Translate

Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2025 Cumartesi

Leyla Zana

Uzun ve çok zorlu bir politik hayatı oldu; kendisinden sonra yetişen Kürt kadın politikacılardan farklı olarak, yanında yöresinde başka kadınlar yoktu. “Kürt siyasetinin mor rengi”nden dem vurmaya biraz daha zaman vardı.

Leyla Zana’yı 6 Kasım 1991 günü çıkan “yemin krizi”yle bildik asıl. Siyah tayyörü, başında kırmızı yeşil-sarı örgüsüyle kürsüye çıktı, yeminini okudu, sonra dedi ki, “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum”. Bu cümleyi Kürtçe söyledi ve bütün o kravatlı erkekler topluluğunu delirtti! 1989’da Paris’te yapılan Kürt Konferansı’na katıldıkları için partiden ihraç edilen SHP milletvekilleri tarafından kurulan Halkın Emek Partisi, 1991 yılında SHP ile seçim ittifakı yapmış ve 18 milletvekiliyle meclise girmişti.

Leyla Zana’nın 12 Eylül darbesi sırasında Diyarbakır belediye başkanı olan Mehdi Zana’nın eşi olması dolayısıyla politikleştiği yolundaki kanaat, Kürt kadınlarına bakışı yansıtır: Ezik, cahil ve yoksul. Oysa Zana’nın seçildiği 1991 meclisinde kadın milletvekili oranı hepi topu %1,8’di zaten! Türk kadınlarının durumu da pek parlak değildi.

Leyla Zana, meclis kürsüsünde bu bakışı ters yüz etti. Yalnızca Kürtlerin değil, Türklerin gözünde de bir direniş sembolüne dönüştü. On yıllık hapishane döneminde iki kez Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi, 1995 yılında Avrupa Parlamentosu’nun verdiği Sakharov Düşünce Ödülü’nü aldı.

Uzun ve çok zorlu bir politik hayatı oldu; kendisinden sonra yetişen Kürt kadın politikacılardan farklı olarak, yanında yöresinde başka kadınlar yoktu. “Kürt siyasetinin mor rengi”nden dem vurmaya biraz daha zaman vardı.

Bu bakımdan Leyla Zana’nın hikâyesini daha büyük bir hikâyenin, Kürt kadın politikacıların hikâyesinin giriş noktalarından biri gibi düşünmek mümkün. Acıyla ve direnişle yoğrulmuş bir geleneğe doğup onu başka bir şeye dönüştürme hikâyesinin.

3 Mayıs 1961 günü doğdu, 14 yaşındayken kuzeniyle evlendirildi. 19 yaşında, biri kucağında biri karnında iki çocuklu bir kadındı, 12 Eylül darbesi oldu. Eşi Mehdi Zana, Diyarbakır belediye başkanıydı, tutuklandı ve 10 yıl hapis yattı. Leyla Zana bu süreçte okuma yazmayı öğrendi, ilkokulu, ortaokulu ve liseyi dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi kurucularından biriydi, Yeni Ülke gazetesinde gazetecilik yaptı. 1991’de milletvekili seçildiğinde, arkasında on yıllık bir politik tecrübe vardı. Tutuklu yakını tecrübesi, insan hakları mücadelesi tecrübesi, gazetecilik tecrübesi. JİTEM’in saldırılarına direnme vardı, Vedat Aydın cinayeti vardı. Kürsüde taktığı üç renkli örgüyü ona hediye eden Bismilli kadına verdiği söz vardı.

Kahramanın yolculuğu, başladığı yerde son bulur. Pek de hevesli olmadığı, zorunluluklar sebebiyle girdiği uzun yolda, değişir ve dönüşür. Evine döndüğünde, o artık başka biridir. Bu yolculuğu mümkün kılan, evdir. O sabit kalmalıdır ki kahramanın dönüşümünü anlayabilelim, yol haritasını izleyebilelim. Leyla Zana için böyle olmadı, yakılıp yıkılmış bir evden başladı, boşaltılmış bir köyde soluklandı. Efsanelerle, söylentilerle, dedikodularla karışmış bu hikâyenin aslını anlatma imkânı pek olmadı. Ama bir şey var, en başından beri tekrarladığı bir şey: O bu yolda yalnızca politik iklimi, Kürt kadınlarına dair imgeleri değiştirmekle kalmadı, kendini, “kendi küçük dünyasını” da alt üst etmeye cesaret etti.

İnsan düşünmeden edemiyor: Bu kahramanın evi, belki de anadiliydi. Başladığı ve döndüğü yer. (AB/TY)

Aksu Bora

Aksu Bora-Birikim
İletişim Yayınları/BiaMag                                   


30 Kasım 2025 Pazar

Marx’ın kavramları: Yabancılaşma

Yabancılaşma, Marx’ın Hegel ve Feurbach’tan devraldığı bir kavram olup bu kavram onun ellerinde kapitalizmin bütüncül eleştirisini anti-hümanist bir sistem olarak teorize etmeyi mümkün kılan bir araca dönüştü. Marx, yabancılaşma teorisini ilk olarak erken dönem eserlerinden 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda geliştirmiş olsa da bu teoriyi Kapital dahil tüm iktisadî yazınının merkezine oturttu.

Yabancılaşma kelimesinin sözlük anlamına bakılırsa bir dizi anlam ve kullanıma sahip olduğu görülecektir. Bu tanımların hem günlük dilde hem sosyal bilimler içinde en yaygını yabancılaşmayı öznel bir “izolasyon ve uzaklaşma durumu” olarak tarif eder. Hegel ve diğer filozoflarda yabancılaşma bütün insanlığın durumunu tarif eden daha genel bir anlama sahipti. İnsanların “tinsel olarak kaybolmuş” olmaları, “kendi gerçek özbenliklerine yabancılaşmaları” ve “hayatın anlamını yitirmeleri” bu kullanımı örneklendirir. Ortaçağa gidildiğinde bu kavramın başka bir kullanımı ile daha karşılaşırız. O dönemde “satmak”, “bir başkasına devretmek”, “başka birine teslim olmak” gibi anlamları vardı.

Marx yabancılaşmayı tüm bu anlamları kapsayacak şekilde kullanır. Ama Marx’la birlikte bu kavram daha net, daha ayakları yere basan ve insanların gündelik hayatlarının maddî gerçekliklerine dayanan bir kullanıma bürünmüştür. Kavram derinliğinden ve evrensel geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir. Bunun nedeni, Marx için yabancılaşmanın temelinde insanların emekleriyle varettiği ürünlerle ve bizzat kendi emekleriyle kurduğu ilişkinin yatmasıdır.

İşçilerin kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşmaları, yani onlardan koparılmış olmaları ve üretim sürecini kendilerinin yönetmiyor oluşu o denli basit ve “ortada” bir durumdur ki, üzerine yorum yapma gereği bile duyulmaz. Bu verili durum adeta bir doğa yasası gibi algılanır. Ford ya da Hyundai’da çalışan işçiler otomobil üretir ve bu otomobiller işçilere değil bu şirketlere aittir. Kömür madenlerinden çıkardıkları kömür maden sahibinin, dokudukları kumaş ise tekstil fabrikasının sahibinindir. Bu “doğanın kanunudur”. Marx bu durumu farketmekle kalmamış, kökenini ve sonuçlarını sorgulamıştır. Şöyle der:

Bu durum [yabancılaşma] basitçe emek tarafından üretilen nesnenin, yani emeğin kendi ürününün, yabancı bir varlık olarak emeğin karşısına dikilmesi anlamına gelir. Nesne üreticiden bağımsız bir güç gibi görünür.

Bizzat kendi emeklerinin ürünleri işçilere hükmetmektedir:

…ve işçi daha çok emek harcadıkça kendi yarattığı nesnelerin dünyası işçinin gözünde daha güçlü hale gelir, aynı şekilde yeni dünyasında işçi daha da fakirleşir ve artık daha az kendine aittir.

Emek elbette zenginler için harikalar yaratır ama işçi için yoksunluk (mahrumiyet) üretir. Zenginler için saraylar, işçiler için mezbelelik üretir.

Marx, yabancılaşma analizini bu noktadan daha ileriye ve derine taşır. Marx’a göre, işçiler kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşmışsa bunun sebebi üretim sürecindeki yabancılaşmada yani üretim eyleminin bizzat içinde yatar:

Ürün gerçekte üretim eyleminin devamıdır. Yani emeğin ürünü yabancılaşmışsa, üretimin kendisi de aktif bir yabancılaşma süreci olmak zorundadır. Emeğin nesnesinin yabancılaşması sadece işin barındırdığı yabancılaşmanın özetidir.

Akademik sosyologlar arasında, Marx’ın söylediklerini birçok işçinin endüstriyel kapitalizmde pis, monoton, sıkıcı, yorucu ve tehlikeli işler yaptığı şeklinde bir gözleme indirgeme eğilimi vardır. Hatta yabancılaşmış emek, işin fiziksel şartlarına ya da işçinin sahip olduğu öznel duygulara indirgenir. Bu bakış açısı yabancılaşmanın tamamen ortadan kaldırılamasa bile yapılan iş daha az monoton ya da daha ilginç hâle getirilerek hafifletilebileceği sonucuna yol açar. Oysa Marx bundan daha fazlasını kastediyordu. Marx için belirleyici olan işçinin işiyle kurduğu toplumsal ilişkiydi. İşçinin çalışma yeteneğini bir başkasına (işveren/kapitalist patron) satması ve bu sebeple işin amacı ve yöntemleri üzerindeki kontrolünü yitirmiş olması yabancılaşmanın kökenini oluşturuyordu. Kapitalizmde emek, ne bireysel ne de kollektif olarak işçiler içindir; başka biri içindir:

Emeğin yabancılaşmasını ne oluşturur? İlk olarak, yaptığı iş… gönüllü değil zorunludur, angaryadır. Bir ihtiyacın doğrudan tatmini için değil başka ihtiyaçları tatmin etmenin dolaylı bir aracıdır… İşin bu dışsal karakterini en basitinden işin işçiye ait olmamasından anlarız. İşçi başka biri için çalışır, yani işyerindeyken işçi kendisine değil patrona aittir.[i]

Dolayısıyla ücretli emek yabancılaşmış emektir ve yabancılaşmayı ortadan kaldırmak ancak ücretli emeği yani kapitalizmi kaldırmakla mümkündür.

Marx’ın yabancılaşmanın kökenini işçinin işi ile ilişkisinde görüyor olması bu kavramın sadece işyerinde geçerli olan dar ekonomik bir kavram olduğu anlamına gelmez. Aksine, Marx’a göre emek insan varoluşunun her yönü için temel önemdedir. Marx insanın hayvanlardan emek yoluyla ayrıldığını ve insan olduğunu ifade eder. Ayrıca, insanlar çevrelerini ve kendilerini emek aracılığıyla biçimlendirir. Emek tarihin ve toplumun temelidir.

İnsan hayvanlardan, sahip olduğu bilinç, dinsel inanç ve benzeri şeylerle ayrıştırılabilir. İnsanlar geçim araçlarını üretmeye başladığı andan itibaren kendilerini hemen hayvanlardan ayrıştırmaya başlamıştır. Bunun koşullarını insanın sahip olduğu fiziksel özellikler yaratır. Geçim araçlarını üretirken insan dolaylı olarak gerçek maddî hayatı da üretmiş olur… Bu üretim biçimi basitçe bireylerin fiziksel varlığının üretimi olarak düşünülmemelidir. Daha ziyade bireylerin belirli bir eylem biçimi olarak görülmelidir. Bu belirli eylem biçimi bireylerin hayatlarının, yani belirli bir hayat biçiminin onlar bakımından ifadesini oluşturur. Bireyler hayatlarını ifade ettikçe, kendileri olurlar. Dolayısıyla, oldukları şey üretim faaliyeti ile çakışır. Hem ne ürettikleri hem nasıl ürettikleri insanların ne olduğu ile örtüşür.

Emek bu temel işleve sahip olduğu için emeğin yabancılaşması insanın toplumsal ilişkilerinin bütünlüğünü bozar. Marx bunun sonuçlarını inceler:

Yabancılaşmış emek: (1) insanı doğaya yabancılaştırır ve (2) insanı kendine, kendi aktif işlevine, kendi hayat eylemliliğine yabancılaştırır, böylece de insanı kendi türüne yabancılaştırır… (3) Yabancılaşmış emek insanı kendi vücuduna, doğaya, zihinsel hayatına ve kendi insanî hayatına yabancılaştırır. (4) Emeğinin ürününe, kendi yaşam faaliyetine ve kendi türsel hayatına yabancılaşmasının doğrudan sonucu, insanın diğer insanlara yabancılaşmasıdır.[ii]

Bu farklı yabancılaşma örnekleri günümüz dünyasında bolca var. Doğaya yabancılaşmamızı sadece iklim değişikliğinde değil aynı zamanda kapitalist sanayinin çevreyi kirletip imha etmesinde de görebiliriz. Bedenlerimize yabancılaşmamız kronik obezite ve anoreksi rahatsızlıklarında açık bir biçimde görülebilir. Medyanın sürekli bombardıman yaptığı metalaşmış cinsellik biçimleri de keza bedenimize yabancılaşmamızın örneği. Diğer insanlara yabancılaşmamızı ise yaygın ırkçılıkta ve yabancı düşmanlığında görebiliriz. Bu tutumların egemenler tarafından teşvik edildiği söylenebilir ama ancak yabancılaşma sayesinde işçi sınıfının çeşitli kesimleri tarafından kabul görür ve içselleştirilir.

Marx yabancılaşmayı sınıf sorunuyla ilişkilendirir. “Eğer emeğin ürünü işçiye ait değilse… bunun sebebi ürünün işçi dışında başka bir insana ait olmasındadır”. Bu “başka adam” “çalışmayan ve üretim sürecinin dışında olan” kapitalistten başkası değildir.

Kapitalist ve işçi, Marx’a göre, yabancılaşma madalyonunun iki tarafıdır, ama arada ciddi bir fark vardır:

Mülk sahibi sınıf ve işçi sınıfı günümüzde aynı kendine-yabancılaşmadan muzdariptir. Ama bunların ilki yabancılaşmada kendinin onayını, kendi çıkarını ve kendi gücünü görür. Bu yabancılaşma kapitalist için insanî varoluşunun bir suretine sahiptir. İşçi sınıfı ise yaşadığı yabancılaşma içinde yok edildiğini hisseder; kendi güçsüzlüğünü ve insanlık dışı bir varoluşun gerçekliğini görür… Bu antitezin içinde, dolayısıyla, mülk sahipleri tutucu tarafı, proletarya ise yıkıcı tarafı teşkil eder.

Yabancılaşmış emek bu yüzden yabancılaşmış bir toplum yaratır: Kontrolden çıkmış, aşırı zenginlik ve yoksullukla kutuplaşmış, insanların kendi ürettikleri tarafından tehdit edildiği, insanların birbirlerinden bireysel olarak ayrıştığı, sınıf, ulus, ırkçılık, cinsiyetçilik ve dinî nefret tarafından bölündüğü bir dünya. Ekmekten suya, seksten sanata, sağlıktan eğitime her şeyin milyonlarca insanın almaya gücünün yetemeyeceği metalara dönüştüğü bir dünya.

Özetle, yabancılaşma günümüzün dünyasını üretir – eğer insanlık hayatta kalacak ve insan hayatları özgürleşecekse değiştirilmesi zorunlu olan bu dünyayı.

Yabancılaşmış emek dünyayı anlama yeteneğimizi temelden etkiler, çünkü üretenlerin üzerinde ürettikleri nesnelerin hakimiyet kurması dünyayı başaşağı görmemize yol açar. Ürünlerin insandan önce geldiğini ve insanı metaların yarattığını düşünürüz. Metalar sihirli güçlere sahipmiş ve kendi ruhları varmış gibi düşünürüz. Marx’ın yabancılaşma eleştirisi Kapital’deki meta fetişizmi analizinin temelini oluşturur:

Meta bu yüzden gizemli bir şeydir, çünkü insanlar metaya baktığında kendi emeklerinin toplumsal karakterini ürünün üzerine mühürlenmiş nesnel bir özellik gibi görürler; böylece üretenlerin, ürettikleri nesnelerin toplamıyla kurduğu ilişki toplumsal bir ilişki halini alır; ama bu ilişki onlara üretenler arasında bir ilişki olarak değil nesneler arasında bir ilişki olarak görünür.

Yüzeysel olarak bakıldığında metaların değerleri, yani birbirleriyle değişim oranları, sahip oldukları içsel özellikler tarafından belirleniyormuş gibi görünür (çeliğin gücü, altının çekiciliği,John MorrisJohn Morris elmasın parlaklığı). Oysa Marx’ın gösterdiği gibi, metaların değeri üretilmeleri için gerekli emek zamanıyla miktarıyla belirlenir.

Marx’ın yabancılaşma teorisi kapitalist üretimin bilimsel analizinin ve eleştirisinin vazgeçilmez yapı taşlarından birini oluşturur.

John Morris

Çeviren: Canan Şahin -   KARL MARX VE YABANCILAŞMA pdf



4 Kasım 2025 Salı

Anti Dühring


Engels'in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba?

Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketin bir döneminin bu "yıldızı parlak" kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.

Anti-Dühring'in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.

Bilindiği gibi, Almanya'da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakiyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı varolan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.

1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran'ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden aynı oldu. Komünist Manifesto'nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği'nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.

1850-1870 yılları arası, Almanya'nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınai gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sendikalar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakiyetçiliği, 1852 yargılamaları ile Almanya'da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.

23 Mayıs 1863'te Leipzig'de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lassalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki bu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı ile üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti'de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lassalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.

Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lassalle'cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.

İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebknecht gibi önderler 7-8 Ağustos 1869'da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lassalle'cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü'nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx'la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.

Gitgide gerileyen Lassalle'cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti'ye birlik çağrısı yaptılar ve bu temelde 1875 Mayıs'ında Gotha Kongresi toplandı.

Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lassalle'cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lassalle'cı oportünizme teslim oldular.

Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler.  Paris Komünü'nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.

Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebknecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek "yepyeni" ve "bilimsel" (!) teorileri ile sahnede yerini alır.

Bay Dühring, 1865'ten beri Berlin Üniversitesi'nde Privat-Dozent'tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad.) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck'la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü'ne sahip çıkar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi, sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. "En köktenci bilim adına konuşan" bu "devrimci radikal" kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri, Marx'a sahip çıkar gibi görünür. Marksizmi revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peşpeşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche, Bebel ve Liebknecht, onun yapıtlarını "Marx'ın Kapital'inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında" sayarlar. Liebknecht'in yönettiği Parti'nin resm” yayın organı Volksstaat'ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.

Marx ve Engels'in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. "Sol saflarda" bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.

Dühring'in 1875'e kadar Marx'a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875'te Volksstaat'ta yayınlanan, Ekonomi Politik ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx'a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebknecht, Marksizme bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels'in eleştirilerinin haklılığını kavramaya başlamışlar; Dühring'in defterini dürmesi için Engels'e sık sık yazar olmuşlardı.

1876 başında, Dühring'in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels'in eline geçince, Engels, sonunda bu "ekşi elma"yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring'in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak'ından Temmuz'una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring'in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.

Dühring, Carey'i övmek için "Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor" adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring'le inceden alay etmek için yapıtına: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor adını veriyordu. Ancak bu kez "altüst" etmek "canına okumak" anlamında bir olumsuzlamadır.

Dühring'in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring'e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring'in "felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği"ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.

Marx, yapıtı konusunda Engels'e elinden gelen yardımı yapar. "Ekonomi Politik" başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx'ın kaleminden çıkmıştır.

Almanya'nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels'in yapıtına birinci bölüm olarak "Felsefe"yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels'in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.

Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı "Felsefe" konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle "Özgürlük ve Zorunluluk" üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.

İkinci kısım, "Ekonomi Politik" başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih Üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital'in temel ekseninde Dühring'le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, "kötü yönlerine" düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.

Üçüncü kısım olan "Sosyalizm"de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring'in "karşı olduğu" kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.

Son bölüm olan "Anti-Dühring İçin Elyazmaları" kısmı ise, Dühring'in çeşitli yapıtlarından alıntılar ve bu konularda Engels'in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.

Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.

İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yeralmaya yetmeyeceği gerçeği ile.

Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

Özgürlük Dünyası, Nisan 1996, No: 54.

Anti Dühring.pdf

30 Ekim 2025 Perşembe

Nasıl birlikte yaşayacağız?


Cumhuriyet, "Nasıl birlikte yaşarız?" sorusuna verilmiş dünya-tarihsel cevaplardan biridir. İlan edilişinden 102 yıl sonra, hâlâ aynı soruyu soruyoruz: "Nasıl birlikte yaşayacağız?"

Cumhuriyete neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamadan bugünü kavrayamayız. Birçok sorunun cevabı bu sualin içinde gizli. Osmanlı İmparatorluğu’nun "utangaç" modernleşmesi Cumhuriyetle belli ölçüde "radikal" bir hal aldı. Fakat modernleşme farklı biçimler almasına rağmen Cumhuriyet ile demokrasi arasında derin bir gerilim süregeldi. 1946'da çok partili hayata geçildi ama gerçek demokrasiye geçilemedi.

Cumhuriyetin bu topraklardaki yolculuğu, modernleşme çabasıyla şekillendi. 102 yıl sonra artık şunu çok daha net görüyoruz: Bu toprakların kendi gerçeğini ve dinamiklerini görmezden gelemeyiz. Canımızı acıtan, yüreğimizi yakan nice tecrübeler yaşadık. İçinde yer alan tarihsel ilişkiler, hukuku, düzeni onarmamız gerekiyor.

Tarih ve sosyoloji perspektifinden bakıldığında Türkiye hem Doğu hem de Batı'dır. Hem geleneksel hem de moderndir. Onu eşsiz kılan da tam olarak bu. Belki de artık bu gerilimleri büyütmeden aşmanın, diyalog kurmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Yunus Emre'yle Goethe'yi, Ahmedi Xani'yle Nazım Hikmet'i birlikte okumaktan, farklı dünyalar arası temaslar ve kucaklaşmalardan bahsediyorum. (Tuncay Bakırhan - t24)  Makalenin Tamamı>>

      


25 Ekim 2025 Cumartesi

Yaşlanmak zihinsel gücü azaltmıyor, dengeliyor

Çoğumuz yaşlanma fikrinden korkarız ancak yeni bir araştırma yaşlanmanın beklenmedik bir faydasını ortaya koyuyor: zihinsel işlevlerimiz 55 ila 60 yaş arasında zirveye ulaşıyor.

Önceki çalışmalar, insanların 20'li yaşların ortalarından 30'lu yaşların başlarına kadar fiziksel olarak en iyi durumda olduklarını göstermişti. Ancak Avustralyalı araştırmacılar, bilişsel işlem yeteneklerimizin bu dönemin çok ötesine kadar gelişmeye devam ettiğini tespit etti.

Bu bulgu, kariyerini değiştirmek ya da yeni hobiler edinmek için geç kaldığını düşünenler için sevindirici olmanın ötesinde, yaşlı zihinlerin topluma kattığı değeri de vurguluyor.

Batı Avustralya Üniversitesi’nden psikoloji profesörü ve araştırmanın eş yazarı Gilles Gignac, The Conversation’a yaptığı açıklamada, “Bazı yetenekler yaşla birlikte azalırken, diğer önemli özelliklerdeki artış bu kaybı dengeliyor,” dedi. “Bu güçlü yönler birleştiğinde, daha iyi muhakeme ve daha ölçülü karar verme becerilerini destekliyor — bu da özellikle hayatın olgun dönemlerinde son derece değerli,” diye ekledi.

Intelligence dergisinde yayınlanan çalışma, öncelikle 16 temel psikolojik özelliği tanımladı. Bunlar arasında muhakeme ve hafıza gibi bilişsel yeteneklerin yanı sıra kişiliğin “büyük 5” boyutu da yer alıyordu: açıklık, vicdanlılık, dışadönüklük, uyumluluk ve nevrotiklik.

Araştırmacılar, bu özelliklerin yaşam boyu nasıl geliştiğini incelemek için mevcut veri setlerini analiz etti ve “çarpıcı bir model” ortaya çıkardı.

Gignac, “Genel zihinsel işlevsellik 55 ila 60 yaş arasında zirveye ulaştı ve 65 yaşından itibaren azalmaya başladı,” diye yazdı. “Bu düşüş 75 yaşından sonra daha belirgin hale geliyor, bu da ileri yaşlarda bilişsel gerilemenin hızlanabileceğini gösteriyor.”

Özellikle vicdanlılık 65 yaşında, duygusal istikrar ise 75 yaşında zirveye ulaştı — yani bazı kişisel özellikler, yaşamın ilerleyen dönemlerinde bile gelişmeye devam ediyor.

Yaş sadece bir sayıdır

Uzun yıllar boyunca, insanların bilişsel yeteneklerinin 20’li yaşlarda zirveye ulaştığı, orta yaşlarda durağanlaştığı ve ardından kademeli olarak azaldığına inanılıyordu. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, beynin yaşam boyu değişmeye ve gelişmeye devam ettiğine dair güçlü kanıtlar sunarak bu eski varsayımı çürütüyor.

Yine de her bireyin beyin fonksiyonları farklı bağlamlara ve özelliklere sahip olduğundan, zihinsel performansın tam olarak ne zaman zirveye ulaştığına dair net bir fikir birliği oluşturmak oldukça zor. Bazı bilişsel özellikler yaşla birlikte güçlenirken, diğerleri zayıflayabiliyor.

Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi’nden araştırmacı Mischa von Krause, Euronews Health'e verdiği demeçte, “Bilişin hangi yönlerinin incelenmesinin en önemli olduğuna karar vermek zor,” diyor. “Bu yönlerin göreceli önemi, büyük ölçüde bağlama ve araştırma sorusuna bağlı.”

Von Krause’nin 2022’de Nature Human Behaviour dergisinde yayınlanan çalışması, yaşla birlikte zihinsel hızın nasıl değiştiğini anlamak için bir milyondan fazla katılımcının çevrimiçi yanıt sürelerini analiz etti. Bulgular, Gignac’ın çalışmasıyla büyük ölçüde örtüşüyordu: belirli bilişsel işlevler ancak 60 yaşından sonra yavaşlamaya başlıyordu.

Von Krause, “İnsan ömrünün büyük bir bölümünde, özellikle de 20 ila 65 yaş arasındaki tipik çalışma döneminde dış uyaranlara verilen yanıt hızında azalma görülüyor,” diyor. “Ancak araştırmamız, bu yavaşlamanın zihinsel verimlilikte bir düşüş anlamına gelmediğini gösterdi. İleri yetişkinlik dönemine kadar bilgi işleme verimliliği ortalama olarak neredeyse hiç değişmedi.”

Buna karşılık, 2020 yılında yayımlanan bir başka çalışma, profesyonel satranç oyuncularının zihinsel performansını inceleyerek daha erken bir zirve noktasına işaret etti. Çalışmanın yazarı ve UniDistance Suisse’de uygulamalı ekonometri profesörü Anthony Strittmatter, Euronews Health'e yaptığı açıklamada, “Bizim durumumuzda zihinsel zirve 35 ila 40 yaş arasında gerçekleşti,” diyor. “[Satranç] hamlelerinin kalitesi, bu noktaya kadar yaşla birlikte artıyor, ardından düşmeye başlıyor.”

Yaşlanan zihinlerin gizemleri hala tam çözülememiş olsa da araştırmacılar, genel tabloya iyimser bakmak için güçlü nedenler olduğunu söylüyor.

“Belirli bir yaşa geldiğimizde artık ‘geç kaldığımız’ düşüncesinin aksine bu bulgular insan zihninin düşündüğümüzden daha uzun süre keskin kaldığını gösteriyor," diyen Gignac sözlerini şöyle özetliyor: “Yaş tek başına bilişsel işlevselliği belirlemez. Bu nedenle değerlendirmeler, yaşa dayalı varsayımlar yerine bireylerin gerçek yetenek ve özelliklerine odaklanmalıdır.”

Euro News

8 Mayıs 2025 Perşembe

Demokrasimizi Kaybettiğimizi Nasıl Anlayacağız?

The New York Times
Otoriterliği tanımak eskiden olduğundan daha zordur. 21. yüzyılın otokratlarının çoğu seçilir. Castro veya Pinochet gibi muhalefeti şiddetle bastırmak yerine, günümüzün otokratları kamu kurumlarını siyasi silahlara dönüştürüyor, muhalifleri cezalandırmak ve medyayı ve sivil toplumu kenara itmek için kolluk kuvvetleri, vergi ve düzenleyici kurumları kullanıyor. Buna rekabetçi otoriterlik diyoruz - partilerin seçimlerde yarıştığı ancak görevdeki kişinin gücünün sistematik olarak kötüye kullanılmasının oyun alanını muhalefete karşı eğdiği bir sistem. Otokratların çağdaş Macaristan, Hindistan, Sırbistan ve Türkiye'de ve Hugo Chávez'in Venezuela'da nasıl hükmettiği.

Rekabetçi otoriterliğe doğru iniş her zaman alarmları çaldırmaz. Hükümetler rakiplerine iftira davaları, vergi denetimleri ve politik olarak hedeflenen soruşturmalar gibi nominal olarak yasal yollarla saldırdıkları için, vatandaşlar otoriter yönetime yenik düştüklerini fark etmekte genellikle yavaştırlar. Bay Chávez'in iktidarının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, çoğu Venezuelalı hala bir demokraside yaşadıklarına inanıyordu.

Peki, Amerika'nın otoriterliğe doğru bir çizgiyi geçip geçmediğini nasıl anlayabiliriz? Basit bir ölçüt öneriyoruz: Hükümete karşı çıkmanın maliyeti. Demokrasilerde, vatandaşlar iktidardakilere barışçıl bir şekilde karşı çıktıkları için cezalandırılmazlar. Eleştirel görüşler yayınlama, muhalefet adaylarını destekleme veya barışçıl protestolara katılma konusunda endişelenmelerine gerek yoktur çünkü hükümetten misilleme görmeyeceklerini bilirler. Aslında, meşru muhalefet fikri -tüm vatandaşların hükümeti eleştirme, muhalefeti örgütleme ve seçimler yoluyla hükümeti devirmeye çalışma hakkına sahip olması- demokrasinin temel ilkesidir.

Öte yandan, otoriterlik altında muhalefetin bir bedeli vardır. Hükümetle ters düşen vatandaşlar ve kuruluşlar bir dizi cezalandırıcı önlemin hedefi haline gelir: Politikacılar temelsiz veya önemsiz suçlamalarla soruşturulabilir ve kovuşturulabilir, medya kuruluşları anlamsız iftira davalarıyla veya olumsuz düzenleyici kararlarla karşı karşıya kalabilir, işletmeler vergi denetimleriyle karşı karşıya kalabilir veya kritik sözleşmeler veya lisanslar reddedilebilir, üniversiteler ve diğer sivil kurumlar temel fonları veya vergi muafiyet statülerini kaybedebilir ve gazeteciler, aktivistler ve diğer eleştirmenler hükümet destekçileri tarafından taciz edilebilir, tehdit edilebilir veya fiziksel olarak saldırıya uğrayabilir.

Vatandaşlar, hükümetin misillemeleriyle karşı karşıya kalabilecekleri için hükümeti eleştirme veya karşı çıkma konusunda iki kere düşünmek zorunda kaldıklarında, artık tam bir demokraside yaşamıyorlar demektir.

Bu ölçüte göre, Amerika rekabetçi otoriterliğe doğru çizgiyi geçti. Trump yönetiminin hükümet kurumlarını silahlandırması ve eleştirmenlere karşı cezalandırıcı eylemlerinin artması, çok çeşitli Amerikalılar için muhalefetin maliyetini artırdı.

Trump yönetimi, muhalifleri olarak gördüğü çok sayıda birey ve kuruluşa karşı cezalandırıcı eylemde bulundu (veya güvenilir bir şekilde tehdit etti). Örneğin, eleştirmenlere karşı seçici bir şekilde kolluk kuvvetleri görevlendirdi. Başkan Trump, Adalet Bakanlığı'na Christopher Krebs (Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenlik Ajansı başkanı olarak 2020'de Bay Trump'ın seçim sahtekarlığı iddialarını alenen çürüttü) ve Miles Taylor (İç Güvenlik Bakanlığı görevlisiyken 2018'de başkanı eleştiren anonim bir görüş yazısı yazdı ) hakkında soruşturma açması talimatını verdi. Yönetim ayrıca, 2022'de Bay Trump'a dava açan New York başsavcısı Letitia James hakkında da cezai soruşturma başlattı.

Yönetim, misilleme için büyük hukuk firmalarını hedef aldı. Federal hükümetin Perkins Coie; Paul, Weiss; ve Demokrat Parti'ye dost olarak gördüğü diğer önde gelen hukuk firmalarını işe almasını etkili bir şekilde yasakladı. Ayrıca, müvekkillerinin hükümet sözleşmelerini iptal etmekle tehdit etti ve çalışanlarının güvenlik izinlerini askıya aldı, bu da hükümetle ilgili birçok davada çalışmalarını engelledi.

Demokrat Parti'ye ve diğer ilerici amaçlara bağış yapanlar da siyasi misillemelerle karşı karşıya. Nisan ayında, Bay Trump, rakiplerinin bağış toplama altyapısını zayıflatmak için açıkça bir çaba göstererek, Demokrat Parti'nin ana bağış platformu olan ActBlue'nun bağış toplama uygulamalarını soruşturması için başsavcıya talimat verdi. Büyük Demokrat bağışçılar artık vergi ve diğer soruşturmalar şeklinde misillemelerden korkuyor . Bazıları vergi denetimlerine, kongre soruşturmalarına veya davalara hazırlanmak için ek hukuk müşavirleri tuttu. Diğerlerivarlıklarını yurtdışına taşıdı

Birçok otokratik hükümet gibi Trump yönetimi de medyayı hedef aldı. Bay Trump, ABC News, CBS News, Meta, Simon & Schuster ve The Des Moines Register'ı dava etti. Davaların zayıf yasal dayanakları var gibi görünüyor, ancak ABC ve CBS gibi medya kuruluşları federal hükümet kararlarından etkilenen diğer çıkarlara sahip şirketlere ait olduğundan, görevdeki bir başkana karşı uzun süreli bir yasal mücadele maliyetli olabilir.

Aynı zamanda, yönetim Federal İletişim Komisyonu'nu siyasallaştırdı ve bağımsız medyaya karşı kullandı. PBS ve NPR'nin fon toplama uygulamalarına yönelik bir soruşturma başlattı, bu da muhtemelen fon kesintilerinin habercisiydi. Ayrıca, ABC, CBS ve NBC'ye karşı Trump karşıtı önyargı nedeniyle şikayetleri yeniden gündeme getirirken, Fox News'e karşı 2020 seçimleri hakkında yalanlar yaydığı için şikayeti yeniden gündeme getirmemeyi tercih etti.

İlginçtir ki, muhaliflere ve medyaya yönelik bu saldırılar, Macaristan, Hindistan, Türkiye veya Venezuela'daki seçilmiş otokratların göreve geldikleri ilk yıllarda gerçekleştirdikleri benzer eylemlerden çok daha büyük bir hız ve güçle gerçekleşti.

-Yazının Tamamı:

Levitsky ve Ziblatt @nytimes

29 Nisan 2025 Salı

On Yıl Önce - On Yıl Sonra


Erdoğan Sebep midir Sonuç mu?
Dünya tarihinde pek çok örneğine rastlandığı gibi, Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçilen kişinin de bir iktidar sarhoşluğu içine girerek, ‘’milletin babası’’ rolüne soyunduğu çok açık. Son olarak sigara içen yurttaşları ‘’Cumhurbaşkanı söyüyor, hala içiyor terbiyesiz herif!’’ diye azarlaması, daha önce felakete uğramış madencilere ‘’İsrail dölü’’ diyerek tekme tokat dalması gibi semptomlar tuhaf bir ruh halinin göstergesi.

Bu duruma 1000 odalı sarayı ve 200 milyon dolarlık uçağı eklediğinizde, dünyanın dikkatinin bu kişi üzerinde toplanmasına ve Batı medyasının eleştiri dozu yüksek yazılar yayınlamasına şaşmamak gerekiyor.

Tarih bize, güç sarhoşluğu çılgınlık boyutlarına yükselmiş ve ‘’tanrılaştığını’’ hisseden siyasetçilerin, ülkelerini felakete götürdüğünü anlatan örneklerle dolu. Bence ne yazık ki Türkiye de bu eğik düzleme girdi.
Ama esas soru şu: Tayyip Erdoğan bu durumu yaratan kişi midir yoksa bir sonuç mu?
Soruyu başka türlü sorarsak; Erdoğan iktidardan gittiği zaman Türkiye’nin yönetim sorunu bitecek midir?

Buna ‘’Evet’’ cevabı verebilmeyi çok isterdim çünkü bu, çok kolay bir çözüm olurdu. Ama ne yazık ki cevabım ‘’Hayır!’’

Her ne kadar, kişilerin tarihte oynadığı rolü inkar etmesem de biliyorum ki Tayyip Erdoğan sebep değil bir sürecin sonucudur. Ve sorun, onun gitmesiyle bitmeyecektir.
Sorun onu iktidara getiren, üst üste dokuz seçim kazandıran, bir sürü yolsuzluk ve yönetim skandallarına rağmen körü koruna peşinden giden halktır. Daha doğrusu halkın bir bölümüdür.

Bu halk yığının Anadolu müslümanlığıyla, gelenekle, ahlakla, haram helal kavramıyla, merhametle, şefkatle hiçbir ilgisi yoktur. Köyden kente göçle başlayan, ne köylü ne kentli olabilen, bütün değer ölçülerinden kopmuş, vahşi birer yaratık haline gelmiş, talandan yalandan pay kapmaya çalışan ve literatürde lumpen proletarya olarak tanımlanmış olan kitledir bu.
AKP’ye oy vermiş olanların tümünü böyle yaftalamak doğru değil elbette. İçlerinde düzgün ve samimiyetle oy veren seçmenler de olabilir. Ama o kitlenin genel karakteristiği budur.

Bu kesim kendini önce arabesk müzikle gösterdi. Güzelim türküleri, geleneksel şarkıları, Anadolu’nun büyük şiir geleneğini terk eden insanlar, bir anda mide bulandırıcı seslere, insanın kulağını tornavida gibi delen elektro bağlamalara, içinde hiçbir hakiki lirizm ve hüzün barındırmayan ‘’Ben de isterem!’’ saldırganlığına kaptırdı kendini. Şehirler kaçak mahallelerle, üzerinde demir filizleri bırakılmış sıvasız çirkin yapılarla, lağım kokan mahallelerle doldu. Suç oranı ve özellikle kadına karşı şiddet akıl almayacak ölçülerde arttı.

Bunun adına ‘’muhafazakarlık’’ denilebilir mi? Elbette denilemez.

Aşağı yukarı sayıları kırk milyon dolayında tahmin edilen bu kitle Itri, Mimar Sinan estetiğine de sahip değildir; Anadolu’da yüzyıllarca aydınlık bir nehir gibi akmış olan Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu temizliğine de.
Dolayısıyla bu kesim muhafazakar değil, Türkiye’ye çarpık ve ahlak ölçülerinden yoksun bir ‘’modernleşme’’ sunan yeni bir oluşumdur.

Lafı uzatmadan söyleyeyim. Bu kesimin hayatta en çok nefret ettiği model uygarlaşma, kültür, temizlik ve zarafet simgesi Mustafa Kemal Atatürk, kanıyla canıyla savunduğu lideri ise şimdiki cumhurbaşkanıdır. Kimse kendini aldatmasın. Sayıları çok kalabalık olan bu kesim, ne olursa olsun, hangi skandal patlarsa patlasın sonuna kadar liderini destekleyecek ve Cumhuriyet’e karşı çıkacaktır.
Erdoğan siyasi ömrünü tamamlasa da ona benzeyen başka bir lider bulmakta gecikmeyecektir.

Çünkü Türkiye’nin çürüyen kesimi , bu bozulmayı önce müzikle, sonra hayatımızın her alanına egemen olan lumpenleşme ve arabeskleşmeyle ifade etmeye devam ediyor. Gafil aydınlardan (!) destek alan lumpen kültür, örgütlü cehaletle beslenerek kılcal damarlarımıza kadar yayılıyor.
Bu manzaraya, lumpenlerin ele geçirdiği muazzam para ve iktidar gücünü de eklerseniz geleceğin hiçbirimiz için kolay olmadığı çok açık.
Erdoğan bu kitlenin lideridir ve onun yokluğunda yeni bir lider bulacaklarına hiçbir kuşku yok.

Mustafa Kemal aydınlığını savunan kitleler birleşene ve kendi aralarındaki çelişkileri gidererek, evrensel değerleri savunan bir Türkiye kültürü yaratana kadar acılar devam edecek.

Zülfü Livaneli / 03.11.2014

13 Nisan 2025 Pazar

Yaşamın kaynağı suyun kozmik yolculuğu


"Şimdi içmek üzere olduğunuz suyun bir kısmı ilk yıldızlardan birinin şok dalgası sırasında oluşmuş olabilir ve siz de 13 milyar yıl öncesine ait erken evrenin suyunu içiyor olabilirsiniz"

Kabul gören bir teori bize Dünya'daki yaşamın okyanus tabanında başladığını söylüyor. Ancak bu teori, derin okyanus ortamında RNA'nın, proteinlerin veya lipitlerin yapı taşlarının sentezine yol açabilecek kimyasal reaksiyonların nasıl gerçekleştiğine ilişkin ikna edici kanıtlar ortaya koyamıyor.

Ayrıca, yaşamın başlangıcı için kritik olduğu bilinen süreçlerin çoğunun, örneğin enerji sağlayan ultraviyole radyasyonun, okyanusun dibine nasıl ulaştığı da açıklama gerektiren bir soru.

Daha önemlisi, okyanusların diplerinde yaşamı başlatan suyun kendisi ilk ne zaman oluştu ve gezegenimize nasıl ve ne zaman gelebildi?

Bu soruların yanıtını bulmak için yaşamın başladığı okyanus diplerinden evren hikayemize dönmemiz gerekiyor.

Kozmik zaman
Bilim insanları, evrenimizin kozmik yaşının 13,8 milyar yıl olduğundan (yaklaşık 60 milyon yıl hata payı ile) eminler. Ancak bildiğimiz türde bir yaşamın ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıkmış olabileceği konusunda ise bir açıklamaları yok.

Mevcut bilgimiz Güneş Sistemi'nin yaklaşık 4,6 milyar yıl önce oluştuğu ve canlı yaşamın Dünya'nın soğumasının ardından 3,5 milyar yıl önce gerçekleşmiş olduğu tezi üzerinden ilerliyor.

Başlangıçta, yani evrenin ateşli doğumu sonrasında, erken evren kuantum parçacıkları ile dolu kozmik bir çorba gibidir. Büyük Patlama'dan yaklaşık 100 milyon yıl sonra evren bu kez yoğun ilkel hidrojen ve helyum kümeleri ile dolar. Bu kümeler sıkışarak kütlesel çekim etkisi altında çökerken merkezlerinde termonükleer zincir reaksiyonlarını ateşlediler. Ve evrenin ilk yıldızları ortaya çıktı ve evren aydınlandı. Bu devasa nükleer fırınların içinde, hidrojen ve helyum çekirdekleri birleşerek oksijen, karbon ve silikon gibi daha ağır elementlerin üretimi gerçekleşti.

Ancak bu yıldızlar öylesine büyüktüler ki çok hızlı yaşadılar ve süpernova denilen çok büyük patlamalarla çok çabuk öldüler. Bu şiddetli ölümler sonrasında patlayarak ürettikleri oksijen, karbon ve silikon gibi elementler evrenin uzak köşelerine saçıldılar. İkinci nesil yıldızlar ve gezegenler yeni elementlerle zenginleşmiş yıldız küllerinden oluştu.

Ve süpernova üretimi oksijen, evrende bol miktarda var olan kozmik hidrojenle birleşerek su oluşumunu sağladı.

Ancak ilk yıldızlar bol miktarda oksijen üretmiş olsalar bile, süpernovalar aracılığıyla uzaya saçılan oksijen parçacıkları çok geniş alanlara dağılmış olduğundan bu durum oksijen ve hidrojenin bir araya gelerek su oluşumunu nasıl sağladığı sorusunu gündeme getirdi.

Suyun kozmik tarihi
Bilim insanları sorularına yanıt bulmak ve yaşamın kaynağı olan suyun kozmik tarihini anlamak adına simülasyonlara başvurdular.

İlk olarak, biri Güneş'ten 13 kat, diğeri ise 200 kat daha büyük kütleye sahip iki yıldız modellendi. Daha hafif olan yıldız, yaklaşık 12 milyon yıl yaşayarak süpernovaya dönüşürken etrafa 17 bin Dünya kütlesi kadar oksijen saçtı. İkinci yıldız, daha büyük kütlesi nedeniyle yalnızca iki buçuk milyon yıl yaşadı ve 55 Güneş kütlesi kadar (18 milyon Dünya kütlesi) oksijen ürettikten sonra patlayarak ürettiği oksijeni evrenin uzak köşelerine püskürttü.

Simüle edilmiş süpernovaların oluşturduğu şok dalgaları, çevrede yoğunluk değişimleri yarattığı ve bunun sonucunda daha yoğun gaz kümelerinin ısınarak su üretimi sağlayan kimyasal reaksiyonlar oluştuğu görüldü.. Daha sonra ikinci nesil yıldızlar devreye girdiler. Bu kez ilk simülasyonda oluşan su ile zenginleştirilmiş gaz kümelerinin kayalık ve ıslak gezegenleri olan düşük kütleli yıldızlar üretip üretemeyecekleri test edildi ve bu mümkündü. En erken galaksiler muhtemelen bu bölgelerde ortaya çıkmıştı ve bu da onların oluşumunda suyun zaten var olduğu anlamına geliyordu.

Yani, erken evrende hatırı sayılır miktarda su varlığı söz konusudur. Ancak bu sonuç, yaşamın bu tür oluşumlarda kolay bir başlangıç ​​yapacağı anlamına gelmiyor. Sonuçlar şaşırtıcı ve ikna edici olsa da bilim insanları yapılan simülasyonların şu anda yalnızca geçici yanıtlar sunduğunu belirtiyorlar.

Daha fazla bilgi elde etmek için gökbilimciler, James Webb Uzay Teleskobu (JWST) verilerine odaklandılar: JWST, bu tür çalışmalar düşünülerek tasarlanmıştı; bilim insanları suyun yıldız oluşturan dev moleküler bulutlardan gezegenlere nasıl geçtiğine ilişkin önemli bilgiler elde edebileceklerini umuyorlar.

JWST verileri, bizim sulu dünyamızın bir şekilde özel mi yoksa sıradan mı olduğunu gösterecek, deniyor.

Bilim insanları, suyun kozmik yolculuğunun Büyük Patlama'dan yalnızca bir kaç yüz milyon yıl sonra başladığını ve Dünya okyanuslarındaki suyun önemli bir bölümünün Güneş Sistemi'nin oluşumu öncesine ait olduğunu düşünüyorlar.

Özetle, şimdi içmek üzere olduğunuz suyun bir kısmı ilk yıldızlardan birinin şok dalgası sırasında oluşmuş olabilir ve siz de 13 milyar yıl öncesine ait erken evrenin suyunu içiyor olabilirsiniz!

Bilim insanlarına göre bu çok olası!

Güneç Kıyak "T24-Pazar"

30 Nisan 2024 Salı

Rutinin Dışında

Derin devlet, Türkiye’de siyaseti anlamak için en çok müracaat edilen kavramlardan biridir. Bu kavram, devletin ikili bir yapısı olduğuna işaret eder. Buna göre, bir tarafta hukukla işleyen ve görünen bir devlet, diğer tarafta ise kendini kurallarla bağlı saymayan ve gizli faaliyetlerde bulunan derin bir devlet vardır. Devlet yüzeyde kaidelerle işler ama derine inildikçe rutinin dışına çıkar.

Bu rutin dışına çıkma hali, en sarih ifadesini Süleyman Demirel’de bulur. Türkiye, 1990’lı yıllarda bir korku tünelinden geçer. 1996’da meydana gelen ve emniyet-mafya-siyaset üçgenini tevil götürmez bir biçimde ifşa eden Susurluk Kazası, bu korku tünelinde yaşanan kötülüklerin bir kısmını açığa çıkarır. Kayıp Silahlar Davası da bunlardan biridir. Batman’da kurulan Karma Özel Harekât Birliği adlı özel birlik için Valiliğin yurt dışından ithal ettiği ağır makineli tüfekler, roketatarlar ve benzeri silahların bir kısmı Hizbullah’ın silah depolarında çıkar.

12 Şubat 2000’de, bu konuyla alakalı bir soruya dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, tarihe geçen bir cevap verir: “Devlet rutin dışına çıkabilir” der ve bir nevi mevzuyu ayan beyan ortaya koyar:

“Devlet halin icabına göre hareket eder. Yani her zaman rutini takip etmek zorunda değildir. Devletin yüksek menfaatleri -ki bunu takdir etmek hükümetlere aittir- icap ettirdiği zaman devlet rutinin dışına çıkabilir. Yani kanunsuzluk yapma manasında söylemiyorum. Rutinin dışına çıkma payı vardır.”

Elbette bu söz, büyük bir tartışma koparır. Farklı kesimler Demirel’i eleştirirler. Barolar Birliği sert bir tepki gösterir. Demirel, bunun üzerine, iki gün sonra bu açıklamasını düzeltme mecburiyetinde kalır. Rutin dışına çıkmayı “yasaları aşmama koşuluna” bağladığını “devletin hangi gerekçelerle olursa olsun kanunsuz hareketleri himaye etmeyeceğini” söyler (Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, 2023, s. 444).

Hurdacıya Düşen Büyük Sır
İşte Demirel’in tarif ettiği bu rutin dışına çıkma halinin belgesi, yıllar sonra bir kâğıt hurdacısında bulundu. Eski Cumhurbaşkanı Özal’ın İstanbul-Balmumcu’daki evinden çıkan ve yolu kâğıt hurdacısına düşen bir belge, Cumhuriyet tarihin en karanlık dönemlerinden birinin üzerindeki perdeyi araladı.

10 Haber’den Masum Gök’ün ulaştığı bu belge; Millî Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği tarafından 20 Aralık 1992 tarihinde hazırlanmış. Kırmızı kapla ciltlenmiş belge, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başyaverince “Sayın Cumhurbaşkanına sunulmak üzere”’ 22 Ocak 1993’te imza karşılığı teslim alınmış.

“Psikolojik Etkinlik Çalışmaları-Sonuç Raporu” adını taşıyan ve ekleri hariç 67 sayfa tutan bu belge, devletin PKK ile mücadelede başvurması gereken psikolojik harekâtları tanımlıyor ve gereğinin yerine getirilmesi için devletin ilgili birimlerinin bir “psikolojik harekât birimi” kurmalarını emrediyor. Psikolojik harekâta ise şu misyon biçiliyor:

“Yapılan çalışmanın amacı devletin PKK silahlı bölücü terör örgütü ile mücadelesinde psikolojik güç birliğini sağlamak, karşı propaganda ile PKK’nın yurt içinde ve dışında her alanda yaptığı propagandasını etkisiz kılmak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının devlete güven ve bağlılık duygularını tazelemek ve pekiştirmek ve bunların neticesi olarak da psikolojik üstünlük mücadelesini kazanmaktır.”

Belgenin giriş kısmında, devletin PKK ile bugüne kadar “demokratik hukuk devleti kurallarıyla mücadele ettiği” belirtiliyor. Fakat alınan bütün tedbirlere rağmen beklenen neticeye ulaşılamadığından, terör eylemleri ve terör söyleminin hızla yayılmaya devam ettiğinden yakınıyor. Dolayısıyla belge, hukuk içinde kalmanın artık devlete yetmediğini ima eden bir söyleme yaslanıyor.

O halde, mücadeleyi derinleştirmek ve arzulanan sonuca varmak için ne yapılmalıdır? Cevap bellidir: Hukuki sınırları aşmak, yani rutinin dışına çıkmak! Bu meyanda, belgede özellikle jandarmaya verilen görevleri vurgulamak gerekir. Jandarmaya birçok görev veriliyor ama en çok “Örgüte destek sağladığı bilinen işadamlarına özel tedbirler uygulamak” görevi dikkat çekiyor.

Tabiatıyla sormak icap ediyor: Acaba jandarma, işadamlarına ne gibi bir özel tedbir uygulayabilir? Neden olması gerektiği gibi devletin mali ve iktisadi işlerine bakan birimleri değil de bu işle jandarma vazifelendiriliyor?

Jandarmanın işadamları için -hem de özel tedbirler uygulamakla– görevlendirilmesi, akla hemen o dönemde çok sayıda Kürt işadamının ve kanaat önderinin faili meçhul cinayetlerde katledilmelerini getiriyor.

“Her biçimde”
Zira bu belgenin hazırlanmasından yaklaşık bir yıl sonra, 4 Kasım 1993’te dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İstanbul’da gazetecilere çok mühim bir açıklama yapar. “Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var” der Çiller ve ardından ekler: “Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir.”

Çiller’in her biçimde vurgusunun altını çizmek lazımdır. Zira bu açıklamanın yapılmasından 70 gün sonra, ilk olarak Behçet Cantürk öldürülür. Daha sonra bir cinayet serisi başlar. Kürt kimlikleriyle maruf işadamları, avukatlar ve bürokratlar katledilirler. Yusuf Ziya Ekinci, Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, Namık Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan, Fevzi Arslan, Şahin Arslan ve Mecit Baskın gibi isimler faili meçhul cinayetler dalgasının kurbanı olurlar.

Gök’ün ele geçirdiği bu belgeden hareketler hem dünümüz hem de bugünümüz için geçerli iki noktaya temas edilebilir:

Evvelen, bu belge, Türkiye’de gayrihukuki, anti-demokratik ve özgürlük karşıtı dil ve pratiklerin büyük bir kısmının kaynağının Kürt meselesi olduğunu bir kez daha teyit ediyor. Kürt meselesinde siyasetten uzaklaşıp sopaya tutundukça, devletin hukuk dışına çıkması, suça batması ve devlet içinde çetelerin oluşması engellenemez.

Demokratik ve hukuki bir çerçeve içinde çözülmediği müddetçe bu mesele, her zaman hak ve hürriyetlerin altını oyar, hukuksuzluk üretir, siyasi ve iktisadi krizlere yol açar. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle ve muhtemel yarın da böyle olacak.

Saniyen, devlet yetkisini kullanan kişileri hukuktan azade kılmak; Susurluk Çetesi benzeri yapıların devlet içinde yuvalanmasını sağlamış, memleketi bir yargısız infazlar çukuruna ve faili meçhul cinayetler mezarlığına döndürmüştür. Devletin rutin dışına çıkmasına cevaz vermek, bu kara tabloya onay vermekten başka bir mana taşımaz. Zira hukukla bağı kopmuş bir devletin çürümesi, yozlaşması ve çeteleşmesi kaçınılmazdır. Devlet demek, rutin demektir. Devlet demek, hukuk demektir.

Devleti devlet yapan hukuktur; hukuk yoksa devlet çeteden başka bir şey değildir.

Vahap Coşkun - www.perspektif.online

28 Şubat 2024 Çarşamba

Türkiye’nin Yeni Güvenlik Rejimi

Millî İstihbarat Teşkilatı’nın doksan yedinci kuruluş yıldönümü vesilesiyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) “Temas İstanbul” isimli bir sergi açıldı. MİT’in kuruluşundan bugüne yapılan operasyonlarda kullanılan araç gereçler, bir diğer ifadeyle casusluk cihazları, ziyaretçilere sergileniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Millî İstihbarat Akademisi’nin kurulduğunun açıklanmasının ardından söz konusu serginin de ziyaretçilere açılması, varlık nedeninin “gizlilik” olması gereken bir kurum açısından oldukça manidar. Belki de uzun yıllar boyunca gizliliğiyle ve erişilemezliğiyle Erdoğan rejiminin hem en karanlık hem de en güçlü kurumlarından biri olan MİT, İstihbarat Akademisi ve “Temas İstanbul” sergisiyle bir nevi halkla ilişkiler çalışmalarına yeni bir boyut kazandırarak hem varlığını hem de icraatlarını meşrulaştıracağı bir zemin yaratıyor.

15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye’de yaşanan kurumsal ve siyasi dönüşüm, millî güvenlik temelli yeni bir rejimin yaratılmasına olanak sağladı. Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı da MİT oldu. Bu makalede, önce 15 Temmuz’dan sonra yaratılan yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini ve siyasi dinamiklerini inceleyecek, ardından da MİT’in yeni rejimdeki kritik rolünü ve konumunu tartışacağız.

Kademeli Dönüşümden Kırılma Noktasına

Siyaset bilimi literatüründe critical junctures olarak kavramsallaştırılan kritik dönemeçler, uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal alanları kontrol eden, şekillendiren ve dönüştüren kurumsal yapıların köklü değişimler geçirdiği kırılma noktalarını açıklamada kullanılıyor.

15 Temmuz 2016 da Türkiye için siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönemeç oldu. Türkiye’nin yeni rejimini, siyasi koalisyonlarını ve ekonomik modelini doğru analiz edebilmek için bu süreçte yaşanan kurumsal dönüşümü ve bu dönüşümün arkasındaki yapısal nedenleri sistematik bir yaklaşımla açıklamak büyük önem taşıyor.

15 Temmuz darbe girişimi, AKP iktidarının 2002’den beri yavaş ve sistematik bir şekilde dönüştürmeye ve tahakkümü altına almaya çalıştığı ordu, bürokrasi ve siyasal alanın yapısal bir kırılmayla köklü bir değişim geçirdiği önemli bir dönüm noktası yarattı. AB ile üyelik müzakereleri şemsiyesi altında TSK’nın siyasi, ekonomik ve bürokratik gücünün geriletilmesine yönelik reformlar, Fethullahçılar ile kurulan ittifakın verdiği güçle başta yargı ve güvenlik olmak üzere bürokrasinin kontrol altına alınması, Ergenekon ve Balyoz davaları ile TSK’nın toplumsal meşruiyetinin azaltılması ve yönetim kadrosunun değiştirilmesi, yasal değişikliklerle yürütmenin tüm yetkilerinin Erdoğan’ın elinde toplanması 15 Temmuz 2016’ya kadar yavaş ve kademeli bir süreç olarak ilerledi. Siyaset Bilimciler James Mahoney ve Kathleen Thelen’ın “gradual change”[1] (kademeli dönüşüm) olarak kavramsallaştırdığı bu kurumsal dönüşüm süreci, 15 Temmuz’daki yapısal kırılmayla bir yeniden inşa süreci yarattı.

Güvenlik kurumları, güvenlik bürokrasisi ve yürütme erkinin yetkilerinde yaşanan bu yapısal dönüşüm, Türkiye’de yeni bir güvenlik rejiminin yaratılmasına olanak sağladı. Bir başka perspektiften bakıldığında, tüm bu kurumsal dönüşüm çabalarının nihai hedeflerinden birinin yeni bir güvenlik rejimi yaratmak olduğunu da iddia etmek mümkün.

Yeni Güvenlik Rejiminin Kurumsal Mimarisi

15 Temmuz 2016 AB ile tam üyelik müzakereleri ve 2010 referandumu ile adım adım inşa edilen yeni güvenlik rejiminin kurumsallaşması yönünde önemli bir itici kuvvet yarattı. Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini üç maddede özetlemek mümkün: paralel yetkiler, tek bir kumanda merkezi ve darbe önleyici önlemler (coup-proofing).

Güvenlik kurumları arasında paralel yetkilendirme

15 Temmuz’dan sonra OHAL kararnameleriyle TSK’nın kurumsal yapısı ve yetkilerinin yeniden şekillendirilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesinin ardından tüm devletin yapısal bir dönüşüme sokulması Türkiye’nin geleneksel güvenlik rejimini oluşturan kurumları da büyük ölçüde değiştirdi. MİT, TSK ve Emniyet arasında bir yetki ve güç paylaşımı yapılarak bu kurumlar birbirine paralel yetkilere ve güce sahip rakip güvenlik aygıtları haline getirildi.

MİT’in görev ve yetki alanı, iç operasyonlara ek olarak yurtdışı operasyonları da içerecek şekilde genişletildi. Aslında, 2014 yılında 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda yapılan değişiklikle MİT’in yurtdışında operasyon yapabilmesine yasal zemin oluşturulsa da özellikle 2016’dan sonra yurtdışı operasyonları daha görünür hale getirildi. Sinem Adar, bu kurumsal dönüşüm sürecinde “2016’dan sonra MİT’in TSK ve Emniyet’e karşı geniş yetkilerle donatılarak yeni güvenlik rejiminin merkezine oturtulduğunu” iddia ediyor. Öte yandan, özellikle Hendek Operasyonları’nda görünür hale gelen Emniyet’e bağlı Özel Harekat polislerinin PKK’ya karşı operasyonlarda görünür şekilde kullanılmasıyla birlikte TSK’nın terörle mücadeledeki geleneksel rolü gerileyerek MİT-TSK-Emniyet arasında bir rol ve yetki paylaşımına gidildi.

25 Temmuz 2016’da 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın TSK’dan ayırılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması da yeni güvenlik rejiminde birbirine paralel yetkilere sahip kurumlar yaratılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. TSK’nın iç siyasetteki ağırlığını oluşturan kurumlar İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak ordunun tüm yetki ve odağı yurtdışı operasyonlara ve tehditlere yönlendirildi. Son olarak, 2021 "millî güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT’in, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilmesine olanak sağlayan yasal düzenleme güvenlik rejiminin üç temel kurumu arasındaki paralel yetkilendirmeye önemli bir örnek teşkil ediyor.

Tek bir kumanda merkezi

Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisindeki ikinci önemli nokta bütün güvenlik aygıtlarının kontrol ve kumanda merkezinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Cumhurbaşkanının başkomutan kimliğine sıklıkla vurgu yapılması ve millî güvenliği kendi şahsında bütünleştirme gayretleri yeni güvenlik rejiminin alametifarikalarından.

CHS’ye geçilmeden önce başbakana karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı yeni sistemde millî savunma bakanına bağlandı. Bu değişiklik her ne kadar yetki paylaşımı olarak görünse de yeni sistemde millî savunma bakanının cumhurbaşkanının savunma sekreteri rolünde olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin hem genelkurmay başkanlığı için bir statü düşürülmesi hem de cumhurbaşkanın tam kontrolünde bir makam haline getirildiğini gösteriyor.[2] Ek olarak, CHS’ye geçişle birlikte kuvvet komutanlarının da millî savunma bakanına bağlanması TSK’nın tüm üst düzey kademesinin doğrudan cumhurbaşkanının kontrolüne alındığı anlamına geliyor.


 

Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) yapısında yapılan değişiklikler de tüm güvenlik rejiminin cumhurbaşkanının kontrolüne alınmasında önemli bir adım olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı yardımcısı, millî eğitim bakanı ve hazine ve maliye bakanının da YAŞ üyeliğine getirilmesiyle birlikte burada sivillerin ağırlığının önemli ölçüde artırılması ve YAŞ sekreteryasının MSB’ye bağlanması ile cumhurbaşkanının burada da tam kontrol sahibi olduğunu söylemek mümkün. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın, CHS’ye geçişle Savunma Sanayii Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılması ve doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması, en büyük savunma sanayi şirketlerini bünyesinde barındırmasıyla silah sanayinden elde edilen geliri de kontrol eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın mütevelli heyeti başkanlığına da cumhurbaşkanının getirilmesiyle güvenlik rejiminin hem bürokratik hem de finansal kaynakları üzerinde tek yetkili kişi yine cumhurbaşkanı oldu.

Darbe önleyici önlemler

Hem güvenlik aygıtlarının birbirine paralel yetkilerle donatılarak yeniden yapılandırılması hem de tüm güvenlik rejiminin kontrol ve kumandasının Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması, siyaset bilimi literatüründe coup-proofing[3] olarak kavramsallaştırılan darbe önleyici yöntemlerin ayaklarını oluşturuyor. Fethullahçılarla yaşanan devlet krizinin 2013’te iyice görünür hale gelmesinden sonra MİT ve Emniyet’i TSK’ya karşı güçlendiren ve yetkilendiren Erdoğan yönetimi, 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından bu üç kurumu birbirine paralel yetkilerle yeniden şekillendirerek ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü tamamen kendi eline alarak tüm güvenlik rejimi üzerinde tam bir kontrol sağlamaya çalıştı. Bu dönüşümün temel hedeflerinden birinin de olası bir darbe girişimini engelleyecek yeni bir kurumsal mimari olduğu iddia edilebilir.

Toplumsal Meşruiyet Araçları

Güvenlik rejiminde yaşanan bu kurumsal ve yapısal dönüşüm, bir yandan AKP-MHP ittifakı ile siyasi bir meşruiyet kazanırken diğer yandan savunma sanayi ve televizyon dizileri üzerinden toplumsal meşruiyet de kazanıyor.

Savunma Sanayii

Savunma sanayii, yeni güvenlik rejiminin en büyük somut kazanımlarından biri olarak çok güçlü bir toplumsal meşruiyet kaynağı haline gelmiş durumda. 2023 seçimlerinde başta TCG Anadolu olmak üzere savunma projelerinin adeta Cumhur İttifakı’nın seçim otobüsü gibi kullanılması, ekonomik kriz ve kurumsal çöküşün savunma sanayii etrafında yaratılan yeni bir kalkınma modeli anlatısıyla gölgelenmesi ve muhalefetin soyut eleştirilerine somut kazanımlarla cevap verilmesi, yeni rejimin yarattığı toplumsal meşruiyetin en güncel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.

Özellikle İkinci Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a gönderdiği SİHA’ların kullanılması, savaşın kazanılmasında SİHA’ların “oyun değiştirici” rolüne yapılan vurgu ve MİT’in sınır ötesi operasyonlarında yine İHA/SİHA’ların başarısına sistematik şekilde atıf yapılması güvenlik-dış politika-savunma sanayii arasında birbirine eklemlenmiş bir hikâye sunuyor. Ek olarak, savunma sanayiine ilişkin yapılan hemen hemen her açıklama ve haberde “Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde” ifadesinin vurgulu şekilde kullanılması hem yeni güvenlik rejimine hem de onun tek karar ve uygulama mercii olarak cumhurbaşkanının meşruiyetini yeniden üretiyor.

Diziler

Başta TRT olmak üzere iktidara yakın televizyon kanallarında sayısı her geçen gün artan tarih dizileri üzerinden yeni bir tarih anlatısı yaratmak ve millet-devlet-lider miti üzerinden otoriter ve milliyetçi yeni siyasi düzene toplumsal meşruiyet kazandırmak bir süredir üzerine düşünülen ve yazılan konulardan biri. TRT’de 2021 yılında yayınlanmaya başlayan Teşkilat dizisi ise hem günümüz Türkiye’sine odaklanması hem de İslâmi motiflerden ziyade milliyetçi söylem ve sembolleri öne çıkarmasıyla yeni güvenlik rejiminin ideolojik ve kurumsal dönüşümüne uyumlu bir profil çiziyor.

MİT mensuplarının Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonları konu eden dizi, Türkiye’nin başta İHA/SİHA’lar olmak üzere savunma sanayii teknolojisini ele geçirmek isteyen “dış güçlerle” MİT’in mücadelesini ele alıyor. Yukarıda değindiğimiz, güvenlik-dış politika-savunma sanayii üçgenini bir “kahramanlık öyküsü” etrafında işleyen dizi, iktidarın yarattığı toplumsal meşruiyet araçlarına somut bir örnek teşkil ediyor. MİT’in doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “MİT, ileri teknolojileri operasyonel kapasitesine entegre etmeyi başaran en etkili kurumlardan biridir. Yeni dönemde de yeni ürün portföyünün envantere alınmasıyla kararlılıkla bu tür operasyonları ifa etmeye devam edecektir,” ifadeleri siyasi söylemler ve diziler aracılığıyla toplumsal meşruiyet yaratma çabaları arasındaki paralellikleri kanıtlar nitelikte. Siyasetteki hamasi güvenlik söylemleri televizyon dizilerine yansıdığı gibi kurumsal iletişime de yansıyor. MİT’in resmî internet sayfasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranda yer alan ifadeler MİT’in hem yeni güvenlik rejimindeki konumunu hem de oluşturmaya çalıştığı toplumsal algıyı net bir şekilde gösteriyor.

MİT, yeni güvenlik rejiminin neresinde?

Türkiye’nin yeni güvenlik rejimi, merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, millî güvenlik kavramının AKP-MHP koalisyonunun iktidarda kalabilmesi temelinde şekillendiği ve TSK’nın yetki ve görevlerinin MİT ve Emniyet arasında paylaştırıldığı yeni bir sistem üzerinde şekilleniyor. MİT ise bu rejimin kilit noktasında yer alıyor. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet kurumları üzerindeki kontrolünü sağlarken diğer yandan rejime yönelik tehditleri bertaraf etme görevini üstleniyor. Hem sınır içinde hem de sınır ötesinde yürüttüğü operasyonlarla proaktif millî güvenlik doktrininin uygulayıcısı konumundaki MİT, aynı zamanda iç ve dış politikanın bir bütün olarak görüldüğü siyasi stratejiye de işlerlik kazandırıyor. Son olarak, yurtdışı operasyonların ekran yüzüne dönüştürülen MİT, sivil ile askerî alan arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı, sivil olanın askerîleştiği, askerî olanın da konjonktüre göre sivilleştiği hibrit bir güvenlik ve siyaset stratejisinin merkez kurumu olarak Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı olma görevini sürdürüyor.

Birikim -Abdullah Esin, Mehmet Yaşar Altundağ