Translate

Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2024 Çarşamba

İngilizler neden soldan gidiyor?

İngilizlerin neden soldan ilerlediğini hiç merak ettiniz mi  ?

Bunun tarihsel bir nedeni var; bu tamamen kılıcınızı serbest tutmanızla alakalı!

Orta Çağ'da at sırtında seyahat ederken kiminle karşılaşacağınızı asla bilemezdiniz. Çoğu insan sağ elini kullanır, bu nedenle sağınızdan bir yabancı geçerse sağ eliniz gerekirse kılıcınızı kullanmakta özgür olacaktır. (Benzer şekilde çoğu Norman kalesi merdivenler saat yönünde yukarı doğru spiral şeklinde döner, böylece savunan askerler kıvrımın etrafından bıçaklayabilir ancak saldıranlar (merdivenlerden yukarı çıkanlar) bunu yapamaz.)

Aslında 'soldan git' kuralı zamanda daha da geriye gidiyor; arkeologlar Romalıların at arabalarını ve yük arabalarını soldan sürdüğüne dair kanıtlar keşfettiler ve Romalı askerlerin her zaman soldan yürüdükleri biliniyor.

Bu 'yol kuralı' MS 1300 yılında Papa Boniface VIII'in Roma'ya seyahat eden tüm hacıların soldan gitmesi gerektiğini ilan etmesiyle resmi olarak onaylandı.

Birleşik Krallık'ta Soldan Gidin WKPD

Bu, büyük vagonların mal taşımak için popüler hale geldiği 1700'lerin sonlarına kadar devam etti. Bu vagonlar birkaç çift at tarafından çekiliyordu ve sürücü koltuğu yoktu. Bunun yerine, atları kontrol etmek için sürücü sol arkadaki atın üzerine oturdu ve böylece kırbaç eli serbest kaldı. Ancak solda oturmak, diğer taraftan gelen trafiği değerlendirmeyi zorlaştırıyordu; Britanya'nın dolambaçlı şeritlerinde soldan direksiyonlu bir araba kullanan herkesin kabul edeceği gibi!

Bu devasa vagonlar, Kanada ve ABD'nin geniş açık alanlarına ve büyük mesafelerine çok uygundu ve ilk doğruyu takip etme yasası 1792'de Pennsylvania'da kabul edildi ve daha sonra birçok Kanada ve ABD eyaleti de aynı şeyi yaptı.

Fransa'da 1792 tarihli bir kararname trafiğin "ortak" hakta tutulmasını emretti ve Napolyon daha sonra bu kuralı tüm Fransız topraklarında uygulamaya koydu.

Britanya'da bu devasa vagonlara pek fazla talep yoktu ve daha küçük İngiliz araçlarında sürücünün atların arkasında oturabileceği koltuklar vardı. Çoğu insan sağ elini kullandığından, sürücü koltuğun sağına otururdu, böylece kırbaç eli serbest kalırdı.

18. yüzyıl Londra'sındaki trafik sıkışıklığı, çarpışmaları azaltmak için Londra Köprüsü'ndeki tüm trafiğin soldan akmasını sağlayan bir yasanın çıkarılmasına yol açtı. Bu kural 1835 tarihli Karayolları Kanunu'na dahil edilmiş ve tüm Avrupa'da benimsenmiştir. ingiliz imparatorluğu.

Avustralya WKPD'de soldan ilerleyin

20. yüzyılda Avrupa'da karayolu yasalarının uyumlaştırılmasına yönelik bir hareket vardı ve soldan sağa doğru sürüş yavaş yavaş değişmeye başladı. Soldan sağa geçiş yapan son Avrupalılar, 3 Eylül 1967 Dagen H (H Günü) gecesinde cesurca değişiklik yapan İsveçlilerdi. Sabah 4.50'de İsveç'teki tüm trafik yeniden başlamadan önce on dakika süreyle durduruldu, bu sefer sağdan gidiyorlardı. .

Bugün ülkelerin yalnızca %35'i soldan araç kullanıyor. Bunlar arasında Hindistan, Endonezya, İrlanda, Malta, Kıbrıs, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya ve en son olarak 2009'da Samoa yer almaktadır. Bu ülkelerin çoğu adadır ancak kara sınırlarının soldan sağa değişmesi gerektiğinde bu genellikle trafik kullanılarak gerçekleştirilir. ışıklar, çapraz köprüler, tek yönlü sistemler veya benzeri.

Why do the British drive on the left?

10 Ocak 2024 Çarşamba

Jeanne D’arc’ın Yargılanması

1456 yılında Papanın emri üzerine toplanan mahkeme Jeanne D’arc’ı gıyabında yeniden yargılar ve suçsuzluğuna karar verir. Jeanne D’arc, 16 Mayıs 1920’de Papa XV. Benedictus2 tarafından azize ilan edilir.
24 Haziran 1920 günü toplanan Fransız Parlamentosu mayıs ayının ikinci pazar gününü Jeanne D’arc onuruna ulusal bayram günü kabul eder.

Jeanne D’arc, Galileo’nun yargılanmasından yaklaşık 200 yıl önce yaşamış ve Engizisyon Mahkemesinin ilk sanıklarından biri olarak yargılanıp mahkûm olmuştur.
Jeanne D’arc 6 Ocak 1412 günü Fransa’nın Domremy Kasabası’nda orta sınıfa mensup son derece sofu ve Katolik olan, çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin, Jacgues D’arc’ın kızı olarak dünyaya gelir. Çocukluğunun ilk yıllarında kiliseden yoğun din eğitimi almıştır. Koyu dindar olan annesi, küçük yaşlarında Katolik Kilisesinin temel ilkelerini öğretir.

Çocukluğunu “Yüz Yıl Savaşları”1 olarak anılan, İngilizlerin Fransız Tahtını ele geçirmek için Fransız halkına yaptığı katliamların hikâyelerini dinleyerek geçirmiştir. Düzgün fiziği ile bir kız çocuğundan çok sağlıklı bir erkek çocuğunu andırmaktadır. Henüz on iki yaşına geldiğinde tanrının sesini duyduğunu ve bazı görüntüler aldığını, tanrının kendisini Fransa’nın düşman işgalinden kurtarmak ve Veliaht Prens Charles’i tahta çıkartmak için görevlendirdiğini belirtir.

Sağlıklı ve atletik bir yapıya sahip olan D’arc’ın bu ifadeleri önceleri etrafındakiler, yakın çevresi ve din adamları tarafından ciddiye alınmayıp alayla karşılanır. 1429 yılına kadar Jeanne D’arc’ın aldığı görüntüler ve kulağına gelen sesler haberi kulaktan kulağa yayılır. Fransız ordu yetkilileri ve din adamları haftalarca süren sorgulamalarla onu yakından incelerler, dini bilgilerini ve kendisini sınarlar. Verdiği bilgiler neticesinde prensin yakınları Jeanne D’arc’ın Veliaht Prens Charles ile görüşmesini sağlarlar.

Jeanne D’arc, Veliaht Prens Charles ile yaptığı uzun görüşmelerden sonra prens ve yakınlarına duyduğu seslerin ve görüntülerin gerçek olduğuna inandırır. Henüz on yedi yaşında olan Jeanne D’arc ile Prens Charles birlikte zırh kuşanıp Fransız Ordusu’nun başına geçerler. İlk olarak yedi aydır işgal altında bulunan Orleans kentini, İngiliz işgal güçlerini bozguna uğratarak kurtarırlar. Daha sonra Patay’da işgal güçlerine karşı başarı elde ederek Patay’ı da düşman işgalinden kurtarırlar.


Fransızlar, işgalci güçleri sürüp çıkartan ve milliyetçi duygularını yeniden canlandıran Prens Charles ve Jeanne D’arc’a büyük hayranlık duymaya başlamışlardır. Fransızlar Jeanne D’arc’ı bir azize gibi görmeye başlarlar. D’arc, 17 Temmuz 1419 günü Prens Charles’ı Reims’e götürerek Fransa Kralı olarak taç giymesini sağlar.




Eylül 1429 günü İngilizler Paris’e saldırırlar. D’arc, çarpışmalarda yaralanmasına karşın askerlere cesaret vermek amacıyla savaş alanından ayrılmaz. 23 Mayıs 1430 günü İngilizler ile işbirliği yapan Burgonyalılar, “Orleanslı kız” olarak tanınan Jeanne D’arc’ı yakalayarak İngilizlere teslim ederler.

Soruşturmanın hazırlık aşamasında Jeanne D’arc tutuklanır ve soruşturmayı yapmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyon soruşturmaya D’arc’ın hayatının büyük bölümünü geçirdiği Domremy kasabasına gider ve yakınlarından onunla ilgili bilgiler toplar.
Ancak komisyonun topladığı bilgiler D’arc’ın lehinedir. Domremy ahalisi ve tüm yakınları onu dini inançlarına bağlı, saf ve nezih bir hayat süren, çevresindekilere yardım eden bir genç kız olarak değerlendirirler. Engizisyon yargılamasına esas olması amacıyla yapılan bu soruşturma sonucundan beklenen sonuç alınamaması üzerine, soruşturma raporları mahkemeye sunulmaz.
Kilisenin kendi içinde yaptığı ön soruşturmadan sonra Jeanne D’arc, 20 Şubat 1431 günü Engizisyon Mahkemesinin önüne çıkartılır.
Bir zamanlar ulusal kahraman olarak anılan D’arc, sanık olarak toplam 76 maddeden oluşan (Bazı kaynaklar suçlama sayısının 70 olduğunu belirtmektedirler) son derece ağır ithamlar ile suçlanmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar özetle:
“Büyücülük, falcılık, sahte peygamberlik, Kötü ruhları çağırmak, Sihirbazlık yapmak, Katolik İnancı hakkında kötü şeyler düşünmek, Kâfirlik, puta taparlık, mezhep değiştirmek, Tanrıya ve azizlere karşı kâfirlik, Fesatçılık, huzur ve barışı bozuculuk, kana ve kan dökmeye susamışlık, Kadınlığa yaraşan utanç duygusundan yoksunluk, erkek elbisesi giyerek savaşçılar gibi davranmak, kilise disiplinine karşı gelmek, Prensleri ve halkı doğru yoldan saptırmak, Tanrıyı hiçe sayarak kendisine tapınılmasını kabul etmek, Ellerini ve elbisesini herkese öptürmek,Tanrıya gösterilmesi gereken saygıyı ve yapılması gereken tapınmayı gasp etmek.”

D’arc, tüm suçlamaları tek tek reddeder. Dini konularda uzman bir ilahiyatçı gibi kendisini savunmasına karşın hukuki konularda bir avukattan yardım istemiş, bu istemi kabul edilmemiştir.

Yazının Tamamı

*Türkiye Barolar Birliği Yayınları

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sinizm nedir? (Cynicism)

Sinizm, insanın ruhsal olgunluğa, ahlaka ve mutluluğa; hiçbir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerinden arınarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes’in bir öğretisidir.

Antik Yunan’da sinikler; etik ve ahlak olgularının üst seviyelere ulaşmasını hedeflemişler ve bu olguları onaylamayan kişileri de eleştirmişlerdir. Modern dönemdeki sinikler ise etik ve ahlak kurallarına bağlılıkta çok yarar görmediklerinden ötürü toplumun inandığı değerlerden kendilerini soyutlamışlardır.

Sinizm Ne Demek?

Sinizm, Türk Dil Kurumu tarafından İnsanın erdem ve mutluluğa, herhangi bir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi olarak tanımlanmıştır.

Sinik kişiler; dürüstlük, samimiyet ve güven gibi emellerin bireysel yarar doğrultusunda kullanılmadığına inanır. Aynı zamanda sinik kişiler, sinizmin; güvensizlik, inançsızlık, kötümserlik, karamsarlık ve olumsuzluk gibi olgularla birlikte kullanıldığını belirtmiştir.

Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir.

Sinik Kişilerin Genel Özellikleri Nelerdir?

Sinik kişilerin genel özellikleri şunlardır:

  • Yalan ve riyakarlığın insanın doğasından geldiğine inanırlar.
  • İnsanların her zaman bencil ve ilgisiz olduğunu düşünürler.
  • Dostane ilişkiler ya kurmazlar ya da bunları önemsemezler.
  • Alaycı bir yapıları vardır.
  • Bir olay ya da davranışta her zaman başka anlamlar da bulunduğunu düşünürler.
  • Kendi bakış açıları her zaman en önemli olandır.

Örgütsel Sinizm Nedir?

Örgütsel sinizm, çalışan sınıfların yer aldıkları örgüt, yapı ve sistemlerine yönelik gösterdikleri olumsuz tavır ve yargılar olarak açıklanabilir.

Örgütsel sinizm, toplumda var olan fakat bir olgu olarak son yıllarda incelenmeye başlamış bir kavramdır. Örgütsel sinizmi etkileyen faktörler yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, ve hiyerarşik düzen olabileceği gibi örgütsel adalet, politika ve psikolojik sözleşmelerin ihlal edilmesi gibi örgütsel faktörler de örnek gösterilebilir.

Sinizm Türleri Nelerdir?

  • Kişilik sinizmi
  • Toplumsal sinizm
  • Mesleki sinizm
  • Çalışan sinizmi
  • Örgütsel sinizm

Kişilik Sinizmi

Kişilik sinizmi, doğuştan gelen ve çoğunlukla insan davranışlarını olumsuz olarak algılayan bir sinizm çeşididir. Kişilik sinizminde birey; kişileri küçük görmekte ve aşağılamakta, insanlara yukarıdan bakmakta, saygı duymayan bir tavırda yaklaşmakta ve diğer kişiler ile arasında kopuk bağlar oluşturmaktadır. 

Kişilik sinizmi ile örgütsel sinizm tam bu noktada yapı olarak birbirinden ayrılır. Kişilik sinizmi, bireyin benliğinden kaynaklanırken örgütsel sinizm, kişide sinik davranışların oluşmasına sebep olmaktadır.

Toplumsal Sinizm

Toplumsal sinizm, kişi ve toplum arasındaki sosyal sözleşmenin ihlal edilmesi olarak tanımlanır.

Sosyal sözleşmenin ihlalini, inanç ya da güven ihlali olarak da algılayan bireyler, toplumun karşılanamayan beklentileri sonucunda kendilerini haksızlığa uğramış hisseder. Sisteme olan güvenlerini kaybeden bireyler, tüm bunların neticesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar.

Mesleki Sinizm

Sinizm türleri arasında bulunan sinizm, bireyin kendini, mesleki yetkinlik kazanmasını engellemesi ile başa çıkma stratejisi olarak açıklanabilir.

Bazı meslek gruplarında, tüketici kaynaklı oluşan zorlu etkileşimler, çalışanları duygusal olarak yıpratır ve fiziksel olarak tüketir. Örneğin, sağlık sektörü gibi yardım etme amacı güden meslek gruplarında, etkileşim sağlıklı yapılamaz ve iyi bir iletişim kurmak oldukça zordur. Çalışanlar işlerini doğru şekilde yaptıkları halde bazen hizmet sektöründe memnuniyeti sağlayamaz. Bu durum da çalışan bireyler için mesleki sinizmin önünü açar.

Çalışan Sinizmi

Sinizm türleri arasında yer alan çalışan sinizmi, uzun çalışma saatleri, iş yükü, kötü yöneticiler ve başarısız yönetim gibi sonucunda ortaya çıkan, işçi ve işveren arasında oluşan bir durumdur.

Çalışanlar iş garantisi, terfi, değer görme, yüksek maaş gibi motive edici unsurlar sayesinde örgütsel bağlılıklarını uzun süre korurlar. İşveren ve çalışanlar arasında oluşan bu psikolojik sözleşme, çalışanların ve örgütlerin birbirlerine karşılıklı yatırımları ile mümkündür. Eğer işveren çalışanına iyi bir çalışma ortamı sağlamaz, hak ettiği ücreti ödemez ve ağır iş yükü altında bırakırsa çalışanda büyük bir memnuniyetsiz ve mutsuzlukla birlikte çalışan sinizmi ortaya çıkar.

Örgütsel Sinizm

Sinizm türleri arasında sonuncu sinizm olan örgütsel sinizm, riyakar bir politika izleyen, çalışanları ile çıkar ilişkileri kuran, sinirli bir şekilde davranan yöneticileri, destekleyen örgütler olarak tanımlanmaktadır.

Örgütsel sinizm yalnızca bireylerin örgüte getirdiği duygu ve hisler değil aynı zamanda bu duygu ve hislerin örgütsel bağlamdaki tecrübeler ile şekillendirilmesidir.

https://istanbulbogazicienstitu.com/sinizm-nedir

8 Kasım 2023 Çarşamba

Burası Agora Meyhanesi

1890’da bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir Meyhane açar.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar.
Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Aradan zamanlar geçer...
Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi Komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar:
“Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır.
Şiirine de şu adı koyar:
"Gece, Şarap ve Aşk"
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir, şiiri kabul edilir.
Şiir dergide tam basılmak üzereyken,bir gazetenin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek.
" Agora Meyhanesi."
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur.
Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır,şarkısı yapılır,
Şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler.
Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler.
Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir.
Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

Sonraları kaderine terkedilir.
AGORA MEYHANESİ
Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir boşalan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası?
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin horan teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle
Delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası."

(Kanserle savaşan Dr. Onur Şenli
tedavi gördüğü hastanede vefat eder 2017)
EDEBİYAT DERGİSİ Alıntıdır (Facebook Bülent Altıntoprak)

14 Eylül 2023 Perşembe

Amerikan İç Savaşı ve Çukurova'ya okaliptus ağaçları

Anavatanı Avustralya olan bu ağaç nasıl olmuş da Çukurova’nın sıtma yüklü topraklarına gelmiştir? Bu sorunun cevabı Amerikan İç Savaşının başlangıç tarihi olan 12 Nisan 1861’de saklıdır.

Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarak eyalet birliğinden çıkmak isteyen 11 Güney Eyaleti ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında gerçekleşen iç savaş 4 yıl süresince ülkedeki tüm yaşamı sekteye uğratmıştır. Sekteye uğrayan alanlardan biri de Güney Eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı pamuk plantasyonlarındaki üretimdir. İç savaşın başlaması ile ABD’nin pamuk üretimindeki bu düşüş dönemin en büyük kumaş üreticisi konumundaki İngiltere’yi hızlıca yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Böylece İngiltere ABD’ye alternatif olabilecek yeni pamuk üretim alanları geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile temasları sonrasında Adana’nın İngiltere için gerekli pamuğu karşılayacak yerlerden biri olması planlanmıştır. Bu çerçevede Sultan Abdülaziz 1862 yılında Adana’da pamuk üretiminin teşviki amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapmıştır. Yasal düzenlemeler yapmıştır yapmasına da Adana’da ne pamuk yetiştirecek yeterli tarım alanı ne pamuk işçiliği yapacak yeterli sayıda insan gücü ne de üretilen pamuğun İngiltere’ye hızlı bir şekilde ulaştıracak nakliye ağı vardır.

Osmanlı İngiltere’nin “ricası” ile tez elden yola koyulmuştur. Öncelikle pamuk yetiştirilebilecek tarım alanları için kolları sıvamıştır. İşte Adana’nın okaliptus yani namı diğer gariptos ağaçları ile tanışması bu döneme rastlamıştır. Okaliptus ağaçları Adana’nın bataklık bölgelerine dikilerek yeni tarım alanları oluşturulmuştur. Bataklıkların kurumasıyla sıtma yüklü sivrisineklerin azalmasıyla muhtemelen Adana’da sıtma yaygınlığının da düşüşe geçmesi okaliptus ağaçlarını yeni kimliğiyle tanıştırmıştır, sıtma ağacı. Bölgede bataklık kurutma amacıyla okaliptus ağaçlarının kullanımı Osmanlı sonrasında Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye’deki ilk planlı okaliptus ormanı dikimine 1939 yılında Tarsus’un Karabucak bölgesinde başlanmıştır ve günümüzde bu bölgede 1200 hektarlık bir okaliptus ormanı bulunmaktadır.

İngiliz kumaş üreticilerine hammadde sağlanmasının ilk adımı tamamlandıktan sonra ucuz iş gücü sorununun çözümüne geçilmiştir.
Gerçi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanı sonrasında Adana yönetimini ele alan Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa 1833-1840 yılları arasında tarım alanında önemli adımlar atmıştır. İbrahim Paşa bu dönemde Mısır’dan Adana’ya nitelikli tarım işçilerini yani fellahları getirtmiştir. Arapça çiftçi anlamına gelen fellahların Çukurova’ya getirilmeleri Adana’nın yeniden Osmanlı yönetimine girdiği 1840 sonrasında da sürmüştür. Ancak bu işgücü İngiliz sanayicilerinin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Bu noktada Osmanlı gözünü göçerlere diker. Bölgede konargöçer olarak yaşayan Avşarlar, Ceritler, Tecirliler gibi aşiretleri yerleşik hayata geçirebilmek için zor kullanmaya karar vermiştir. Sultanın fermanıyla Derviş Paşa kumandasında bir ordu kurulmuş, ordunun halkla ilgili işlerini görmesi için de Ahmet Cevdet Paşa görevlendirilmiştir.
Fırka-i İslâhiye adı verilen bu ordunun görünürdeki amaçları arasında göçerlerden yeni asker kaynakları temin etmek, bölgeyi itaat altına alıp güvenliği sağlamak, eşkıyalığa son vermek, düzenli vergi toplamak sayılsa da muhtemelen en önemli gerekçesi göçerleri yerleşik hayata geçirip İngilizler için yeterli miktarda pamuk üretimini sağlamaktır.

1865-1866 yıllarında Çukurova, Gâvur Dağları ve Kozan Dağlarında göçerlere yönelik harekâtta çok kan dökülmüştür. Ne Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışı ne de göçerlerin Kirmani kılıçları ile taşı delen mızrakları Osmanlı ordusu ile baş edebilmiştir. Ölen ölmüş, kalan sağlar düze indirilmiştir.
Osmanlı zorla toprağa bağladığı göçerlerin yaşadığı yerlere öyle isimler vermiştir ki, adeta kuşaklar boyu bu acının unutulmamasını sağlamıştır. Osmaniye, İslâhiye, Dervişiye ve Cevdetiye göçerlerin yerleştirildiği köy ve kasabalara verilen isimlerden bazılarıdır desem sanırım ne demek istediği anlaşılmış olur.

İş gücü sorununu Fırka-i İslâhiye ordusu ile çözerken, Osmanlı eş zamanlı olarak da üretilen pamuğun nakliyesi konusunda adım atmıştır. Pamuğun İngiltere’ye ulaştırılmasının en hızlı yolunun önce demiryolu ile Mersin Limanına oradan da gemilerle güneş batmayan imparatorluğun kalbine doğru nakledilmesi olduğu kararlaştırılmıştır. Bu amaç için Osmanlı 20 Temmuz 1883 tarihinde Adana-Mersin demiryolu inşası için ilk kazmayı vurmuştur ancak hızlı ilerleme sağlayamaması üzerine topu bizzat İngilizler almış ve demiryolu inşasını kaldığı yerden üstlenmiştir. İşte bizim gariptos ağaçları burada da yardıma koşmuş ve bedenlerini demiryolu traverslerine yatırarak demiryolunun hızla ilerlemesine hizmet etmiştir.
Adana-Mersin demiryolu 2 Ağustos 1886 günü tamamlayarak hizmete girmiştir. Demiryolunun 1897 yılında Osmaniye’ye kadar uzatılması Mersin Limanına pamuk sevkiyatını artırmıştır.

Bu dönemde bir yandan demiryolu inşaatı sürerken diğer yandan da Mersin Limanına yanaşacak gemiler için iskele sayısının artırılması için çalışmalara başlanmıştır. 1850 yılında biri ahşap olmak üzere Mersin Limanında iki iskele varken 1874 yılında iskele sayısı beşe, 1892 yılına gelindiğinde da yediye çıkmıştır. Bu iskelelere yanaşan gemilerin en çok İngiliz bayrağı taşıması elbette tesadüf değildir. Örneğin Mart 1889-Şubat 1990 tarihleri arasında Mersin Limanına toplam 310 buharlı gemi yanaşmıştır. Bu gemilerden 96’sı İngiliz gemisiyken en yakın takipçisi 68 gemiyle Fransızlar olmuştur. Gemilerin yükü incelendiğinde de ilk sırayı pamuk balyalarının alması elbette tesadüf değildir.

Amerikan İç Savaşı'nın üzerinden çok sular aktı. O günden bugüne ABD sekteye uğrayan pamuk üretimini yeniden yoluna koyup dünya sıralamasında Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü, tekstil ihracatında da ikinci sıraya yerleşti. Oysa Adana’da işler pamuk üretimi açısından pek de iyi gitmedi. Pamuk üretimi günden güne azalarak ülkede üretilen toplam pamuğun %5’ine kadar geriledi. Adanaspor’un arması da olmasa Adana’da pamuk görmek pek mümkün olmayacak.

Evet Adana’da artık pamuğun esamesi okunmuyor ama o günlerden bize yadigâr bir Dadaloğlu’nun halen kulaklarımızda çınlayan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışı, bir de gariptos ağaçlarının hışırtısı kaldı.

Halis Ulaş - EVRENSEL Yazısından kısmen alıntı...

1 Ağustos 2023 Salı

Antik Yunanların yanlış bilgiyle mücadele yöntemi

Sofistler mutlak hakikatten ziyade, retorik yoluyla faydalı hakikate ulaşmakla ilgileniyordu. Asha Rangappa ve Jennifer Mercieca, sofist tekniklerin dezenformasyonu tanımak ve onunla mücadele etmek için yararlı olduğunu savunuyor.
Octavianus'un Marcus Antonius'la görülecek bir hesabı vardı. Antonius, sevgilisi Kleopatra'nın yanına taşınarak Doğu Roma İmparatorluğu'nu ele geçirmişti. Octavianus bunu kabullenemiyordu. Roma’da Senato kürsüsünde Antonius’un resmi vasiyetnamesini okudu. Belgede Antonius’un her şeyini kurnaz Mısırlı metresine ve çocuklarına bırakmayı planladığı anlatılıyordu ki bu, Romalıların güçlü kadınlara duyduğu korku ve önyargıları tetikleyen bir fikirdi. Yabancı biri olması da Kleopatra'ya hiç yardımcı olmuyordu. Antonius hain ilan edildi.

Sorun ne miydi? Belge muhtemelen sahteydi.

Gerçekten sahte olup olmadığı büyük olasılıkla hiçbir zaman bilinemeyecek. Ancak Octavianus'un bu propaganda görevi kesinlikle gerçekti. Rakibini uluorta kötülemek için sikkelerin üzerine Antonius karşıtı sloganlar bile çizdirmişti. Roma İmparatorluğu'nun kaderi, ikisinin savaşına bağlıydı.

Dezenformasyon veya yanlış bilgi yeni bir şey değil. 1835 yılında New York Sun gazetesi, Ay’da yaşam keşfedildiğine dair makaleler yayınlamıştı. H.G. Wells'in "Dünyalar Savaşı" adlı eserinin radyo yayını yakın zamanda unutulacak gibi değil. Nazi propagandası o kadar etkiliydi ki, bugün bile insanların küçük bir yüzdesi Yahudi soykırımının hiç yaşanmadığına inanıyor. İnsanlar aşıların otizme neden olduğuna bile inanıyor.

Siyasi manipülasyon, kasıtlı cehalet, sosyal medya, entelektüalizm karşıtlığı, bilimsel cehalet ve YouTube gibi güçlerin bir arada var olmasıyla, bugün dünyamızda baş döndürücü bir propaganda ve dezenformasyon yelpazesiyle karşı karşıyayız. Mesele, dezenformasyonun her zaman var olup olmayacağı değil; elbette var olacak. Mesele, bununla nasıl mücadele edileceği. Bunun için de sofizme bakabiliriz.

Yale Üniversitesi öğretim görevlisi ve CNN analisti Asha Rangappa ile Amerikalı siyasi retorik tarihçisi Jennifer Mercieca'nın önerisi bu yönde. Platon'un sofizme şüpheyle yaklaştığını belirtmekle birlikte, Rangappa ve Mercieca, sofistler tarafından kullanılan “zekice retorik hilelerin” demokrasinin işleyebilmesi için gerekli olduğunu düşünüyor.

Başlangıçta, sofistler zengin müşterilerle ilgileniyordu. Para karşılığında retorik, müzik ve başka sanatlarda eğitim veriyorlardı. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Ksenofon gibi filozoflar bu işe pek sıcak bakmıyordu; sofizmin, kulağa anlamlı gelecek şekilde tasarlanmış basit bir uğraş olduğunu düşünüyorlardı. Sokrates yalnızca hakikate (Sophia) övgüler düzüyordu; öğrencisi Platon ise sofist retoriğin insanları manipüle ettiğini düşünüyordu. Onların gözünde, sofistlik asla Sophia'ya götürmezdi.

Ancak Mercieca ve Rangappa’nın düşüncesine göre, Platon'un diyalektiği siyasi kararları çözmek için yeterli değil. Hafıza ve algı üzerine yapılan onlarca yıllık nörobilim araştırmalarının gösterdiği üzere, Sokrates'in “hakikat” konusundaki ısrarı tartışmalı. Yaklaşık sekiz milyar insanın yaşadığı bir gezegende tek bir hakikate varmak imkansız; bu kadar çok veriyi işleyebilmemiz mümkün değil. 2 bin 500 yıl önce bile, sofistler Phronesis, yani “kullanışlı hakikatin” peşinden koşuyordu. Bu nüansın önemli olduğunun farkındalardı.

“Sofistler demokrasinin uygulanması için gerekli olan beceriyi, yani hakikat hakkında nasıl fikir birliğine varılacağını öğretiyorlardı. İnsanlara nasıl argüman oluşturacakları, dinleyicileri nasıl ikna edecekleri ve çetrefilli siyasi sorunları nasıl çözecekleri konusunda eğitim veriyorlardı.”

Bir profesör olan Mercieca ve bir avukat olan Rangappa, mesleklerinin felsefeden ziyade sofizme benzediğini savunuyor. Sofizm genellikle dürüstlükten uzak tasvir edilse de, toplumda deneyimlediğimiz ortak gerçekliği doğru bir şekilde yansıtıyor.

Sofizmin güncel kullanımına takılmamalıyız. Kelimeler zaman içinde anlam değiştirir: Hinduizmde “uğur” sembolü olan svastik, Naziler tarafından benimsendi; etimolojik açıdan “efsane” veya “hikaye” anlamına gelen “mitoloji”, “sahte” anlamına gelen “mit” ile eş anlamlı hale geldi. Mitolojiler kültürlerin temelleridir, uydurma değillerdir.

Doğru kullanıldığında, sofizm nihai hakikate değil, kullanışlı hakikate dayalı bir argüman sunuyor. Bu anlamda, sofistler ve Budistler, tartışma sevgisi açısından ortak paydada buluşuyor. Keşişler, genellikle el çırpma veya yüksek sesli heceler şeklinde karşımıza çıkan uzun bir eleştirel sorgulama geleneğine sahip. El çırpmak (ya da bu bağlamda bir koan) hakikate giden yol gibi görünmese de, doğru şartlar altında ortaya derin bir anlam ortaya çıkarıyor: Tüm öğrenme süreçleri mantıksal değildir.

Tartışmalar, demokrasi için elzem. Ne yazık ki sosyal medya platformları iç gözlem ve diyalogdan ziyade arkadaşlıktan çıkarmaya ve trollemeye uygun tasarlanmış mecralar. Metinleri yazarın sesi yerine kendi sesimizle okuyoruz, bu da karşımızdakinin argümanını anlamayı zorlaştırıyor. Yakın temas eksikliği, geri çekilmeye sebep oluyor. Birinci raund çanı çalmadan, kavganın bittiğini düşünüyoruz.

Dezenformasyon dijital çağda özellikle zararlı. Sosyal medya platformları, komplo teorilerinin hızla yayılmasına olanak sağlıyor. Aşı ve 5G karşıtı söylemleri paylaşırken “sadece soru sorduğunu” iddia eden ve daha sonra “taraf tutmuyormuş” gibi davranan influencerlar, fazla özgüvenli ikna yönteminin bir örneği olarak görülebilir. Merciera ve Rangappa’nın aşağıdaki görüşlerinde belirttikleri gibi, sorun, felsefe kılığına bürünmüş propagandanın George Bush'un meşhur ettiği bir zihniyeti teşvik etmesi: “Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız.”

“Propaganda ve dezenformasyon, rıza olmaksızın ikna etmektir: aslında yeni “gerçek” versiyonları sunan kişiler, bizi ikna ettiklerini gizlemeye çalışırlar. Bu iletişim biçimleri, mantıktan ziyade manipülasyona dayalı bir sonuç ortaya koyar. Propaganda ve dezenformasyon, şüphenin hakikat arayışı girişiminden ziyade sadakatsizlik gibi görüldüğü bir alan yaratır.”

“Propaganda boyun eğmedir, otoriterler için tercih edilen bir araçtır,” diye devam ediyorlar. (Benzer şekilde Platon demokrasiden pek haz etmezdi; herkesin hakikate erişebileceğini düşünmüyordu.) Konuyu günümüze getiren yazarlar, Twitter’ın Trump’ı yanlışlamasından bahsediyor: bu eski bir demokratik yöntem, ancak “kralı” sorgulayan her şey “taraf” tutmuş oluyorsa, ne yazık ki hakikatle başa çıkmak için yeterli değil. Karizmatik figürler için “her şeyi kabul etme” eğilimi, bizi sallantılı bir zeminde bırakıyor. Tarikatlar de böyle oluşuyor.

Yazarlar, sağlıklı bir demokrasinin merakı ve tartışmayı teşvik etmesi gerektiği sonucuna varıyorlar; bu taktikler, mutlak ama her zaman ulaşılması zor bir hakikat arayışından ziyade sofizm ile daha uyumlu.

“Tartışma yerine suçlama, ikna yerine itaat, demokratik diyalogla bağdaşmıyor. Antik Yunanlar, demokratik normların dışında, sorgulanmamış propaganda ve dezenformasyonu reddediyorlardı. Biz de öyle yapmalıyız."

teyit.org

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Spinoza'nın tanrısı

Spinoza'nın tanrısı ya da doğasına göre Tanrı şöyle derdi:
Dua etmeyi ve boşuna göğsüne yumruk atmayı bırak! Yapmanı istediğim tek şey, dünyaya çıkıp hayatının tadını çıkarmandır. Eğlenmeni, şarkı söylemeni ve senin için yaptığım her şeyin tadını çıkarmanı istiyorum.. Kendi inşa ettiğin tapınaklara gitmeyi de bırak. Oraların benim evim olduğunu söylüyorsun! Benim evim dağlarda, ormanlarda, nehirlerde, göllerde, plajlarda ve senin kalbindedir. Sefil hayatın için beni suçlamayı bırak, çünkü ben sana hiçbir zaman yanlış bir şey olduğunu ya da günahkar olduğunu ya da cinselliğinin kötü bir şey olduğunu söylemedim! O yüzden, seni inandırdıkları her şey için beni suçlama. Benimle hiçbir ilgisi olmayan ve anlamadığın halde sözde kutsal yazıları okumayı da bırak. Gün doğumunda, bir manzarada, arkadaşlarının dostluğunda, küçük bir çocuğun gözlerinde beni okuyamıyorsan, henüz yazının bilinmediği devirlerde benim adıma yazıldığı iddia edilen hiçbir kitapta beni bulamazsın! Bana güven, ama önce kendine güven ve her şeyi benden istemeyi bırak, bana işimi nasıl yapacağımı sen mi söyleyeceksin? Benden korkmayı da bırak; Çünkü ben öcü değilim ve seni yargılamıyorum, seni eleştirmiyorum, sana sinirlenmiyor, seni rahatsız etmiyorum, asla seni cezalandırmıyorum. Beni sadece sevmen yeterlidir. Benden özür dilemeyi de bırak. Çünkü affedilecek bir şey yok. Eğer seni ben yarattıysam, seni özgür iradenle donattım. Sana verdiğim akıl ve iradeni kullanarak yaşıyorsan seni nasıl suçlayabilirim? Seni sen olduğun için nasıl cezalandırabilirim? Bir yaratıcı bunu nasıl yapabilir? Her türlü emirleri unut, her türlü yasayı unut; bunlar seni manipüle etmek için, seni kontrol etmek için, senin suçluluk hissetmeni isteyenlerin kurgusudur. Bunlara inanma, sadece kendi aklını kullan. Kendine saygı göster ve kendin için istemediğin şeyi başkalarına da yapma. Senden tek istediğim hayatına dikkat etmen. Çünkü bu hayat ne bir test, ne bir basamak, ne bir adım, ne bir prova ne de cennete giden bir yoldur. Ben seni tamamen özgür kıldım; Ödül yok, ceza yok, günahlar yok, erdem yok, kimse skor taşımıyor, kimse kayıt tutmuyor. SADECE SEVGİ VAR! Ancak hayatında bir cennet veya cehennem yaratmak için kesinlikle özgürsün! Bu hayattan sonra ne olup olmadığını söyleyemem, ama sana bir tavsiye verebilirim; bu hayattan sonra bir şey yokmuş gibi yaşa. Düşün ki bu hayat senin zevk alman, sevmen ve var olman için vardır, yani hiçbir şey yoksa, sana verdiğim bu yaşama fırsatından zevk almış olacaksın. Ama eğer bir şey varsa, orada da sana iyi mi kötü mü diye sormayacağım. Sana soracağım tek şey, beğendin mi, öğrendin mi? En çok neyi beğendin? ‘Yaşamında ne öğrendin ve hangi güzel işleri yaptın’ olacaktır. Bana inanmayı bırak; inanmak tahmin etmek, hayal etmektir. Bana inanmanı istemiyorum, beni kendinde hissetmeni istiyorum. Beni sevmen yeterli. Övülmekten sıkıldım, teşekkür edilmekten bıktım. Minnettarlık hissediyor musun? Bunu kendine, sağlığına, ilişkilerine ve dünyaya göz kulak olarak ifade et. İzlendiğini mi hissediyorsun?.
Neşeni ifade et! Beni övmenin doğru yolları bunlardır.. İşleri zorlaştırmayı bırak ve benim hakkımda birilerinin öğrettiklerini papağan gibi tekrarlamaktan vazgeç.. Emin olabileceğin tek şey burada olduğun, ve yaşadığındır... Nitekim bu dünya harikalarla doludur... Etrafına baktığında beni görecek ve hissedeceksin... Neden daha fazla mucizeye ihtiyacın var ki? Beni dışarıda ararsan bulamazsın. Beni sadece kendi içinde bulursun.
Baruch Spinoza
  • Baruch de Spinoza, Fransız Descartes ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin üç büyük Rasyonalistinden biri olarak kabul edilir.
    (Düşünbil dergisi)
  • 14 Temmuz 2023 Cuma

    Bastille Baskını

    14 TEMMUZ 1789 BASTİLLE BASKINI (Harrison W. Mark'ın "Storming of the Bastille" makalesinden serbest çeviri.)
    Fransız Devrimi'nin sembolik olayı Bastille Baskını'dır. Aslında 1789'a gelindiğinde Paris'teki Bastille Zindanı, kağıttan bir kaplandı. Yetkililer hapishaneyi kapatmak ve yerine halka açık bir forum kurmak için görüşmelere başlamışlardı. Geçmişteki kötü ününe rağmen, Bastille artık soylu mahkumlar için tercih edilen bir hapishane olmuştu. Eskinin rezil yeraltı hücrelerinin çoğu kullanılmıyordu artık. Pek çok mahkuma yatak, masa ve soba izni verilmişti. Bastille'in en kötü şöhretli mahkumu, erotik-pornografik edebiyatın ünlü ismi Marquis de Sade, bir gardırop ve 133 ciltlik bir kütüphane lüksü için izni koparmıştı mesela. (Marki de Sade toplam 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirdi. Bastille'de ise 11 yıl kaldı.)
    14 Temmuz 1789'da, dördü sahtekar, biri İrlandalı "deli", biri ailesinin emriyle hapsedilen sapkın genç aristokrat ve biri de Kral XV. Louise'ye muhalefet ettiği için 30 yıldan uzun bir süredir hapiste olan toplam yedi mahkum vardı. Marki de Sade, 10 gün önce akıl hastanesine kaldırılmıştı, yani o tarihi günde Bastille'de değildi.
    Yine de Eski Düzen'i (Ancien Régime) temsil eden Bastille'i ele geçirme ve mahkumları özgürleştirme fikri, devrimciler için çok önemliydi. Çünkü insanlar hala keyfi olarak tutuklanıyor ve Bastille'in sembolize ettiği türden hapishanelere götürülüyordu. Dolayısıyla 14 Temmuz 1789 günü, yaklaşık 1000 kadar Parisli yoksulun sefalet içinde yaşadıkları varoşlardan (faubourg) çıkarak görünüşte orada tutulan silahları ve barutu ele geçirmek için bu nefret edilesi hapishanenin duvarlarının önüne gelmesi tesadüf değildi.
    Bastille Fırtınası
    Bastille Kumandanı Bernard-René de Launay, artık savunmakla yükümlü olduğu surların içinde doğmuştu. Ama o gün emrinde çok küçük bir güç vardı. Garnizonu 82 sakat eski asker ve takviye olarak gelen 32 İsviçre askerinden oluşuyordu. Toplar duvarların üzerine yerleştirilmişti ancak kalabalığın peşinde olduğu ödül, 250 varil barut içerde korunuyordu. Birliğin yalnızca iki günlük yiyeceği vardı ve suyu yoktu. Bunlar da kuşatmaya dayanma yeteneğini sınırlıyordu.
    Sabah saat 10'da, kalabalık dışarıda toplanırken, Hotel de Ville'den (Belediye) üç delege Bastille'e girerek Launay'den topu duvarlardan kaldırmasını ve hapishanenin barutunu ve silahlarını Paris milislerinin gözetimine teslim etmesini istedi. Subayları tarafından Saray'dan emir olmaksızın teslim olmanın onursuzluk olacağına ikna edilen kumandan, Versay'dan (Versailles) izni olmadan hiçbir şey yapamayacağını söyledi. Bir çıkmaza giren delegeler, üstleriyle durumu müzakere etmek için kaleden ayrıldılar.
    Bu arada, surların dışındaki muazzam ve sabırsız kalabalık, kalenin gerçek kapısının bulunduğu iç avludan tek bir duvarla ayrılan dış avluya doğru yaklaşmıştı. İki avluyu ayıran duvarda küçük bir asma köprü vardı. Paris milisleri ayrıldıktan yarım saat sonra iki adam duvara tırmandı ve asma köprünün zincirlerini kesti. Köprü düştü ve altında duran masum bir adamı öldürdü.
    Köprünün düşüşünü Launay'ın onları içeri almaya karar vermesi olarak anlayan yüzlerce kişi içeriye akın etti. Askerlerin kalabalığa geri dönmeleri, aksi taktirde vurulacakları yönündeki çağrıları, daha yakına gelmeleri için bir teşvik olarak yanlış duyuldu. Çok geçmeden biri paniğe kapıldı ve bir silah sesi duyuldu, ardından tekrar yaylım ateşleri geldi.
    Kaosun ortasında, birkaç devrimci yere düşerken, insanlar Launay'i kalabalığı daha kolay katledilmek için iç avluya çekmekle suçlamaya başladı. Silahlı Parisliler kaleyi savunan askerlere ateş etmeye başlarken, saldırganlara bir sis perdesi sağlamak için kapının önünde gübre ve samanla dolu arabalar ateşe verildi. Çatışma yoğunlaştı ve beyaz ateşkes bayrağı sallayan bir delege görmezden gelindi.
    Öğleden sonra 15.00'e yakın kalabalık, aralarında Amerikan Devrim Savaşı gazilerinin de bulunduğu Fransız Muhafızlarının isyancı bölükleri tarafından takviye edildi. Eski bir astsubay olan Pierre-Augustin Hulin liderliğindeki asi askerler, beş top getirdiler ve Bastille'in kapısına nişan aldılar. Bu belirleyici an oldu. Hiçbir kraliyet takviyesinin gelmediğini ve kapının bir topçu saldırısına dayanamayacağını anlayan Launay, teslim olmayı teklif etti. Teslimi kabul edilmezse barut fıçılarını tutuşturararak tüm kaleyi havaya uçurmakla tehdit etti. Kalabalık herhangi bir şartı kabul etmeyince Launay geri adım attı. Bastille'in üzerine ateşkes bayrağı yerine beyaz bir mendil asıldı ve ikinci asma köprü indirildi.
    Vatandaş ordusu içeri hücum etti, derhal hücrelere yönelerek mahkumları serbest bıraktı ve bulabildikleri silah ve barutu aldı. Bunlar olurken akıllıca davranıp üniformalarını çıkaran Launay'ın İsviçreli askerleri, mahkumlarla karışarak paçayı kurtardılar. Ancak şansız olanlar da vardı. Béquard adlı bir polis memuru kalabalığa kapıyı açarken gardiyan sanıldığı için eli kesildi ve kesik el açmaya çalıştığı kapının anahtarını tutar şekilde Paris sokaklarında dolaştırıldı.
    En büyük acıyı Bastille Kumandanı Launay çekti. Katliam emrini onun verdiğine inanan devrimciler, onu Belediye Binası'na götürdüler. Yol boyunca, dövdüler, hakaret ettiler ve üzerine tükürdüler. Belediyeye vardıklarında, onu tutsak edenler, onu öldürmenin en ıstırap verici yöntemlerini tartışırken işkenceden bıkmış olan Launay tersledi ve "Bırak öleyim!" diye Desnot adlı pastacının kasıklarını tekmeledi. Böylece kaderini belirlemiş oldu. Kalabalık onu önce hançer, kılıç ve süngü darbeleriyle, sonra da tabanca atışlarıyla delik deşik etti. Cesedi bir oluğa attıktan sonra, Desnot üzerine atladı ve bir çakı ile kafasını kesti.
    Jacques de Flesselles (Belediye Başkanı), kargaşaya neyin neden olduğunu görmek için binadan çıktığında, kalabalık "hain!" diye haykırarak üzerine saldırdı. Flesselles'in kesilen kafası ile Launay'ın kafaları birer mızrağa takılarak tezahüratlar, şarkılar, marşlar söyleyen kalabalıklar tarafından Paris sokaklarında gezdirildi.
    Bastille Baskını sırasında 82 devrimci öldürüldü ve daha sonra 15 kişi yaralarından dolayı öldü. Olay, Paris'in baldırı çıplaklarının büyük ölçüde bir burjuva meselesi olan devrim üzerinde ilk kez büyük bir etkiye sahip olduğuna işaret ediyordu.
    Meşhur anekdota göre, Kral XVI Louis, Bastille'e yapılan saldırının bir isyan olup olmadığını sorduğunda, Rochefoucauld Dükü, "Hayır efendim, bu bir devrimdir" diye yanıt vermişti. Gerçekten de öyleydi. "Sans-culotte'lar" sözlerini söylemişler ve gözardı edilmeyi reddetmişlerdi.
    15 Temmuz'da Kral, Meclis'ten büyük alkış alarak askerlerin Paris bölgesinden çekildiğini duyurdu. O günün akşamı Kral ve Kraliçe Versailles'da bir balkondan kalabalığı selamladı. Lafayette Markisi kalabalığa kralın yanıltıldığına ve kötü niyetli olmadığı ve tam iyilikseverliğe geri döndüğü konusunda güvence verdiği bir konuşma yaptı. Aynı akşam, Lafayette'e Ulusal Muhafızların komutası verildi ve Jean Sylvain Bailly, Paris Belediye Başkanı oldu.
    Ertesi gün Bailly Kral'a kırmızı ve mavi bir devrimci kokartı verdi. Lafayette, kralın halkıyla uzlaşmasını sembolize etmek için daha sonra tasarıma Bourbon beyazı ekleyerek modern Fransız bayrağının üç rengini yarattı. Yine de XVI. Louis'nin güç kaybetmekte olduğu belliydi. Bunu farketen Artois Kontu, 16 Temmuz'da gece yarısı, yanında kralcılardan oluşan bir heyetle Versay'dan kaçtı. Daha sonra ülkeden de kaçan Artois ve yandaşları, Devrim nedeniyle Fransa'yı terk eden ilk siyasi göçmen dalgası olacaktı.
    Bu arada Paris'te, kraliyet birlikleri tarafından geri alınmasın diye Bastille'in yıkılmasına karar verildi. 1000 işçinin emeği ile kale, Kasım ayına kadar tamamen yıkıldı. (Kalenin taşları daha sonra Concorde Köprüsü'nün inşasında kullanıldı.) Lafayette daha sonra Bastille'in anahtarını, onu Mount Vernon'daki evinde sergileyecek olan ABD Başkanı George Washington'a hediye edecekti.
    14 Temmuz 1790'da, Bastille Baskını/Fırtınası'nın birinci yıldönümü ülke çapında Federasyon Bayramı (Fête de la Fédération) olarak ve bir zamanlar Bastille'in bulunduğu yerde kutlandı. Bugün, Fransız Ulusal Bayramı veya “Bastille Günü” olarak adlandırılan 14 Temmuz, Devrim'i, Fransız halkının birliğini ve ülkede demokrasinin doğuşunu sembolize eder.
    "Bastille Fırtınası", iktidarı sans-culotte'ların ellerine teslim etmesi ve Devrim'in ilk büyük olaylarından biri olması açısından önemliyken, aynı zamanda Devrim'de kan dökülmesi açısından da önemliydi. Bastille'in düşmesinden dokuz gün sonra Paris Valisi Sauvignay ve Bakan Foulon da öldürüldüler. Öldürülenlerin başları yine mızraklara takıldı. Ayrıca Foulon'un ağzı, halkı aç bıraktığını anlatmak için otlarla doldurulmuştu. Yani 1793'te giyotinin ve "terör"ün hükümdarlığını ilan etmesinden çok önce "devrim" kanın tadına varmıştı. Bu nedenle, Bastille Baskını, hem Fransa'da özgürlüğün doğuşuna hem de Fransız Devrimi'nin kötü şöhretini borçlu olduğu şiddetin hükümdarlığının başlangıcına işaret ediyordu.
  • Ayşe Hür (Facebook sayfasından)


    24 Eylül 2022 Cumartesi

    Bu Muhteşem Su Kemerleri Bugün Hala Kullanımda

    1.500 Yıl Önce Peru Çölü'nde Nazca Kültürü Tarafından İnşa Edilen Su Kemerleri...

    Peru tarihinin Kolomb öncesi döneminde Nazca halkı tarafından inşa edilen Cantalloc Su Kemerleri orijinal amaçlarına hizmet etmeye devam ediyor ve yerel çiftçiler kurak bölgeye su getirmek için hala onlara güveniyor.

    Yakın zamanda, Çevresel Analiz Metodolojileri Enstitüsü'nden Rosa Lasaponara liderliğindeki bir araştırma ekibi, 4 kilometre (2,5 mil) uzaklıkta bulunan bir dizi su kemeri olan "puquios"un varlığına yeni bir bakış açısı getirip getiremeyeceklerini öğrenmek için uydu görüntülerini inceledi. Peru, Nazca şehrinin batısında. Nazca kültürü tarafından inşa edilmiş, var olan yaklaşık 40 su kemeri var ve Nazca onları tüm yıl boyunca kullandı.

    Peru'nun ovalarındaki bu yapılar, ünlü Nazca hatlarının sadece 2,5 mil (4 km) doğusunda inşa edilmiştir. Ve sadece coğrafi olarak yakın değiller, aynı zamanda hatların su arayışında sembolik bir rol oynadığına dair spekülasyonlar olduğu için yapılar ortak bir temayı paylaşabilir - Nazca su kemerlerinin kullanması amaçlanan kaynak. Nazca çizgileri gibi, bu kanalların da toprağı ekinler için daha elverişli hale getirme pratik kullanımlarının yanı sıra bir tür dini amaca hizmet ettiğine inanılıyor.

    Su kemerlerinin keşfi, Nazca uygarlığının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya çıkardı. 'Puquios' adı verilen bu sarmal yapılar, suyu almak ve kanalize etmek için kullanılan bir hidrolik sistemin parçasıydı. Eşsiz şekilli delikler, rüzgarın bir dizi yeraltı kanalına esmesine izin vererek, suyu yeraltı akiferlerinden en çok ihtiyaç duyulan alanlara zorladı. Puquios o kadar büyük bir yapıydı ki, 30 tanesi bugüne kadar çiftçiler tarafından kullanılmaya devam ediyor.

    Böylesine sofistike ve uzun ömürlü bir ağ, mimarlarının çevredeki bölgenin jeolojisini ve su temini açısından yıllık özelliklerini anladığının kanıtıdır.

    * * *

    Nazca kültürü 100 - MS 800 arasında gelişti. Rio Grande de Nazca drenajının nehir vadilerinde ve Peru'nun kurak, güney kıyısındaki Ica Vadisi'nde. Önceki Paracas kültüründen (son derece karmaşık tekstilleriyle bilinir) güçlü bir şekilde etkilenen Nazca, seramik, tekstil, jeoglifler ve tabii ki su kemerleri gibi bir dizi zanaat ve teknoloji üretti.

    Bu şaşırtıcı su ağlarının yanı sıra, bir zamanlar Peru'nun Ica Bölgesi'nde yaşayan Nazca halkı, çoğunlukla, çölde amacı bilinmeyen muazzam tasarımlar olan Nazca Çizgileri ile tanınır. Kısa bir süre önce bu çizgilerden en eskisinin oldukça tombul bir kedi olduğu ortaya çıktı.

    Yazının Orjinali

    5 Ağustos 2022 Cuma

    Kaplanın Sırtında

    Bir Utangaç Batıcı olarak Abdülhamid
    Zülfü Livaneli’nin son romanı Kaplanın Sırtında-İstibdat ve Hürriyet, Sultan Abdülhamid’in h’al edildikten sonra Selanik’te geçen sürgün yıllarını (1909-1912) konu ediyor. Livaneli, kitapta, büyük ölçüde, Selanik sürgünü boyunca Abdülhamid ve ailesine bakan askerî hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlanmış. Atıf Bey’in kendisi de roman kahramanlarından biri. “Öldükten sonra sünnet edilen Ermeniler” gibi bahisler ise Zaptiye Nazırı Hüseyin Paşa’nın hatıratından alınmış. Romanın sonunda döneme ilişkin tarih çalışmalarından oluşan bir kaynakça da var. Kaplanın Sırtında öncelikle bir tarihî roman olmakla birlikte günümüz popüler kültüründeki Abdülhamid uyarlamalarına yapılmış yeni bir katkı aynı zamanda.

    “Kaplanın Sırtında”, tahmin edilebileceği üzere, bir iktidardan düşüş metaforu. Osmanlı’yı 33 yıl “kaplan sırtında” yöneten Abdülhamid tahttan indirildikten sonra aynı kaplan tarafından parçalanma tehdidiyle karşılaşınca o meşhur vesveseleri, öldürülme korkuları iyice depreşiyor. Üç yıl boyunca Alatini Köşkü’ne hapsolup hiç dışarı çıkamadığı Selanik’te ruhsal ve fiziksel sıkıntıları artmış, yapayalnız bir “aile babası” olarak görüyoruz onu. “Vehm-i Hümayun”un ne menem bir şey olduğu kâh Doktor Atıf’ın, kâh Osmanlı’ya günbegün sinen yıkım havasıyla bir korku şehrine dönüşen Selanik’teki subayların gözünden anlatılıyor.

    Kaplanın Sırtında epey çalışılmış bir anlatı ve “çok çalışma”nın, çok okumanın tarihî romanlarda yol açabildiği temel sakıncalardan olan malumatfuruşluğa yer yer yakalandığı söylenebilir. Örneğin, Sultan Hamid’in sağ omzunun altında şiddetlice kaşınan, kızarık bir şişlik ortaya çıktığında aklına hemen yüzlerce yıl önce şirpençeden hayatını kaybeden “atası” Yavuz Selim’in gelmesi ve bununla ilgili bir açıklama yapılması gibi anektodlar Abdülhamid devrine odaklanan anlatıya bir zenginlik katmıyor; aksine, ayrıntıya boğulan okur sadece Livaneli’nin Osmanlı tarihinden haberdar olduğunu, birtakım kitaplar okumuş olduğunu anlıyor. Bir süzgü yapılmadığı gibi öğrenilen her şeyi okura aktarmaya dönük bir acelecilik de seziliyor. Malumatfuruşluk Doktor Atıf’la Sultan Hamid arasında geçen bazı diyaloglarda bir inandırıcılık sorunuyla birleşiyor. Livaneli insani tarafları öne çıkmış bir Sultan Hamid portresi çizmek isterken, Abdülhamid’i neredeyse namazında niyazında bir emekli paşaya dönüştürüyor. Oysa Abdülhamid Selanik günlerinde sabık bir sultan olsa da, kendi doktoruyla “dışarıdan bakınca ülkeyi yönetmek kolay görünüyor, değil mi?” gibi senli benli konuşmuş olması ya da “benim amcamın omuzlarına oturdular ve bileklerini kestiler” gibi laflar etmesi pek “olası” değildir.

    ***

    Roman tekniği bakımından aksayan bu tür taraflarına rağmen Kaplanın Sırtında “kendini okutan” anlatılardan biri. Bu da sanırım Livaneli’nin Abdülhamid yorumundan kaynaklanıyor. Livaneli şimdiye dek pek rastlanmadık bir “utangaç Batıcı” Abdülhamid portresi sunuyor. Bu, ne AKP devrinde üretilmek istenen Batı karşıtı (İngiliz elçisi tokatlayan, ajanları kendi elleriyle tespit edip sarayından kovalayan) Abdülhamid imajına tam olarak uyuyor ne de muhaliflerine “kan kusturan”, basını ve düşünce hayatını sansür eden, maslahatçı ve pan-İslâmcı Kızıl Sultan imajıyla örtüşüyor.

    Livaneli, Abdülhamid’in Fransızcayı (kardeşi Murad kadar olmasa da) iyi bildiğini, kanyak ve rom içtiğini, -Arthur Conan Doyle’a Mecidiye nişanı hediye edecek kadar- sıkı bir polisiye okuru olduğunu, sarayında opera ve tiyatro gösterimleri için hususi aktör ve aktrisler bulundurduğunu, Çırağan Sarayı’nın duvarlarına Rembrandt ve Ayvazovski tabloları astırdığını, doğa bilimlerine (bakteriyoloji vb.) saygı duyduğunu onun Batıcılığının kanıtları olarak uzun uzun anlatıyor. Amcası Abdülaziz’in davetiyle çıktığı Avrupa seyahati, Osmanlı heyetinin Fransa’da alay-ı valayla karşılanması, Londra, Paris ve Toulon şehirlerinin pırıltısı sultanı çok genç yaşta Batı hayranlığına itiyor. Ancak Abdülhamid’i utangaç ve “gizli” bir Batıcı olmaya götüren koşullar da vurgulanıyor. Hem Osmanlı’yı parçalamak isteyen düvel-i muazzamaya karşı bir cephe oluşturabilmek hem de içerideki “şeyhülislamlar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler”in tepkisini çekmemek için görünüşte İslâmcılığı benimseyen, ama öte yandan Batı tarzı reformlar yapıp okulları modernleştiren, kız mektepleri açan, Avrupa saatini uygulamaya çalışan, ülkeyi demiryollarıyla bağlayan, kısacası III. Selim’le başlayan Batılılaşma hamlesini sürdüren bir sultan olarak sunuluyor Abdülhamid.

    Romanda İttihatçı rolündeki Doktor Atıf’ın Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil ettiği, Mithat Paşa’yı boğdurduğu, Namık Kemal gibi aydınları küstürüp basını ve düşünce hayatını sansür ettiği için Abdülhamid’e yönelttiği eleştiriler ise hem cılız kalıyor hem de “reel-politika”nın gerekleri yüzünden makul karşılanabilecek ufak tefek arazlar olarak görünüyor. 1908’den sonraki başarısız idareler ve peş peşe alınan savaş yenilgileri Abdülhamid’i toy ve işbilmez İttihatçılar karşısında normalde olduğundan daha becerikli, güngörmüş bir “bilge kral” kılığına sokuyor.

    Bu Abdülhamid portresinin gerçeğe ne kadar uygun olduğunu tarihçiler kuşkusuz daha doğru değerlendirecektir ancak romanda Abdülhamid’in idare tarzının Türkiye modernleşmesini sekteye uğratan belli başlı yönlerinin göz ardı edildiği ya da fazla önemsenmediği kanısındayım.

    Abdülhamid elbette, Livaneli'nin sıklıkla hatırlattığı üzere, Osmanlı’nın en Batılı ailesinde yetişmişti; alışkanlıkları, dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar Batılı hayat tarzına uygundu. Ancak Batı düşüncesine derin bir bağlılığı yoktu. Parlamento fikrinden hoşlanmıyor, tebaasını tek başına yönetmek istiyordu. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde iyiden iyiye ağırlığı hissedilen “Bab-ı Ali”nin, giderek özerkleşen devlet bürokrasisinin siyasetteki etkinliği onun döneminde ortadan kaybolmuştu. Romanda Abdülhamid’in gözünden olumlu biçimde tasvir edilen Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının idaredeki etkisi sona ermiş; Meclis-i Mebusan askıya alınıp Mithat Paşa gibi bürokratlar bertaraf edildikten sonra Yıldız’da Abdülhamid’e biat etmiş silik sadrazamlar ve mabeyncilerden oluşan bir saray idaresi kurulmuştu. AKP devrinin popüler propaganda dizisinde köpürtülen “elçi tokatlayan külhanbeyi Abdülhamid” imgesi abartılı olsa da onun gazabından korktukları için çareyi İngiliz elçiliğine sığınmakta bulan sadrazamları (Said Paşa gibi) olmuştu.

    Kısacası, Abdülhamid’in Batılılaşma anlayışı geç Osmanlı zihniyet dünyasını genel olarak belirleyen biçimsel ve seçmeci modernlik algısının bir tekrarı olduğu gibi Osmanlı tarihinde ilk defa “hürriyet,” “millet” gibi kavramlarla parlamentarizmi savunmaya çalışan Namık Kemal gibi aydınların modernlik algısından da gerideydi. Bu bakımdan Livaneli’nin romanında sunulan “Batıcı” Abdülhamid portresi Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” miti kadar sorunlu ve tartışmalı görünüyor.

    Günümüz popüler kültüründe sayısı gittikçe artan Abdülhamid uyarlamaları güncel politik içerimleriyle birlikte düşünüldüğünde, Abdülhamid’in 93 Harbi’ni bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak kapatması bugünkü durumla düşündürücü bir benzerliktir. Son zamanlarda muhalefeti “1908’den” bir adım öteye geçememekle eleştiren Erdoğan'ın Abdülhamid devrine duyduğu özlem eleştirel düşünce ve muhalefetin tümüyle ortadan kaybolduğu bir tek-adam rejimini daimîleştirme isteğinin dışavurumudur. Gerçek-tarihsel Abdülhamid devriyle günümüzün Abdülhamid mitini ortaklaştıran zemin de budur.

    Kaplanın Sırtında’nın bugün inşa edilmekte olan Abdülhamid mitini ya da Abdülhamid devrinin baskıcı zihniyetini sahiplendiğini veya yeniden ürettiğini iddia ediyor değilim. Livaneli, Abdülhamid’i kendi döneminin şartları içine yerleştirip, abartılı yergi ve övgülerden sakınarak anlatmaya çalışmış. Ne var ki sonuçta Abdülhamid’e kendisinde olmayan bazı özellikleri atfederek onda hiçbir zaman köklü bir zihniyet ya da düşünce tarzı haline gelmemiş olan Batılı hayat tarzını kendi başına bir politik erdem olarak sunmuş.

    Barış Özkul / Birikim


    18 Mayıs 2022 Çarşamba

    Enver ile Talat nasıl kaçtı?

    1918'in Kasım 2/3 gecesi İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ileri gelenleri eski sadrazam Talat Paşa, eski harbiye nazırı Enver Paşa, Cemal Paşa, eski valilerden Bahattin Şakir ve Doktor Nazım Beyler, polis müdürleri Bedri ve Azmi Beyler bir gemi ile Odessa'ya kaçtılar.

    Savaşın kaybedildiğinin kesinleşmesi üzerine Talat Paşa hükümeti 8 Ekimde istifa etmiş, yerine 'partilerüstü' İzzet Paşa hükümeti getirilmişti. 30 Ekim'de Osmanlı devletinin teslimi anlamına gelen Mondros ateşkesi imzalandı. Liderlerin kaçışı ülkede büyük tepki doğurduğu için İzzet Paşa hükümeti beş gün sonra istifa etmek zorunda kaldı.

    Kaçakların 2 Kasım günü Boğaziçi'nde Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki (sonradan kumarhane olan) yalısında bir araya geldikleri, yalının bacasından bütün bir gün ve gece boyunca yakılan evrakların dumanının çıktığı anlatılır.

    Dönemin en parlak genç yazarlarından Refik Halit Karay'ın Efendiler Nereye başlıklı yazısı 5 Kasım'da Zaman gazetesinde yayınlandı. Türkçe polemik sanatının başyapıtlarındandır:

    *

    “Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

    Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahta kuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye?

    Ücra dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, koyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?

    Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

    Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

    Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…

    Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

    O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. “Gel!” diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nazır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz amir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye Patrona'lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Muslî”leri [?] kahraman bilip namlarına heykel dikecektik, “Sakallı”lara can verip mevkilere geçirecektik.

    “As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…

    Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!

    Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirini!” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarıya fırlatır… İşte siz böyle yaptınız, boğazları kapatıp içeride keyfinize gideni işlediniz, kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.

    “Açılır besmeleyle her sabah dükkanımız/ Celladbaşı Kara Ali pîrimiz üstadımız” levhasını başınızın ucuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları, evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?

    Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nazırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz… Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi… Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?

    Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhane peykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar; halk seril-sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşaneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler… Han, hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hanümanlar söndürüp memleketler yaktılar; yağ aldılar, bal sattılar, yün çaldılar, pamuk attılar… Ne çocuk dediler ne ihtiyar; ne padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf… Halk açlıktan sokaklarda pösteki kemirirken onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler… Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

    İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarından yapışır öcümüzü alırdık… Halbuki kollarını sallaya sallaya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler…

    Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:

    – “Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Layıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?

    Sevan Nişanyan'ın blogundan alınmıştır