7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırıda bir müzik-eğlence festivalini
ve Be’eri kibbutz-köyünü de hedef alması, ‘Olay’ın dünya kamuoyunda en fazla
tepkiyi uyandıran yanı oldu. Gaddarlık… Sivillerin katlinden öte, sivil hayatın
katli – hayatın katli… İnsaniyet fikrinin katli. Hiç şüphe yok.
Dünya
kamuoyu dediğimiz mercilerin, bu korkunç vakaya sıkı sıkı yapışıp, İsrail devlet
aklının öççü gaddarlığını mazur görmesinde de, gaddarlık yok mu? Resmî
ağızlardan dökülen şu “insansı hayvan” lâfı, başlı başına insaniyetin katli
değil midir? O kamuoyunun, Filistin ülkesinde yaşayan insanların yıllardır gün
be gün süren ölümünü unutmak bile diyemiyoruz, görmez-bilmez oluşu, serinkanlı
bir gaddarlık değil midir? Zaten şu günlerin öççü ablukası olmadan da, yıllardır
bir süreğen abluka rejimi altında can çekişen Gazze’ye yapılanı tarife,
gaddarlık kavramı yeter mi? İsrail devleti, kıyıcı güvenlik devleti ve istisna
rejimi operasyonlarıyla, “21. yüzyıl faşizmi” diye bir şey varsa, onun ideolojik
ve teknik know-how’ının öncülerinden olmuyor mu?
Sinizm deyince, bunun ansiklopedik karşılıklarından biri, “Batı”nın
diyeceğim, Filistin-İsrail meselesine bakışı olmalı. Black lives
matter/Siyahların canı da candır hareketinin ilhamıyla, Palestinian lives
matter/Filistinlilerin canı da candır şiârı, çok şükür ki işitilmiyor değil,
fakat cılızdır.
Korkunç, iç karartıcı büyük resim böyle… Biz bir küçük resme
bakalım mı? Şu yok edilen kibbutz yerleşimi Be’eri vesilesiyle, kibbutz olgusu
üstüne düşünelim, biraz. ‘Oralarda’ yiten bir şeyleri yeniden düşünmek için de,
vesiledir.

İbranice “topluluk” veya “birlikte” anlamına gelen Kibbutzlar, çoğunlukla
kırsal nitelikli komünal-kolektif topluluklar. İsrail’in toprağa yerleşmesinde
ve toprağı yeşertmesinde, tarihî bir rol oynadılar. Siyonist projenin
öncü-yerleşimci ruhunun romantik temsilcileri ve tutkulu icracılarıydılar.
1967-1982 arasında Golan tepelerinde, Ürdün vadisinde ve Gazze şeridinin
güneyinde kurulan 24 kibbutz, işgal edilen toprakların iskânında ön aldı.
Filistin kurtuluş hareketinin, kibbutzları öncelikle ve esasen işgal, iskân ve
(özellikle ilk dönemlerde) askerî/para-militer örgütlenmedeki rolüyle görmesi
büsbütün sebepsiz değildir.
Türkiye’de kibbutz, bu hareketin en parlak zamanları olan 1960’lar ilâ
’70’lerin başlarında, anti-komünist söylemin bir temasıydı. 19 Haziran 1972
Devlet Bakanı İlhan Öztrak, TBMM’de hazırlanan toprak reformu yasa tasarısının
özel mülkiyete saygılı olduğunu anlatırken, meramını “[tasarının] bir sosyalist
düzen olan kibbutz’u getirmediğini” temin ederek özetlemiş sözgelimi. Şöyle izah
etmiş bakan: “Kibbutz’da mülkiyet ve üretim araçları kooperatifindir... Burada
hiç kimse kendi malına sahip değildir. Herkes sadece bir işçi olarak çalışır.
Kibbutz herkese ne takdir ediyorsa, ihtiyacı ne ise onu verir; okuması
gerekiyorsa okutur, tatile göndermek istiyorsa tatile gönderir… Bu, en ileri
sosyalist düzendir.” Evet, o vakitler Türk anti-komünizminin dilinde kibbutz,
katıksız komünizm öcüsünün imgelerinden biriydi.
Gerçekten, kibbutz
hareketi, sosyalizmin-komünizmin düşünce ve deneyim mirasının bir parçasıdır.
İçinde, eşitlik ütopyasıyla ilgili bir dava vardır. Bu deneyimin bir parçası
olarak yeterince tartışılmamış olması, belki yerel-ulusal niteliğiyle ilgili
(gerçi, kolhozlar-sovhozlar da yerel-ulusal değil miydi?!), ayrıca kuşkusuz
anti-semitist kalıplarla da ilgili.
Kibbutz fikri, siyonizmin sol kanadı içinde ortaya çıktı. Düşünsel kaynakları
arasında, Marx’ın “özgür üreticilerin birliği” kavramının ütopik sosyalistlere
uzatılabilecek bir yorumuyla, kooperatif temelli tabandan yukarı sosyalizmi inşa
etme fikri vardı. Varoluşçu din felsefecisi Martin Buber’in ilhamı da vardı.
Komünistlerle sosyal demokratların arasında duran, kısa ömürlü Sosyalist İşçi
Partisi çizgisindeki Menachem Gerson’un 1934’teki konuşması, kibbutz
felsefesinin epik bir özetidir. Gerson, kapitalist toplumda “hayat duygusunun ve
insanın bütünlüğünü kaybettiğini” söyler; emeller sürekli ertelenerek hayat bir
araca, “Sonra’nın gübresine” dönüşüyordur – yerleşik-kurumsal sosyalist
hareketin de zaafı budur ona göre. Siyasal amaçlar kendi başına değere dönüşerek
içeriği sorgulanmaz hale geliyor, hayata doğrudan hitap etmekten uzaklaşıyordur.
Oysa, kibbutz düşünürüne göre, “İnsan gün be gün karşılaştığı dünyaya, kendi
Ben’iyle karşılaşan Sen’lere muhtaçtır… İçimizdeki, insanî bir Sen’e duyduğumuz
derin özlem.” (Burada arkadan Buber’in sesini işitiyoruz.) Stalinizmin hüküm
sürdüğü o zamanda, “amaçlananla, hedefle aynı özden olan bir yolu yürümek”
düsturunu koyar Gerson: “Elle tutulur bir hedef gösteremeyiz kimseye, yalnızca
bir yol gösterebiliriz.” Topluluk içinde eşit ve özgür olma ülküsünü koyar:
“İhtiyacımız ‘kendinde’ bir cemaat değil, kişilerin oluşturduğu bir cemaat… Bir
şeylerden vazgeçmeye karar vermiş kişiler olabilirler, fakat karar vermekten
vazgeçmiş kişiler olmamalıdırlar.”
Kibbutz hareketi, özetle,
sosyalizm-komünizm içerisindeki, alternatif toplumsal ilişkileri devrim
sonrasına ertelemeyen, onları bugünden kurmayı hedefleyen (kâh anarşist, kâh
ütopist, kâh radikal- veya ‘devrimci’-reformist diyebileceğimiz) geleneğin bir
halkasıdır.
İsrail’de kibbutzlar 1909’da kurulmaya başladı. 1920’lerde, Rusya –ve
Bolşevik– kökenli Emek Lejyonu, harekete yeni bir ivme verdi. Ziraî gelişmede
emsali zor görünür başarılar sağladılar fakat kırsal ünlerinin aksine, sanayiye
de yöneldiler. Sefalette eşitlik meyline karşı, sosyalizmi ortak refahı artırmak
olarak görüyorlardı. Hareketin kendi içinde, komünistten liberale, kanatlar
oluştu. Mikro ölçekte bir sosyalist üretim modelinin ne kadar yaşayabileceği
üzerine, “alternatif ekonomi” veya “paralel ekonomi” modelleri üzerine yıllarca
tartıştılar. Sanayileşme tecrübesine adım atarken, emek gücü kıtlığı nedeniyle,
dışarıdan sınırlı ücretli emek istihdamını kabul etmeleri yine uzun
tartışmalardan sonra gerçekleşti (“Sömürücü durumuna düşmeyelim!”)
Ancak neoliberal dönüşüm kibbutzları da vurdu, gitgide piyasalaştılar. Hâlâ
sosyalist ilkelerde ısrar edenler var, fakat Tayland’dan ucuz göçmen işçi
getiren gayet müteşebbis kibbutzlar da çıkıyor. Ziraî üretimdeki payları hâlâ
önemli, fakat toplamda etkileri azaldı, nüfustaki payı % 6’dan % 4’e geriledi.
İsrail’de sol siyasetin önemli şahsiyetleri, en önemlisi barış hareketinin
kurucu kadroları kibbutz hareketinden çıktı. Günümüzdeki kibbutz hareketi
üyeleri, genellikle, Filistin Arap devletinin varolma hakkını savunurlar.
Genellikle, Arap komşularıyla iyi ilişkiyi önemserler; İsrail’in ilk Yahudi-Arap
müşterek okulu, bir kibbutz bünyesinden çıktı. Kibbutz hareketinin zayıflaması,
-bu arada hâkim eğilim olmamakla birlikte tabanında bir sağa kaymanın da
gözlenmesi-, hiç şüphe yok, İsrail’de sağcılaşmanın, ırkçılığın güçlenmesinin
âmillerinden biri.
***
Kibbutz hareketini sosyalizm-komünizm mirası bakımından değerlendirirken,
asıl onların ‘iç siyasetine’ bakalım.
Fundamental bir Marksist ülkü olarak,
kafa-kol emeği ayrımını kaldırmak, kibbutzun temel ilkelerindendi; herkes her
işi yapmalıydı. “Herkesin ihtiyacına göre” ve “insanın kendini gerçekleştirmesi”
ilkeleri doğrultusunda, gelir eşitliği yanında fırsatların da eşitliğine
önemsediler. Tüketim olanaklarını düzenleyen bir “kişisel bütçeye” göre, her üye
belirli kalemlerde belirli miktarlarda mal ve hizmet edinme olanağına sahipti,
tüketim kalemleri arasında kaydırma yapamıyordu. (Yine uzun tartışmalara konu
olan “kapsayıcı bütçe” konsepti, kaydırma serbestisini tanıyordu.)
Doğrudan
demokrasi esastı. Her cumartesi bütün erişkinleri kapsayan genel kurul toplanır,
günlük ve kişisel hayattaki her meseleyi tartışırdı. Yönetim görevleri, ulusal
federasyonlara gidecek temsilciler dahil, mutlak rotasyona tabiydi.
Yöneticilerin yemek yedikleri yerler, konutları falan ayrı olamazdı.
Çocuklar, “çocuk evlerinde,” ailelerinden ayrı, kolektifin ortak çocukları
olarak yetiştirildiler. Amos Oz, “Küçük bir oğlan” adlı hikâyesinde, anne
babanın gece yatarken çocuklarının bir süre yanında durabilip bir masal
okuyabilişini anlatır – sonra öpüp ayrılırlar. “Komonizm” öcüsünün kusursuz bir
manzarası!
Herkesin herkesten sorumlu olmasının sarıp sarmalayıcılığının
verdiği güven ile, sarıp sarmalanmanın insanı boğabilen kıskacı arasındaki ezelî
gerilim, sosyalist-komünist ütopyanın da bir ezelî ikilemi olarak, kendini belki
en bariz kibbutz tecrübesinde gösterir.
Dünyanın en meşhur kibbuzimlerinden (kibbutz üyesi) biri olan yazar Amos Oz,
kibbutz hayatında insanın sürekli kendi doğasıyla, huylarıyla mücadele etmek
zorunda olmasının cehdini mükemmel anlatır: “Bir nehir akıntısının çakıl
taşlarını sürekli cilâlaması gibi, sürekli birbirimizi cilâlardık.” Oz’un
yazar olma hikâyesi, yine “komonizm” öcüsüne de iyi uyan, tipik bir kibbutz
tecrübesidir. Yirmi iki yaşındayken ilk hikâyesi yayımlanınca, haftalık
toplantıda bunu ‘delil’ gösterip yazı yazmak için birkaç “serbest saat” alma
talebinde bulunur. Saatlerce tartışmadan sonra (“Herkes yazı yazacağım, sanat
yapacağım diye tutturursa inekleri kim sağacak?”), diğer günlerde fazla mesai
yapması karşılığında, haftada bir “yazı günü” verilir. Anca otuz altı yaşında,
küçük bir çalışma odası tahsis edilecektir kendisine. Ömrünün son deminde, “o
anarşiklik ve doğrudanlığı, o küstahlık ve tartışma zevkini, hiçbir hiyerarşinin
olmamasını” hâlâ özlediğini söyleyecektir.
Amos Oz, 2018 Aralık’ında 79
yaşında aldığı son nefesine kadar, bağımsız Filistin devletinin kurulmasının
kaçınılmaz ve hak olduğunu savunmuş, İsraillileri bunu kabullenmeye çağırmıştı.
Büyük resim siyah beyazdan kapkaraya dönerken, ince ayrımları ve bütün
çelişkileri ile küçük resimlere bakmakta ısrar, bir medeniyet ısrarı gibi
geliyor bana.
Tanıl Bora - Birikim