Millî İstihbarat Teşkilatı’nın doksan yedinci kuruluş yıldönümü vesilesiyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) “Temas İstanbul” isimli bir sergi açıldı. MİT’in kuruluşundan bugüne yapılan operasyonlarda kullanılan araç gereçler, bir diğer ifadeyle casusluk cihazları, ziyaretçilere sergileniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Millî İstihbarat Akademisi’nin kurulduğunun açıklanmasının ardından söz konusu serginin de ziyaretçilere açılması, varlık nedeninin “gizlilik” olması gereken bir kurum açısından oldukça manidar. Belki de uzun yıllar boyunca gizliliğiyle ve erişilemezliğiyle Erdoğan rejiminin hem en karanlık hem de en güçlü kurumlarından biri olan MİT, İstihbarat Akademisi ve “Temas İstanbul” sergisiyle bir nevi halkla ilişkiler çalışmalarına yeni bir boyut kazandırarak hem varlığını hem de icraatlarını meşrulaştıracağı bir zemin yaratıyor. 15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye’de yaşanan kurumsal ve siyasi dönüşüm, millî güvenlik temelli yeni bir rejimin yaratılmasına olanak sağladı. Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı da MİT oldu. Bu makalede, önce 15 Temmuz’dan sonra yaratılan yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini ve siyasi dinamiklerini inceleyecek, ardından da MİT’in yeni rejimdeki kritik rolünü ve konumunu tartışacağız. Kademeli Dönüşümden Kırılma Noktasına Siyaset bilimi literatüründe critical junctures olarak kavramsallaştırılan kritik dönemeçler, uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal alanları kontrol eden, şekillendiren ve dönüştüren kurumsal yapıların köklü değişimler geçirdiği kırılma noktalarını açıklamada kullanılıyor. 15 Temmuz 2016 da Türkiye için siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönemeç oldu. Türkiye’nin yeni rejimini, siyasi koalisyonlarını ve ekonomik modelini doğru analiz edebilmek için bu süreçte yaşanan kurumsal dönüşümü ve bu dönüşümün arkasındaki yapısal nedenleri sistematik bir yaklaşımla açıklamak büyük önem taşıyor. 15 Temmuz darbe girişimi, AKP iktidarının 2002’den beri yavaş ve sistematik bir şekilde dönüştürmeye ve tahakkümü altına almaya çalıştığı ordu, bürokrasi ve siyasal alanın yapısal bir kırılmayla köklü bir değişim geçirdiği önemli bir dönüm noktası yarattı. AB ile üyelik müzakereleri şemsiyesi altında TSK’nın siyasi, ekonomik ve bürokratik gücünün geriletilmesine yönelik reformlar, Fethullahçılar ile kurulan ittifakın verdiği güçle başta yargı ve güvenlik olmak üzere bürokrasinin kontrol altına alınması, Ergenekon ve Balyoz davaları ile TSK’nın toplumsal meşruiyetinin azaltılması ve yönetim kadrosunun değiştirilmesi, yasal değişikliklerle yürütmenin tüm yetkilerinin Erdoğan’ın elinde toplanması 15 Temmuz 2016’ya kadar yavaş ve kademeli bir süreç olarak ilerledi. Siyaset Bilimciler James Mahoney ve Kathleen Thelen’ın “gradual change”[1] (kademeli dönüşüm) olarak kavramsallaştırdığı bu kurumsal dönüşüm süreci, 15 Temmuz’daki yapısal kırılmayla bir yeniden inşa süreci yarattı. Güvenlik kurumları, güvenlik bürokrasisi ve yürütme erkinin yetkilerinde yaşanan bu yapısal dönüşüm, Türkiye’de yeni bir güvenlik rejiminin yaratılmasına olanak sağladı. Bir başka perspektiften bakıldığında, tüm bu kurumsal dönüşüm çabalarının nihai hedeflerinden birinin yeni bir güvenlik rejimi yaratmak olduğunu da iddia etmek mümkün. Yeni Güvenlik Rejiminin Kurumsal Mimarisi 15 Temmuz 2016 AB ile tam üyelik müzakereleri ve 2010 referandumu ile adım adım inşa edilen yeni güvenlik rejiminin kurumsallaşması yönünde önemli bir itici kuvvet yarattı. Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisini üç maddede özetlemek mümkün: paralel yetkiler, tek bir kumanda merkezi ve darbe önleyici önlemler (coup-proofing). Güvenlik kurumları arasında paralel yetkilendirme 15 Temmuz’dan sonra OHAL kararnameleriyle TSK’nın kurumsal yapısı ve yetkilerinin yeniden şekillendirilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesinin ardından tüm devletin yapısal bir dönüşüme sokulması Türkiye’nin geleneksel güvenlik rejimini oluşturan kurumları da büyük ölçüde değiştirdi. MİT, TSK ve Emniyet arasında bir yetki ve güç paylaşımı yapılarak bu kurumlar birbirine paralel yetkilere ve güce sahip rakip güvenlik aygıtları haline getirildi. MİT’in görev ve yetki alanı, iç operasyonlara ek olarak yurtdışı operasyonları da içerecek şekilde genişletildi. Aslında, 2014 yılında 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda yapılan değişiklikle MİT’in yurtdışında operasyon yapabilmesine yasal zemin oluşturulsa da özellikle 2016’dan sonra yurtdışı operasyonları daha görünür hale getirildi. Sinem Adar, bu kurumsal dönüşüm sürecinde “2016’dan sonra MİT’in TSK ve Emniyet’e karşı geniş yetkilerle donatılarak yeni güvenlik rejiminin merkezine oturtulduğunu” iddia ediyor. Öte yandan, özellikle Hendek Operasyonları’nda görünür hale gelen Emniyet’e bağlı Özel Harekat polislerinin PKK’ya karşı operasyonlarda görünür şekilde kullanılmasıyla birlikte TSK’nın terörle mücadeledeki geleneksel rolü gerileyerek MİT-TSK-Emniyet arasında bir rol ve yetki paylaşımına gidildi. 25 Temmuz 2016’da 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın TSK’dan ayırılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması da yeni güvenlik rejiminde birbirine paralel yetkilere sahip kurumlar yaratılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. TSK’nın iç siyasetteki ağırlığını oluşturan kurumlar İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak ordunun tüm yetki ve odağı yurtdışı operasyonlara ve tehditlere yönlendirildi. Son olarak, 2021 "millî güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT’in, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilmesine olanak sağlayan yasal düzenleme güvenlik rejiminin üç temel kurumu arasındaki paralel yetkilendirmeye önemli bir örnek teşkil ediyor. Tek bir kumanda merkezi Yeni güvenlik rejiminin kurumsal mimarisindeki ikinci önemli nokta bütün güvenlik aygıtlarının kontrol ve kumanda merkezinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Cumhurbaşkanının başkomutan kimliğine sıklıkla vurgu yapılması ve millî güvenliği kendi şahsında bütünleştirme gayretleri yeni güvenlik rejiminin alametifarikalarından. CHS’ye geçilmeden önce başbakana karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı yeni sistemde millî savunma bakanına bağlandı. Bu değişiklik her ne kadar yetki paylaşımı olarak görünse de yeni sistemde millî savunma bakanının cumhurbaşkanının savunma sekreteri rolünde olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin hem genelkurmay başkanlığı için bir statü düşürülmesi hem de cumhurbaşkanın tam kontrolünde bir makam haline getirildiğini gösteriyor.[2] Ek olarak, CHS’ye geçişle birlikte kuvvet komutanlarının da millî savunma bakanına bağlanması TSK’nın tüm üst düzey kademesinin doğrudan cumhurbaşkanının kontrolüne alındığı anlamına geliyor.⤤ |
Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) yapısında yapılan değişiklikler de tüm güvenlik rejiminin cumhurbaşkanının kontrolüne alınmasında önemli bir adım olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı yardımcısı, millî eğitim bakanı ve hazine ve maliye bakanının da YAŞ üyeliğine getirilmesiyle birlikte burada sivillerin ağırlığının önemli ölçüde artırılması ve YAŞ sekreteryasının MSB’ye bağlanması ile cumhurbaşkanının burada da tam kontrol sahibi olduğunu söylemek mümkün. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın, CHS’ye geçişle Savunma Sanayii Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılması ve doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması, en büyük savunma sanayi şirketlerini bünyesinde barındırmasıyla silah sanayinden elde edilen geliri de kontrol eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın mütevelli heyeti başkanlığına da cumhurbaşkanının getirilmesiyle güvenlik rejiminin hem bürokratik hem de finansal kaynakları üzerinde tek yetkili kişi yine cumhurbaşkanı oldu. Darbe önleyici önlemler Hem güvenlik aygıtlarının birbirine paralel yetkilerle donatılarak yeniden yapılandırılması hem de tüm güvenlik rejiminin kontrol ve kumandasının Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması, siyaset bilimi literatüründe coup-proofing[3] olarak kavramsallaştırılan darbe önleyici yöntemlerin ayaklarını oluşturuyor. Fethullahçılarla yaşanan devlet krizinin 2013’te iyice görünür hale gelmesinden sonra MİT ve Emniyet’i TSK’ya karşı güçlendiren ve yetkilendiren Erdoğan yönetimi, 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından bu üç kurumu birbirine paralel yetkilerle yeniden şekillendirerek ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü tamamen kendi eline alarak tüm güvenlik rejimi üzerinde tam bir kontrol sağlamaya çalıştı. Bu dönüşümün temel hedeflerinden birinin de olası bir darbe girişimini engelleyecek yeni bir kurumsal mimari olduğu iddia edilebilir. Toplumsal Meşruiyet Araçları Güvenlik rejiminde yaşanan bu kurumsal ve yapısal dönüşüm, bir yandan AKP-MHP ittifakı ile siyasi bir meşruiyet kazanırken diğer yandan savunma sanayi ve televizyon dizileri üzerinden toplumsal meşruiyet de kazanıyor. Savunma Sanayii Savunma sanayii, yeni güvenlik rejiminin en büyük somut kazanımlarından biri olarak çok güçlü bir toplumsal meşruiyet kaynağı haline gelmiş durumda. 2023 seçimlerinde başta TCG Anadolu olmak üzere savunma projelerinin adeta Cumhur İttifakı’nın seçim otobüsü gibi kullanılması, ekonomik kriz ve kurumsal çöküşün savunma sanayii etrafında yaratılan yeni bir kalkınma modeli anlatısıyla gölgelenmesi ve muhalefetin soyut eleştirilerine somut kazanımlarla cevap verilmesi, yeni rejimin yarattığı toplumsal meşruiyetin en güncel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle İkinci Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a gönderdiği SİHA’ların kullanılması, savaşın kazanılmasında SİHA’ların “oyun değiştirici” rolüne yapılan vurgu ve MİT’in sınır ötesi operasyonlarında yine İHA/SİHA’ların başarısına sistematik şekilde atıf yapılması güvenlik-dış politika-savunma sanayii arasında birbirine eklemlenmiş bir hikâye sunuyor. Ek olarak, savunma sanayiine ilişkin yapılan hemen hemen her açıklama ve haberde “Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde” ifadesinin vurgulu şekilde kullanılması hem yeni güvenlik rejimine hem de onun tek karar ve uygulama mercii olarak cumhurbaşkanının meşruiyetini yeniden üretiyor. Diziler Başta TRT olmak üzere iktidara yakın televizyon kanallarında sayısı her geçen gün artan tarih dizileri üzerinden yeni bir tarih anlatısı yaratmak ve millet-devlet-lider miti üzerinden otoriter ve milliyetçi yeni siyasi düzene toplumsal meşruiyet kazandırmak bir süredir üzerine düşünülen ve yazılan konulardan biri. TRT’de 2021 yılında yayınlanmaya başlayan Teşkilat dizisi ise hem günümüz Türkiye’sine odaklanması hem de İslâmi motiflerden ziyade milliyetçi söylem ve sembolleri öne çıkarmasıyla yeni güvenlik rejiminin ideolojik ve kurumsal dönüşümüne uyumlu bir profil çiziyor. MİT mensuplarının Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonları konu eden dizi, Türkiye’nin başta İHA/SİHA’lar olmak üzere savunma sanayii teknolojisini ele geçirmek isteyen “dış güçlerle” MİT’in mücadelesini ele alıyor. Yukarıda değindiğimiz, güvenlik-dış politika-savunma sanayii üçgenini bir “kahramanlık öyküsü” etrafında işleyen dizi, iktidarın yarattığı toplumsal meşruiyet araçlarına somut bir örnek teşkil ediyor. MİT’in doksan yedinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “MİT, ileri teknolojileri operasyonel kapasitesine entegre etmeyi başaran en etkili kurumlardan biridir. Yeni dönemde de yeni ürün portföyünün envantere alınmasıyla kararlılıkla bu tür operasyonları ifa etmeye devam edecektir,” ifadeleri siyasi söylemler ve diziler aracılığıyla toplumsal meşruiyet yaratma çabaları arasındaki paralellikleri kanıtlar nitelikte. Siyasetteki hamasi güvenlik söylemleri televizyon dizilerine yansıdığı gibi kurumsal iletişime de yansıyor. MİT’in resmî internet sayfasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranda yer alan ifadeler MİT’in hem yeni güvenlik rejimindeki konumunu hem de oluşturmaya çalıştığı toplumsal algıyı net bir şekilde gösteriyor. MİT, yeni güvenlik rejiminin neresinde? Türkiye’nin yeni güvenlik rejimi, merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, millî güvenlik kavramının AKP-MHP koalisyonunun iktidarda kalabilmesi temelinde şekillendiği ve TSK’nın yetki ve görevlerinin MİT ve Emniyet arasında paylaştırıldığı yeni bir sistem üzerinde şekilleniyor. MİT ise bu rejimin kilit noktasında yer alıyor. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet kurumları üzerindeki kontrolünü sağlarken diğer yandan rejime yönelik tehditleri bertaraf etme görevini üstleniyor. Hem sınır içinde hem de sınır ötesinde yürüttüğü operasyonlarla proaktif millî güvenlik doktrininin uygulayıcısı konumundaki MİT, aynı zamanda iç ve dış politikanın bir bütün olarak görüldüğü siyasi stratejiye de işlerlik kazandırıyor. Son olarak, yurtdışı operasyonların ekran yüzüne dönüştürülen MİT, sivil ile askerî alan arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı, sivil olanın askerîleştiği, askerî olanın da konjonktüre göre sivilleştiği hibrit bir güvenlik ve siyaset stratejisinin merkez kurumu olarak Türkiye’nin yeni güvenlik rejiminin mihenktaşı olma görevini sürdürüyor. |
Translate
28 Şubat 2024 Çarşamba
Türkiye’nin Yeni Güvenlik Rejimi
22 Ocak 2024 Pazartesi
Özerklik Nedir? (Demokratik ve Yerel Özerklik)
Özerkliğin Anlamı ve KapsamıÖzerklik, sözcük anlamı itibariyle, yönetim açısından dış baskılardan ve denetimlerden bağımsız olma halini tanımlar. "Muhtariyet" olarak da bilinen sözcüğün bir diğer adı "otonomi"dir. Bir yerel topluluk, yerel nitelikteki işlerini kendi iradesiyle, kendi kendine ve kendi organları ile yapıyorsa ve tüm bunları yapabilmesine olanak sağlayan kaynakları mevcutsa özerktir. Yani, özerklik, kısaca kendi kendine yetme ve yönetimde serbest olma durumudur. Özerklik, dokunulmazlık anlamına gelmez. Aynı şekilde, bağımsız olmak demek de değildir. Özerkliğin sınırları ve çerçevesini anayasa ve yasalar belirler. Eğer, yasaların olumsuz şekilde yorumlandığı, ülke çıkarlarıyla uyuşmayan kararların alındığı ve bu kararların uygulandığı bir ortam varsa, bu ortamı oluşturan topluluk özerklik kavramının niteliklerine ters düşüyor demektir. Özerkliğin asli amacı, hizmettir. Verilen hizmetlerin daha iyi yürütülmesi hedeflendiği için özerklik uygulanır. Özerklik, yasalarla belirlenmiş çerçeve içinde kaldığı müddetçe, idarelerin kendi faaliyetlerine hakim olacakları kuralları, kendi seçtikleri organlar vasıtasıyla koymaya hak ve yetki sahibi olmasıdır. Bir başka tanıma göre ise, özerklik, yerel yönetimlerin yasalarla belirlenmiş sınırların içinde kalarak, yerel işlerini kendi sorumlulukları ile ve kendi seçilmiş organları ile yerel halkın faydasına ve çıkarlarına uygun olarak düzenleme, belirleme ve yönetme hakkı ile imkanıdır. Özerklik, yerel yönetimlere daha fazla hareket alanı ve hürlüğü verir. Bu sayede, yerel yönetimler yerel hizmetlerini kendileri planlayıp iç örgütlenmelerini kendileri tamamlarlar. Özerkliğin en dış çerçevesini belirleyen anayasa ve yasalar, kimi zaman özerkliğin kısıtlanmasına ve yok edilmesine de yol açabilir. Bu yüzden, özerklik bir ülkenin anayasasında çok net biçimde tanımlanmış olmalıdır. Günümüzde, özerkliğin yaygın olarak uygulandığı pek çok ülke vardır. Özerkliğin üç temel amacı bulunur. Bu amaçlar:
Özerkliğin iki anlamının olduğu kabul edilir. Böylece, yerel ve demokratik özerkliğin de iki farklı yönü ortaya çıkmış olur. İlki, yerel yönetimlerin tüzel kişiliklerinin özerkliğidir. Bu tip yerel özerklik, yerel yönetimin organlarının merkez yönetimle ilişkilerini ilgilendiren tiptir. Burada, yerel yönetimin merkezi yönetimden tamamen bağımsız olması beklenmez. Önemli olan, görevlerini, merkezi yönetim müdahale etmeden kendi imkanları dahilinde yapmalarıdır. Bu tip özerklik şu sonuçları beraberinde getirir:
İkincisi ise, ilgili bölgede bulunan yerel halkın özerkliğidir. Burada, yerel yönetimin halkla ilişkisi konu alınır. Seçilmiş yerel yönetim organları, halkı layıkıyla temsil edebilmeyi önemser. O yüzden, bu yerel özerlikte, halkı temsil edebilecek kişilerin seçilmesine olanak tanıyan bir seçim ortamı sağlanmalıdır. Bu çeşit özerkliğin nitelikleri ise şöyledir:
Özerklik kavramı, Batı Avrupa'nın feodalizmden kapitalizme geçişi aşamasında ortaya çıkmış bir ilkedir. Bu değişim gerçekleşirken, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yapıların gelişmesine yardımcı olan, demokrasinin ve onun getirdiği düzenin uygulanabilmesine olanak sağlayan bir kurum olarak dikkat çekmiştir. Modern devlet yapısında, merkezi yönetimler ve yerel yönetimler ahenk içerisindedir ve ayrıca yerel yönetimlerin anayasada belirlenmiş ve tanımlanmış bir özerklik alanı vardır. Bu kavram, günümüzde kazandığı ekstra önem nedeniyle, çoğulcu demokrasinin egemen olduğu toplumlarda daha çok karşımıza çıkar. Özerklik kavramı hem genel çerçevesiyle, hem de yerel ve demokratik özerklik alt başlıkları ile 1960'lı yıllardan beri başta Avrupa'da olmak üzere tüm dünyada tartışılmaktadır. Özellikle 1990'lı yıllarda, hakkında sayısız akademik çalışma yapılarak Avrupa'da entegrasyonu hız kazanmış ve ulus-devletler yavaş yavaş geri plana çekilmeye başlamıştır. 1985'te imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. Demokratik Özerklik Nedir?Demokratik özerklik, bir devletin içinde, siyasal egemenlik yetkilerinin değil ancak yönetim yetki ve görevlerinin bir kısmının yerel seçimle iş başına gelmiş temsili yapılara devir olma durumudur. Ülke bütünlüğü dahilinde, halkın yerel yönetimde söz ve karar sahibi olması demektir. Bu görev icra edilirken, yerel halk kendi farklılıklarını da özgürce ifade edebilecektir. Demokratik özerklik, tüm yerel halkın, etnik kimlikleri, inançları ve yaşam biçimleri önemsenmeksizin baskı altında olmadan, kendilerini özgürce ifade edebildiği, hizmetin eşit şekilde dağıtılabildiği ve halkın yönetime katılabildiği adil bir toplumu amaçlar. Demokratik özerkliğin hayata geçmesi ve devam ettirilebilmesi için anayasada tanımlanması ve yasalar tarafından güvence altına alınması şarttır. Bununla birlikte, hem siyasi hem de idari yapılanmada reform gerektirir. Bu idari modele göre, birbiriyle yoğun şekilde sosyo-kültürel ilişkilerde ve ekonomik münasebette olan komşu illeri ihtiva eden, yapı anlamında seçilerek görev başına gelmiş il genel meclislerine benzeyen, ademi merkeziyetçi nitelikte bölgesel meclisler kurulur. Demokratik özerkliğin çerçevesi aşağıdaki şekilde belirlenir:
| " |
⥅Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik ŞartıYerel özerklik olgusu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın 3. maddesinin 1. fıkrasında şu şekilde açıklanmıştır: "Yerel makamların, yasalarla belirlenmiş sınırların içinde, kamu işlerinin mühim bir kısmını kendi sorumlulukları içinde ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönete hak ve yetkisine sahip olmalarıdır." Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise, bu hakkın, direkt, eşit, adil ve genel oya dayanan bir gizli seçim sonucun göre, serbest şekilde seçilen üyelerden oluşmuş ve kendilerine karşı sorumlu olan yürütme organlarına sahip olan meclisler ya da kurul toplantıları tarafından kullanılabileceği belirtilmiştir.
Eğer yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin ön iznini veyahut onayını istiyorsa, bu izin ve onaylar olmadan karar alamıyor veya uygulayamıyorsa, ekiplerinin üzerinde merkezi yönetim tarafından kurulmuş bir baskı mevcutsa, maddi imkanları zayıfsa veya merkezi yönetime bağlı durumdaysa, yerel yönetimlerin özerkliğinden söz edilemez. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na göre, yerel yönetimlere aşağıdaki nedenler dolayısıyla önem verilir. Ayrıca, onların geliştirilmesi için uygulanması gereken kurallar ve özerkliğin sağlanması aşamasında dikkat edilmesi gereken faktörler vardır. Tüm bu maddeler şu şekilde sıralanabilir:
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, onların özerklik durumunun savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine önem veren ve bu ilkelere dayanan bir Avrupa'nın kurulması amacıyla yapılan bir çalışmalar bütünü olarak karşımıza çıkar. 15 Ekim 1985'te sözleşme olarak imzaya açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yürürlüğe girmesi amacıyla gerekli olan koşulların yerine getirilmesinden sonra, 1 Eylül 1988 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı 21 Kasım 1988 tarihinde imzalamıştır. 1991 senesinde ise 3723 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylanmasına karar verilerek, 1992 yılında 92/3398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır. Bu onay Resmi Gazete'de 3 Ekim 1992'de duyurulmuştur. Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın yürürlük tarihini 1 Nisan 1993 olarak belirlemiştir. Ayrıca, bazı hükümlerini benimsemiş, yedi tane hükmüne ise çekince koymuştur. |
18 Ekim 2023 Çarşamba
Kibbutz
Dünya kamuoyu dediğimiz mercilerin, bu korkunç vakaya sıkı sıkı yapışıp, İsrail devlet aklının öççü gaddarlığını mazur görmesinde de, gaddarlık yok mu? Resmî ağızlardan dökülen şu “insansı hayvan” lâfı, başlı başına insaniyetin katli değil midir? O kamuoyunun, Filistin ülkesinde yaşayan insanların yıllardır gün be gün süren ölümünü unutmak bile diyemiyoruz, görmez-bilmez oluşu, serinkanlı bir gaddarlık değil midir? Zaten şu günlerin öççü ablukası olmadan da, yıllardır bir süreğen abluka rejimi altında can çekişen Gazze’ye yapılanı tarife, gaddarlık kavramı yeter mi? İsrail devleti, kıyıcı güvenlik devleti ve istisna rejimi operasyonlarıyla, “21. yüzyıl faşizmi” diye bir şey varsa, onun ideolojik ve teknik know-how’ının öncülerinden olmuyor mu?
Sinizm deyince, bunun ansiklopedik karşılıklarından biri, “Batı”nın
diyeceğim, Filistin-İsrail meselesine bakışı olmalı. Black lives
matter/Siyahların canı da candır hareketinin ilhamıyla, Palestinian lives
matter/Filistinlilerin canı da candır şiârı, çok şükür ki işitilmiyor değil,
fakat cılızdır.
Korkunç, iç karartıcı büyük resim böyle… Biz bir küçük resme
bakalım mı? Şu yok edilen kibbutz yerleşimi Be’eri vesilesiyle, kibbutz olgusu
üstüne düşünelim, biraz. ‘Oralarda’ yiten bir şeyleri yeniden düşünmek için de,
vesiledir.
İbranice “topluluk” veya “birlikte” anlamına gelen Kibbutzlar, çoğunlukla kırsal nitelikli komünal-kolektif topluluklar. İsrail’in toprağa yerleşmesinde ve toprağı yeşertmesinde, tarihî bir rol oynadılar. Siyonist projenin öncü-yerleşimci ruhunun romantik temsilcileri ve tutkulu icracılarıydılar. 1967-1982 arasında Golan tepelerinde, Ürdün vadisinde ve Gazze şeridinin güneyinde kurulan 24 kibbutz, işgal edilen toprakların iskânında ön aldı. Filistin kurtuluş hareketinin, kibbutzları öncelikle ve esasen işgal, iskân ve (özellikle ilk dönemlerde) askerî/para-militer örgütlenmedeki rolüyle görmesi büsbütün sebepsiz değildir.
Türkiye’de kibbutz, bu hareketin en parlak zamanları olan 1960’lar ilâ
’70’lerin başlarında, anti-komünist söylemin bir temasıydı. 19 Haziran 1972
Devlet Bakanı İlhan Öztrak, TBMM’de hazırlanan toprak reformu yasa tasarısının
özel mülkiyete saygılı olduğunu anlatırken, meramını “[tasarının] bir sosyalist
düzen olan kibbutz’u getirmediğini” temin ederek özetlemiş sözgelimi. Şöyle izah
etmiş bakan: “Kibbutz’da mülkiyet ve üretim araçları kooperatifindir... Burada
hiç kimse kendi malına sahip değildir. Herkes sadece bir işçi olarak çalışır.
Kibbutz herkese ne takdir ediyorsa, ihtiyacı ne ise onu verir; okuması
gerekiyorsa okutur, tatile göndermek istiyorsa tatile gönderir… Bu, en ileri
sosyalist düzendir.” Evet, o vakitler Türk anti-komünizminin dilinde kibbutz,
katıksız komünizm öcüsünün imgelerinden biriydi.
Gerçekten, kibbutz
hareketi, sosyalizmin-komünizmin düşünce ve deneyim mirasının bir parçasıdır.
İçinde, eşitlik ütopyasıyla ilgili bir dava vardır. Bu deneyimin bir parçası
olarak yeterince tartışılmamış olması, belki yerel-ulusal niteliğiyle ilgili
(gerçi, kolhozlar-sovhozlar da yerel-ulusal değil miydi?!), ayrıca kuşkusuz
anti-semitist kalıplarla da ilgili.
Kibbutz fikri, siyonizmin sol kanadı içinde ortaya çıktı. Düşünsel kaynakları
arasında, Marx’ın “özgür üreticilerin birliği” kavramının ütopik sosyalistlere
uzatılabilecek bir yorumuyla, kooperatif temelli tabandan yukarı sosyalizmi inşa
etme fikri vardı. Varoluşçu din felsefecisi Martin Buber’in ilhamı da vardı.
Komünistlerle sosyal demokratların arasında duran, kısa ömürlü Sosyalist İşçi
Partisi çizgisindeki Menachem Gerson’un 1934’teki konuşması, kibbutz
felsefesinin epik bir özetidir. Gerson, kapitalist toplumda “hayat duygusunun ve
insanın bütünlüğünü kaybettiğini” söyler; emeller sürekli ertelenerek hayat bir
araca, “Sonra’nın gübresine” dönüşüyordur – yerleşik-kurumsal sosyalist
hareketin de zaafı budur ona göre. Siyasal amaçlar kendi başına değere dönüşerek
içeriği sorgulanmaz hale geliyor, hayata doğrudan hitap etmekten uzaklaşıyordur.
Oysa, kibbutz düşünürüne göre, “İnsan gün be gün karşılaştığı dünyaya, kendi
Ben’iyle karşılaşan Sen’lere muhtaçtır… İçimizdeki, insanî bir Sen’e duyduğumuz
derin özlem.” (Burada arkadan Buber’in sesini işitiyoruz.) Stalinizmin hüküm
sürdüğü o zamanda, “amaçlananla, hedefle aynı özden olan bir yolu yürümek”
düsturunu koyar Gerson: “Elle tutulur bir hedef gösteremeyiz kimseye, yalnızca
bir yol gösterebiliriz.” Topluluk içinde eşit ve özgür olma ülküsünü koyar:
“İhtiyacımız ‘kendinde’ bir cemaat değil, kişilerin oluşturduğu bir cemaat… Bir
şeylerden vazgeçmeye karar vermiş kişiler olabilirler, fakat karar vermekten
vazgeçmiş kişiler olmamalıdırlar.”
Kibbutz hareketi, özetle,
sosyalizm-komünizm içerisindeki, alternatif toplumsal ilişkileri devrim
sonrasına ertelemeyen, onları bugünden kurmayı hedefleyen (kâh anarşist, kâh
ütopist, kâh radikal- veya ‘devrimci’-reformist diyebileceğimiz) geleneğin bir
halkasıdır.
İsrail’de kibbutzlar 1909’da kurulmaya başladı. 1920’lerde, Rusya –ve Bolşevik– kökenli Emek Lejyonu, harekete yeni bir ivme verdi. Ziraî gelişmede emsali zor görünür başarılar sağladılar fakat kırsal ünlerinin aksine, sanayiye de yöneldiler. Sefalette eşitlik meyline karşı, sosyalizmi ortak refahı artırmak olarak görüyorlardı. Hareketin kendi içinde, komünistten liberale, kanatlar oluştu. Mikro ölçekte bir sosyalist üretim modelinin ne kadar yaşayabileceği üzerine, “alternatif ekonomi” veya “paralel ekonomi” modelleri üzerine yıllarca tartıştılar. Sanayileşme tecrübesine adım atarken, emek gücü kıtlığı nedeniyle, dışarıdan sınırlı ücretli emek istihdamını kabul etmeleri yine uzun tartışmalardan sonra gerçekleşti (“Sömürücü durumuna düşmeyelim!”)
Ancak neoliberal dönüşüm kibbutzları da vurdu, gitgide piyasalaştılar. Hâlâ sosyalist ilkelerde ısrar edenler var, fakat Tayland’dan ucuz göçmen işçi getiren gayet müteşebbis kibbutzlar da çıkıyor. Ziraî üretimdeki payları hâlâ önemli, fakat toplamda etkileri azaldı, nüfustaki payı % 6’dan % 4’e geriledi.
İsrail’de sol siyasetin önemli şahsiyetleri, en önemlisi barış hareketinin kurucu kadroları kibbutz hareketinden çıktı. Günümüzdeki kibbutz hareketi üyeleri, genellikle, Filistin Arap devletinin varolma hakkını savunurlar. Genellikle, Arap komşularıyla iyi ilişkiyi önemserler; İsrail’in ilk Yahudi-Arap müşterek okulu, bir kibbutz bünyesinden çıktı. Kibbutz hareketinin zayıflaması, -bu arada hâkim eğilim olmamakla birlikte tabanında bir sağa kaymanın da gözlenmesi-, hiç şüphe yok, İsrail’de sağcılaşmanın, ırkçılığın güçlenmesinin âmillerinden biri.
***
Kibbutz hareketini sosyalizm-komünizm mirası bakımından değerlendirirken,
asıl onların ‘iç siyasetine’ bakalım.
Fundamental bir Marksist ülkü olarak,
kafa-kol emeği ayrımını kaldırmak, kibbutzun temel ilkelerindendi; herkes her
işi yapmalıydı. “Herkesin ihtiyacına göre” ve “insanın kendini gerçekleştirmesi”
ilkeleri doğrultusunda, gelir eşitliği yanında fırsatların da eşitliğine
önemsediler. Tüketim olanaklarını düzenleyen bir “kişisel bütçeye” göre, her üye
belirli kalemlerde belirli miktarlarda mal ve hizmet edinme olanağına sahipti,
tüketim kalemleri arasında kaydırma yapamıyordu. (Yine uzun tartışmalara konu
olan “kapsayıcı bütçe” konsepti, kaydırma serbestisini tanıyordu.)
Doğrudan
demokrasi esastı. Her cumartesi bütün erişkinleri kapsayan genel kurul toplanır,
günlük ve kişisel hayattaki her meseleyi tartışırdı. Yönetim görevleri, ulusal
federasyonlara gidecek temsilciler dahil, mutlak rotasyona tabiydi.
Yöneticilerin yemek yedikleri yerler, konutları falan ayrı olamazdı.
Çocuklar, “çocuk evlerinde,” ailelerinden ayrı, kolektifin ortak çocukları
olarak yetiştirildiler. Amos Oz, “Küçük bir oğlan” adlı hikâyesinde, anne
babanın gece yatarken çocuklarının bir süre yanında durabilip bir masal
okuyabilişini anlatır – sonra öpüp ayrılırlar. “Komonizm” öcüsünün kusursuz bir
manzarası!
Herkesin herkesten sorumlu olmasının sarıp sarmalayıcılığının
verdiği güven ile, sarıp sarmalanmanın insanı boğabilen kıskacı arasındaki ezelî
gerilim, sosyalist-komünist ütopyanın da bir ezelî ikilemi olarak, kendini belki
en bariz kibbutz tecrübesinde gösterir.
Dünyanın en meşhur kibbuzimlerinden (kibbutz üyesi) biri olan yazar Amos Oz,
kibbutz hayatında insanın sürekli kendi doğasıyla, huylarıyla mücadele etmek
zorunda olmasının cehdini mükemmel anlatır: “Bir nehir akıntısının çakıl
taşlarını sürekli cilâlaması gibi, sürekli birbirimizi cilâlardık.” Oz’un
yazar olma hikâyesi, yine “komonizm” öcüsüne de iyi uyan, tipik bir kibbutz
tecrübesidir. Yirmi iki yaşındayken ilk hikâyesi yayımlanınca, haftalık
toplantıda bunu ‘delil’ gösterip yazı yazmak için birkaç “serbest saat” alma
talebinde bulunur. Saatlerce tartışmadan sonra (“Herkes yazı yazacağım, sanat
yapacağım diye tutturursa inekleri kim sağacak?”), diğer günlerde fazla mesai
yapması karşılığında, haftada bir “yazı günü” verilir. Anca otuz altı yaşında,
küçük bir çalışma odası tahsis edilecektir kendisine. Ömrünün son deminde, “o
anarşiklik ve doğrudanlığı, o küstahlık ve tartışma zevkini, hiçbir hiyerarşinin
olmamasını” hâlâ özlediğini söyleyecektir.
Amos Oz, 2018 Aralık’ında 79
yaşında aldığı son nefesine kadar, bağımsız Filistin devletinin kurulmasının
kaçınılmaz ve hak olduğunu savunmuş, İsraillileri bunu kabullenmeye çağırmıştı.
Büyük resim siyah beyazdan kapkaraya dönerken, ince ayrımları ve bütün
çelişkileri ile küçük resimlere bakmakta ısrar, bir medeniyet ısrarı gibi
geliyor bana.
29 Nisan 2023 Cumartesi
Seçimden Bir Gün Sonra
Seçim bittiğinde kim kazanmış olursa olsun karşımızda şöyle bir manzara bulacağız:
Hukukun üstünlüğünü ve adalet kavramını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdayız. Eğitim sistemimiz sürekli geriye gidiyor. Avrupa Birliği’ne girme hedefinden uzaklaşmış bir konumdayız. Göçmenlerle ilgili pek çok sorunumuz var. Liyakat gözetilmeksizin yapılmış atamalarla doldurulmuş devlet kadroları hizmet veremez durumda. Giderek bozulan bir gelir dağılımı dolayısıyla orta sınıfın yok olmuş. 100 – 120 milyar dolarlık bir deprem ve afet faturasıyla karşı karşıyayız. 6,5 milyon konutu kentsel dönüşüme sokmak zorundayız. Yılın ilk yarısından ötesini çıkaramayacak, GSYH’nin yüzde 5’ini aşması beklenen bir açığa ulaşması beklenen bir bütçeye sürekli yeni yükler bindiriyoruz. Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezerv eksi 40 – 45 milyar dolar dolayında bulunuyor. Dış borç stokumuz 450 milyar dolar dolayına ulaşmış. Yükümlülükleri bilinmeyen Varlık Fonu’nun nasıl tasfiye edilebileceği başlı başına bir sorun oluşturuyor. Değer kaybeden paradan sürekli kaçtığı ve eline geçen parayı harcadığı için enflasyona olumsuz katkı yapan bir tüketici topluluğuyla birlikte yüzde 50 dolayında (muhtemelen gerçekte iki katı) bir enflasyon karşımızda dağ gibi duruyor. Tasfiyesi gereken büyük bir Kur Korumalı Mevduat yükü mevcut. Yüzde 22 dolayında bir geniş (gerçek diye okuyun) işsizlik oranına sahibiz. GSYH’nin yüzde 5,5 – 6’sı dolayında bir cari açık var ve bu cari açığın yarısını nereden geldiği bilinmeyen paralarla (net hata ve noksan kaleminin önemli bir kısmı) finanse etmeye çabalıyoruz. Ülkenin risk primi (CDS primi) 500 baz puanın üzerine çıkmış (300 baz puanın üzeri aşırı riskli kabul ediliyor.) Dış borçlanmada yüzde 10’lara gelip dayanmış bir dolar faizi maliyetine katlanmak zorundayız. İnanılmayacak derecede şişmiş konut satış fiyatları ve kiralar söz konusu. Bankacılık kesimi, her gün çıkan yeni düzenlemelerden ve sözlü talimatlardan ne yapacağını bilemez durumda bulunuyor. Konut alımı veya portföy yatırımı dışında ülkeye yabancı sermaye gelmiyor. Pek çok sorunun kaynağı olan düşük Merkez Bankası politika faizi, enflasyonun çok altında belirlendiği için hızla düzeltilmesi mümkün görünmüyor. Tutulması imkânsız görünen harcama vaatleri verilmiş bulunuyor ve bu vaatler devam ediyor (son olarak bedava doğalgaz verilmesi sözü de verildi.)
Eklenecek pek çok sorun var, ama bu kadarı bile seçimden sonra ülkeyi nasıl bir çıkmazın beklediğini göstermeye yeterli sanırım.
Bu ülkede 1980’den başlayarak üç büyük kriz yaşadık: 1980 döviz krizi, 1994 faizi enflasyonun altına düşürme inadı krizi, 2001 bankacılık krizi. Bunlara ek olarak 2008 küresel krizi, 2019 pandemi krizi gibi dışarısı kaynaklı krizlerin de etkilerini gördük. Bugün içinde bulunduğumuz kriz, bu yaşadıklarımızın hiçbirine benzemiyor. Bu, yaşanan bütün krizlerin bir ortalaması gibi duruyor. Her şeyden önce insanlar bir kriz yaşandığının farkında değil. Kriz var deseniz, AVM’lerdeki alış verişe, yollardaki trafiğe, restoran ve kafelerin doluluğuna, tatile gidenlerin yoğunluğuna değinerek ‘ne krizi’ diye soruyorlar. Aynı durum krizin tam ortasındaki Arjantin’de görülüyor. Sürekli ve hızlı değer kaybeden ulusal paradan kaçış eylemiyle tüketimin zirveye çıkması, bir çeşit refah göstergesi olarak algılanıyor. Hastalığın farkında olmamak işin en tehlikeli yanıdır. Önceki krizlerde hastalığın farkındaydık, IMF programlarının da desteğiyle önlem alarak kısa sürede hastalığı tedavi etmeyi başardık. Bu kez hastalığın farkında olmadığımız için işimiz çok daha zor. Ayrıca önceki krizlere ek olarak bu kez ekonomi dışı alanlarda da kriz var. İşin daha da kötüsü kimse gerçekleri dinlemek istemiyor ve hep bir mucizenin ortaya çıkıp sistemi kurtarmasını bekliyor: Petrol bulunacak, doğal gaz rezervi keşfedilecek, körfez ülkeleri bize para verecek. Lozan Antlaşması’nın süresinin bitmesiyle birlikte artık madenlerimizi çıkarıp zengin olacağımız hayalinin son kullanma tarihi bu yıl dolduğu için o beklenti kayboldu. Şimdilerde yenileri piyasaya sürülüyor. Mucize bekleyen bir toplumda bunların alıcısı bitmiyor.
‘Ne krizi’ diye soranların seçimden sonra ortaya çıkacak manzara karşısında, taşları altına dönüştüren büyücülerin masallarda olduğunu anlayacaklarını sanıyorum. Ama yine de bu konuda iddiaya girmem çünkü toplumun önemli bir bölümü fanatiklik denilen çok ciddi bir hastalığın pençesinde bulunuyor.
1 Şubat 2023 Çarşamba
Ekonomik Krizleri Anlama Rehberi
Mahfi Eğilmez
Enflasyon
Enflasyon en basit tanımıyla fiyatlar genel düzeyinde ortaya çıkan sürekli artış demektir. Bu basit tanımı ayrıntılarıyla bir kez daha ortaya koyalım: (1) Ele alınacak olan fiyatlar genel düzeyidir. Yani tek tek fiyat artışları enflasyon olarak tanımlanamaz. (2) Fiyatlar genel düzeyinin sürekli bir artış içinde olması gereklidir. Yani, bir veya birkaç malın fiyatının sürekli artış göstermesi, ya da bütün malların bir defa artış göstermesi enflasyon değildir.
Kaynaklarına göre sınıflandırıldığında iki çeşit enflasyon vardır: (1) Talep Enflasyonu, (2) Maliyet Enflasyonu. Toplam talep düzeyinin arzı aşarak sürekli fiyat yükselmesine neden olması halinde talep enflasyonu ortaya çıkar. Bir başka deyişle talep enflasyonu tüketim harcamalarındaki artıştan, bu da genellikle para arzının yükselmesinden kaynaklanır. Üretimde girdi olarak kullanılan mal ve hizmetlerin maliyetlerinde ortaya çıkan artışlar sonucunda fiyatların sürekli artış içine girmesi halinde ise maliyet enflasyonu meydana gelir. Maliyet enflasyonu, ücret-gelir çekişmesi, yerli ve ithal girdi malları (petrol gibi) fiyatlarının yükselmesi gibi nedenlerle oluşur.
Yazının Tamamı >>
www.mahfiegilmez.com
24 Eylül 2022 Cumartesi
Bu Muhteşem Su Kemerleri Bugün Hala Kullanımda
1.500 Yıl Önce Peru Çölü'nde Nazca Kültürü Tarafından İnşa Edilen Su Kemerleri...
Peru tarihinin Kolomb öncesi döneminde Nazca halkı tarafından inşa edilen Cantalloc Su Kemerleri orijinal amaçlarına hizmet etmeye devam ediyor ve yerel çiftçiler kurak bölgeye su getirmek için hala onlara güveniyor.Yakın zamanda, Çevresel Analiz Metodolojileri Enstitüsü'nden Rosa Lasaponara liderliğindeki bir araştırma ekibi, 4 kilometre (2,5 mil) uzaklıkta bulunan bir dizi su kemeri olan "puquios"un varlığına yeni bir bakış açısı getirip getiremeyeceklerini öğrenmek için uydu görüntülerini inceledi. Peru, Nazca şehrinin batısında. Nazca kültürü tarafından inşa edilmiş, var olan yaklaşık 40 su kemeri var ve Nazca onları tüm yıl boyunca kullandı.
Peru'nun ovalarındaki bu yapılar, ünlü Nazca hatlarının sadece 2,5 mil (4 km) doğusunda inşa edilmiştir. Ve sadece coğrafi olarak yakın değiller, aynı zamanda hatların su arayışında sembolik bir rol oynadığına dair spekülasyonlar olduğu için yapılar ortak bir temayı paylaşabilir - Nazca su kemerlerinin kullanması amaçlanan kaynak. Nazca çizgileri gibi, bu kanalların da toprağı ekinler için daha elverişli hale getirme pratik kullanımlarının yanı sıra bir tür dini amaca hizmet ettiğine inanılıyor.
Su kemerlerinin keşfi, Nazca uygarlığının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya çıkardı. 'Puquios' adı verilen bu sarmal yapılar, suyu almak ve kanalize etmek için kullanılan bir hidrolik sistemin parçasıydı. Eşsiz şekilli delikler, rüzgarın bir dizi yeraltı kanalına esmesine izin vererek, suyu yeraltı akiferlerinden en çok ihtiyaç duyulan alanlara zorladı. Puquios o kadar büyük bir yapıydı ki, 30 tanesi bugüne kadar çiftçiler tarafından kullanılmaya devam ediyor.
Böylesine sofistike ve uzun ömürlü bir ağ, mimarlarının çevredeki bölgenin jeolojisini ve su temini açısından yıllık özelliklerini anladığının kanıtıdır.
* * *
Nazca kültürü 100 - MS 800 arasında gelişti. Rio Grande de Nazca drenajının nehir vadilerinde ve Peru'nun kurak, güney kıyısındaki Ica Vadisi'nde. Önceki Paracas kültüründen (son derece karmaşık tekstilleriyle bilinir) güçlü bir şekilde etkilenen Nazca, seramik, tekstil, jeoglifler ve tabii ki su kemerleri gibi bir dizi zanaat ve teknoloji üretti.
Bu şaşırtıcı su ağlarının yanı sıra, bir zamanlar Peru'nun Ica Bölgesi'nde yaşayan Nazca halkı, çoğunlukla, çölde amacı bilinmeyen muazzam tasarımlar olan Nazca Çizgileri ile tanınır. Kısa bir süre önce bu çizgilerden en eskisinin oldukça tombul bir kedi olduğu ortaya çıktı.
Yazının Orjinali10 Eylül 2022 Cumartesi
Doğanın formülü
Başlığa bakıp da bir formül bulduğumu ve doğayı tüm ayrıntıları ile anlayıp çözdüğümü düşünmeyin diyor filozof ve ekliyor her formül genelin değil özelin hizmetindedir. Formülleştirme isteği, kesinlik ve su katılmamış bilmenin, derinine ele geçirmenin dışa vurumudur. Formülleştirmenin kurallaştırma ve kurallaştırma üzerinden hesaplama olduğunu göz önüne alarak iki soru soralım. Birincisi, kurallaştırma varsa o zaman kural koyucu da olacaktır. Peki, kimdir bu kural koyucu? İkinci sorumuz da, hesaplama ne için, kimin içindir ve hesaplanan nedir?
Şimdi, doğa ile (özel anlamda ekoloji ile) formülleştirme arasındaki bu grift ilişkiyi çözmeye çalışalım. Önce birinci sorunun cevabı ile başlayalım. Doğayı formülleştirme çabaları sonucu elde edilen yasalar doğa için değil o yasaları ortaya koyan insan içindir. İnsan tanımı genel ve soyut bir tanım. Onu somuta indirgersek sınıflı bir toplumda doğa yasaları yasa koyucuların emrinde ve çıkarlarının hizmetindedir diyebiliriz. (Burada doğa yasalarının kullanım sonuçlarını kastetmekteyim).
Formülleştirme üzerinden kural koymak, sınır koymak demektir. Sınır koymak, bir şeyi sınırları içinde tanımlamaktır. Bu sınır, egemenlik alanlarını (insan, toplum ve doğa üzerindeki) doğal olarak kabul ettirmek isteyen sermaye sınıfı ile bu sınırlara karşı mücadele eden tüm ezilen sömürülen halklar ve sınıflar arasındadır.
Kural koyucu, topluma zorla dayattığı yasaları ve yasakları kendi malı olarak gördüğü doğaya da uygular.
Onu yakar, yıkar, talan edip yok eder.
Böylece insan ve toplum ile doğa arasındaki organik bağları koparır.
Gelelim ikinci sorumuzun cevabına.
Hesaplamak (matematiksel anlamı ile) doğayı bilmekten çok onu ele geçirme niyeti taşır. Ele geçirmek, egemen olmak için atılan ilk ve zorunlu adımdır. Aydınlanmadan bu yana süren hakim görüş, doğanın matematik üzerinden formüle edilebilir bir yapıda olduğu yönündedir. İnsan icadı matematiğin kökeni doğaya sıkı sıkıya bağlı ise o vakit doğa formüle edilmeye hazır demektir. Matematik doğadır ve doğa matematiktir. İşte bu egemen görüş hesap edilen doğa ile hesabı yapan insan arasındaki ilişkiyi (ele geçirme ilişkisini) onaylar ve toplumsal çoğunluğa onaylatır.
Hesap eden, hesap edilen arasındaki ilişki düzensizlikten düzenliliğe geçişin hikayesi değildir. Tam tersine düzensizlikten daha fazla düzensizliğe geçiştir. Bu geçişin altında, ekolojik sistemin ne olduğu, nasıl işlediği değil, egemen sınıf için ne işe yaradığı ve yarayacağı anlatılmakta, matematiksel formüllerle yutturulmaktadır. Hesaplayan ile hesaplanan arasındaki ilişki sömürü ve ele geçirme ilişkisidir. Ele geçirilen ve her anlamı ile yok edilen alanlar kazanılan zaferlerin şanlı göstergeleridir!
Doğayı formülleştirmek demek, onu doğal varlıklar statüsünden indirip doğal kaynak statüsüne çıkarmaktır. Bu da doğayı bir araç-gereç haline dönüştürmek anlamını taşır. Araç-gereç haline getirmek kullanım değeri yerine değişim değerini geçirmektir. Değişim değerli doğa fiyatı biçilmiş doğadır.
Doğanın formülleştirilmesi insanın iç doğası denilen duygu, düşünce, hayal, arzu, istek ve diğerlerinin düzenlenmesi anlamına da gelir. Bu düzenleme de, insanın doğal yanları tehlikeli ve bastırılmış sapkınlıklar olarak gösterilir. Bundan bir an önce kurtulmak için de insanın iç doğası ile dış doğası denetim altına alınmalı sisteme uyumlu hale getirilmelidir. Bu andan itibaren doğal olan kontrol altında tutulandır.
Formülleştirme, doğa bilimleri adı altında yani bilimsel olduğu iddia edilen bir mantıkla yapılır. Kısacası formül demek bilimsel simgelemek demektir. Bu görüş baştan sona yanlıştır. Sınıflara bölünmüş, kutuplaştırılmış, özel mülkiyetin son aşamasına varmış toplumsal üretim ilişkilerinde pürü pak, saf, tarafsız, ideolojik nosyonlara bulaşmamış bilimsel üretim olmaz ve olamaz! Bu söylediklerime matematik de dahildir. Matematiğin buradaki görevi; formülasyonlara şaşmaz, hata yapmaz, yanılmaz, yanıltmaz kesinlikler büyüsü katmaktır. Matematiğin de işin içine katılması ile birlikte kökenini doğanın işleyiş yasalarından aldığını söyleyen dünya görüşleri doğa yasaları gibi şaşmaz, yanılmaz, yanıltmaz şekilde kabul edilmelidir. Çünkü bu dünya görüşleri bilimseldir! Sormak ve sorgulamak istediğinizde karşınıza ilk konulan bariyerin üzerinde şunlar yazılıdır: Bu dünya görüşü bilimseldir. Lütfen mesai saatleri dışında sorgulamayınız. Çünkü uzmanlarımız bu saatlerde çalışmaktadırlar!
Burada kayıp-kazanç yarışmasına girmek istemiyorum. Fakat şunu net görüyorum ki, kapitalist sistem bu formülleştirme işinden fazlası ile kazançlı çıkmıştır. Diğer yandan bu kazanç sonu baştan belli bir oyunun, kazanan bir kez, kaybeden çok kez kaybeder oyununun kazancıdır! Hatırlarsanız geçen haftaki yazımda (Ekolojik borç) toplamı sıfır olan bir oyundan bahsetmiş ve bu oyunda kapitalist sermayedar kazanırken doğa ve insan-toplumun kaybettiğinden bahsetmiştim. Kapitalist sermayedarın doğa ve insan-topluma uyguladığı her tür ele geçirme yöntemi (formülleştirme de dahil) kendini kazançlı hale getirirken diğerlerini kaybettirmektedir. Bu nedenle tek seçeneğin kapitalizme karşı birleşik mücadeleden geçtiğinin altını bir kez daha çizmek isterim.
Kapitalist sermayedar doğanın formülleştirme üzerinden ele geçirdiğini söylerken iki şeyin üzerine vurgu yapıyor. Birincisi, sıfır toplamlı oyunda hep kazanmak, ikincisi de bu oyunu sonsuza dek oynamak.
Formülleştirme ile ele geçirme arasındaki karşılıklı bağlar yaşamımızın her alanında karşımıza çıkar. O nedenle ele geçirmeye karşı çıkmak adına daha iyi bir formül geliştirmek yerine formülün kendisine karşı çıkmak atılacak ilk önemli adım olabilir.
Hakan Yurdanur Gazete karinca.com
13 Haziran 2022 Pazartesi
‘Sevgi iklimi’ değil profesyonellik
Torrent’in sözleri aslında Fatih Terim’i değil kulübü hedef alıyordu. Çünkü gerçek bir kulüpte bir teknik direktörün zaten bu seviyede bir hakimiyeti olamaz. Adı ister Pep Guardiola olsun ister Alex Ferguson. Onun görev alanı, sorumlulukları sınırlı ve katidir. Oysa Galatasaray, -en azından Avrupa’daki muadilleriyle kıyaslandığında- gerçek bir kulüp değil. Birilerinin çiftliği, birilerinin iktidar alanı, birilerinin oyun sahası, birilerinin lise derneği. Burada gerçek bir kurumsal yapının inşası bu “paydaş”ların kimileri için maddi kayıp, kimileri için statü yitimi, kimileri için boş zaman uğraşının çalınması demek.
Hal böyleyken fırtınalı seçim süreci boyunca en az dinlediğimiz “proje”nin gerçek bir kurumsal yapıya dair olması sürpriz değil. Tabii bu anlamda atılmış en olumlu adımlara ev sahipliği yapan basketbol takımının sorumlusu Erden Timur’un dahi kamuoyuna başarının sırrını “sevgi iklimi”yle açıklaması geleceğe dair ümit beslemeyi zorlaştırıyor. Sevgiyi taraftar duyar, hisseder. Yönetici ise çok daha maddi ve sert bir dünyanın oyuncusudur, görevi kulübü bu dünyanın fırtınalı etkilerinden koruyacak yapıya büründürmektir. “Sevgi iklimi” denen şeyi yaratacak, daimi kılacak olan budur. Yanlış anlaşılmasın burada Timur’un kendisiyle değil kamuoyuna yansıttığı retorikle tartışıyorum. Çünkü projelerden anladığımız kadarıyla işin “maddi ve sert” yanının en çok farkında olan isim kendisi. Ki bu da bizi seçim sürecinin en ilginç safhasına taşıyor. Malum seçim son anda Fırat Develioğlu’nun zuhur etmesiyle ertelendi. Onun sayesinde Dursun Özbek’in başkanlığındaki ekip kuruldu, iddialı projeler açıklandı ve neticede Galatasaray’ın başkanı değişti. Galatasaraylılar Türkiye’de yaşıyor dolayısıyla şüphelenmekte haklılar bu yüzden projeler hayata geçirilirken mutlaka sürecin şeffaflığının bir numaralı denetleyici gücü olmalılar.
Galatasaray, Torrent’in faş ettiği “çiftlik” yapısından kurtulmadıkça, Develioğlu’nu sahneye süren güç karanlıkta kaldıkça soru işaretleri havada uçuşmaya devam edecek. Bir yanda “sevgi iklimi”, bir yanda seçim sonuçlarının tasdiklediği diri muhalefet, bir yanda milyarlık projeler, bir yanda Dursun Özbek’in cüzdanı, bir yanda kurumsallaşma çabası, bir yanda müstakbel teknik direktörün üzerinde sallanacak İmparator’un kılıcı… Dursun Özbek ilk mesajında “Galatasaray’a barışı, sevgi iklimini getirmek istiyorum” dedi ama kavganın sert biçimde sürmesi muhtemel. Bu kavga kişilerden bağımsız, gerçek, profesyonel, kurumsal bir kulüp olana kadar sürer.
Mithat Fabian Sözmen - Evrensel
12 Mayıs 2022 Perşembe
Bir Doğu-Batı Çatışması mı?
Rusya’nın mevcut devletlerarası hukukun temel ilkesini açıkça çiğneyerek Ukrayna’ya savaş açması, her şeyden önce beş kurucu üyesinden biri olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kuralları dâhilinde 1945’ten beri işleyegelmiş “dünya düzeni”ni artık geçerli saymadığını ilan etmek anlamına geliyor. Üstelik sadece bu saldırısı ile değil, meşru göstermek için öne sürdüğü gerekçeler ile de bu dünya düzeninin üzerine kurulduğu ulus-devletlerin hemen tümünün varlığını tartışmalı, gereksiz saydırabilecek yaklaşımlara ardına kadar kapı açıyor. Örneğin Ukraynalıların Büyük Rus milletinin bir parçası olarak sadece diğer küçük parça Belaruslular gibi “büyük ağabey”e itaatkâr bir ulus-devlet olabileceğini iddia etmesi, Ukrayna topraklarının tarihsel Rus coğrafyasına ait olduğunun vurgulanması haklı, meşru sayıldığında, benzer gerekçelerle bütün ulus-devletlerin saldırıya uğramasına hatta yok edilmesine izin veriliyor demektir. Bu durumda her üyenin varlığını ve toprak bütünlüğünü diğer ulus-devletlerin de taahhüt etmesi ilkesi üzerine kurulu BM örgütünün varlık nedeni ortadan kalkmış olacak; 1945 öncesine benzer bir dünyaya adım atmış olacağız.
Rusya, onun “yeni Çarı” Putin henüz bu adımı attığını da söylemiyor ama karşısında derhal teşekkül eden “Batı Bloku”, Rusya’yı ve ona karşı hemen yürürlüğe koyduğu ağır yaptırımlara uymayan ulus-devletleri dışında tutacak bir “düzenleme”ye koyuldu bile. Rusya’nın ve “Batı”nın yaptırımlarına katılmayacaklarını hemen ilan etmiş ülkelerin böyle bir düzenlemeyi hesaba katmadıkları, “şaşırdıkları” söylenemez. Aksine bekledikleri ve hazırlıklı olduklarını varsaymak çok daha gerçekçidir. Çünkü dikkate alınmalıdır ki Batı’nın yaptırımlarına katılmayacaklarını derhal açıklayan devletlerin hepsi de (Çin, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, İran, Pakistan, Hindistan) Rusya’yla birlikte oluşturdukları, geçen yıllarda Rusya’nın batısında ortak askeri tatbikat yapacak ölçüde ilişkilerini sıkılaştırdıkları Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesidirler. Dolayısıyla Rusya’nın BM üyesi bir ülkeye savaş açmak gibi gayet kritik önemde bir kararı ŞİÖ üyelerine danışmadan, onların öneri ve kaygılarını kaale almadan alması ve uygulaması düşünülemez. Ve ayrıca özellikle bilinmelidir ki 1990’ların ortasında ŞİÖ’nün kuruluş gerekçesinin ilk maddesi ABD’nin (dolayısıyla “Batı”nın) hegemonyası demek olan halihazırdaki “tek kutuplu dünya” düzeninden duyulan ciddi rahatsızlıktı. Yani ŞİÖ, “ikinci kutup”u oluşturmanın, birinciyi “gerektiği kadar” geriletme niyetinin ilk adımı sayılabilir. “Batı”nın kendine ait saydığı Ukrayna’ya yapılan açık saldırı onun hegemonyasına karşı “(biz) kabul etmiyoruz” demek ise; Rusya ve ŞİÖ üyeleri “biz” derken sadece kendilerini değil çok daha geniş bir potansiyeli ifade eden “Doğu, Doğululuk” konumunu, kavramını kastediyorlar elbette.
Burada, bundan böyle teşekkül etmiş sayacağımız ikinci kutbun varlığında işleyecek bir dünya düzeni sözkonusu değil şimdilik. 1945’ten 1990’a kadar sürmüş ABD liderliğindeki “Batı Bloku” ile SSCB (Rusya) güdümündeki Doğu Bloku arasındaki güç dengesine –bu “denge”nin gerisinde duran Yalta ve Potsdam antlaşmalarıyla belirlenmiş “nüfuz alanları” paylaşımına– dayalı dünya düzeninin yeni bir “sürümü” de denilemez. Çünkü her ne kadar önceki dünya düzeni birbirine zıt/düşman addedilen iki toplum düzeninin (kapitalist-“sosyalist”) birbirleriyle mücadele/rekabet koşul ve kurallarını belirliyor idiyse de; şimdiki “Doğu” blokunun iddiası, o koşul ve kuralların “Batı’nın (kapitalizmin) üstün/belirleyici olduğu önkabulüne dayalı olduğu, hatta daha da ileri gidilirse “Batılı zihniyetin, bakış açısı ve değerlerin mutlak doğruluğu” inancından türeme oldukları ve bu nedenlerle de artık kabul edilemez sayıldıkları yönündedir. Dolayısıyla iddialarının mantıki sonucu şuraya varmaktadır: Eğer şu anda fiilen var kabul etmediğimiz dünya düzeninin yerine bir yenisi geçsin isteniyor ise; bunun temel kural, değer ve kurumları –modern çağlar boyunca– hor görülen “Doğulu” zihniyetin eşit katılımı ile oluşturulmalıdır.
Bu itiraz ve iddiaya şu veya bu ölçüde katılanlar ŞİÖ üyesi devletlerden ibaret değil. Çin’in bir ekonomik-teknolojik ve askeri güç olarak yükselişine, Putin otokratizminin etkinliğine hayranlık duyan birçok hükümetin yanısıra “Batı dünyası”nda son yıllarda güçlenen popülist hareketlerin hemen tümü için de geçerli bu hayranlık. “İslâm dünyası”nın mevcut BM’de yeterli ağırlıkta temsil edilmediğini ileri süren, bu dünyanın liderliği hayali kuran ülke ve siyasal hareketler de bu listeye eklenmelidir. Fakat listenin kimleri ve neleri kapsayabileceğini söyleyebilmek için her şeyden önce şu sözü/iması edilen “Doğulu”lukla ve hele “Doğulu zihniyet”le neyin, nelerin kastedildiğinin belli olması, bunların iç tutarlılığı, mantığı olan kavramlar, tanımlar haline getirilmesi şarttır.
Ancak sorun şu ki; ne Doğululuk bayrağını sallamaya kararlı ŞİÖ’nün önde gelen üyelerinde, ne de Batılı zihniyetle oldum olası takıntılı İslâm dünyasında böyle bir niyet ve ön hazırlık var denilemez. Örneğin, daha 1990’larda bugünkü konumuna gelebileceği tahmin edilen, “dünya liderliği” için ABD ile rekabet edeceğine kaçınılmaz diye bakılan Çin, diğer alanlarda umulanın da ötesinde bir performans sergilediği halde; rekabetin ideolojik “silah”ı olarak düşünebileceği bu Doğululuk ve Doğulu zihniyet/insan ve toplum kavrayışı geliştirebilmek için herhangi bir dikkate değer girişimde bulunmadı. Gerçi Rusya da dahil bütün bu ülkelerde-toplumlarda Batı’ya öykünme, “Batılılaşma”, başından beri en hafifinden özenti diye damgalanmasına ve daima güçlü şüpheler içeren bir tutum olarak görülmesine rağmen onun evrensellik iddiasına etkili bir karşı cevap girişiminde bile bulunulamayacağı adeta zımnen kabullenilmiş gibi kendi kültür ve zihniyetlerine parantezler açmakla yetinilmiş; dolayısıyla “Doğululuk” sadece o parantezlerin etiketi olarak bir anlam ve işlevle sınırlı olabilmiştir. O nedenle şimdi Çin-Rusya ekseninde teşekkül etmekte olan kutbun “Doğulu” zihniyet adına söyleyebildiğinin hemen tamamını, Batı emperyalizminin yaptığı kötülüklerin sayıp dökülmesi oluşturuyor.
Geçerken belirtelim ki; bu acizliğin ana –hatta başkası gerekmez– nedeni, Batılı denen ama aslında herkes için mümkün olduğundan ötürü “modern” denilmesi gereken zihniyetin evrensellik iddiasıyla denk/yarışabilir bir başka zihniyet tarzının zaten mümkün olmayışıdır. Çünkü modern zihniyet dediğimiz şey, insanüstü/ötesi referanslara yaslanmayarak, herkesin edinimine, deneyim ve sorgulamasına –elbette ortak mantık ve muhakeme ilkeleri dâhilinde– açık, dolayısıyla tek bir kalıba dökülemeyeceği gibi köklü değişimlerin de pekâlâ mümkün olduğu bir düşünüş ufkudur. Bu ufkun silinmez bir Batı’ya aitlik boyutu taşıdığı söylenemez ama insanlığın düşünce dünyasına egemen oluşunun günümüze kadar süren döneminde “Batılı” toplumların başat rol oynadığı tartışılamaz bile. Ancak bu durumun değişmez olduğunu, başat rolün başkalarınca üstlenilemeyeceğini iddia etmek de eşit derecede saçmadır. Öte yandan Batı’nın modern zihniyetin başat aktörü olduğu dönemde birtakım Batılılar tarafından öne sürülen zamanında ve halen de o toplumlarda hayli geniş bir onay bulabilmiş, ırkçılık, militarizm, faşizm gibi akımlar üzerinden bir “Batılı zihniyet” tanımına gidilmesi, o akımların yaygınlık derecesi ölçüsünde anlaşılabilir. Ama günümüz bağlamında, ŞİÖ ve mücavir alanının “Batı karşıtlığı” üzerinden konuşuyor isek; bu karşıtlığın o akımların yükselişi ile değil, Batılılar tarafından kendilerine yöneltilen demokrasi kısıtlılığı ve otoritarizm eleştirileri ile çok daha yakın ilişkili olduğunu görmek zor değildir.
Fakat şu da açıktır ki; Batı’nın –özellikle de ABD’nin– Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasına gerekçe olan girişimlerinin saiki, Rusya ve başlıca müttefiklerinin demokrasi açıkları, otoritarist yapı ve yönelimleri değildir. Asıl neden ve saik, Rusya –ve özellikle de– Çin ikilisinin sadece ekonomik büyüklük ve askeri kapasite bakımından değil, finanstan bilim ve teknolojik ilerlemeye kadar hemen her alanda, 19. yüzyıldan beri süren Batı egemenliğini sona erdirecek bir yükseliş trendine girmiş olmalarıdır. Bu trende set çekilemediği takdirde, Batı’nın daha şimdiden kaybetmiş olduğu Uzak ve Güney Asya’daki nüfuz alanlarına, devasa doğal kaynaklarıyla Afrika’nın, hatta Orta ve Güney Amerika’nın eklenmesi hiç de uzak ihtimal olmayacaktır. Ayrıca Batı’nın emperyal mirasının başlıca taşıyıcısı olmuş ulus-devletlerin ve hatta halklarının ağır gadrine, aşağılamalarına ve insafsız sömürülerine maruz kalmak gibi ortak bir geçmişi paylaşan bu ülke, ulus-devlet ve halkların Batı’yı bu ortak geçmişleriyle özdeşleştirdikleri ölçüde kendilerini “Doğulu” kimliğine daha yakın sayacaklarını da eklemek gerekir buna.
“Batı”nın Asya ve Pasifik’te başlıca müttefiki sayılan –Japonya ve Güney Kore dahil–ülkelerin, Hindistan gibi Çin ile ciddi bir tarihsel rekabet geçmişi olan alt-kıta çapında bir ülkenin, Batı’nın, özellikle ABD’nin tehditlerle de takviye edilmiş Rusya’ya karşı yaptırım “emir”lerine uyma isteksizliklerinin, dahası katılmama ilanlarının da ana nedeni budur.
Dolayısıyla “Batı”nın Rusya’ya ve onun üzerinden Çin’e karşı başlattığı hamle bir geriletme, inisiyatifi yeniden ele geçirme stratejisine dayanıyor da denilemez. Bir karşı saldırı havası estirmekle birlikte, içeriği itibariyle bir aktif savunma harekâtı olarak nitelendirilebilir. Bu, Batı’nın o şaşaalı dönemlerinde sahip olduğu ekonomik, askeri, bilimsel gücün çok daha fazlasına sahip olmakla birlikte o dönemlerinin asıl karakterize edici özelliği olan “dinamizm”ini büyük ölçüde yitirdiğinin de işaretidir. O şaşaalı döneminde sadece maddi kazanca, sömürüye odaklanmış işadamlarında değil, bilim adamlarından kaşiflerine, sanatçılarından ideologlarına, idealist düşünür ve eylem adamlarına kadar Batılılığın –aslında modernliğin– taşıyıcısı, temsilcisi sayılanlarda ilk göze çarpan ve Batı’nın alametifarikası addedilen bu özellik –dinamizm– epeydir yerini konformizme bırakmış görünüyor. Bu olgunun Batılı düşünüşte modernliğin evrensellikle ilgili tezlerinden uzaklaşma trendiyle birlikte, hatta iç içe tezahür edişini de bilhassa belirtmek gerekir. Bu bakımdan tam da “Batı”nın o zamanki “Doğu” (“sosyalist” blok) karşısında “kesin zafer”ini ilan edişinin hemen ertesinde, şimdi içine girilen yeni dönemin evrensel geçerlilik tezlerinin bırakılıp, başlıca kültür dünyalarının kalıcılığına, bunlar arasındaki hegemonya savaşlarına odaklanılmasını öneren yaklaşımların (örneğin Huntington’un 1990’larda Batı’da ve tüm dünyada büyük yankılar uyandıran tezlerinin) ön plana çıkması anlamlı, açıklayıcı bir kanıt olarak değerlendirilmelidir.
Bütün farklı inanç ve kültür dünyaları içinde şu veya bu biçim ya da derecelerde yaşanan temel insani sorunlara herkes için geçerli –bu bağlamda evrensel– yaklaşım ve çözüm perspektifi arayışı insanın en ayırt edici niteliğinin, yani sadece kendi türüne ait olanlarla değil, –mantıki uzanımının en uç noktasında– “canlı”olan her varlıkla yakınlık (ünsiyet) kurabilme yetisinin bir gereğidir. Modern zihniyet şimdiye kadar geliştirebildiği düzey ve derinlik ile bu yetinin “ideal” gerçekleşme uğrağına ulaşamamış ve bunun umut kırıklığı ile örtülmüş olabilir. Ama bu, onun açtığı yol ve ufkun bir yana bırakılmasının gerekçesi olamayacağı gibi; her kültür ve inanç dünyasının kendi dogmaları ve sınırları dâhilinde mümkün “çözüm”lerle yetinme mecburiyetini de meşrulaştıramaz. Evrensellik iddiasını belli bir inanç-kültür dünyasının dogmalarını diğerlerininkiler üzerinde hegemonik konuma yükseltmeyle –örneğin İslâm’ın dünyaya egemen oluşuna vb. ile– eşitlemek ise iddianın esasını yok eden bir indirgeme olmaktan ileri gidemez.
Bu noktayı bilhassa belirtmemizin nedeni, en başta da geçerken işaret ettiğimiz gibi Çin ve Rusya’nın başını çektiği “Doğu”lu kutbun çağın evrensel ölçekte geçerli temel insani sorunları ve hele bunların içinde yaşadığımız postmodern-endüstriyel “aşama”nın bilhassa keskinleştirdiği yönleri hakkında tam bir suskunluk, dahası aldırışsızlık sergileyerek, tamamen devletlerarası güç/nüfuz mücadeleleri alanına yoğunlaşmış bir dille yetinebilmiş olmasıdır. Bunu Batılı kutbun içtenlikten uzaklığı sırıtan bir demokrasi, temel insani haklar güzellemeleri ile bezeli aynı güç savaşları mantığından beslenen diliyle birlikte ele aldığımızda çıkaracağımız sonuç sadece şu olabilir: Rusya-Ukrayna savaşıyla artık açıkça, adı konularak başlatılmış olan bir hegemonik güç olma mücadelesinde, tarafların karşılıklı iddiaları/tezleri ile oluşacak ve haliyle devletlerarası mantık ve dille sınırlanmış olarak şekillenecek kendi özgül sorunsalı içinde çağımızın son derece kritik hale gelmiş temel insani sorun ve endişelerinin neredeyse izi bile olmadığı için “taraf olma” diye bir yükümlülüğümüz de sözkonusu değildir, olmamalıdır.
Ama öte yandan aynı insani sorunlar karşısında taraf olmayı yükümlülüğün ötesinde hayati bir insani ihtiyaç olarak önümüze koyan ve haliyle evrensel açılımı olan çağdaş bir sorunsalın o “tepemizde”ki devletlerarası dalaşma ve çatışmalardan olabildiğince uzakta ve bağımsız olarak kurulmasını dilemek ve bu yöndeki çabalara destek/katkı sunmak da bir insanlık borcu olarak önümüzdedir.