü yapının devamını sağlamaktır.

... Ve bu yaklaşım sahipleri için etik değer, ahlaki yaklaşım, insani değerler asla ama asla bir değer taşımaz. Daha doğrusu onların sözcük listesinde “ahlak, insani değer, söz, dürüstlük” filan gibi sözcükleri hiç bir zaman olmaz.

Neden olmaz?

Etik ve insani değerler, manevi değerlerdir. Halbuki ille de her koşul altında kazanmak, her koşul altında koltuktan olmak isteyenlerin hedefleri maddi kazanımlı hedeflerdir. Maddi kazanımlı hedef paradır, koltuktur.

* * *

Yazının sonuna geldiniz. Bir soluk alıp düşünün. İsterseniz bir daha okuyun, hatta etrafınızda birileri varsa sesli okuyup, tartışın. Ve tabii bir de urup avuçluk memleketimizde kaderimizde etkin olanların yaklaşım biçimlerini sorgulayın... Bulgularınızı isterseniz bir biçimde bana iletin. Bunu yaparsanız çok memnun olacağım...
Canımızı sıkmak için elleriden geleni esirgemeyenlere inat bu Pazar gününde yüreğinde insanlık sevgisi eksilmeyen herkese nergis kokulu harika güzellikler dilerim...

Günün sözü: Her takke bir gün düşmeye mahkumdur