Translate

Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2025 Salı

Anti Dühring

-Friedrich Engels

Engels'in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba?

Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketin bir döneminin bu "yıldızı parlak" kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.

Anti-Dühring'in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.

Bilindiği gibi, Almanya'da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakiyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı varolan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.

1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran'ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden aynı oldu. Komünist Manifesto'nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği'nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.

1850-1870 yılları arası, Almanya'nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınai gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sendikalar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakiyetçiliği, 1852 yargılamaları ile Almanya'da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.

23 Mayıs 1863'te Leipzig'de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lassalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki bu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı ile üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti'de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lassalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.

Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lassalle'cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.

İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebknecht gibi önderler 7-8 Ağustos 1869'da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lassalle'cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü'nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx'la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.

Gitgide gerileyen Lassalle'cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti'ye birlik çağrısı yaptılar ve bu temelde 1875 Mayıs'ında Gotha Kongresi toplandı.

Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lassalle'cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lassalle'cı oportünizme teslim oldular.

Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler.  Paris Komünü'nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.

Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebknecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek "yepyeni" ve "bilimsel" (!) teorileri ile sahnede yerini alır.

Bay Dühring, 1865'ten beri Berlin Üniversitesi'nde Privat-Dozent'tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad.) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck'la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü'ne sahip çıkar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi, sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. "En köktenci bilim adına konuşan" bu "devrimci radikal" kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri, Marx'a sahip çıkar gibi görünür. Marksizmi revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peşpeşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche, Bebel ve Liebknecht, onun yapıtlarını "Marx'ın Kapital'inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında" sayarlar. Liebknecht'in yönettiği Parti'nin resm” yayın organı Volksstaat'ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.

Marx ve Engels'in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. "Sol saflarda" bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.

Dühring'in 1875'e kadar Marx'a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875'te Volksstaat'ta yayınlanan, Ekonomi Politik ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx'a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebknecht, Marksizme bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels'in eleştirilerinin haklılığını kavramaya başlamışlar; Dühring'in defterini dürmesi için Engels'e sık sık yazar olmuşlardı.

1876 başında, Dühring'in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels'in eline geçince, Engels, sonunda bu "ekşi elma"yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring'in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak'ından Temmuz'una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring'in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.

Dühring, Carey'i övmek için "Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor" adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring'le inceden alay etmek için yapıtına: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor adını veriyordu. Ancak bu kez "altüst" etmek "canına okumak" anlamında bir olumsuzlamadır.

Dühring'in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring'e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring'in "felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği"ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.

Marx, yapıtı konusunda Engels'e elinden gelen yardımı yapar. "Ekonomi Politik" başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx'ın kaleminden çıkmıştır.

Almanya'nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels'in yapıtına birinci bölüm olarak "Felsefe"yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels'in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.

Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı "Felsefe" konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle "Özgürlük ve Zorunluluk" üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.

İkinci kısım, "Ekonomi Politik" başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih Üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital'in temel ekseninde Dühring'le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, "kötü yönlerine" düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.

Üçüncü kısım olan "Sosyalizm"de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring'in "karşı olduğu" kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.

Son bölüm olan "Anti-Dühring İçin Elyazmaları" kısmı ise, Dühring'in çeşitli yapıtlarından alıntılar ve bu konularda Engels'in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.

Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.

İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yeralmaya yetmeyeceği gerçeği ile.

Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

Özgürlük Dünyası, Nisan 1996, No: 54.

Anti Dühring.pdf

26 Ekim 2025 Pazar

Spinoza Marx’la Buluştuğunda

Otonom yayınlarından çıkan “Spinoza Marx’la Buluştuğunda” kitabı bir “Spinoza Rönesansı”na sahne olan 19. yüzyılda onun felsefesinden ilham alan, modernizmin açmazlarını daha o dönemde fark eden, özgürlükçü, erekselcilik karşıtı ve gayrihümanist düşünme deneylerinin bir tarihçesini sunuyor. 

Almanya merkezli olmakla birlikte oranın da ötesine taşan bu deneylerde, birey, toplum ve doğa “etkinliğin” politik anlamı üzerinden birbirine yeniden bağlanıyordu. İnsanı doğanın üstünde tutan ve egemen bir varlık olarak düşünen modernizm karşısında Spinoza’yı rehber alan pek çok devrimci teorisyen, etkinliği gerek insanlar arasında gerekse insanlar ile insan olmayanlar arasında bir ilişkisellik olarak yeniden düşünüyordu. İşte Spinoza’nın Marx’la buluşması ya da karşılaşması, etkinliğin bu ilişkisel tanımıyla gerçekleşmişti. 

Bu buluşma, Spinoza’nın bir varlığın kudretinin artış ve azalışlarını başka varlıklarla kurduğu ilişkilerle tanımlayan yaklaşımını, Marx’ın üretkenliği elbirliğiyle tanımlayan, böylece etkinliği bireysellikten çıkarıp kolektifliğe oturtan yaklaşımıyla birlikte düşünmeyi mümkün kılmıştı. Ama Matysik’e göre, Spinoza’yla Marx’ın buluşması sadece 19. yüzyılı ilgilendiren bir olay değildir; 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze pek çok özgürlükçü ve devrimci düşünceye, özellikle de insan ve insan olmayanlar arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesine ilham kaynağı olmaya devam etmekte.


Kitabın çevirisi Münevver Çelik, Sinem Özer tarafından yapıldı.

Yazar Hakkında

Tracie Matysik’in temel çalışma alanı Modern Avrupa’nın düşünce tarihidir. Spinozacılığın, psikanalizin, sekülerizmin, öznelliğin, uluslararası eylemciliğin ve cinselliğin tarihi hakkında birçok yazısı olan Matysik’in Reforming the Moral Subject: Ethics and Sexuality in Central Europe, 1890-1930 (Cornell University Press) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. German Modernities from Wilhelm to Weimar: A Contest of Futures (Bloomsbury Press) kitabına editör olarak katkıda bulunmuştur. İnsan olmayan hayvanların yasa, egemenlik ve biyopolitikanın oluşumundaki rollerini incelediği kitabı üstüne çalışmaya devam ediyor.

Yeni Yaşam Dergisi 

7 Aralık 2024 Cumartesi

Göbekli Tepe

İnsanlık Tarihini Yeniden Yazdıran Keşif

Türkiye’nin Şanlıurfa ilinde yer alan Göbekli Tepe, 1994’te başlayan arkeolojik kazılarla sıradan bir tepeden insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir yapıya dönüştü. Yaklaşık 11.000 yıllık geçmişiyle bu antik megalitik yapılar, avcı-toplayıcı olarak bilinen toplumların sanılandan çok daha ileri düzeyde sosyal ve kültürel yapılar geliştirdiğini göstermiştir.

Göbekli Tepe’de lazer taramalarıyla gün yüzüne çıkarılan 25’ten fazla yapı, bu alanın bugüne kadar keşfedilen en eski dini ve kültürel merkezlerden biri olduğunu ortaya koymaktadır. T biçimli devasa sütunlar, hayvan figürleri ve geometrik desenler, yalnızca bir ibadet merkezi olmanın ötesinde, sembolik anlamlarla dolu bir yapı kompleksini işaret etmektedir. Henüz tamamen kazılmamış olan bu alanda, tarihin derinliklerinden gelen daha fazla sırra ulaşılabileceği düşünülmektedir.

Bununla birlikte, Göbekli Tepe’nin en çarpıcı yanlarından biri, buradaki toplulukların dönemin teknolojik ve bilimsel kapasitesinin ötesine geçen bilgi birikimine sahip olduğuna işaret eden unsurlardır. Sütunların üzerindeki düzenlemelerin bazıları astronomik hizalanmalara işaret etmektedir. Avcı-toplayıcı bir toplumun gök cisimleriyle bu kadar detaylı bir ilişki kurmuş olması beklenmezken, buradaki bilgiler topluluğun gözlem yeteneği ve kozmolojik farkındalık seviyesinin tahminlerin ötesinde olduğunu göstermektedir. Ayrıca taşlarda yer alan semboller, su kaynaklarına ve gökyüzü olaylarına ilişkin detaylar barındırmaktadır; bu da Göbekli Tepe’nin yalnızca bir ritüel merkezi değil, aynı zamanda kozmik bilgiyle iç içe bir yaşam alanı olduğunu düşündürmektedir.

Göbekli Tepe’nin çağdaşı sayılabilecek Malatya’daki Aslantepe Höyüğü de benzer bir şekilde insanlığın bu dönemdeki sosyal ve mimari gelişmişliğini sergilemektedir. Aslantepe’nin kazılarında bulunan tapınak yapıları ve yerleşim izleri, Göbekli Tepe ile aynı dönemde karmaşık toplumsal düzenlerin ortaya çıkmaya başladığını kanıtlamaktadır.

Bu bulgular, insanlığın geçiş süreciyle ilgili klasik varsayımları sorgulamaktadır. Tarım ve yerleşik hayattan önce bu kadar sofistike bir yapı inşa edilebilmesi, Göbekli Tepe sakinlerinin yalnızca avcı-toplayıcı olmadığını; inanç, mimari ve sosyal organizasyon alanında devrim niteliğinde bir dönemi temsil ettiğini göstermektedir. Göbekli Tepe, insanlık tarihinin sırlarını çözmeye devam eden bir anahtar niteliğindedir ve daha birçok keşifle geçmişimizin yeniden yazılmasını sağlayacaktır.

3 Eylül 2024 Salı

Definecilik!

Defineciliğin bir çeşit kumar hastalığı gibi kişiyi esir aldığı bilinen bir gerçek. Defineciler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor

Geçen günlerde çoğu kimsenin üzerinde durmadığı bir haber, oldukça trajikomik bir durumun mücessem bir örneğiydi.

Habere göre defineciler yaklaşık beş bin yıllık mezarları tahrip etmiş; binlerce yıllık insan kemiklerini ortalığa saçmışlardı.

Bu yağmadan nasibini alan yalnızca antik mezarlar değildi, Van'ın önemli halk ozanı Ercişli Emrah'ın mezarı da yağmalananlardandı.
Ozanın şiirinde dediği gibi 'kimi kazma kimi bel' alıp gitmişti. Üstelik Ercişli Emrah'ın mezarı ikinci kez yağmalanıyordu.

Toprak sıkıldığında tarihin fışkıracağı Anadolu'da neredeyse her şehirde, hatta köyde yasadışı şekilde define arayan kimselerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.

Bu kişiler bir hayal peşinde varını yoğunu kaybederken yüzlerce yıllık mezar alanları ve antik yapılarda da büyük tahribatlar meydana getiriyor.

Özellikle Van'ın bu denli yoğun şekilde definecilerin hedefi olmasının altında yatan en önemli neden ise İttihat ve Terakki döneminde meydana gelen büyük 'Ermeni Tehciri'dir. 

Konuyla alakalı Kübra Kurt Çalışkan'ın "Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği" isimli çalışması define hayali ile türlü maceralara atılan fukara Anadolu insanın hem yaşadığı hem de yaşattığı üzücü olaylar hakkında sahadan önemli bilgiler sunuyor. 
 

yağma Van.jpg
Fotoğraf: Twitter


"Ermeni Tehciri" ve arda kalanlar

Osmanlı'nın son döneminde Sultan Abdülhamid'i devirerek iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, imparatorluğu kısa bir süre içerisinde büyük bir maceranın içerisine sürükledi.

Osmanlı, 'Düvel-i Muazzama'nın büyük harbinde taraf oldu ve Almanya'nın yanında savaşa girdi.

Bu kritik süreçte İttihatçılar; milli bir ekonomi kurmak ve iç güvenliği sağlamak gerekçesiyle Osmanlı vatandaşı yüz binlerce Ermeni'yi başka bölgelere sevk etti.
 

ermeni tehciri.jpg
Fotoğraf: Wikipedia


Bu süreci idare eden komuta kademesinde Talat Paşa bulunuyordu; ama süreç asayişten daha da önemlisi bir iktisadi dönüşümü içermesi sebebiyle süreci idare eden akıl İttihat ve Terakki'nin kasası olarak bilinen Kara Kemal'den başkası değildi.

İttihatçılar, tehcirle iki kuşu birden vurmuş olacaklardı; hem milli bir burjuva sınıfı meydana getirilerek ekonomideki Ermeni hegemonyası ortadan kaldırılacaktı hem de savaş halindeki devlet, bir iç karışıklıktan sakınılmış olacaktı. 

Sonuç itibarıyla binlerce Ermeni, devlet eliyle apar topar ülkeden tehcir edildiğinde birçoğu, geri dönmek umuduyla özellikle ziynet eşyalarını yaşadıkları bölgelere ve mezarlık civarlarına gömdü. 

Bu facia, Van gibi, bir zamanlar Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları şehirlerde defineciliğin büyük umut kapısı olarak algılanmasına neden oldu.

Mezarlıklar, Tümülüsler, kilise ve manastırlar, nekropol alanları, höyükler, cami ve hatta türbeler bu soygunculardan nasibini fazlasıyla aldı.

 

*YAZININ TAMAMI

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

İsveç’te trafiğin akış yönünün soldan sağa geçirildikten sonraki ilk sabah, 1967 "Facebook yol ve macera"

Why do the British drive on the left?

10 Ocak 2024 Çarşamba

Jeanne D’arc’ın Yargılanması

1456 yılında Papanın emri üzerine toplanan mahkeme Jeanne D’arc’ı gıyabında yeniden yargılar ve suçsuzluğuna karar verir. Jeanne D’arc, 16 Mayıs 1920’de Papa XV. Benedictus2 tarafından azize ilan edilir.
24 Haziran 1920 günü toplanan Fransız Parlamentosu mayıs ayının ikinci pazar gününü Jeanne D’arc onuruna ulusal bayram günü kabul eder.

Jeanne D’arc, Galileo’nun yargılanmasından yaklaşık 200 yıl önce yaşamış ve Engizisyon Mahkemesinin ilk sanıklarından biri olarak yargılanıp mahkûm olmuştur.
Jeanne D’arc 6 Ocak 1412 günü Fransa’nın Domremy Kasabası’nda orta sınıfa mensup son derece sofu ve Katolik olan, çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin, Jacgues D’arc’ın kızı olarak dünyaya gelir. Çocukluğunun ilk yıllarında kiliseden yoğun din eğitimi almıştır. Koyu dindar olan annesi, küçük yaşlarında Katolik Kilisesinin temel ilkelerini öğretir.

Çocukluğunu “Yüz Yıl Savaşları”1 olarak anılan, İngilizlerin Fransız Tahtını ele geçirmek için Fransız halkına yaptığı katliamların hikâyelerini dinleyerek geçirmiştir. Düzgün fiziği ile bir kız çocuğundan çok sağlıklı bir erkek çocuğunu andırmaktadır. Henüz on iki yaşına geldiğinde tanrının sesini duyduğunu ve bazı görüntüler aldığını, tanrının kendisini Fransa’nın düşman işgalinden kurtarmak ve Veliaht Prens Charles’i tahta çıkartmak için görevlendirdiğini belirtir.

Sağlıklı ve atletik bir yapıya sahip olan D’arc’ın bu ifadeleri önceleri etrafındakiler, yakın çevresi ve din adamları tarafından ciddiye alınmayıp alayla karşılanır. 1429 yılına kadar Jeanne D’arc’ın aldığı görüntüler ve kulağına gelen sesler haberi kulaktan kulağa yayılır. Fransız ordu yetkilileri ve din adamları haftalarca süren sorgulamalarla onu yakından incelerler, dini bilgilerini ve kendisini sınarlar. Verdiği bilgiler neticesinde prensin yakınları Jeanne D’arc’ın Veliaht Prens Charles ile görüşmesini sağlarlar.

Jeanne D’arc, Veliaht Prens Charles ile yaptığı uzun görüşmelerden sonra prens ve yakınlarına duyduğu seslerin ve görüntülerin gerçek olduğuna inandırır. Henüz on yedi yaşında olan Jeanne D’arc ile Prens Charles birlikte zırh kuşanıp Fransız Ordusu’nun başına geçerler. İlk olarak yedi aydır işgal altında bulunan Orleans kentini, İngiliz işgal güçlerini bozguna uğratarak kurtarırlar. Daha sonra Patay’da işgal güçlerine karşı başarı elde ederek Patay’ı da düşman işgalinden kurtarırlar.


Fransızlar, işgalci güçleri sürüp çıkartan ve milliyetçi duygularını yeniden canlandıran Prens Charles ve Jeanne D’arc’a büyük hayranlık duymaya başlamışlardır. Fransızlar Jeanne D’arc’ı bir azize gibi görmeye başlarlar. D’arc, 17 Temmuz 1419 günü Prens Charles’ı Reims’e götürerek Fransa Kralı olarak taç giymesini sağlar.




Eylül 1429 günü İngilizler Paris’e saldırırlar. D’arc, çarpışmalarda yaralanmasına karşın askerlere cesaret vermek amacıyla savaş alanından ayrılmaz. 23 Mayıs 1430 günü İngilizler ile işbirliği yapan Burgonyalılar, “Orleanslı kız” olarak tanınan Jeanne D’arc’ı yakalayarak İngilizlere teslim ederler.

Soruşturmanın hazırlık aşamasında Jeanne D’arc tutuklanır ve soruşturmayı yapmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyon soruşturmaya D’arc’ın hayatının büyük bölümünü geçirdiği Domremy kasabasına gider ve yakınlarından onunla ilgili bilgiler toplar.
Ancak komisyonun topladığı bilgiler D’arc’ın lehinedir. Domremy ahalisi ve tüm yakınları onu dini inançlarına bağlı, saf ve nezih bir hayat süren, çevresindekilere yardım eden bir genç kız olarak değerlendirirler. Engizisyon yargılamasına esas olması amacıyla yapılan bu soruşturma sonucundan beklenen sonuç alınamaması üzerine, soruşturma raporları mahkemeye sunulmaz.
Kilisenin kendi içinde yaptığı ön soruşturmadan sonra Jeanne D’arc, 20 Şubat 1431 günü Engizisyon Mahkemesinin önüne çıkartılır.
Bir zamanlar ulusal kahraman olarak anılan D’arc, sanık olarak toplam 76 maddeden oluşan (Bazı kaynaklar suçlama sayısının 70 olduğunu belirtmektedirler) son derece ağır ithamlar ile suçlanmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar özetle:
“Büyücülük, falcılık, sahte peygamberlik, Kötü ruhları çağırmak, Sihirbazlık yapmak, Katolik İnancı hakkında kötü şeyler düşünmek, Kâfirlik, puta taparlık, mezhep değiştirmek, Tanrıya ve azizlere karşı kâfirlik, Fesatçılık, huzur ve barışı bozuculuk, kana ve kan dökmeye susamışlık, Kadınlığa yaraşan utanç duygusundan yoksunluk, erkek elbisesi giyerek savaşçılar gibi davranmak, kilise disiplinine karşı gelmek, Prensleri ve halkı doğru yoldan saptırmak, Tanrıyı hiçe sayarak kendisine tapınılmasını kabul etmek, Ellerini ve elbisesini herkese öptürmek,Tanrıya gösterilmesi gereken saygıyı ve yapılması gereken tapınmayı gasp etmek.”

D’arc, tüm suçlamaları tek tek reddeder. Dini konularda uzman bir ilahiyatçı gibi kendisini savunmasına karşın hukuki konularda bir avukattan yardım istemiş, bu istemi kabul edilmemiştir.

Yazının Tamamı

*Türkiye Barolar Birliği Yayınları

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sinizm nedir? (Cynicism)

Sinizm, insanın ruhsal olgunluğa, ahlaka ve mutluluğa; hiçbir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerinden arınarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes’in bir öğretisidir.

Antik Yunan’da sinikler; etik ve ahlak olgularının üst seviyelere ulaşmasını hedeflemişler ve bu olguları onaylamayan kişileri de eleştirmişlerdir. Modern dönemdeki sinikler ise etik ve ahlak kurallarına bağlılıkta çok yarar görmediklerinden ötürü toplumun inandığı değerlerden kendilerini soyutlamışlardır.

Sinizm Ne Demek?

Sinizm, Türk Dil Kurumu tarafından İnsanın erdem ve mutluluğa, herhangi bir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi olarak tanımlanmıştır.

Sinik kişiler; dürüstlük, samimiyet ve güven gibi emellerin bireysel yarar doğrultusunda kullanılmadığına inanır. Aynı zamanda sinik kişiler, sinizmin; güvensizlik, inançsızlık, kötümserlik, karamsarlık ve olumsuzluk gibi olgularla birlikte kullanıldığını belirtmiştir.

Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir.

Sinik Kişilerin Genel Özellikleri Nelerdir?

Sinik kişilerin genel özellikleri şunlardır:

  • Yalan ve riyakarlığın insanın doğasından geldiğine inanırlar.
  • İnsanların her zaman bencil ve ilgisiz olduğunu düşünürler.
  • Dostane ilişkiler ya kurmazlar ya da bunları önemsemezler.
  • Alaycı bir yapıları vardır.
  • Bir olay ya da davranışta her zaman başka anlamlar da bulunduğunu düşünürler.
  • Kendi bakış açıları her zaman en önemli olandır.

Örgütsel Sinizm Nedir?

Örgütsel sinizm, çalışan sınıfların yer aldıkları örgüt, yapı ve sistemlerine yönelik gösterdikleri olumsuz tavır ve yargılar olarak açıklanabilir.

Örgütsel sinizm, toplumda var olan fakat bir olgu olarak son yıllarda incelenmeye başlamış bir kavramdır. Örgütsel sinizmi etkileyen faktörler yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, ve hiyerarşik düzen olabileceği gibi örgütsel adalet, politika ve psikolojik sözleşmelerin ihlal edilmesi gibi örgütsel faktörler de örnek gösterilebilir.

Sinizm Türleri Nelerdir?

  • Kişilik sinizmi
  • Toplumsal sinizm
  • Mesleki sinizm
  • Çalışan sinizmi
  • Örgütsel sinizm

Kişilik Sinizmi

Kişilik sinizmi, doğuştan gelen ve çoğunlukla insan davranışlarını olumsuz olarak algılayan bir sinizm çeşididir. Kişilik sinizminde birey; kişileri küçük görmekte ve aşağılamakta, insanlara yukarıdan bakmakta, saygı duymayan bir tavırda yaklaşmakta ve diğer kişiler ile arasında kopuk bağlar oluşturmaktadır. 

Kişilik sinizmi ile örgütsel sinizm tam bu noktada yapı olarak birbirinden ayrılır. Kişilik sinizmi, bireyin benliğinden kaynaklanırken örgütsel sinizm, kişide sinik davranışların oluşmasına sebep olmaktadır.

Toplumsal Sinizm

Toplumsal sinizm, kişi ve toplum arasındaki sosyal sözleşmenin ihlal edilmesi olarak tanımlanır.

Sosyal sözleşmenin ihlalini, inanç ya da güven ihlali olarak da algılayan bireyler, toplumun karşılanamayan beklentileri sonucunda kendilerini haksızlığa uğramış hisseder. Sisteme olan güvenlerini kaybeden bireyler, tüm bunların neticesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar.

Mesleki Sinizm

Sinizm türleri arasında bulunan sinizm, bireyin kendini, mesleki yetkinlik kazanmasını engellemesi ile başa çıkma stratejisi olarak açıklanabilir.

Bazı meslek gruplarında, tüketici kaynaklı oluşan zorlu etkileşimler, çalışanları duygusal olarak yıpratır ve fiziksel olarak tüketir. Örneğin, sağlık sektörü gibi yardım etme amacı güden meslek gruplarında, etkileşim sağlıklı yapılamaz ve iyi bir iletişim kurmak oldukça zordur. Çalışanlar işlerini doğru şekilde yaptıkları halde bazen hizmet sektöründe memnuniyeti sağlayamaz. Bu durum da çalışan bireyler için mesleki sinizmin önünü açar.

Çalışan Sinizmi

Sinizm türleri arasında yer alan çalışan sinizmi, uzun çalışma saatleri, iş yükü, kötü yöneticiler ve başarısız yönetim gibi sonucunda ortaya çıkan, işçi ve işveren arasında oluşan bir durumdur.

Çalışanlar iş garantisi, terfi, değer görme, yüksek maaş gibi motive edici unsurlar sayesinde örgütsel bağlılıklarını uzun süre korurlar. İşveren ve çalışanlar arasında oluşan bu psikolojik sözleşme, çalışanların ve örgütlerin birbirlerine karşılıklı yatırımları ile mümkündür. Eğer işveren çalışanına iyi bir çalışma ortamı sağlamaz, hak ettiği ücreti ödemez ve ağır iş yükü altında bırakırsa çalışanda büyük bir memnuniyetsiz ve mutsuzlukla birlikte çalışan sinizmi ortaya çıkar.

Örgütsel Sinizm

Sinizm türleri arasında sonuncu sinizm olan örgütsel sinizm, riyakar bir politika izleyen, çalışanları ile çıkar ilişkileri kuran, sinirli bir şekilde davranan yöneticileri, destekleyen örgütler olarak tanımlanmaktadır.

Örgütsel sinizm yalnızca bireylerin örgüte getirdiği duygu ve hisler değil aynı zamanda bu duygu ve hislerin örgütsel bağlamdaki tecrübeler ile şekillendirilmesidir.

https://istanbulbogazicienstitu.com/sinizm-nedir

8 Kasım 2023 Çarşamba

Burası Agora Meyhanesi

1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

Sonraları kaderine terkedilir.
AGORA MEYHANESİ
Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir boşalan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle
Delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

(Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

14 Eylül 2023 Perşembe

Amerikan İç Savaşı ve Çukurova'ya okaliptus ağaçları

Anavatanı Avustralya olan bu ağaç nasıl olmuş da Çukurova’nın sıtma yüklü topraklarına gelmiştir? Bu sorunun cevabı Amerikan İç Savaşının başlangıç tarihi olan 12 Nisan 1861’de saklıdır.

Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarak eyalet birliğinden çıkmak isteyen 11 Güney Eyaleti ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında gerçekleşen iç savaş 4 yıl süresince ülkedeki tüm yaşamı sekteye uğratmıştır. Sekteye uğrayan alanlardan biri de Güney Eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı pamuk plantasyonlarındaki üretimdir. İç savaşın başlaması ile ABD’nin pamuk üretimindeki bu düşüş dönemin en büyük kumaş üreticisi konumundaki İngiltere’yi hızlıca yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Böylece İngiltere ABD’ye alternatif olabilecek yeni pamuk üretim alanları geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile temasları sonrasında Adana’nın İngiltere için gerekli pamuğu karşılayacak yerlerden biri olması planlanmıştır. Bu çerçevede Sultan Abdülaziz 1862 yılında Adana’da pamuk üretiminin teşviki amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapmıştır. Yasal düzenlemeler yapmıştır yapmasına da Adana’da ne pamuk yetiştirecek yeterli tarım alanı ne pamuk işçiliği yapacak yeterli sayıda insan gücü ne de üretilen pamuğun İngiltere’ye hızlı bir şekilde ulaştıracak nakliye ağı vardır.

Osmanlı İngiltere’nin “ricası” ile tez elden yola koyulmuştur. Öncelikle pamuk yetiştirilebilecek tarım alanları için kolları sıvamıştır. İşte Adana’nın okaliptus yani namı diğer gariptos ağaçları ile tanışması bu döneme rastlamıştır. Okaliptus ağaçları Adana’nın bataklık bölgelerine dikilerek yeni tarım alanları oluşturulmuştur. Bataklıkların kurumasıyla sıtma yüklü sivrisineklerin azalmasıyla muhtemelen Adana’da sıtma yaygınlığının da düşüşe geçmesi okaliptus ağaçlarını yeni kimliğiyle tanıştırmıştır, sıtma ağacı. Bölgede bataklık kurutma amacıyla okaliptus ağaçlarının kullanımı Osmanlı sonrasında Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye’deki ilk planlı okaliptus ormanı dikimine 1939 yılında Tarsus’un Karabucak bölgesinde başlanmıştır ve günümüzde bu bölgede 1200 hektarlık bir okaliptus ormanı bulunmaktadır.

İngiliz kumaş üreticilerine hammadde sağlanmasının ilk adımı tamamlandıktan sonra ucuz iş gücü sorununun çözümüne geçilmiştir.
Gerçi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanı sonrasında Adana yönetimini ele alan Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa 1833-1840 yılları arasında tarım alanında önemli adımlar atmıştır. İbrahim Paşa bu dönemde Mısır’dan Adana’ya nitelikli tarım işçilerini yani fellahları getirtmiştir. Arapça çiftçi anlamına gelen fellahların Çukurova’ya getirilmeleri Adana’nın yeniden Osmanlı yönetimine girdiği 1840 sonrasında da sürmüştür. Ancak bu işgücü İngiliz sanayicilerinin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Bu noktada Osmanlı gözünü göçerlere diker. Bölgede konargöçer olarak yaşayan Avşarlar, Ceritler, Tecirliler gibi aşiretleri yerleşik hayata geçirebilmek için zor kullanmaya karar vermiştir. Sultanın fermanıyla Derviş Paşa kumandasında bir ordu kurulmuş, ordunun halkla ilgili işlerini görmesi için de Ahmet Cevdet Paşa görevlendirilmiştir.
Fırka-i İslâhiye adı verilen bu ordunun görünürdeki amaçları arasında göçerlerden yeni asker kaynakları temin etmek, bölgeyi itaat altına alıp güvenliği sağlamak, eşkıyalığa son vermek, düzenli vergi toplamak sayılsa da muhtemelen en önemli gerekçesi göçerleri yerleşik hayata geçirip İngilizler için yeterli miktarda pamuk üretimini sağlamaktır.

1865-1866 yıllarında Çukurova, Gâvur Dağları ve Kozan Dağlarında göçerlere yönelik harekâtta çok kan dökülmüştür. Ne Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışı ne de göçerlerin Kirmani kılıçları ile taşı delen mızrakları Osmanlı ordusu ile baş edebilmiştir. Ölen ölmüş, kalan sağlar düze indirilmiştir.
Osmanlı zorla toprağa bağladığı göçerlerin yaşadığı yerlere öyle isimler vermiştir ki, adeta kuşaklar boyu bu acının unutulmamasını sağlamıştır. Osmaniye, İslâhiye, Dervişiye ve Cevdetiye göçerlerin yerleştirildiği köy ve kasabalara verilen isimlerden bazılarıdır desem sanırım ne demek istediği anlaşılmış olur.

İş gücü sorununu Fırka-i İslâhiye ordusu ile çözerken, Osmanlı eş zamanlı olarak da üretilen pamuğun nakliyesi konusunda adım atmıştır. Pamuğun İngiltere’ye ulaştırılmasının en hızlı yolunun önce demiryolu ile Mersin Limanına oradan da gemilerle güneş batmayan imparatorluğun kalbine doğru nakledilmesi olduğu kararlaştırılmıştır. Bu amaç için Osmanlı 20 Temmuz 1883 tarihinde Adana-Mersin demiryolu inşası için ilk kazmayı vurmuştur ancak hızlı ilerleme sağlayamaması üzerine topu bizzat İngilizler almış ve demiryolu inşasını kaldığı yerden üstlenmiştir. İşte bizim gariptos ağaçları burada da yardıma koşmuş ve bedenlerini demiryolu traverslerine yatırarak demiryolunun hızla ilerlemesine hizmet etmiştir.
Adana-Mersin demiryolu 2 Ağustos 1886 günü tamamlayarak hizmete girmiştir. Demiryolunun 1897 yılında Osmaniye’ye kadar uzatılması Mersin Limanına pamuk sevkiyatını artırmıştır.

Bu dönemde bir yandan demiryolu inşaatı sürerken diğer yandan da Mersin Limanına yanaşacak gemiler için iskele sayısının artırılması için çalışmalara başlanmıştır. 1850 yılında biri ahşap olmak üzere Mersin Limanında iki iskele varken 1874 yılında iskele sayısı beşe, 1892 yılına gelindiğinde da yediye çıkmıştır. Bu iskelelere yanaşan gemilerin en çok İngiliz bayrağı taşıması elbette tesadüf değildir. Örneğin Mart 1889-Şubat 1990 tarihleri arasında Mersin Limanına toplam 310 buharlı gemi yanaşmıştır. Bu gemilerden 96’sı İngiliz gemisiyken en yakın takipçisi 68 gemiyle Fransızlar olmuştur. Gemilerin yükü incelendiğinde de ilk sırayı pamuk balyalarının alması elbette tesadüf değildir.

Amerikan İç Savaşı'nın üzerinden çok sular aktı. O günden bugüne ABD sekteye uğrayan pamuk üretimini yeniden yoluna koyup dünya sıralamasında Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü, tekstil ihracatında da ikinci sıraya yerleşti. Oysa Adana’da işler pamuk üretimi açısından pek de iyi gitmedi. Pamuk üretimi günden güne azalarak ülkede üretilen toplam pamuğun %5’ine kadar geriledi. Adanaspor’un arması da olmasa Adana’da pamuk görmek pek mümkün olmayacak.

Evet Adana’da artık pamuğun esamesi okunmuyor ama o günlerden bize yadigâr bir Dadaloğlu’nun halen kulaklarımızda çınlayan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışı, bir de gariptos ağaçlarının hışırtısı kaldı.

Halis Ulaş - EVRENSEL Yazısından kısmen alıntı...

1 Ağustos 2023 Salı

Antik Yunanların yanlış bilgiyle mücadele yöntemi

Sofistler mutlak hakikatten ziyade, retorik yoluyla faydalı hakikate ulaşmakla ilgileniyordu. Asha Rangappa ve Jennifer Mercieca, sofist tekniklerin dezenformasyonu tanımak ve onunla mücadele etmek için yararlı olduğunu savunuyor.
Octavianus'un Marcus Antonius'la görülecek bir hesabı vardı. Antonius, sevgilisi Kleopatra'nın yanına taşınarak Doğu Roma İmparatorluğu'nu ele geçirmişti. Octavianus bunu kabullenemiyordu. Roma’da Senato kürsüsünde Antonius’un resmi vasiyetnamesini okudu. Belgede Antonius’un her şeyini kurnaz Mısırlı metresine ve çocuklarına bırakmayı planladığı anlatılıyordu ki bu, Romalıların güçlü kadınlara duyduğu korku ve önyargıları tetikleyen bir fikirdi. Yabancı biri olması da Kleopatra'ya hiç yardımcı olmuyordu. Antonius hain ilan edildi.

Sorun ne miydi? Belge muhtemelen sahteydi.

Gerçekten sahte olup olmadığı büyük olasılıkla hiçbir zaman bilinemeyecek. Ancak Octavianus'un bu propaganda görevi kesinlikle gerçekti. Rakibini uluorta kötülemek için sikkelerin üzerine Antonius karşıtı sloganlar bile çizdirmişti. Roma İmparatorluğu'nun kaderi, ikisinin savaşına bağlıydı.

Dezenformasyon veya yanlış bilgi yeni bir şey değil. 1835 yılında New York Sun gazetesi, Ay’da yaşam keşfedildiğine dair makaleler yayınlamıştı. H.G. Wells'in "Dünyalar Savaşı" adlı eserinin radyo yayını yakın zamanda unutulacak gibi değil. Nazi propagandası o kadar etkiliydi ki, bugün bile insanların küçük bir yüzdesi Yahudi soykırımının hiç yaşanmadığına inanıyor. İnsanlar aşıların otizme neden olduğuna bile inanıyor.

Siyasi manipülasyon, kasıtlı cehalet, sosyal medya, entelektüalizm karşıtlığı, bilimsel cehalet ve YouTube gibi güçlerin bir arada var olmasıyla, bugün dünyamızda baş döndürücü bir propaganda ve dezenformasyon yelpazesiyle karşı karşıyayız. Mesele, dezenformasyonun her zaman var olup olmayacağı değil; elbette var olacak. Mesele, bununla nasıl mücadele edileceği. Bunun için de sofizme bakabiliriz.

Yale Üniversitesi öğretim görevlisi ve CNN analisti Asha Rangappa ile Amerikalı siyasi retorik tarihçisi Jennifer Mercieca'nın önerisi bu yönde. Platon'un sofizme şüpheyle yaklaştığını belirtmekle birlikte, Rangappa ve Mercieca, sofistler tarafından kullanılan “zekice retorik hilelerin” demokrasinin işleyebilmesi için gerekli olduğunu düşünüyor.

Başlangıçta, sofistler zengin müşterilerle ilgileniyordu. Para karşılığında retorik, müzik ve başka sanatlarda eğitim veriyorlardı. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Ksenofon gibi filozoflar bu işe pek sıcak bakmıyordu; sofizmin, kulağa anlamlı gelecek şekilde tasarlanmış basit bir uğraş olduğunu düşünüyorlardı. Sokrates yalnızca hakikate (Sophia) övgüler düzüyordu; öğrencisi Platon ise sofist retoriğin insanları manipüle ettiğini düşünüyordu. Onların gözünde, sofistlik asla Sophia'ya götürmezdi.

Ancak Mercieca ve Rangappa’nın düşüncesine göre, Platon'un diyalektiği siyasi kararları çözmek için yeterli değil. Hafıza ve algı üzerine yapılan onlarca yıllık nörobilim araştırmalarının gösterdiği üzere, Sokrates'in “hakikat” konusundaki ısrarı tartışmalı. Yaklaşık sekiz milyar insanın yaşadığı bir gezegende tek bir hakikate varmak imkansız; bu kadar çok veriyi işleyebilmemiz mümkün değil. 2 bin 500 yıl önce bile, sofistler Phronesis, yani “kullanışlı hakikatin” peşinden koşuyordu. Bu nüansın önemli olduğunun farkındalardı.

“Sofistler demokrasinin uygulanması için gerekli olan beceriyi, yani hakikat hakkında nasıl fikir birliğine varılacağını öğretiyorlardı. İnsanlara nasıl argüman oluşturacakları, dinleyicileri nasıl ikna edecekleri ve çetrefilli siyasi sorunları nasıl çözecekleri konusunda eğitim veriyorlardı.”

Bir profesör olan Mercieca ve bir avukat olan Rangappa, mesleklerinin felsefeden ziyade sofizme benzediğini savunuyor. Sofizm genellikle dürüstlükten uzak tasvir edilse de, toplumda deneyimlediğimiz ortak gerçekliği doğru bir şekilde yansıtıyor.

Sofizmin güncel kullanımına takılmamalıyız. Kelimeler zaman içinde anlam değiştirir: Hinduizmde “uğur” sembolü olan svastik, Naziler tarafından benimsendi; etimolojik açıdan “efsane” veya “hikaye” anlamına gelen “mitoloji”, “sahte” anlamına gelen “mit” ile eş anlamlı hale geldi. Mitolojiler kültürlerin temelleridir, uydurma değillerdir.

Doğru kullanıldığında, sofizm nihai hakikate değil, kullanışlı hakikate dayalı bir argüman sunuyor. Bu anlamda, sofistler ve Budistler, tartışma sevgisi açısından ortak paydada buluşuyor. Keşişler, genellikle el çırpma veya yüksek sesli heceler şeklinde karşımıza çıkan uzun bir eleştirel sorgulama geleneğine sahip. El çırpmak (ya da bu bağlamda bir koan) hakikate giden yol gibi görünmese de, doğru şartlar altında ortaya derin bir anlam ortaya çıkarıyor: Tüm öğrenme süreçleri mantıksal değildir.

Tartışmalar, demokrasi için elzem. Ne yazık ki sosyal medya platformları iç gözlem ve diyalogdan ziyade arkadaşlıktan çıkarmaya ve trollemeye uygun tasarlanmış mecralar. Metinleri yazarın sesi yerine kendi sesimizle okuyoruz, bu da karşımızdakinin argümanını anlamayı zorlaştırıyor. Yakın temas eksikliği, geri çekilmeye sebep oluyor. Birinci raund çanı çalmadan, kavganın bittiğini düşünüyoruz.

Dezenformasyon dijital çağda özellikle zararlı. Sosyal medya platformları, komplo teorilerinin hızla yayılmasına olanak sağlıyor. Aşı ve 5G karşıtı söylemleri paylaşırken “sadece soru sorduğunu” iddia eden ve daha sonra “taraf tutmuyormuş” gibi davranan influencerlar, fazla özgüvenli ikna yönteminin bir örneği olarak görülebilir. Merciera ve Rangappa’nın aşağıdaki görüşlerinde belirttikleri gibi, sorun, felsefe kılığına bürünmüş propagandanın George Bush'un meşhur ettiği bir zihniyeti teşvik etmesi: “Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız.”

“Propaganda ve dezenformasyon, rıza olmaksızın ikna etmektir: aslında yeni “gerçek” versiyonları sunan kişiler, bizi ikna ettiklerini gizlemeye çalışırlar. Bu iletişim biçimleri, mantıktan ziyade manipülasyona dayalı bir sonuç ortaya koyar. Propaganda ve dezenformasyon, şüphenin hakikat arayışı girişiminden ziyade sadakatsizlik gibi görüldüğü bir alan yaratır.”

“Propaganda boyun eğmedir, otoriterler için tercih edilen bir araçtır,” diye devam ediyorlar. (Benzer şekilde Platon demokrasiden pek haz etmezdi; herkesin hakikate erişebileceğini düşünmüyordu.) Konuyu günümüze getiren yazarlar, Twitter’ın Trump’ı yanlışlamasından bahsediyor: bu eski bir demokratik yöntem, ancak “kralı” sorgulayan her şey “taraf” tutmuş oluyorsa, ne yazık ki hakikatle başa çıkmak için yeterli değil. Karizmatik figürler için “her şeyi kabul etme” eğilimi, bizi sallantılı bir zeminde bırakıyor. Tarikatlar de böyle oluşuyor.

Yazarlar, sağlıklı bir demokrasinin merakı ve tartışmayı teşvik etmesi gerektiği sonucuna varıyorlar; bu taktikler, mutlak ama her zaman ulaşılması zor bir hakikat arayışından ziyade sofizm ile daha uyumlu.

“Tartışma yerine suçlama, ikna yerine itaat, demokratik diyalogla bağdaşmıyor. Antik Yunanlar, demokratik normların dışında, sorgulanmamış propaganda ve dezenformasyonu reddediyorlardı. Biz de öyle yapmalıyız."

teyit.org