Translate

23 Mayıs 2021 Pazar

Sınıflar Arası İletişim

Murat Belge - Türkiye toplumu, daha “Türkiye” olmadan çok önce, köklü bir sınıf ayrımı içinde yaşamaya alışmıştı. Osmanlı toplum yapısında toprak sahibi bir soylu sınıf oluşumuna imkan verilmediği için burada Batı feodalizmi gibi bir sınıflaşma olmadığı sık sık söylenir ve bu belirli bir ölçüde doğru bir tespittir. Ancak bu tespiti abartarak Osmanlı düzeninde sınıf egemenliği olmadığını söylediğimizde tarihi gerçeklikle bağımızı kopartmaya başlarız. Bu tarihi süreçte temel tarihi ayraç devlet’tir. Bir yanda “seyfiye”si ve “ilmiye” ve “kalemiye”si ile devlet sınıfları, öbür yanda da Müslüman ve Hıristiyan “reaya” veya “ahali” bu çok kesin bir ayrımdı. Modernleşme öncesi koşullarda “kültürel homojenizasyon” da hemen hemen hiç olmadığı için (özellikle kentler dışında) toplum kapalı kültürler içinde yaşayan çok sayıda cemaat üstüne oturuyordu.

Kökü Osmanlı’ya uzanan bu “avam-havas” ayrımı bugün dahi etkisini sürdürüyor -etkisini “etkili” bir şekilde sürdürüyor. Zaman içinde değişen çok şey var elbette. Ana temel ayrımı orada. Sonraki bütün eklemlenmeleri bir arada tutan omurga o.

Ayrımın kendini belli ettiği kertelerin başlıcası dildir: en geniş anlamında, “vücut dili”ni, her şeyi kapsayan dil. Bu da çok normal şüphesiz, çünkü bir toplum yaşadığı her şeyi her türlü işaret ve anlamlandırmayı kapsayan dil. Bu da çok normal şüphesiz, çünkü bir toplum yaşadığı her şeyi dil yoluyla kendisi için ve başkası için anlaşılır, ayırdedilir duruma getirir.

Osmanlı geçmişinde “havas” gitgide ağırlaşan bir Osmanlıca konuşarak kendini “avam”dan ayırırdı. Cumhuriyet’te ” havas” bu Osmanlıca’nın kötü bir şey olduğuna karar verdi (aslında bu aşamada “havas” kendi içinde de bölünmeler yaşamaktaydı; onun için her konuda en az iki fikir, iki yaklaşım vardı). Bu, yavaş yavaş, “avam” katına da yayılıyordu. Osmanlıca’nın kötü (“ulus” bilincini karartan) bir şey olduğunu düşünen “havas” bu sefer dilini “öz” Türkçe’ye göre değiştirdi. Ama bu yeni akım da iki kesim arasındaki dil farkının devamını sağladı. Sosyalizmin kısa tarihçesinde de bu ayrıma dayanan anekdotlar anlatılır: devrimciler toplantıda ” bilinç” deyip duruyormuş; ahali bunu “piliç” diye dinliyormuş; üretici mitinginde Dev-genç “Bağımsız Türkiye” sloganı atmış. Köylüler bunu hemen benimseyip “Bakımsız Türkiye” diye bağırmışlar vb. böyle hikâyeler herkesin dağarcığında birikmiştir.

Ama “dil”, bu ayrımın “gösterge” haline geldiği düzey. Oysa bu öncelikle yaşanan bir şey. O düzeyi anlatmamız zor, çünkü kelimeleri yok. Kelimeleri edindiğimizde de (edinirsek!) işin başında değil, sonuna varmış oluyoruz. Bu iki kesimin arasında gerçek anlamda diyalog yok; ama tanışıklık var. Zaten galiba bu nedenle “diyalog” yok: çünkü neler olduğunu bilemediğim bazı göstergelerle (bunlar duyguların beşine de hitap edebilir) karşısındakinin kim olduğunu tanıyor ve diyalogun kapısını kapatıyor. Sonuç olarak iki taraf da bunu yapıyor, ama “havas” o yukarıdan havasını, “doğrusunu ben bilirim; uslu durursan sana da “öğretirim” deme “alicenaplığı”nı elden bırakmıyor; “avam” da kendini, savunmak üzere kapıyı bacayı kapatıyor. Bu arada kimin kime “abi” diyeceği filan belirlenmiş oluyor, mesajlar iletiliyor, mesajlar alınıyor.

Bu sözsüz iletişim ve tanışma düzeyini bırakıp ideolojik sistemler vb. dünyasına geldiğimizde, bugün de, “avam”ın ideolojik dünyasında dinin daha geniş, daha temel bir yer tuttuğunu görüyoruz. “Havas” dinle ilişkisini gevşetmiş. Orada “etnisite” ağır basıyor. Bu toplum heterojen bir imparatorluktan bugünlere gelmiş bir toplum olduğu için her iki temel katta da etnik farklılıklar oldukça bol. Gelgelelim, son yirmi otuz yıldır bu farklılıklar “Kürt” kimliği karşısında egemen “Türk milliyetçiliği” kimliğinde yan yana gelebiliyor. Dolayısıyla bu ideolojik dünyaların “fasad”ını (önce de) oluşturan “değerler” düzeyinde “alt kat”ta düzenleyici din, “üst kat”’ta ise ulus oluyor.

Yazının başında, bu toplumun biçimlenmesinde sınıfların toprak ya da sermaye mülkiyeti gibi “ekonomi-içi” yapılardan önce “devlet” olgusuyla her şeye damgasını vuran siyasi ölçüt olduğunu söylemiştim. Bundan, sınıflaşmayı üreten ve yeniden-üreten mekanizmanın “eğitim” olduğu sonucunu hemen çıkarabiliriz. Öyledir. “Devletlû” sınıfına “intisap” etmek eğitimden geçer. Devletin çekirdeğine doğru ilerlemek belirli bir esprit de corps paylaşmaya dayanır.

Cumhuriyet eğitiminden geçerek Cumhuriyet seçkinleri arasına girenler, bu eğitimde, kısmen örtük, kısmen de belirtik bir biçimde, İslam’a karşı eleştirel bir tavır takınmayı öğrenirler(di). Bunun temel nedeni, toplumun kalkınmasında yobaz bir “dinci” ideolojinin engelleyici bir rol oynadığı inancıdır. Benim bu yazımın asıl sorunsalı olan “alt kat/üst kat” iletişim kopukluğunu bu seçkinler 1) Halkın “cehalet”ine; 2) Kötü niyetli yobazların halkı yanıltmasına bağlayarak açıklarlar. Onların bu tavrı da kopukluğun her kuşakta yeniden üretilmesine katkıda bulunur.

“Bu ülkede dinin yeri ne olmalıdır?” Türkiye’nin ezeli sorusu, hala en temel sorusu. Gerçek bir bölücü etkiye sahip bir soru. Dolayısıyla, elbette eğitim aygıtının da başlıca sorusu ve sorunu. Mustafa Kemal 1880’lerin sonunda hangi okula gitmeliydi? Mahalle mektebine mi, Şemsi Efendi mektebine mi? Şimdi 2018’deyiz ve soru hemen hemen hiç değişmeden ortada duruyor. O zamanki ikileşmeyi Cumhuriyet rejimi “tevhid-i tedrisat” yasası çıkararak gidermişti. Tabandan gelen çeşitli baskılar imam-hatip liseleri ile yeniden ikileşme başlattı. Şimdi, AKP iktidarı ikileşmenin imam-hatip’te tevhidini planlıyor.

Cumhuriyet ve laiklik geleneksel toplumsal çatlağın merkezine din konusunu yerleştirdi. Dediğim o cephelerin birbirini “tanıma”sında din karşısında alınan tavır merkezi bir rol oynamaya başladı. Ama bu merkezi rol, dinin “her şey” olduğu anlamına da gelmiyor. Çünkü din bir kültürel düzenleyici: değerler skalasını belirliyor, ama aynı zamanda pek çok sınıfsal fenomeni de kamufle ediyor. Bu yapısıyla Tayyip Erdoğan’ın “yerli ve milli” diye öne çıkarmaya çalıştığı zihni ve kültürel tutumların temelini oluşturuyor. Öyle ki Erdoğan ve onun sözlerini tekrarlayan “koro”, “yerli ve milli” diye tanımladıkları kalıplara uymayanları “ecnebi” kılığına sokarak yabancılaştırıyor, ötekileştiriyorlar. “Ecnebi”den “hain”e zaten birkaç adımlık mesafe var.

Bu tür bir popülizmle mücadele edecek bir solcunun kendini dini bütün bir Müslüman olarak sunması gerekmiyor elbette. Ama halkın, gene Osmanlı’dan kalan deyimle söyleyelim: “avam”ın bugüne kadar çok iyi bellediği ve tanıdığı “havas” dilinden, tavrından, edasından tamamen uzak durması gerekiyor. Dindar olması gerekmiyor, ama bu, insanların dini inançlarına saygılı olmasına da engel değil. Karşısında muhatabı olacaklar büyük bir ihtimalle din uleması olmayacak. Gene de, bu tür popülizmle mücadele edecek bir solcunun dinle, İslam’la ilişkisi tamamen afaki ve kulaktan dolma olmamalı. Ne söylediğini bilerek konuşabilmeli. Sonuçta karşısındakine tamamen aykırı şeyler de söylese, bilerek konuşması onu yalınkat “laikçiler”den ayıracaktır. Bu gibi tartışmalar olacak olursa, laik ilkeleri savunan kişinin ötekini ikna etmek, bütün inanç dünyasını değiştirmek gibi bir niyeti olmadığını belli edecek şekilde davranması da önemlidir. “Ben seni ikna edeceğim”, “Benim gibi düşün” değil, “Bunları da bilerek düşün” diyebilmelidir.

Murat Belge
yesilsolparti.org

21 Mayıs 2021 Cuma

Hak, Hukuk ve Adalet...

Bitmiş davaları yeniden açıp, bir torbaya toplayan "yeni" Gezi Parkı Davası'nın ilk duruşmasında tek tutuklu sanık Osman Kavala şu beyanda bulundu.

Davaların birleştirilmesiyle, Gezi olaylarının hükümeti devirmeye yönelik bir komplo olduğu senaryosu temelinde 3,5 yıl önce başlayan yargı süreci yeni bir aşamaya girecek.

Daha önce hatırlattığım gibi Gezi İddianamesi senaryosunun telifi FETÖ üyeliğinden yargılanan Emniyet ve Yargı mensuplarına ait. İddianamenin ekinde bulunan 14 ve 15 Haziran 2013 tarihli yazılardan görüleceği gibi, Gezi olaylarının benim baş aktörlerinden olduğum bir komplo olduğu kurgusu Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nda üretilmiş. Adalet dışı gerekçelerle gerçekleştirilen ve adaleti yanıltmak amacıyla kullanılan hukuksuz dinlemeleri yapanlar da aynı ekip. Gezi protestolarının bir komplo olduğu kurgusu iktidarca benimsendiği ve siyaseten kullanıldığı için, bu anlatıya ters düşen beraat kararlarının bozulması benim için şaşırtıcı olmadı.

Gene bu anlatı gereği, bir komplo olarak Gezi protestolarını planladığım, yönettiğim ve finanse ettiğim algısının canlı tutulması için; aleyhime hiçbir delil olmamasına rağmen, Gezi davasından beraat etmiş olmama rağmen, AİHM’nin tutuklanmamın hak ihlali olduğuna hükmetmesi ve derhal serbest bırakılmamı talep etmesine rağmen, cezaevinde tutulmam gerekli görüldü. Suçlamalar değişiyor, bayrak yarışlarında bayrağın elden ele geçmesi gibi farklı yargıçlar ve mahkemeler yere düşürmeden tutukluluğumu birbirlerine geçiriyorlar.

AİHM kararının etrafından dolanmak için icat edilmiş olduğu aleni hale gelmiş olan casusluk suçlamasıyla ilgili hiçbir bulgu olmadığını iddianameyi hazırlayan savcı da biliyor, hatta itiraf ediyor. Bir taraftan bu durumu, casusluk faaliyetlerinin çok gizli yürütülmüş olmasıyla açıklıyor. Arthur Miller’ın McCarthy döneminde kaleme aldığı “Cadı Kazanı” adlı oyunda, savcının doğası gereği görülemeyecek bir faaliyet olduğundan cadılık suçlaması için delil ve tanık aranmasına gerek olmadığını söylemesi gibi.

Diğer taraftan da, sivil toplum kuruluşlarının casusluk için kullanıldığına dair demokrasi karşıtı bir komplo teorisine başvurarak, sözlük anlamından farklı bir casusluk suçu kavramı geliştiriyor. İddianamedeki casusluk tanımı, yasalarımızdakinden oldukça farklı. Muğlaklığı ve keyfi uygulamalara müsait olması bakımından Almanya’da Nazi döneminde casusluk suçlamaları için kullanılan “Landesverrat”, yani devlete ihanet kavramını hatırlatıyor. O dönem Almanya’sında halkın vicdanına uygun biçimde hareket etmediği için cezalandırılması düşünülen kişinin eylemi yasalardaki suç tanımına girmiyor ise yargıcın görevi en kullanışlı yasayı seçerek o kişiyi cezalandırmaktı. Siyaset yargı sürecinin her aşamasında etkiliydi, halkın vicdanının ne olması gerektiğini belirlemekte, hatalı bulduğu mahkeme kararlarını düzeltmekteydi. Örneğin Nazi rejimini eleştiren rahip Martin Niemöller’in beraat kararı siyaset tarafından sakıncalı bulunduğundan, kendisi savaş bitene kadar toplama kampında tutulmuştu.

1947 yılında yürütülmüş olan Nazi dönemi yargıç ve savcılarının yargılandığı Adalet Davası’nda “suikastçının hançeri, yargı görevlisinin cübbesi altında gizlenmişti”[1] değerlendirilmesi yapılmıştı.

AİHM’nin tespit ettiği gibi yetkiyi kötüye kullanarak kişiyi özgürlüğünden mahrum bırakmak ve bu davranışı devam ettirebilmek için yasaların dışına çıkarak adaleti yanıltmak da, yukarıdaki değerlendirmeyi düşündürmektedir.

Mahkemenizin bu eyleme son vereceğini ümit ediyorum.


Osman Kavala

www.marksist.org

Not: Saat 15.00 de verilen ara karar ile Osman Kavala'nın 2017 yılından beri süren tutukluluğu devam ediyor! 21 Mayıs 2021 Cuma

1 Mayıs 2021 Cumartesi

1 Mayıs'ta canımız ne isterse

"Canları ne isterse yapmak için mücadele eden işçilerin anısına ilan edilmiş birlik, dayanışma ve mücadele günü. "

Nuray Sancar

1866 1 Mayısı’nda Chicago işçileri canları ne isterse yapabilecekleri zamana sahip olmak için greve gitmişlerdi.

1 Mayıs literatüründe, “8 saatlik iş günü” mücadelesi olarak geçen bu tarihsel olayı böyle yorumlamak da mümkün. Zira grevciler taleplerini “8 saat çalışma, 8 saat uyku ve 8 saat canımız ne isterse” diye sloganlaştırmışlar ve günde 15-16 saati bulan çalışma zamanına isyan etmişlerdi; kendilerinden gasp edilen zamanı geri almak istiyorlardı. Bu cüretleri yüzünden işçiler ağır bedel ödediler ve içlerinden dördü idam edildi. Adli kayıtlarda işçileri suçlayacak hiçbir gerekçe yoktu ama onları diğerlerine ibret olsun diye astıran kurulu düzenin kaptan köşkündekiler, canlarının istediği bir kez kendilerine verildiğinde işçilerin bir daha durmayacaklarını biliyorlardı.

Nitekim 8 saat işgünü talebine ücretli hafta sonu tatiliyle yıllık izin eklendi, eğitim-sağlık hakkı talebi eklendi, belirli süre çalıştıktan sonra emeklilik hakkı eklendi. Böylece hayatın “iş”ten ibaret olmadığı ısrarı ve paşa gönül ne isterse ona ayrılmış zaman için mücadele bitmedi. 8 saatlik işgünü mücadelesi 7 güne insin, tek günlük hafta sonu tatili iki güne çıkarılsın, fazladan çalışma olursa ek ücret ödensin diye işçiler eylem yapmaya devam ettiler; sonuçta çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak istiyorlardı; boş zamanlarını en iyi şekilde geçirmek için daha iyi ücret, daha çok hizmet, kültüre ayrılmış boş zaman ve mekanlar istemeye devam ettiler.

Ne var ki işçi sınıfının kazandığı zaman aslında kendisine ait olamadı. Henri Cartier Bresson’un fotoğraflarını çektiği, hafta sonu tatilinde ailece pikniğe koşan işçilerin kiliseye gitmek dışında, boş zamanlarını neyle dolduracağına karar veren koca bir endüstri ortaya çıktı. O kadar çok seçenek üretildi ki bu endüstrinin kültürel mamullerini tüketenler, sahip oldukları seçme şansı sayesinde kendilerini özgür hissedebiliyorlardı. Aslında kültür endüstrisi hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak emekçi nüfusu kuşatıyor; geri kazanılmış zamanı, patronların hayallerini ve zihniyetini işçilere benimsetmek için bir fabrika gibi çalışıyordu.

Sınıfın içindeki rekabeti körükleyerek işçileri kimi zaman seçimleri kimi zaman etnik ya da dini kökenleri üzerinden birbirine karşı kışkırtmak, mağduriyetler veya düşmanlıklar yaratmak, iktidarın aldığı bir karar doğrultusunda harekete geçirmek ya da durdurmak gerektiğinde, her durumda bu endüstrinin çarkları çalıştı. Filmler, müzikler, diziler, gazeteler, televizyonlar kürsü propagandasının yapamadığını yaptılar. Özgür seçimin, kişisel tercihin ardında, aslında devasa bir beyin yıkama sistemi vardı. Ve bunun çarkları, zamanı geri kazanmak için vaktiyle topluca mücadele etmiş olan işçi ve emekçi sınıfların yeniden bütünleşememesi için dönüyordu.

GASBEDİLEN YAŞAM ALANI

Bizim gibi kültürel fay hatlarına bölünmüş bir ülkede boş zamanın nasıl değerlendirileceği, mekanların nasıl kurulacağı, yönetenlerin fayda sağladığı bir gerilim konusudur. Yaşam tarzları birbirinden kesin sınırlarla ayrışmış kesimlerin kültürel değerlerinin istismar edilerek yönetilmesi yerleşik bir alışkanlık olmuştur. Çünkü bu sınırların kapanmaması yani toplumun parçalı kalması, siyasi erkin bütünlüğünün ve gelecek zamanının garantisi olarak görülmektedir.

Yoksulluk, işsizlik ve açlık gibi ortak dertlerin birleştirdiği nüfusu ayrıştırmak için bir kesimin ayrıcalıklı, elitist, asalak olduğu, Boğaz'da viski içip yalıda ahkam kestiği; dine imana kurana saygısızlık ettiği, sapkın zevklere sahip olduğu değişik vesilelerle farklı cümlelerle ifade edilir. Bunun diğer taraftan üretilmiş versiyonunda muhatabın cahil, fırsatçı, çıkarcı ve kurnaz olduğu vardır.

Aynı tezgahta, büroda, okulda gününü birlikte geçirip beraberce sömürülenler milliyeti, dini, mezhebi, yemesi içmesi, oturması kalkması söz konusu edilerek karşı karşıya geldikçe her biri kendi gettosunun sınırları içinde bilenerek teyakkuzda kalır. Çünkü başkasının farklı yaşam alışkanlıklarının onunkini tehdit ettiği, inandığı siyasetçiler tarafından ona defalarca söylenmiş olanlar masala dönüştürülmüş bir tarihin de şahitliğinde kendilerini korkularına teslim ederler. Kurtarıcıları ise bu korkuları kışkırtanlardır.

Ne var ki kendi şirketinin mallarını başında bulunduğu Bakanlığa satanlar, lüks arabalarda gezinenler, parti kartıyla zengin olup bunu milletin gözüne sokanlar, millete küflü patates dağıtıp kendisi lüks sofralarda demlenen Saray sakinleri, telaffuzu zor rakamlara ulaşan servetlere ulaşanlar ile “alnı secdeye değenler” arasındaki duygu ortaklığı eskisi kadar kolay kurulamıyor. Çünkü artık yaşam tarzları aynı tezgahta olanlar arasındaki farklılıklardan değil, o tezgaha yukarıdan bakanlarla aşağıda olanlar arasında ayrışıyor. Bir yanda sınırsız zenginlik diğer yanda ise açlık ve yoksulluk.

 Pandemi, bahçesi Boğaza açılan yalısından fotoğraf çektirerek “evde kalın” çağrısı yapan zenginle (Sabancı), evde kalması mümkün olmadığı gibi her gün tıklım tıklım otobüslerde işe gitmek zorunda kalanların hiçbir ortak noktası olamadığını da gösteriyor. Aynı biçimde geçirilen zamanlar yok. Ortak yaşam alanları ve yaşam tarzları da kalmadı.  

İşgünü sekiz saat sınırını çoktan aştı ve mesai ücreti ödenmeden uzayan saatler boyunca çalışmak işin normali oldu. Pandemi nedeniyle ‘kapanma’ bağlamında yurttaşlarının kayıplarını karşılamaktan aciz, onların ne yiyip içeceğini önemsemezken evde içilecek içkiye bile yasak getirmeye kalkan siyasi iktidarın bu tavrıyla avunacak bir ruh da yok. Bu yüzden böyle kararlarla düşkünleştikçe düşkünleşiyor.

İçki yasağı beklendiği gibi tansiyonu yükseltemedi, herkesi sabit saflarına geri çekmedi. Rize İkizdere’deki köylülerin yaşam alanlarını taşocağından korumak için sürdürdüğü mücadelesinin üstü, içki tantanasıyla örtülemedi. Köylülerin dikkati de çelinemedi.

Kültür savaşlarını kızıştırarak politika yapan iktidar partisinin en çok oy aldığı şehirde yaşam alanlarını iktidara karşı korumak zorunda kalan köylüler içki içen akranlarının değil ejder meyveli smoothie içen sözde velinimetin gadrine uğramaktaydılar.

***

Bugün 1 Mayıs

Canları ne isterse yapmak için mücadele eden işçilerin anısına ilan edilmiş birlik, dayanışma ve mücadele günü.  Bu mücadeleden 150 yıl sonra, dünya  bir salgın hastalığın pençesindeyken lebaleb işyerlerinde hastalık kapmamaya “dua ederek” çalışanların, kendilerine ait bir zamanı ve gasbedilme tehdidi altında olmayan yaşam alanları yok. Hayatın günde sekiz saatten fazlasının geçtiği işyeri, emekçinin etine ve kemiğine el konulduğu bir sömürü ve azap mekanı. Geriye kalan zamanın sürdüğü, yokluktan ve yoksulluktan şenlenemeyen, bakımsız evler bir yaşam tarzının yeşeremeyeceği çoraklıkta. Hayatın diğer alanları ise bedelsiz arsa istilası altında büzüşüp daralmışken “canın isteği”ne ne mekan ne zaman kalıyor.

Yine de 1 Mayıs kutlu olsun. Emekçilerin uzak atalarının zamanı ve mekanı kazanmak için yaptıklarını hatırlayıp hiç unutmamakta yarar var. Onlar bir yaşam tarzı dayatan kapitalizme karşı yaşam alanlarını genişletmek için mücadele etmişlerdi. Birçoğu bunun koşulunun bu sömürü sistemine toptan son vermek olduğunun da farkındaydı. Bu kıyasıya mücadeleden, şu günlerde işverenlerin ve arkasındaki siyasi gücün imha etmeye çalıştığı güçlü bir miras kaldı. Bu hatıra, “canımız ne isterse” yapmaktan gururlanacağımız bir yaşam tarzına layık olduğumuzu gösterdiği için her gün lazım oluyor.

Evrensel